9 Mart 2016 Çarşamba

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya Saldırması için Yeşil ışık Yaktı



Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya Saldırması için Yeşil ışık Yaktı



Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Yazı Kurulu
28 Kasım 2007

İngilizce’den Çeviri (10 Kasım 2007)
ABD Başkanı George W. Bush ve Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 Kasım’da Washington’da, çok büyük sarsıntılar yaşamış olan Irak’ta, yeni bir Suç işlemek konusunda anlaşmaya vardılar. Türk ordusu, ABD’nin sağlayacağı lojistik destekle, kuzey Irak’taki Kandil Dağları’nda saklanmakta olan PKK (Kürdistan İşçi Partisi) üyelerine karşı harekete geçecek.
Bush, Erdoğan’a, Türkiye’ye PKK’nın kampları ve hareketleriyle ilgili ABD istihbaratı sağlanacağı sözünü verdi. Türk basını bunu " Askeri saldırı için yeşil ışık yakıldığı " şekilde yansıttı ve Erdoğan, Bush’la yaptığı görüşmenin ardından, Irak’taki PKK mevzilerine karşı harekâtların başlatılacağını açıkladı.
Erdoğan - Bush görüşmesinin öncesinde, haftalarca süren bir propaganda savaşı ve bir dizi diplomatik çekişme yaşandı. Türk generaller kuzey Irak’a yönelik bir saldırı düzenlenmesi için aylardır baskı yapıyorlardı. Generaller PKK sorununu, sağcı milliyetçi güçleri AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetine karşı seferber etmek için kullandılar.

Türk hükümeti, PKK savaşçılarıyla giriştikleri çatışmalar sonucunda bir düzineden fazla Türk askerinin öldürülmesinin ardından, en sonunda, üst düzey komutanların baskısına boyun eğdi. AKP’nin büyük bir çoğunluğa sahip olduğu meclis, 17 Kasım’da, büyük bir çoğunlukla, sınır ötesi bir harekâta onay verdi. Türk ordusu sınıra 100.000 asker yığmış ve kuzey Irak’taki hedeflere savaş uçakları ile ağır silahlar kullanarak saldırmaya başlamış durumda.
Türk medyası yalnızca PKK’yı değil, fakat aynı zamanda kuzey Irak’taki Kürtleri de hedef alan, isterik milliyetçi bir kampanya yürütüyor. Yüksek tirajlı Hürriyet gazetesi 22 Kasım’da, kuzey Irak bölgesel yönetimi lideri Mesut Barzani’yi, "Amacımız, oradaki ‘Kürt rüyasını’, ‘Türk kâbusuna’ çevirmektir" ve "[bunun] neticesi yirmi yıl geriye gitmiş bir Kuzey Irak’tır," diyerek tehdit etti.
Başbakan Erdoğan, Irak hükümetinin ve ABD işgal güçlerinin PKK’ya karşı, örgütün kamplarını kapatarak ve liderlerini Türkiye’ye teslim ederek derhal harekete geçmemeleri durumunda, bunu büyük bir Türk saldırısının izleyeceğini açıkladı.
Irak hükümeti ilk başta bunu reddetti. Kendisi de bir Kürt olan Irak Devlet Başkanı Celal Talabani, iki hafta önce, Irak’ın Türkiye’nin sorunlarını çözemeyeceğini söylemişti. Talabani, " PKK liderlerinin Türkiye’ye teslim edilmesi asla gerçekleşmeyecek olan bir rüyadır," dedi. Kuzey Irak bölgesel yönetimi Milisleri [Peşmergeler - İçin.] Türkiye’yi, İstilacı Türk Askerlerine karşı direnmekle tehdit etti.

ABD yönetimi Irak’taki en önemli müttefiki olan Iraklı Kürtler ile bölgedeki en önemli NATO üyesi ülke olan Türkiye’nin karşı karşıya gelmesini önlemeye çalıştı. Washington böyle bir askeri harekâtın, işgal altındaki ülkede bir ölçüde sakin bir görünüme sahip tek bölge olan kuzey Irak’ı istikrarsızlaştırabileceğinden korkarak, Ankara’ya saldırıda bulunmaması için baskı yaptı.

Irak’a ABD askeri ikmalinin büyük bölümü Türkiye üzerinden gerçekleştiriliyor. ABD ile Türkiye arasında yaşanacak açık bir çatışma, aynı zamanda, Washington’un giderek daha sıcak baktığı görülen İran’a karşı bir savaşın önünde de bir engel oluşturacak.

Buna karşılık Türk hükümeti kendi çıkarttığı cini şişeye geri sokabilecek durumda değildi. Irak’ın istilası için mecliste yapılan oylama, hükümeti, giderek daha fazla Amerikan karşıtı bir tonla PKK ile hesaplaşılması konusunda ısrar eden ultra-milliyetçilerin rehinesi haline getirdi. Şu anda Türkiye, bütün dünya ülkeleri içinde ABD hakkında en olumsuz düşünen ülke olarak kabul ediliyor. Bir Amerikalı kuruluşun yaptığı bir araştırmaya göre, Türklerin yalnızca yüzde 9’u ABD’ye olumlu bir gözle bakıyor.

ABD, nihayet geçtiğimiz hafta sonunda, Türklerden gelen baskıya boyun eğdi. PKK’ya karşı girişilecek harekât, İstanbul’da toplanan Irak’a komşu ülkeler arasındaki üst düzey bir konferansın ana konusuydu. Konferansa katılanlar arasında, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un yanı sıra, BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini elinde bulunduran ülkelerin dışişleri bakanları ve Alman dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier dahil, G-8 devletlerinin dışişleri bakanları yer alıyordu.
Rice, Türk hükümetini ABD’nin PKK’yı terörist bir örgüt ve ortak düşman olarak gördüğü konusunda temin etti ve bu örgüte karşı mücadelede destek sözü verdi.
Konferans, Irak’ta yaşanan veya Irak topraklarından komşu ülkelere karşı girişilen bütün terörist eylemleri kınayan bir karar önergesini kabul etti. Bu karar önergesi PKK’ya karşı yapılacak bir Türk askeri saldırısına verilmiş, üzeri çok az örtülü bir izin olarak yorumlanıyor.
Spiegel on-line, şu anda ABD için başlıca sorunun, "Türk askeri harekâtının sınırlı ve sıkı sıkıya kontrol altında tutulan bir harekât olmasını sağlamak," olduğu yorumunu yaptı.Spiegel on-line, "Türk ordusu ile kuzey Irak’taki Kürt milisleri arasında çatışmaların yaşanmaması için, askeri harekâtın, mümkün olduğu yerlerde, Kürt bölgesel yönetimiyle eşgüdüm içinde yürütülmesi gerektiği"ni ekledi.
ABD aynı zamanda durumu yumuşatmak için, PKK ve kuzey Irak bölgesel hükümeti üzerinde de baskı uygulamakta. Kuzey Irak polisi iki şehirde, televizyon kameralarının karşısında PKK bürolarını kapattı.
PKK birkaç hafta önce esir aldığı sekiz Türk askerini serbest bıraktı. Askerlere Türkiye’ye dönüşlerinde bizzat Irak’taki ABD güçlerinin komutanı General David Petraeus eşlik etti.

Erdoğan’la Bush arasındaki görüşme Ankara’da varılmış olan anlaşmaları pekiştirmeye hizmet etti.

BM’nin, G-8’lerin ve Bölgesel güçlerin onayıyla İstanbul’da PKK’ya karşı varılan mutabakat, Irak savaşı bağlamında işlenmiş olan sayısız suçun üzerine bir yenisini ekliyor. ABD’nin desteğiyle gerçekleştirilecek Türk askeri saldırılarının kurbanları Irak’a sığınmış olan PKK savaşçılarıyla sınırlı kalmayarak, daha geniş ölçekte hem Irak’taki ve Türkiye’deki Kürt nüfusu hem de Türkiye işçi sınıfını kapsayacaktır.

Kürtler, ABD ile Türkiye arasındaki gerilimlerin - geçici olarak - azaltılabilmesi için, piyonlar gibi kurban edilecekler.

Dünya Sosyalist Web Sitesi, Türkiye ve ABD tarafından PKK’ya karşı girişilecek saldırıya kesin bir biçimde karşı çıkıyor. PKK terörist bir örgüt değil, Kürt halkının on yıllardır gördüğü ve bugün de devam etmekte olan baskılar nedeniyle etkinlik ve destek sağlamış olan, kitlesel desteğe sahip milliyetçi bir örgüttür.
PKK’ya karşı alınan tutumun sinikliği, ABD’nin PKK’yı teröristler olarak yaftaladığı halde, aynı zamanda PKK ile yakın işbirliği içindeki İranlı Kürtlerin bir örgütü olan PJAK’ı destekliyor olması gerçeği tarafından ortaya konuyor. PJAK, İran’a karşı faaliyetlerini Kandil Dağları’ndan yürütüyor. Washington’un hangi silahlı grupları "terörist örgütler" olarak yaftalayacağı ve baskı altına alacağı ve hangilerini "özgürlük savaşçıları" olarak göreceği ve destekleyeceği bütünüyle ABD emperyalizminin güncel dış politika çıkarlarına bağlıdır.
Türkiye’nin PKK’ya karşı planladığı askeri saldırılar bütün Kürt halkına boyun eğdirmeyi amaçlamaktadır. Bu saldırılar kaçınılmaz bir biçimde sivil halkı da etkileyecek ve Afganistan’ı ve Irak’ın geniş kesimlerini tahrip etmiş olan şiddeti ve yıkımı yeni bölgelere doğru yayacaktır.
Yerel halkın, önde gelen Kürt politikacıların rızası olsa bile, bir Türk askeri istilasını uysalca kabul edip etmeyeceği şüphelidir. Kürt halkı ile kuzey Irak’a egemen olan iki parti -Irak devlet başkanı Celal Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve kuzey Irak bölgesel yönetimi başkanı Mesut Barzani’nin Kürdistan Demokratik Partisi (KDP)- arasındaki ilişkiler gergin durumda. Her iki parti de aşiret yapılarını temel almakta ve dar bir seçkin grubunun çıkarlarını temsil etmektedir.
Kürt karşıtı şovenizmin zehri Türkiye içinde siyasi atmosferi kirletiyor. Generaller birbiri ardınca siyasi yenilgiler yaşadıktan sonra, PKK’ya karşı kampanya temelinde bir kez daha üstünlüğü ele geçirdiler. AKP yazın yapılan seçimleri, birçok seçmen onu ordu karşısında demokratik bir karşı ağırlık olarak gördüğü için kazandı. Şimdi Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül orduya açık bir çek vermiş ve kendilerini generallerin ellerine teslim etmiş durumdalar.
PKK’ya karşı yürütülen kampanya sırasında Kürtlere karşı başlatılan cadı avı, AKP hükümeti tarafından Türkiye’deki Kürt nüfusa tanınmış olan sınırlı kültürel hakları tehlikeye atıyor. Türkiye’de son günlerde Kürtlere ait bina ve işyerlerine karşı pogrom tarzı saldırılar düzenlendi. Yurtdışında yaşayan Türklerle Kürtler arasında da çatışmalar yaşandı. Berlin’de milliyetçi Türkler bir Kürt kültür merkezine saldırdılar. Geçtiğimiz hafta sonu Almanya’da, Irak’a yönelik bir Türk saldırısını destekleyen ve karşı çıkan ayrı ayrı gösterilere binlerce insan katıldı.
Bununla birlikte bizim PKK’ya yönelik saldırıya karşı çıkıyor olmamız, onun milliyetçi politikalarını ve yöntemlerini desteklediğimiz anlamına gelmiyor. PKK’nın Kürt halkının tarihsel ezilmişliğine verebileceği bir cevabı bulunmamaktadır; kullandıkları yöntemler Ankara’daki yönetici seçkinin Türk ve Kürt kitleler arasına bir kama sokmasını kolaylaştırmaktadır; PKK pek çok kez Türk hükümetiyle ilkesiz anlaşmalar yapmaya çalıştı ve hatta Irak’a yönelik Amerikan istilasını memnuniyetle karşıladı.

Milliyetçiliğin çıkmazı


Kürtler ilk kez büyük güçlerin ve Ortadoğu’daki bölgesel güçlerin entrikalarının kurbanı olmuyorlar. Kürtlerin tarihi bu tür trajedilerle doludur. Bu tarih, burjuva milliyetçi bir perspektif bağlamında ulusal baskının yol açtığı sorunları çözmenin ve demokratik devrimin görevlerini yerine getirmenin olanaksızlığını ortaya koymaktadır.
Bugünkü Ortadoğu’da devletlerin sınırları, Birinci Dünya Savaşından sonra, muzaffer emperyalist güçler tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerine çizilmiştir. Britanya ve Fransa, daha 1916’da, gizli bir anlaşma ile (Sykes-Picot Anlaşması), kendi etki alanlarının sınırlarını belirleme konusunda anlaşmaya varmışlardı. Onlar Sevr Antlaşması’nda (1920), farklı halkları birbirlerine karşı kullanarak ve kayırdıkları egemen aileleri iktidara getirerek, keyfi bir biçimde çöllerin ve dağların üzerinden geçen sınırlar çizdiler.
Britanya İmparatorluğu, daha savaştan önce, zengin petrol yatakları bulunan Musul’u kontrol edebilmek için, Kürtleri Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kullanmaya çalıştı. Sevr Antlaşması, Kürtlerin kendi devletlerine sahip olmasını, aynı zamanda Ermeniler için de bir devlet kurulmasını öngörüyordu. Türkiye’ye ise küçük bir toprak parçası bırakılıyordu.
Mustafa Kemal’in (Atatürk) önderliğindeki Türk milliyetçileri buna karşı ayaklanarak, üç yıl süren bir kurtuluş savaşıyla Sevr Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesini sağladılar. Musul eyaletini kontrolü altındaki Irak’a eklemeyi başaran Britanya, şimdi artık Kürtlere olan ilgisini yitirmişti.
Türkiye’nin bugünkü sınırları işte bu şekilde ortaya çıktı. Şu anda sayıları 26 milyonu bulan Kürtler kendi devletlerini kuramadılar. Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş bir halde, sık sık vahşi baskılara maruz kaldılar.
Kemalistler, içinde çok çeşitli halkların ve dinlerin yüzyıllarca bir arada yaşamış olduğu, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarına demokratik bir çözüm sunamadılar. Kurtuluş savaşı devasa halk gruplarının ülkeden sürgün edilmeleri ve başka yerlere yerleştirilmeleri ile sona erdi.
Bir buçuk milyon Yunanlı Türkiye’yi terk etmek zorunda kalırken, yarım milyon Türk Yunanistan’ı terk etti. 1915’de zaten bir milyondan fazla Ermeni ya öldürülmüş ya da sürgün edilmişti.
Türkiye nüfusunun yaklaşık olarak beşte birini oluşturan Kürtler hiçbir azınlık hakkı elde etmediler. Çağdaş Türkiye’de yalnızca "Türkler" olacaktı. Kürt kültürünün tanınmasını veya Ermenilere karşı girişilmiş olan soykırımın kabul edilmesini istemek, bugüne kadar, devlet tarafından çok sert bir biçimde cezalandırılmakla sonuçlanabilmektedir.
Yerleşik sınırların değiştirilmesine yönelik bütün girişimler kanlı çatışmalarla sonuçlandı ve emperyalist güçlerin işin içine karışmaları tehlikesini doğurdu. Kendi bağımsız Kürt devletini kurmak isteyen milliyetçi Kürt partileri, çeşitli emperyalist çıkarların gönüllü maşaları olduklarını tekrar ve tekrar kanıtladılar. Bu yalnızca geleneksel aşiret yapılarına derinden bağlı olan ve dolayısıyla özellikle kolayca yönlendirilebilen Barzani’nin KDP’si ve Talabani’nin KYB’si için değil, fakat aynı zamanda, kökleri Maoizm ve Stalinizmde olduğundan, ulusal soruna sınıf sorunu karşısında mutlak öncelik atfeden PKK için de geçerlidir.

KDP ve KYB


Bu iki en büyük Iraklı Kürt örgütünün tarihi, bir entrikalar ve ihanetler tarihidir. Her iki örgüt de amaçlarına, büyük ya da bölgesel güçlerden birine ya da ötekine hizmet ederek ulaşmaya çalıştılar. Bu, onları yalnızca bölgedeki diğer halklarla çatışmaya sürüklemekle kalmadı, fakat aynı zamanda bizzat Kürt ulusal hareketinin bölünmesine de yol açtı.
Kürt grupları bölgesel çatışmaların çoğunda, çatışma hatlarının her iki tarafında da yer aldılar. Kürtlerin bölgesel güçlere karşı verdikleri savaşlar, aynı zamanda, hemen hemen her zaman Kürtler arası iç savaşlardı. Kürtler kendi rollerini oynadıklarında, bir kez daha kendilerine hamilik yapan güçler tarafından terk edildiler. Kürt halkı bunun için çok ağır bir bedel ödedi.
Özellikle Körfez ülkeleri -İran ve Irak- arasındaki çatışmalarda ABD emperyalizmi tarafından teşvik edilen Kürtler kullanışlı bir manevra aracı oldular ve ölüme sürülen azap askerleri işlevini üstlendiler. Bugünkü bölgesel Kürt yönetiminin başkanının babası olan Mustafa Barzani, 1960’larda ve 1970’lerde, kendilerine büyük miktarda silah ve para sağlayan İran Şahı’nın, CIA’nın ve İsrail’in desteğiyle, Bağdat’taki milliyetçi Baas rejimine karşı savaştı. Bunun karşılığında Barzani, isyan eden İranlı Kürtlerin zor kullanılarak bastırılmasında Şah’a destek verdi.
Şah ve Baas rejimi 1975 yılında Cezayir’de yapılan bir OPEC konferansı sırasında, aralarındaki anlaşmazlıkları şaşırtıcı bir biçimde hallettiler. Şah, Iraklı Kürtlere verdiği desteği kesti, sınırı kapattı ve Barzani’nin savaşçılarının gerek silah ikmal gerekse de geri çekilme hatlarını kesti. Bunun sonucunda Barzani’nin isyanı bütünüyle çöktü ve Iraklı Kürtler korkunç bir baskıya maruz kaldılar.
Kürtler 1980-1988 İran-Irak savaşında her iki tarafta da savaştılar (İranlı Kürtler ve Talabani’nin Iraklı KYP’si Irak’ın yanında, İran’ın safına geçmiş olan Barzani’nin KDP’sine karşı). KDP bir kez daha İranlı Kürtlerin bastırılmasında doğrudan rol oynadı.
Hem Tahran hem de Bağdat şimdi artık kendi ülkelerindeki Kürtlere karşı kullanabilecekleri askerleri bunun için harekete geçirdiklerinde savaş daha yeni sona ermişti. İntikam şiddetli ve kanlı oldu. Irak’ta, Halepçe’de 5.000 sivil bir zehirli gaz saldırısının kurbanı oldu. 160.000 kadar Kürt, Irak’tan Türkiye’ye ve İran’a kaçmak zorunda kaldı.
1991 Körfez Savaşı sonrasında, KDP ve KYP, Iraklı Kürtlerin kaderini bütünüyle Amerikan emperyalizminin kaderine bağladı. Irak’ın kuzeyinde dayatılan uçuşa yasak bölge onlar için geniş ölçekli bir özerklik sağlamalarını mümkün kıldı.
KDP ve KYP, 2003 Irak savaşı sırasında Amerikalı saldırganın yanında yer aldılar ve o zamandan beri işgal rejiminin en önemli payandası oldular. Körfezin petrol rezervlerini kontrol altına almaya çalışan bir emperyalist güçle kurulan bu ittifak, Irak halkına ölüm ve yıkım getirdi ve İran’a karşı hazırlıkları yapılan -ve dolayısıyla derin nefret uyandıran- savaş, Kürt halkı için daha da trajik sonuçlar yaratacaktır.

PKK


PKK’nın kökleri 1960’ların ve 1970’lerin öğrenci protesto hareketlerine uzanmaktadır. Türkiye, hızlı bir sanayileşme döneminin ardından, bir işçi mücadeleleri dalgasına ve 1968 sonrasında gençliğin radikalleşmesine tanık oldu.
Üniversitelerde, Mao’nun, Che Guevara’nın öğretilerini ya da Vietkong gerilla taktiklerini izlediğini öne süren, sayısız milliyetçi örgüt aktif durumdaydı. PKK işte bu hareketin içinden doğdu.

PKK, Kürt ve Türk işçi sınıflarının yönetici seçkine karşı ortak bir mücadele vermesine - ki bu o zaman tamamen mümkün olan bir şeydi- karşı çıktı. PKK bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını talep etti ve işçi sınıfının ve köylülüğün toplumsal mücadelelerinin, önceliği ulusal mücadeleye terk etmesi gerektiğinde diretti. PKK’nın kuruluş programı ulusal sorunun mutlak önceliğini vurguluyordu: program " Ulusal çelişkiler çözümlenmediği sürece, diğer hiçbir sosyal çelişki çözülemez," diye beyan ediyordu.

PKK, asıl olarak Türk devletinin insanlıktan uzak baskılarının bir sonucu olarak bir yandaş grubu kazanabildi. Sosyal Demokrat Bülent Ecevit hükümeti işçi sınıfı ve gençlik içinde yükselmekte olan militanlaşma dalgasının önünü kesebilmek için ulusal şovenizmi teşvik etti. Ecevit, 1978 yılında, Kürt illerinde sıkıyönetim ilan etti.

Ordu 1980’de iktidarı ele geçirdi ve her türlü muhalefete karşı acımasız bir terör uyguladı. Baskı, tutuklama ve işkencenin çoğu kez herhangi bir nedene bağlı olmadan yapıldığı Kürt bölgelerinde, özellikle çok şiddetliydi. 12 yaşındaki çocuklar bile kötü muameleye maruz kaldılar.

PKK, FKÖ ile yan yana savaştığı Lübnan’a gitti ve Suriye’nin kontrolündeki Bekaa Vadisi’nde eğitim kampları kurdu. Örgütün lideri Abdullah Öcalan, varlığına Suriye rejimi tarafından göz yumulduğu Şam’da yaşadı.

PKK, 1984 yılında, Türk ordusuna karşı silahlı bir mücadele başlattı ve ordu buna son derece acımasız bir biçimde karşılık verdi. 1990 yılına gelindiğinde 2,500 Kürt köyü boşaltılmış ve halkı zorla göç ettirilmişti. Türk hükümeti, PKK’ya karşı kullanılan Sözde " Köy korucularını "  Rüşvet ve tehdide başvurarak silah altına aldı. Savaş toplam olarak 35.000 insanı kurban aldı.

Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve bunun sonucunda Suriye rejiminin Sovyet desteğinden yoksun kalmasıyla birlikte, PKK’nın karşı karşıya olduğu durum giderek daha tehlikeli bir hal almaya başladı. PKK, bu duruma bir ateşkesle ve önceleri suçladığı emperyalist güçlerin desteğini sağlama çalışarak karşılık verdi. Celal Talabani, PKK’nın arabuluculuğunu üstlenerek, PKK lideri Öcalan’la, Türkiye Cumhurbaşkanı Özal’la ve o tarihte ABD Başkanı olan baba George Bush’la dönüşümlü olarak görüştü.

Ancak, bir uzlaşmadan yana olduğunun işaretlerini vermiş olan Cumhurbaşkanı Özal, bunu sağlayamadı. Türk egemen sınıfı daha da sert bir baskı uyguladı.
Öcalan’ın emperyalist güçlere, özellikle Avrupa’ya yönelik yakarışları artık her zamankinden daha fazla onursuz bir hal alacaktı. Öcalan, 1993’te, Talabani ile birlikte düzenlediği bir basın toplantısında, tek yanlı olarak ateşkes ilan etti ve bir Kürt devleti talebinden vazgeçti. Ancak Türk ordusu Kürtlere karşı savaşı büyük bir gaddarlıkla sürdürdü.
1998 yılında, Türk baskısı Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesi anlamına geldi. Öcalan, tek bir ülke bile ona sığınma hakkı vermeyi istemediğinden, CIA’nin desteğiyle Kenya’da yakalandı ve şu anda ömür boyu hapis cezasını çekmekte olduğu Türkiye’ye götürüldü.
PKK o zamandan bu yana çeşitli bölümler yaşadı ve birkaç kez ismini değiştirdi. PKK, tek yanlı ateşkesler ve Türk hükümetine yaptığı işbirliği çağrıları ile silahlı mücadelenin sürdürülmesi arasında bocalıyor. PKK’ya yakın duran Kürt partisi DTP’nin adayları, son seçimlerde, Kürt illerinde ilk kez AKP’den daha az oy aldılar. Bunun ardından PKK askeri faaliyetlerine hız verdi. Birçok gözlemci bunun PKK’nın sahip olduğu desteği kaybediyor olmasına ve kutuplaşmanın artmasının kendisine daha fazla destek sağlayacağını ummasına bağlıyorlar.

Türkiye’nin Değişen Rolü


Amerika’nın Irak’a karşı acımasızca yürüttüğü savaş bütün Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırdı. Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmemiş bütün tarihsel sorunları bir kez daha su yüzüne çıkıyor.
ABD’nin başını çektiği bir ittifak tarafından Afganistan’ın işgal edilmesinden altı ve Irak’ın istilasından dört buçuk yıl sonra, Ortadoğu’da, bütün bölgeyi askeri bir cehenneme çevirmekle tehdit eden ve Bush yönetiminin İran’a saldırı tehdidini uygulamaya koyması durumunda bir dünya savaşının kıvılcımı haline gelebilecek bir büyük yangın, ufukta beliriyor.
Bu gelişmelerin, Türkiye'nin siyasi yaşamı üzerinde çok kapsamlı etkileri olacaktır. Türkiye’de yönetici seçkin, siyasi olarak, hep çok zayıf oldu. On yıllar boyunca ne aktif bir dış politika izledi ne de ülke içinde gerçek anlamda demokratik yönetim biçimleri geliştirebildi.

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin arkasında saf tuttu. Soğuk Savaş sırasında, NATO’nun doğu kanadı olarak, Sovyetler Birliği’ne karşı stratejik bir konuma sahip oldu.

Egemen sınıflar, ülke içinde, dönüşümlü olarak ya parlamenter görünümlü otoriter rejimlere ya da askeri diktatörlüklere dayandılar. Ordu, devlet içinde bir devlet kurdu ve kendisini Kemalist mirasın koruyucusu olarak gördü. Ordu, sınıf savaşı ne zaman kontrolden çıksa duruma müdahale etti ve bunu iktidara doğrudan doğruya el koyarak ya da varolan kurumsal yapıyı bütünüyle ilga etmeden gerçekleştirdi. 1980’deki son doğrudan askeri darbe sonrasında binlerce sendikacı ve solcu aktivist tutuklandı, işkence gördü ya da kayboldu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ve ABD’nin Irak’a karşı savaş başlatmasıyla birlikte Türkiye için uluslararası durum bütünüyle değişti. ABD bir istikrar faktörü olmaktan çıkarak istikrarsızlık yaratan bir güç haline geldi. Aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik ağırlığı da artmıştı.

Uluslararası sermaye akışı sayesinde ülke ekonomisi Ortadoğu’da ikinci en büyük ekonomi haline geldi. Türkiye 71 milyonluk nüfusuyla dünyadaki en büyük 18. ekonomi. Türk ordusu, ABD’nin ardından NATO’daki ikinci en büyük ordu konumunda.

Türkiye, ABD ile giderek artmakta olan anlaşmazlıklar ve Avrupa Birliği’ne üyelik umudunun kırılmış olması karşısında, bağımsız bölgesel bir güç olarak rolünü kuvvetlendiriyor. Çeşitli yorumcular bu gerçeğe dikkat çekiyorlar.
Foreign Affairs dergisi Temmuz/Ağustos tarihli sayısında yayınlanan "Türkiye Ortadoğu’yu Yeniden Keşfediyor" başlıklı makalede şöyle yazıyor: "bu ülkenin dış siyasetindeki belirgin bir değişim büyük oranda gözlerden kaçtı: Türkiye onlarca yıldır süren pasif tutumunun ardından, şimdi Ortadoğu'da önemli bir aktör olarak boy göstermeye başlıyor."

23 Ekimde,Stratfor.com’da yayınlanan bir değerlendirmede, şu sonuca varılıyor: 

"Türkiye, hızla yükselmekte olan bölgesel bir güç - ya da en geniş anlamda, Küçük Asya’da yerleşik, ancak Siyasi, Ekonomik ve Askeri güçleri bir arada tasarlayan, Muazzam stratejik güce sahip, bir bölgesel egemen gücün yaratılması sürecinin başlangıcı - olarak görülmelidir."

Kuzey Irak’a yönelik bir askeri saldırı tehdidi bu bağlamda görülmelidir. PKK sorunu gerçekte yalnızca bir bahanedir. Merkezi Irak hükümetinin otoritesinin çökmesiyle birlikte giderek daha olası hale gelen, Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız veya büyük ölçüde özerk bir Kürt devleti, Türk seçkini için bütünüyle kabul edilemez bir gelişmedir. Böyle bir devlet, Irak’takinden üç kat daha fazla Kürdün yaşadığı Türkiye’de ayrılıkçı eğilimleri cesaretlendirebilir ve Türk devletinin toprak bütünlüğü üzerine büyük bir soru işareti koyabilir.
Ankara, özellikle Kerkük şehrinin, önerildiği biçimde yıl sonuna kadar yapılması planlanan bir referandumla, otonom Kürt bölgesince massedilmesini önlemek istiyor. Sahip olduğu muazzam petrol rezervleriyle, kuzey Irak’taki petrol üretiminin bu merkezi, bir Kürt devletine gerekli olan ekonomik temeli sağlayabilir. Bu konuda Türkiye ile ABD arasında, şu ana kadar bir uzlaşma sağlanabilmiş değil.

Washington’da, Ortadoğu’yu kontrol edebilmek için, Türkiye’ye daha önce olduğundan çok daha fazla bel bağlamak gerektiği yolunda düşünceler var. Foreign Affairs veStratfor’da yayınlanan makaleler bu yöndeki düşüncelere işaret ediyor. Ne var ki, bu ancak Ankara’ya, Kürtlerin pahasına ödünler verilerek yapılabilir. PKK’ya karşı ortak Amerikan-Türk harekâtı bu yöne işaret ediyor.

Türk İşçi Sınıfının Sorumluluğu


Türkiye’nin izlediği saldırgan dış politika, aynı zamanda yurt içinde de sınıf çelişkilerinin şiddetini artırıyor. Bu, işçi sınıfının sosyal ve demokratik haklarına yapılan sert saldırılarla bağlantılıdır.

Liberal çevrelerin, AKP’nin generallerin etkisini azaltacağına ve daha fazla demokrasi getireceğine dair umutlarının bir yanılsama olduğu ortaya çıkmış durumda. PKK’ya karşı yaptıkları savaş tüccarlığı, Erdoğan’ı ve Gül’ü ordunun sözcüleri haline getirdi.

Ortadoğu’daki mevcut koşullar, çeşitli devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üzerinde kavga ettikleri, 100 yıl öncesinin Balkanlar’ındaki durumu hatırlatıyor. Büyük Güçler tarafından kullanılan çekişmeler, 1912 ve 1913’teki iki Balkan savaşıyla sonuçlanmıştı. Avusturya Veliahttı Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi ile kıvılcımı çakılan "üçüncü Balkan savaşı", Birinci Dünya Savaşı için katalizör görevi gördü.
O tarihte 31 yaşında olan, döneminin önde gelen Marksistlerinden Lev Trotskiy, bu savaşın arifesinde şöyle yazdı: "Balkan Yarımadasında, tek bir devlet çatısı altında birlik ancak şu iki yoldan biriyle sağlanabilir: ya yukarıdan aşağı, en Güçlü Devlet olduğunu diğer zayıf devletlerin pahasına kanıtlayan tek bir Balkan devletini genişleterek - bu zayıf ulusların imha edilmeleri ve ezilmeleri için yapılan savaşların yoludur; monarşizmi ve militarizmi pekiştiren bir yoldur; ya da aşağıdan, bizzat halkların bir araya gelmeleri yoluyla - bu devrimin yoludur; bu yol Balkan hanedanlıklarının devrilmesi ve bir Balkan federal cumhuriyetinin bayrağının açılması anlamına gelir."

Bu sözler güncelliklerinden hiçbir şey kaybetmedi. Yugoslavya’nın dağılması geçmişin milliyetçi dehşetinin Balkanlar’da yinelenmesi anlamına geldi. O zamandan bu yana ortaya çıkmış olan küçük devletler, eşitlik ve demokrasinin cisimleşmesinden çok, bir dizi hapishane hücresini andırmaktadır. Bu devletler büyük güçlerin piyonları haline geldiler ve Balkan halkları arasında sürekli bir çekişme kaynağı konumundalar.

Ortadoğu benzer bir kaderle yüzleşiyor. Bunu yalnızca işçi sınıfının bütün ulusal ve etnik bölünmeleri aşarak birleşmesi önleyebilir. Bu birleşmenin amacı bir Ortadoğu Sosyalist Federasyonu olmak zorundadır. İşçi sınıfının sosyal ve demokratik haklarının savunulması, ulusal ayrımcılığın ve baskının ortadan kaldırılması ve emperyalizme ve onun bölgesel yardakçılarına karşı mücadele, birbirinden ayrılamaz.

Türkiye işçi sınıfının yeni bir önderliğe ihtiyacı var. Bülent Ecevit’in önderliği altında hâlâ sosyal demokrat olduklarını iddia eden Kemalistler, en tiksindirici savaş tüccarları haline geldiler. Aynı şey, hükümete " Terörizm " sorunu (PKK kastediliyor) çözülene kadar bütün sendikal faaliyetleri bırakmayı bile öneren, resmi sendika konfederasyonu Türk-İş için de geçerlidir.

Türkiye’de, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin seksiyonunu inşa etmenin zamanıdır. DEUK ve onun uluslararası yayın organıDünya Sosyalist Web Sitesi, Stalinizme karşı Trotskist Sol Muhalefetin ve Dördüncü Enternasyonal’in boyun eğmemiş geleneğini sürdürmektedir. Her ikisi de, milliyetçiliğin bütün biçimlerine karşı Marksist proletarya enternasyonalizminin perspektifini savunuyor.


http://www.wsws.org/tr/2007/nov2007/kurd-n28.shtml

..

Gürcistan Çatışması Türkiye’yi ikilemde Bıraktı,


Gürcistan Çatışması Türkiye’yi ikilemde Bıraktı,


Sinan İkinci ve Peter Schwarz

16 Eylül 2008
İngilizce’den çeviri (9 Eylül 2008)
Türkiye’nin Gürcistan’a olan yakınlığı ve bölgedeki yoğun ekonomik ve siyasi bağları göz önünde bulundurulduğunda, Türk hükümetinin Gürcistan ile Rusya arasındaki çatışmaya verdiği tepki dikkat çekici derecede yumuşak oldu.
Türkiye’nin üyesi olduğu NATO açıkça Gürcistan’dan yana tavır alırken ve Türkiye’nin üye olmak istediği Avrupa Birliği, Rusya’yı Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıma kararı nedeniyle sert bir biçimde kınarken, Türk hükümeti bu tür açıklamalar yapmadı. Türk Dışişleri Bakanlığı bunun yerine, Türkiye’nin son olaylar karşısında duyduğu rahatsızlığı ifade etmekle yetinen kısa bir bildiri yayımladı.

Washington ve Moskova arasında tırmanmakta olan gerilim Ankara’da yönetici çevreler tarafından tedirginlik içinde izleniyor ve onları bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor.

Türkiye bir yandan ABD ve Avrupa’nın Hazar bölgesine erişimi sağlamaya ve bu bölgenin petrol ve gaz rezervlerini Rus topraklarını baypas ederek kullanmaya yönelik girişimlerin içinde boylu boyunca yer alıyor. Bu bağlamda en önemli iki petrol boru hattı da - Bakü - Tiflis - Ceyhan Petrol Boru Hattı ve Nabucco doğal gaz boru hattı projesi- Gürcistan ve Türkiye topraklarından geçiyor. Aynı şey kısa bir süre önce tasarlanmış olan ve Türkiye’yi Gürcistan ve Orta Asya’ya bağlayan demiryolu projesi için de geçerli.

Türkiye ile Gürcistan arasındaki ekonomik ilişkiler zaman içinde artış gösterdi. Gürcistan’da 100 kadar Türk şirketi - çoğunlukla inşaat sektöründe- faaliyet gösteriyor ve bu ülkede yaklaşık olarak 600 milyon dolar yatırım yapmış durumdalar. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yılda 1 milyar dolar düzeyinde. Türkiye aynı zamanda Gürcistan ordusuna silah ve askeri teçhizat satıyor ve subaylarına eğitim veriyor.

Diğer yanda ise Rusya, son yıllarda hızlı bir ekonomik büyüme göstermiş olmasına karşın hâlâ son derece kırılgan bir durumda olan Türk ekonomisinin vazgeçilmez bir ticaret ortağı haline gelmiş durumda.

Türkiye’nin Rusya ile olan ticaret hacmi geçen yıl 27 Milyar Dolardı ve bu tutarın bu yılın sonunda 38 Milyar Dolara yükselmesi bekleniyor. 

Böylece Rusya’nın Türkiye’nin en önemli ticari ortağı olarak Almanya’nın yerini alacağı tahmin ediliyor. Türk inşaat şirketleri ve süper market zincirleri Rusya’da çok faaller. Rusya, Türkiye’ye, bu ülkenin elektrik üretimi için son derece büyük bir ihtiyaç duyduğu doğal gazın yüzde 70’ini sağlıyor. Rusya -yılda 2,5 milyon turistle- aynı zamanda Türkiye’ye gelen en büyük sayıdaki yabancı turist grubunu oluşturuyor. Bu yaz ilk kez Akdeniz’deki popüler dinlence yeri Antalya’da Rus turistlerin sayısı Alman turistlerden daha fazlaydı.

Rusya, Ankara’nın ne kadar kırılgan bir konumda olduğunu, Rusya’ya giren Türk TIR’larını sıkı denetime alıp, sınırda bekleme sürelerini bir aya kadar uzatarak daha şimdiden göstermiş durumda. Bu uygulama birçoklarınca, Ankara’nın ABD savaş gemilerine, Gürcistan’a insani yardım götürme bahanesi altında Türk boğazlarından geçme ve Karadeniz’e girme izni verme kararına karşı girişilmiş bir misilleme olarak yorumlanıyor.

Gürcistan’daki çatışmanın neden olduğu tedirginlik Türk basınında yer alan birçok köşe yazısında da yansımasını buldu.

Köşe yazarı Nasuhi Güngör, 28 Ağustos’ta, günlük Star gazetesinde yayınlanan yazısında gelinen durumdan şikâyetçi oldu: " Kafkaslarda ortaya çıkan tabloyla birlikte Türkiye, belki de uzun yıllardır karşılaşmadığı zorlu bir koridordan geçiyor. Yerimiz şurası demek eskisinden çok daha zor."

Turkish Daily News aynı gün şu yorumu yaptı: " Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında, riskler taşıyan bir köprü konumunda olduğu, NATO üyesi olmanın yükümlülükleri ve önemli ticaret ortağı Rusya arasında sıkışıp kalmış olmasıyla birlikte bir kez daha ortaya çıktı. Karadeniz’deki, Tomahawklarla ve gemi savar füzelerle silahlanmış olan NATO gemileri Rusları rahatsız ederken, gümrüklerde çıkarılan engeller Türkiye’ye Moskova’yı sinirlendirmenin potansiyel tehlikelerini hatırlatıyor."
Gazete Türkiye’nin eğreti duran diplomasisinin sürdürülemez nitelikte olduğunun altını çiziyor: "Rusya ile Gürcistan arasındaki bu son Kafkaslar krizinin hemen sonrasında, kırılgan bir diplomasi hattı üzerinde ilerleyen Türkiye ne kendisini Batılı müttefiklerinden ayırmak ne de ticaret ve enerji ortağı Rusya’yı kendisinden soğutmak istiyor."

"Boğazlar Sorunu"


ABD’nin ve onun Avrupalı müttefiklerinin Rusya’yı yalıtma girişimleri, 19. ve 20. yüzyıllarda emperyalist çatışmalarda merkezi bir rol oynamış olan "Boğazlar Sorununu" yeniden gündeme getirdi. Türk basını ABD’nin, Karadeniz’e askeri gemilerin geçişini düzenleyen 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi için yaptığı baskıdan yakındı.
Montrö Sözleşmesi, II. Dünya Savaşı’nın eşiğinde imzalandı ve daha önce uluslararası denetim altında olan İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü Türkiye’ye geri verdi. Sözleşme ticari gemilerin boğazlardan geçişini serbest bırakırken, savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkmalarına yönelik olarak ciddi sınırlamalar getiriyor. Sözleşme ile herhangi bir zamanda boğazlardan geçebilecek gemilerin tonajını, sayısını ve Karadeniz’de kalmalarına izin verilen süreleri belirleyen katı sınırlamalar getirildi. Karadeniz’e kıyısı olan devletlere -yani Türkiye dışında önemli bir filo sahibi olan tek Karadeniz devleti Sovyetler Birliği’ne- ise daha az kısıtlayıcı kurallar uygulandı.

Montrö Sözleşmesi, '' Britanya’nın kışkırtmasıyla, Sovyetlerin Akdeniz’e çıkışına bazı sınırlamalar getirdiyse de, esas olarak dış güçlerin boğazları Sovyetler Birliği’ni tehdit etmek için kullanamamalarını güvence altına aldı ve Sovyetlere Karadeniz’de egemenlik kurma olanağını sağladı. Sözleşme II. Dünya Savaşı sırasında Mihver güçlerinin Sovyetler Birliği’ne saldırmak üzere boğazlardan deniz gücü göndermelerine etkin bir biçimde engel oldu. ''

Savaştan sonra Montrö Sözleşmesi kimi bazı değişikliklere uğramış olsa da yürürlükte kaldı. Ne var ki, ABD, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana, sözleşmede değişiklik yapılması konusunda giderek daha fazla baskı yapıyor. Sözleşme imzalandığı sırada ABD Montrö’de bulunan ülkeler arasında yer almıyordu.
Eğer Ukrayna ve Gürcistan, Washington’un arzu ettiği gibi NATO’ya kabul edilmiş olsalardı, Karadeniz NATO suları haline gelecekti. Bu durumda Karadeniz beş NATO üyesi ülke -Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan- tarafından çevrelenmiş ve ana Karadeniz donanma limanı Sivastopol bugün Ukrayna topraklarında bulunan Rusya, yalnızca görece küçük bir kıyı şeridi ile kalmış olacaktı.

Montrö Sözleşmesi konusu, ABD’nin Gürcistan’a "yardım" taşıyan, toplam 140.000 ton ağırlığındaki iki hastane savaş gemisini boğazlardan geçirmeye çalışmasıyla gündeme geldi. Türk hükümeti bunun Montrö Sözleşmesine aykırı olduğunu belirterek bu gemilere geçiş izni vermedi. En sonunda Washington bu iki geminin yerine üç adet daha küçük gemi gönderdi.
Hürriyet gazetesi bu olay üzerine, 22 Ağustos’ta, kamuoyunda iyi tanınan köşe yazarı Oktay Ekşi’nin "Montrö'yü kaşımak" başlıklı bir değerlendirmesini yayınladı. Ekşi yazısında ABD yönetiminin Irak’a saldırmadan önce zaten Montrö Sözleşmesi’nde değişiklikler yapılmasını talep ettiğini belirtti ve bu değişikliklerin İran ve Rusya’yı hedef aldığına işaret etti.

Ekşi şunları yazdı: " Şimdi de ABD'nin Montrö 'den rahatsızlık duyduğunu gösteren işaretler var. Örneğin, 2003 yılında Irak'a saldırmayı aklına koyduğu zaman ABD yine Montrö' yü zorlamaya kalktı. Neyse ki Irak harekâtına Türkiye'nin destek vermesini öngören meşhur tezkere TBMM tarafından reddedilince o proje suya düştü."

Ekşi yazısında, "Gerçekten Trabzon ve Samsun üzerinden Irak'a mı gidilir yoksa İran'a ve Kafkas ülkelerine mi? Montrö'yü kaşımanın altında hangi hesapların yatabileceğini bu örnek yeterince göstermiyor mu?" diye sordu.
Akademisyen Beril Dedeoğlu, 20 Ağustos’ta Star gazetesinde yayınlanan "Boğazlar yeniden…" başlıklı bir makalede, Türkiye’nin içine düşürülmüş olduğu ikilemden şikâyet etti: "Bununla birlikte ABD ile Rusya karşılıklı davranışlarını meşru gösterecek ‘gerçek’ düşman bulduk diye sevinirken arada kalan ülkeleri zor günler beklediği söylenebilir. Bu zorlukları yaşayan ülkelerden birisi Türkiye ve ortaya çıkan birçok sıkıntılı durumdan birisi Karadeniz ile ilgili."
Ekşi gibi Dedeoğlu da yazısında Irak savaşı öncesinde ABD’nin Karadeniz’e erişim sağlamak için yaptığı girişimlerden söz ediyor. Dedeoğlu şöyle yazıyor: "Hatırlanacağı gibi ABD, Irak işgali öncesinde Türkiye topraklarının kullanılmasını talep etmiş, Türkiye de 1 Mart tezkeresiyle bunu reddetmişti. Türkiye bu meseleleri tartışırken, herhalde izin verileceği yolunda bir kanaat oluşmuştu ki daha karar çıkmadan ABD Anadolu’nun Akdeniz kıyısına valizini boşaltmaya başlamıştı. Tam bu sırada, ABD ikinci bir bölgeyi daha incelemeye almış ve Karadeniz kıyılarının, özellikle de Doğu Karadeniz kıyılarının operasyonlar için pek elverişli olacağına kanaat getirmişti.

"Akdeniz, Irak operasyonu bakımından açıklanabilir bir havza iken, Karadeniz’in Irak ile açıklanması biraz zor olmuştu. O sıralar ABD’nin esasen İran’ı vuracağı falan düşünülmüştü de esas olarak ABD’nin Karadeniz’de Rusya’yı askeri olarak sıkıştırmaya çalıştığı anlaşılmıştı. Karadeniz’e askeri geçişin Romanya üzerinden olması mümkün olsa bile, Akdeniz gücü ile bağlantılı çalışabilecek kapasite bakımından en önemli geçişin Türk Boğazları olduğu ortada. O dönemde ABD’den Boğazların kullanımı, dolayısıyla Montrö Sözleşmesi’yle tanımlanmış rejimin değiştirilmesi talebi gelmişti. Montrö, bir yandan ABD’nin Karadeniz’e askeri geçişini engellerken bir yandan da Rusya’nın Akdeniz’e inmesini engelliyor, dolayısıyla Türkiye bunu bir kez deldi mi, ileride kimin ne amaçla kullanacağı garanti edilemez. Irak savaşı öncesinde Türkiye, ABD’nin talebini reddetmiş ve Rusya da kendisinin bu anlamdaki beklentilerini bir yana atıp Türkiye’nin ABD’nin Karadeniz’deki varlığını engelleyen olmasını sevinçle karşılamıştı. Gürcistan ile olan savaşla birlikte, konu yeniden gündeme gelmiş durumda."

Ekşi ve Dedeoğlu iki yıl önce ABD yönetimi tarafından, Akdeniz’de NATO bünyesinde faaliyet gösteren anti-terör gücünün -Aktif Çaba Operasyonu- sorumluluk alanının Karadeniz’i de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören bir öneride bulunduğundan söz etmiyorlar. Ankara bu öneriye, 70 yıllık Montrö Sözleşmesi’nin erozyona uğratılmasına neden olacağından korkarak karşı çıkmıştı.

Türkiye’yi çevreleyen ortam Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Irak’ta ABD’nin başlattığı savaşla birlikte dramatik bir biçimde değişti. ABD istikrar sağlayıcı bir güç olmaktan çıkarak bir numaralı istikrarsızlık yaratan güç haline geldi. Rusya üzerindeki ABD baskısı artarken, Türkiye için her iki tarafla da iyi ilişkiler sürdürmek giderek daha zor hale geliyor. Bu, Türk yönetici seçkini içindeki daha şimdiden kaynama noktasına ulaşmış olan bölünmeleri hiç kuşkusuz daha da artıracaktır.

Bu arada Türk yönetici seçkinin akıl hocaları son dakikada gelebilecek karşılıklı ödünlere dayalı bir anlaşmanın ortaya çıkmasını umuyorlar. Dedeoğlu’nun makalesinin son paragrafında şöyle deniliyor: "Türkiye Güney’de ABD ile Kuzey’de Rusya ile çalışma koşullarını, iki oyuncunun kesiştiği Gürcistan’da yitirme aşamasına girdi. Bu durum belki ileriki dönemlerde iki iyilikten birini seçmek zorunda bırakır Türkiye’yi. Umalım ki Rusya ABD’yi bu anlamda caydırmayı başarsın, umalım ki Türkiye K.Irak ya da başka kaygılar nedeniyle ABD taleplerinin ileride oluşturabileceği sorunları Amerikalılara ifade etmede başarılı olabilsin."

Elbette bir burjuva gazetesinden derinleşmekte olan Gürcistan krizinin ve ABD militarizminde yaşanan patlamanın altında yatan nedenleri tahlil etmesi beklenemez. Bu nedenlerin kaynağında, yönetici seçkinlerin, bizzat kâr sisteminin temel ve çözümsüz çelişkilerinin -yani dünya ekonomisi ile köhnemiş kapitalist ulus devlet sistemi arasındaki ve toplumsallaşmış üretimle özel mülkiyete dayalı piyasa anarşisinin- üstesinden gelmeye yönelik çılgınca çabaları yer alıyor. Düşen kâr oranları ve küresel ekonominin derinleşen krizi büyük güçleri, pazarlar, ucuz emek gücü ve kaynaklar için, kapitalizm altında en sonunda ancak askeri yöntemlerle çözülebilecek amansız bir rekabetin içine itiyor.

Türk yönetici seçkininin buna karşı herhangi bir çözümü yok ve bütün "manevra kapasitesini" yitirmek üzere. Ülke, siyasi alanda ağır bir rejim krizinin pençesine düşmüşken, ekonomik alanda da Türkiye kapitalizmi son derece kırılgan bir durumda.Afganistan’a yapılan saldırının üzerinden altı buçuk yıl ve Irak’ın ABD’nin başını çektiği koalisyon güçleri tarafından işgal edilmesinin üzerinden beş yıl geçtikten sonra, Ortadoğu’da, Kafkaslarda ve Orta Asya’da, bütün bölgeyi bir askeri cehenneme çevirmekle tehdit eden bir büyük yangın ufukta belirmiş durumda.

Makalenin İngilizce orijinali
(9 Eylül 2008)
Türkiye’nin ekonomik göstergeleri kötüleşiyor
( 15 Eylül 2008)
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar
( 28 Kasım 2007)


..

7 Mart 2016 Pazartesi

HANÇERDE Kİ PARMAK İZLERİ...




HANÇERDE Kİ PARMAK İZLERİ...

 ( BU KİTABI ALIP MUHAKKAK OKUYUNUZ )





YAZAN;
SELCAN TAŞÇI, 



KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
Bir ülke “Büyük Kurtarıcı”sı tarafından nasıl batırıldı
Irak işgali sadece Türk ordusunun değil Türk siyasetinin de “yeniden dizaynı”nı gerektirdi. “Operasyon”u, savaşa karşı bir başbakan ve “bağımsız Kürt devleti” ihtimalinden endişeli bir koalisyon ortağına emanet edemeyeceğini anlayan ABD, Kemal Derviş üzerinden sadece tarım ve sanayi üretimini bitirip ülkeyi “tam bağımlı” hale getirmekle kalmadı, DSP’nin parçalanması ve “yeni hükümet senaryoları”yla Türkiye’yi erken seçim ile AKP iktidarına sürükleyen süreci de başlattı...
Irak işgali sadece Türk ordusunun değil Türk siyasetinin de “yeniden dizaynı” nı gerektirdi. “Operasyon” u, savaşa karşı bir başbakan ve “bağımsız Kürt devleti” ihtimalinden endişeli bir koalisyon ortağına emanet edemeyeceğini anlayan ABD, Kemal Derviş üzerinden sadece tarım ve sanayi üretimini bitirip ülkeyi “tam bağımlı” hale getirmekle kalmadı, DSP’nin parçalanması ve “yeni hükümet senaryoları” yla Türkiye’yi erken seçim ile AKP iktidarına sürükleyen süreci de başlattı
Türkiye seçim yılına aldığı “balyoz” darbelerinden yalpalayarak girdi.
12 Şubat 2011’de, 163 subay birden tutuklanmış; terfi sıralaması olağan ilerlerse 2017’de Genelkurmay Başkanı olması beklenen Korgeneral Korkut Özarslan’ın annesi, tutuklama haberine dayanamamış, o gece vefat etmişti.
İşgal var Ordu yok
“Arap Baharı” nın bir anda kışa döndüğü günlerdi. Libya kaynıyor; NATO “işgal” için Türkiye’yi “operasyon üssü” olarak kullanıyor; limanlarımızda, hava sahamızda her türlü savaş teçhizatı kuşanmış yabancılar cirit atıyordu. Milli güvenliğimiz açısından bu derece kritik olan süreçte Libya’ya gönderilen gemilerin bağlı olduğu Aksaz’da bulunması gereken üs komutanı, donanma kurmay başkanı, denizaltı filo komutanı Hasdal’daydı!
Türkiye NATO’nun hava harekat merkeziydi ama bir sonraki yıl (2012) YAŞ’ta, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda tutuklanmayan orgeneral kalmadığından “kuvvet komutanı” atayamayacaktı! Korgeneral rütbesindeki subaylardan biri “mecburi orgeneral” yapılarak kuvvet komutanı olabildi!
Ki bunlar daha iyi günlerimizdi!
Sadece bir yıl sonra ülkenin başbakanı “Fırkateynlerimiz, gemilerimiz vesaire, neredeyse komuta kademesinde oralara gönderecek subay kalmıyor. Olmaz böyle şey. İçeride 400’e yakın subay var” diyecekti.
Başkomutan’ın derdi Beşiktaş
Türk ordusunun 163 subayı birden tutuklanmıştı; acaba bu trajedi karşısında “Başkomutan” nasıldı? O günlerde, Abdullah Gül ile birlikte İran’da bulunan Taha Akyol anlattı:
“Akşam, gazeteciler olarak Gül’le yaptığımız sohbette Cengiz Çandar, ” kötü haberim var “ diyor!
Eyvah, kötü bir şey mi oldu?..
Meğer Çandar, koyu Beşiktaşlı Cumhurbaşkanı’na “Beşiktaş’ın yine yenildiğini” haber verecekmiş!
Gül’ün cevabı:
- Hakikaten hayret. Bir takım üç beş maçı kazanır, bir maçı kaybeder, bunu anlarım... Ama BJK sürekli maç kaybediyor!
Doğru söze ne nedir?..”
Başkomutan Beşiktaş’a ağlarken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bir “balyoz” daha inecek; 30 Mayıs 2011’de ilk kez bir muvazzaf orgeneral tutuklanacaktı;
Hava Harp Akademileri Komutanı Bilgin Balanlı!
Balanlı ile birlikte tutuklananlar arasında Hava Harp Okulu Komutanı da vardı. Türkiye o gün haberdar değildi, aylar sonra öğrenecekti; Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tümgeneral Mehmet Yılmaz Erdoğan istifa etmişti! Dönemin KADEP Genel Başkanı ve Bağımsız Milletvekili Şerafettin Elçi, 12 Haziran 2011 seçimlerinin ardından “PKK ile AKP arasında gayriresmi bir” seçime kadar ateşkes “protokolü” imzalandığını söyledi. 26 Ekim 2011’de Kandil’den gelen açıklama da bunu doğrular nitelikteydi. Murat Karayılan “10 Mayıs 2011’de devlet yetkilileri tarafından iletilen protokoller üzerinde karşılıklı olarak üç gün tartıştıklarını ve sonuçta anlaştıklarını” iddia ederken protokollerin omurgasını “ortak bir yeni anayasa”nın oluşturduğunun altını çizdi.
Bu uğurda “tasfiye” edilen sadece ordu değildi; Türk siyaseti/siyasetçileri de hedefti.
Deniz Baykal’a yapılan “kaset operasyonu” yla Onur Öymen’li, Şükrü Elekdağ’lı CHP’nin yerine Hüseyin Aygün’lü, Sezgin Tanrıkulu’lu “Yeni CHP” dizayn edilmiş; sıra MHP’ye gelmişti. Tam seçim arifesinde, yasadışı yollarla elde edilen görüntü ve ses kayıtlarına dayanan tehdit ve şantajlarla partinin üst yönetimi tasfiye edildi.
Aslında Türkiye de, MHP de, bu tür girişimlere yabancı değildi.
57. Hükümeti ABD bitirdi
DSP Genel Başkanı Masum Türker’in, 4 Şubat 2012’de Yeniçağ’da yayınlanan sözleri, Türk siyasi tarihinin en büyük “operasyon” larından birinin, yine MHP’nin de ortağı olduğu 57. Hükümete yönelik olarak gerçekleştiğinin itirafı gibiydi.
“57. Hükümetin sona ermesinin arkasında Ecevit’siz ve MHP’siz bir hükümet isteği yatıyordu” diyen Türker’e göre bu “isteğin” sahibi ABD’ydi:
“Her gün baskı vardı bize, ayrılın diye. Partinin içerisine dışarıdan baskı vardı... Bütün gazeteler yazıyordu ve Kemal Derviş yeni bir parti, yeni bir işlem yapalım diye İsmail Cem’i ikna etmeye çalışıyordu. En son Yaşar Büyükanıt, İsmail Cem, Kemal Derviş RV Restorant’ta buluşup yemek yediler. Gazetelere de yansıdı o tarihte. DSP’nin bu konuda bölünmesi ABD’ -nin isteklerinden bir tanesiydi.”
Peki ama, 1999’da AB Aday Üyelik Protokolüne, IMF ile 3 yıllık stand by anlaşmasına imza atmış, “Tahkim Yasası” nı geçirmiş; hemen her gün “Artık önümüzdeki 10 yılı görebiliyoruz” diye sevinçle el çırpan “patron”lardan övgü alan koalisyon nasıl parçalanma noktasında gelmişti?
Derviş’e dokunan yanar!
Dolar ve gecelik repo faizleri fırlarken, borsanın çakılması, vatandaş Başbakanlık önünde yazar kasa fırlatırken “vurgun ekonomisi” nin patronlarının daha da ihya olmasından çok daha tuhafı; Türkiye için hazırda tutulan “kurtarıcı” bekletiliyor olmasıydı!
2 Mart 2011’de Dünya Bankası’ndan transfer edilerek Ekonomiden Sorumlu Bakan yapılan Kemal Derviş “15 gün” de çıkarttırdığı “15 yasa” ile ilk iş Türkiye’nin tarımsal ve sanayi üretimi bitirdi!
Türkiye’deki sorunun ekonomik değil siyasi olduğunu söyleyen eski CIA ajanı Mark Parris’in, -Milliyet’te Serpil Yılmaz’ın özel haberine göre- 18 Temmuz 2011’de Ecevit ve Bahçeli’ye “Derviş’i köşeye sıkıştırırlarsa batacakları” tehdidi savurması, çiçeği burnunda “ithal bakan” ın asıl misyonuna dair ilk önemli ipucunu vermişti.
Cengiz Çandar, 7 Şubat 2002’de Yeni Şafak’ta yayınlanan yazısında, “Eğer IMF’nin 24 kişilik İcra Direktörleri Kurulu’ndaki ‘hiç kimse’ Türkiye’ye böylesine ‘rekor düzeyde’ para verilmesinde’ mutlu değil’ise, bu parayı nasıl verebildi? Bunu Washington’da IMF’nin de üzerinde bulunan bir ‘siyasi irade’ ve ‘siyasi otorite’ nin isteğiyle açıklamak uygun olur. Orası neresidir? IMF’ye düzayak beş dakika mesafede ve Amerikan Hazine Bakanlığı binasının bitişiğinde olan Beyaz Saray! (...) Bu ‘rekor meblağ’ın bir ‘dış politika faturası’ olması gerekiyor. Bu ‘fatura’ Ankara’nın Bağdat’a karşı, Washington’a vereceği desteğin faturası. Türkiye Irak’a karşı bir ‘Amerikan harekâtı’olursa, buna ‘tam destek’ verecek. Türkiye bu desteği vermeyecek olsa, bu ‘para’ gelmezdi. Artık kendimizi aldatmaya son verelim. ‘Mukadder geleceğe’ doğru hazırlanalım. Türkiye’nin geleceğini, IMF programının uygulanması ve Irak’a yönelik girişimler belirleyecek...” diyordu.

Ve doğruydu!

Eski ABD Başkanı Bill Clinton’un danışmanı Dick Morris’in “Türkiye, Irak operasyonuna destek verecek. Çünkü Türkiye’nin sahibi IMF’dir. IMF parasını verip, Türkiye’yi satın aldı” sözleri, yazdıklarının Çandar’ın “kişisel temennisi” nden ibaret olmadığını gösteriyordu!
Irak işgaline hazırlanan ABD için en kötü senaryo; Türkiye’nin başında “Savaşa karşıyım” diyen bir Başbakan ve müdahalenin “bağımsız bir Kürt devleti” doğurabileceğinden endişelenen bir Başbakan Yardımcısı’nın bulunmasıydı! Dönemin Milli Savunma Bakanı Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun -önceki bölümlerde ayrıntılı anlattığımız- NATO resti de cabası!..
Her Taşın altında Doğan Medyası
Operasyon günü yaklaştıkça Washington-İstanbul-Ankara hattındaki trafik de yoğunlaştı. Eski CIA Başkanı da olan baba Bush, TÜSİAD üyeleriyle yemek yiyor; o yemek masalarından kulisler aktaran köşe yazarları “Washington’un Ecevit sonrasını planladığını” haber veriyor, ABD Ankara Büyükelçisi Pearson, Mesut Yılmaz ve Kemal Derviş üçlüsünün arasından su sızmıyor, olmayan bir seçimin anketleri yayınlanarak AKP palazlandırılıyor, İsmail Cem yeni parti kurmaya teşvik ediliyor, DSP’ye bütün olarak hükmedemeyenler bölme yoluna gidiyordu... Ve bütün bu organizasyonu yürütenler; dönüyor dolaşıyor aynı adreste buluşuyordu:
Doğan Grubu’nun 4 Temmuz 2002’de Frankfurt’taki yeni baskı tesislerinin Mesut Yılmaz’lı, Tansu Çiller’li, Tayyip Erdoğan’lı, İsmail Cem’li, Tunca Toskay’lı açılışı çok tartışıldı. Özellikle MHP lideri “3 Kasım süreci” konusu her açıldığında lafı o ünlü ve gizemli “Frankfurt toplantısı”na getirdi ama dönemin aktörlerinden/tanıklarından hiçbiri o toplantıda Bahçeli’nin “ erken seçim kararı” almasına yol açacak kadar “hayati” hangi konunun konuşulduğunu açık olarak söylemedi. Bütün yazılanlar, çizilenler “iddia”dan ibaretti. Kesin olan; Bahçeli o toplantıdan birkaç gün sonra 7 Temmuz 2002’de Bursa’da 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda “dış güçler Ecevit’siz ve MHP’siz bir iktidar istiyorlar, kararı Türk Milleti versin” diyerek “erken seçim” teklif etti.
“Ecevit’siz ve MHP’siz iktidar Senaryosu”
Bahçeli’ye göre “senaryo” şöyleydi:
“Sayın Derviş, siyasi belirsizlik dedi. Onun ardından uluslararası finans kuruluşları, şirketler, iç ve dış basın bu kavrama destek verdi. Derviş’e ‘Siyasi belirsizlik var mı?’diye sordum. Bana ‘Yeni bir hükümet senaryosu’ yanıtını verdi.
(...)
İşin gerçeği Ecevit’siz ve MHP’siz bir iktidar oluşumunun yolunu açmak. Bütün yaşananların özeti budur. Daha sonra Merkez Bankası Başkanı’na ‘Bu doların, faizin yükselişini durduramaz mısınız?’ diye sorduğumda ‘Durdurabiliriz ama yükselir’ yanıtını aldım. Nedenini sorduğumda ise ‘Siyasi belirsizlik’ dedi. Ben de kendisine ‘Eğer Türkiye’de bazı şeyler dış basınla ve finans kuruluşlarının söyledikleriyle olacaksa, bağımsız Merkez Bankası’nın görevi, sorumluluğu nedir?’ diye sordum.
Bütün bunlar yeni senaryoların gündeme sokulduğunu gösteriyor.
(...)
Millet iradesine dayanmayan değişiklikler yapılmak isteniyor. Türkiye, geleceğini Financial Times gazetesi yazarının, değerlendirme kuruluşlarının, bazı medya unsurlarının belirleme yetkisinde görmemelidir. Türkiye’nin geleceğine halk karar verir.
Türkiye’de belli çevre ve odakların yönlendirmelerine uluslararası finans kuruluşları veya basın desteğiyle Türkiye’de iktidarlara şekil verme gayreti olanlara millet olarak cevap vermeliyiz...
Sonrası çorap söküğü gibi geldi:
Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem, DSP’den ayrıldı. Cem yeni partiyi kurdu ancak onu buna teşvik eden Derviş, görevi oraya kadar olmalıydı ki geri çekildi.
“Yarı-sömürge” olmanın gereği
14 Temmuz 2002’de Türkiye, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’i ağırladı. Wolfowitz’in Mustafa Koç’un yalısında yemek yediği kadro “Yeni Türkiye” nin kimler eliyle, nasıl şekillendirileceğine dair fikir verir gibiydi:
Bülent Eczacıbaşı, Kemal Derviş, Can Paker, Mehmet Ali Bayar, Cem Duna, Cem Boyner, Şerif Egeli, Özdem Sanberk, Yılmaz Argüden, Kemal Köprülü, Cengiz Çandar, ABD İstanbul Başkonsolosu David Arnd, ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson...
Yemekte “Irak” konusu konuşulmuştu; ancak Wolfowitz’in isteğiyle konuşulanlar “o masada” kalacaktı! Çandar söz verdiği gibi “ketum” davranıp o masada konuşulanları açıklamadı ama aylar önce, 17 Mayıs 2002’de yine Yeni Şafak’ta yayınlanan “ibretlik” satırları zaten Türkiye için çizilen “yol haritası” nı çoktan açığa çıkarmıştı:
“ Eğer Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘siyasi yarı-sömürgesi’ olmasına razı ise; geleceğini Beyaz Saray-Pentagon-IMF-Dışişleri’nden oluşacak ‘Washington eşgüdümü’ne terk ederek yol almaya bakacaktır. Bu çerçevede, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’a atfen yayılan ‘Ecevit’in çekileceğine ve yakında seçim olacağına ilişkin duyum aldıkları’ söylentilerine kulak vermek gerekir.
Böylesine ‘hasta ve hastalıklı bir siyasi sistem’in; ‘üçlü koalisyonun vazgeçilmez yapıştırıcısı’ işlevi gören Bülent Ecevit’in bu rolünü ‘terk etmesi’ halinde ’yeni bir irade’yle işlerlik kazanmasından başka şansı yoktur.
Eğer Türkiye’de ‘askeri idare’ olmayacaksa; Türkiye’nin 2004’ten önce seçime gitmekten başka çaresi gözükmüyor...”



..

4 Mart 2016 Cuma

Uluslararası Ortadoğu Politikaları., Bölüm 2





 Uluslararası Ortadoğu Politikaları., Bölüm 2


Büyük Ortadoğu Projesi Bu proje, "Amerikan menşeli" ve "Batı Avrupa destekli" bir projedir.

Böyle bir küresel yeniden yapılanma süreci devam etmekteyken Büyük Orta­doğu Projesi, ilk defa Nisan 2004'te ABD Kongresi'nde kabul edilen "Büyük Or­tadoğu ve Orta Asya Kalkınma Kanunu" ile gündeme getirildi. 

Bu kanun, ABD tarafından bazı değişiklikler yapılarak, Haziran 2004'te G-8 Zirvesi'ne taşındı "Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleriyle Ortak Bir Gelecek ve İlerleme İçin İşbirliği Zirvesi" Nisan 2004 tarihli kanunda Orta Asya'daki 5 ülke (Kazakistan, Türkmenis­tan, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan) Büyük Ortadoğu Projesi sınırlarına da­hil iken, G-8 Zirvesi'nde bu ülkeler projenin kapsamına dahil edilmediler.

Bunun nedeni, bölgeyi kendi nüfuz alanı olarak gören Rusya'nın (daha doğrusu Putin iktidarının) kararlı muhalefeti oldu. G-8 Zirvesi'nde sınırları daraltılan Büyük Ortadoğu Projesi, coğrafi olarak 22 Arap ülkesi ile Pakistan, Afganistan. İran. Türkiye ve İsrail'i kapsıyor. Bunlardan Türkiye ve İsrail, projenin "hedef ülke­leri değil" demokratik ortaklaradır. Yani ABD bu iki ülkeyi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında "demokratik ortaklar" olarak görüyor. Geri kalan 25 ülke ise Büyük Ortadoğu Projesi'nin hedef ülkeleri’dir.

G-8 Zirvesi'nde yapılan bir başka değişiklik, sosyo-kültürel alanı kapsayan reformlarla ilgilidir. ABD Kongresi'nde kabul edilen Nisan 2004 Kanunu, sos­yo-kültürel reformlara pek yer vermez iken. G-8 Zirvesi'nde yeniden şekillendi­rilen projede sosyal reformlara daha fazla yer verildi.Bundaki amaç, sosyo-kül­türel alanı neoliberal politikalar vasıtasıyla gerçekleştirilen yeniden yapılanma sürecine uyumlu ve dışa açık hale getirmektir.

ABD ve diğer Batılı merkez kapitalist devlet­ler, kendi çıkarlarına göre bölge ülkelerinin ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel yapılarını yeniden yapılandırmayı ve böylece bu ülkeler üzerinde kendi hege­monyalarını kurmayı / sağlamlaştırmayı amaçlıyorlar.

Dolayısıyla küreselleşme ilerledikçe Ortadoğu toplumları da, ister istemez hem birbirleriyle hem de Batılı toplumlar ile daha sıkı ilişkiler içine girerek daha fazla dışa açık toplumlar haline geliyorlar. Küreselleşmenin yarattığı dışa açılma süreci, eş zamanlı olarak Ortadoğu toplumlarını dış etkilere (olumlu veya olumsuz) daha açık hale getiriyor.

Artık Ortadoğu'nun - ideolojik zeminleri ne olursa olsun fark etmez - dikta­törleri, dini liderleri, cemaatleri, hanedanları ve bir bütün olarak otoriter rejimleri kendi toplumlarını dışarıya kapatamıyorlar ve dış etkilerden uzak tutamıyorlar. Batılı toplumlarla giderek daha fazla "ilişki ve etkileşim" içine giren Ortadoğu insanı, Batı demokrasilerini örnek almaya başladı. Küreselleşmenin yarattığı ağ­ların içine dahil olan Ortadoğu halkları (özellikle işsiz, yoksul ve eğitimli genç­ler), çok haklı olarak daha fazla "demokrasi", daha fazla "özgürlük" ve daha fazla "refah" talep etmeye başladılar.

ABD ve Batı Avrupalı devletler, genellikle, kendilerinin çıkarlarına ters dü­şen tüm rejimleri ve devlet adamlarını " Diktatörlük " ile suçluyorlar. Fakat aynı Batılı güçler, kendilerinin çıkarlarına hizmet eden / uyan rejimleri ve devlet adamlarını ise bu rejimler ve devlet adamları her ne kadar baskıcı olsalar bile " Diktatör " ilan etmiyorlar.

Yani ABD ve diğer Batı emperyalist devletler için diktatörlüğün temel kıstası, "kendilerinin çıkarlarına karşı gel­mektir". 

Suriye'de ise, Mart 2011 'de başlayan sokak gösterilerini bastırmak amacıyla Beşar Esad yönetimi, kendisine bağlı orduyu, polisi ve El Muhaberat'ı kullanarak muhaliflere karşı sert önlemler aldı. Siviller dahil olmak üzere çok sayıda isyancı öldürüldü. Fakat bu sert önlemler muhalefeti bastırmayı başaramadı.

İç savaşla birlikte ülkede çok sayıda silahlı grup / örgüt ortaya çıktı. Ayrıca bunlara ülke dışından gelen terör örgütleri (El Kaide, Irak Şam İslam Devleti vb.) eklendi. Böylece Suriye iç savaşı hem şiddetlendi hem de karmaşıklaştı.

İlk başlarda (2011'de) silahlı gruplar ile Esad'a bağlı Suriye ordusu arasında savaş yaşanıyordu. 2012'den itibaren ise ülkedeki silahlı örgütler birbirleriyle savaş­maya başladılar. Bu durum sivil kayıpların artmasında önemli rol oynadı. Ayrıca karmaşıklaşan iç savaşta sivillerin hangi "örgütler tarafından öldürüldüğünü de tespit etmek giderek zorlaştı.

Mart 2014 itibariyle yaklaşık150 bin kişi hayatını kaybederken, yarısı çocuk olmak üzere yaklaşık 2,5 milyon Suriyeli çevre ülkelere sığındı. Bunların 600 bini Türkiye'ye sığınmış bulunu­yor

Sonuç olarak;

Günümüzde jeopolitik analiz, uluslararası ilişkilerin dinamiklerinin; ulus devlet ve ideolojiler dinamiğinden, medeniyetler dinamiğine kaydığını göstermektedir.
Sözü edilen gerilimin yol açacağı kaçınılmaz değişim küresel boyutta olacaktır. Değişimin küresel boyutta olması, değişim aktörlerini ve dolayısıyla bu aktörleri motive eden dinamikleri de, örneğin-İslam Dünyası aktörlerden birisi olacak ise-İslam’ı da küresel etki rolü ile buluşturmuştur.
İslam medeniyetinin bu küresel etki rolünü yerine getirmesi, öncelikle, İslam medeniyetinin doğru temsili, bu bağlamda Batı medeniyetine bakışı ve bu medeniyet ile ilişkisinin doğasının ne olacağı ile yakından alakalıdır.
Büyük Ortadoğu Projesi Orta­doğu'daki değişimi derinden etkiliyor ve şekillendiriyor. Fakat değişim sürecinin nereye varacağını şimdiden kestirmek çok zor. Çünkü bu değişim süreci, "bağım­sız demokratik rejimler" üretebileceği gibi, merkez kapitalist devletlere bağımlı yeni "otoriter rejimler" de üretebilir.

Bu iki olasılıktan hangisinin gerçekleşeceği­ni veya daha başka olasılıkların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini şimdiden söylemek mümkün değildir.

Nitekim hızlı değişim süreci ve sıcak çatışmalar devam ederken geleceğe ilişkin "kesin" yargılarda bulunmak, hem bilimselliğe aykırı olur hem de bizi son derece yanlış sonuçlara götürebilir. 

Bush Doktrini’ne göre insan onurunun tüm dünyada korunması ABD’nin temel amacıdır.
Her ulus şimdi bir karar almak zorundadır.
Ya bizimlesiniz, ya da teröristlerden yanasınız.
Bu günden sonra, terörizmi koruyan ve destekleyen hangi rejim olursa olsun Birleşik Devletler tarafından düşman bir rejim olarak addedilecektir.

11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Ortadoğu’da yeni bir dönem başlamıştır. George W. Bush idaresi, terörle savaş (war on terror) adı altında global bir mücadeleye girişerek 7 Ekim 2001’de Afganistan’da Taliban Rejimi ve El Kaide’ye saldırırken, yine bu çerçevede 20 Mart 2003’te Irak’a girerek Saddam Hüseyin rejimini devirmiştir.
Bush yönetiminden sonra iktidara gelen Barack H. Obama, 4 Temmuz 2009 tarihinde Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında ise, Amerika ile İslam dünyası arasında yeni bir dönem açacağını belirtmiştir. Sonuç olarak 90’lı yıllarda iki kutuplu dünyanın sona ermesi, Amerika’ya Ortadoğu’da büyük bir hareket alanı sağlamış ve bölgesel sistemin de en etkin harici bir gücü olmasına yol açmıştır.
Buna paralel olarak da ABD’nin Irak’ı işgalinden Arap Baharına geçen süreçte, Ortadoğu’da yaşanan büyük olaylar sırasında Batı medyasında sıkça bölgenin sınırlarının yeniden çizildiği yorumları yapıldı. Bu yorumlara çoğu zaman da etnik kimlikleri ön plana çıkaran ve yeni devletlerin de bulunduğu haritalar eşlik etti.
Bölgeye yönelik çizilen haritaların belki de en ünlüsü, Türkiye’nin NATO’ya nota vermesine sebep olan ABD Ulusal Savaş Akademisi’nden emekli Albay Ralph Peters’in çizdiği haritaydı. “Armed Forces Journal” dergisindeki bir makalede 2006’da yer alan harita, Ortadoğu’daki ülkelerin neredeyse tamamının sınırlarını değiştirilmiş olarak gösteriyordu.
AFP’nin haber olarak geçtiği harita. AFP Fransa kökenli bir ajans olan Agence France-Press, dünyanın en eski, Associated Presse ve Reuters’dan sonra üçüncü büyük haber ajansıdır. ABD’nin Irak’ı işgali sırasında ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin ABD’li yöneticiler tarafından sık sık telaffuz edildiği günlerde ortaya çıkan harita nedeniyle ABD Dışişleri Bakanlığı, “Ortadoğu’da sınır değişikliğinin söz konusu olmadığı” yönünde açıklama yapmak zorunda kalmıştı.
Arap Baharı sonrasında yaşanan çatışmalar sırasında da Batı medyasında benzer haritalar boy göstermeye devam etti. ABD’nin Irak’ı işgali etmesi üzerine ortaya çıkan, Suriye’deki iç savaşta güçlendikten sonra yeniden Irak’a dönen IŞİD’in ülkenin geniş bir kısmını ele geçirmesi sonrasında yeni olası Ortadoğu haritaları yeniden gündeme geldi.

New York Times’da Eylül 2013’te yayımlanan ve Robin Wright imzasını taşıyan makalede de sınırları 100 yıl önce sömürgeci güçler tarafından çizilen ve Arap otokratlar tarafından yönetilen 5 ülkeden 14 yeni ülke ortaya çıkabileceği savunuluyordu.
Karşıt inançlar, kabileler ve etnik kimliklerin Arap Baharı’nın öngörülemeyen sonuçlarıyla birlikte bölgeyi ayrıştırdığı savunulan makaleye eşlik eden harita, Irak’taki durumun yeniden kırılgan bir hal almasıyla tekrar dünya gündemine taşındı.
Haritada, Suriye, Irak, Libya ve Yemen’deki etnik ve mezhepsel farklılıklar sınırlara yansıtılırken, federasyon, yumuşak bölünme veya otonomi ile ülkelerin çözülmeye başlayıp coğrafi ayrılıklarla yeni ülkelerin ortaya çıkabileceği ifade ediliyordu.


Haritada Suriye’nin kıyı kesimi boyunca uzanan topraklarda “Alevi devleti” kurulması öngörülürken, ülkenin kuzeyi Kürtlere geri kalanı ise Irak’ın da büyük bir kesimini içine alacak “Sünni devletine” bırakılıyor. Irak ise “Şii, Sünni ve Kürt bölgesi” olmak üzere üç parçaya ayrılmış olarak gösteriliyor.

ABD’de yayımlanan The Atlantic dergisinde de yer alan “Ortadoğu’nun yeni haritası” başlıklı Jeffrey Goldenberg imzalı makalede, Ortadoğu’nun gelecekte nasıl görüneceğine dair 2008 tarihinde yayımlanmış haritaya yeniden yer verilirken, “Irak’ta bölünme kaçınılmazken neden savaşalım?” ifadesini kullanıldı.
ABD’nin önde gelen yayın kuruluşlarından Wall Street Journal’da ise yer alan değerlendirmede, IŞİD Irak-Suriye sınırındaki aktifliğine dikkat çekilirken, “kumdaki çizgilere” benzetilen sınırların ortadan kalktığı görüşü dile getirildi.
Ben Winkley tarafından kaleme alınan makalede haritaya yer verilmezken, IŞİD sonrasında Irak’ın üç parçaya ayrılma ihtimalinin muhtemelden çok kesin bir sonuç olduğu” değerlendirmesi yapıldı.
İslam coğrafyalarında İslam’a mal edilen El Kaide türevi bir sürü Örgüt hortluyor; kısa sürede geniş bir alanda hâkimiyet kuruyor. Sonra vahşice cinayetler işliyor ve bir anda bütün dünyanın, haber servislerinin gözü bu örgüte dikiliyor.
Örgütün cinayetleri, vahşi yüzü dünya ve özellikle Batı kamuoyunu operasyona ikna etmek için sürekli medyadan pompalanıyor. İnsanlar dehşete düşürülüyor ve böylesi “bir canavarın bitirilmesi” gerektiği noktasında oluşturulan duyarlılık, ihtiyaç, algı tavan yapıyor.
Birden nasıl çıktı ve böylesine gelişti, büyüdü?
Bu örgütün faaliyetleri kime yarıyor?
Örgüt eliyle kimler kimlere nasıl operasyonlar çekiyor?
Operasyon sonrası Örgüt nasıl bir hal alır, kanserli hücre gibi yayılır mı?
Nerelere sıçrar, radikalizmi nasıl etkiler?
Kimse bu soruları sormuyor. Herkes imitasyon Örgütün kanlı vahşet görüntülerine odaklanıyor ve buna operasyon yapılması gerektiğine, imha edilmesi gerektiğine kilitleniyor.
Medya bazen bütün dünyayı uyutmak ve bir konuya ikna etmek için çok etkili bir illüzyon aracı olarak kullanılıyor. IŞIDmeselesinde de ortama pompalanan vahşet tablosunun ötesinde başka hedeflerin ve planların olduğu pek az kimse tarafında görülebiliyor.
11 Eylül sonrası süreci hatırlayın benzer tablo vardı. Afganistan’ın veIrak’ın işgali öncesi dünya, ama öncelikle Batı kamuoyu bu örgütlerin ne kadar “vahşi”, “cahil”, “Vandal” olduğuna vurgu yapıyor ve yapılacak operasyonlara ve işgallere önce kendi kamuoylarını, sonra da dünya kamuoyunu hazırlıyorlardı.
Benzer bir algı yönetim sürecini IŞID meselesinde de görüyoruz. Dün El Kaide Ortadoğu’da bazı coğrafyaların, ülkelerin işgaline gerekçe yapılmıştı; bu gün IŞID istikrarsızlaştırılan Ortadoğu’da yeni haritaların çizilmesinde “araç” olarak kullanılıyor.
ISID tarafından zorla göçe zorlanarak boşaltılan bölgeye, Müslüman olmayan kimlikteki Hıristiyan halkın göç etmesi cazip hale getirilip-yerleştirilerek, bölgenin demografik yapısını değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Daha sonraki aşamada ise Filistin’de olduğu gibi 2.nci bir İsrail gibi,doğrudan ya da dolaylı olarak Batı yanlısı bir uydu devleti kurulması planlanmış olduğu gözlemlenmektedir.Böylelikle Ortadoğu’da islam hakimiyeti yok edilmiş olacaktır.

Esasın­da Osmanlı sonrası dönemde teknik olarak bir Yahudi devleti kurmak mümkün görünmese de İngiliz mandası döneminde Filistin bölgesine Yahudilerin göç et­mesi desteklenerek bölgedeki Yahudi nüfus arttırılmıştır. Böylelikle İsrail Devle­ti kurulmuştur.
Bir yönüyle Batı 100 yıl sonra Ortadoğu’da çizdiği haritalarını revize ediyor; yeniden çiziyor ve bunu “üretim” bir örgüt olan IŞID üzerinden yapıyor. IŞID gerekçesiyle yapılan tasarım nedeniyle söylemlerin aksine kazanan İran oluyor, İsrail oluyor Esed PKK ve “müstakbel büyük Kürdistan” oluyor. Kaybeden ise en başta Türkiye, Sünni Araplar ve esamisi bile okunmayan bölge Türkmenleri oluyor.  
Bölgesel aktörler, Türkiye ve İran diğer bölgesel rakiplerine karşı aktif olarak büyük güçleri kendi çatışma alanlarına çekerken sorunların çözümü için devamlı harici güçlere yönelmektedirler. Böylece dış güçlerin bölgesel çatışma konularına entegrasyonu bilinçli olarak sağlanmakta ve müdahaleleri yönünde siyasi bir gelenek oluşmaktadır.
Türkiye, son yıllardaki sosyo-ekonomik gelişmesine paralel olarak aktif bir şekilde Ortadoğu’da bölgesel güç profli göstermeye başlamıştır. Potansiyel bir merkez ülke adayı olan Türkiye, bu stratejinin yöneltildiği en önemli cepheyi teşkil etmektedir.
Bu cephenin bloke edilmesi ve dağıtılması amacıyla geliştirilen strateji ve bu stratejinin taktik safhaları çerçevesindeTürk-Kürt kimliği üzerinden yoğun bir sosyolojik savaş sürdürülmekte ve İslam bölgesinin potansiyel lider halkası dağıtılmaktadır.
Türkiye, müdahalesini Türk ve İslam dünyasındaki kimlik çeşitlenmeleri üzerinden yürüten stratejik akla karşı fonksiyonel bir İslam/Ortadoğu jeopolitiğine medeniyet temelli bir açılım sağlayabilir.
Türkiye’deki milli kültürel uyanış da, Türkiye’ye muazzam bir jeopolitik destek sağlayacaktır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde ve ortadoğu’da dayanışmacı ruhun gelişmesini sağlayacak ve Türkiye’yi bu dayanışmanın önderi kılacaktır. Bu da, Türkiye’yi dünyada üstün bir konuma getirecek jeopolitik bir konuma yol açacaktır.

Türkiye güney sınırlarının Rusya ve İran tarafından işgalini kaldıramaz.
Bu iki ülke tarafından çevrelenmeyi hazmedemez.
Türkiye, Arap/İslam dünyasıyla ilişkilerini, coğrafi bağlantılarının Rusya/İran vesayetine bağlanmasını içine sindiremez.

Türkiye'nin gelecek hesapları için bu ölümcül bir kayıp olur.
Güney sınırlarımızda vesayet kabul edilemez.
Türkiye, siyasal ve radikal örgütlerin kaosa çevirdiği Ortadoğu’da, temel hak ve özgürlükleri ve demokratik değerleri temsil eden yeni bir değişim gücünü destekleyecek ve inkişaf ettirebilecektir.Toplumsal değişim ve eğilimdaha güçlü tarih yapıcı rolalacak. Bu dönemde en güçlü yatırım “kültürel iktidar” için olacak.

Suriye’deki Esed rejimi 5 milyona yakın sayıdaki insanı mülteci durumuna düşürmesi yüzünden büyük oranda meşruiyetini kaybetmiş olmasına rağmen Rusya, Çin ve İran’ın destekleri ile ayakta kalmaya devam etmektedir.

Rus yönetici elitinin algılamasına göre aslında Orta Doğu’da yaşananlar oldukça anlaşılır. Bu anlayışa göre, Washington eski müttefiki Mübarek’i Mısır’daki nüfuzunu korumak için kenara atmıştır. Libya’da petrol anlaşmalarını korumak için savaş başlatmışlardır. ABD donanmasının 5. Filosu orada olduğu için Suudi Arabistan’ın Bahreyn’deki olaylara karışmasına göz yummuşlardır.
Rusya bölgenin şekillenmesinde ABD, İran’ın Arap dünyasındaki yegâne ortağı olan Esed’i devirmeye çalışmasına dur demektedir. Savaş arzu edilmeyen bir şeydir çünkü ABD ile İran arasındaki bir savaş Kuzey Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinde istikrarsızlığa sebep olabilir.
Rusya, Suriye’de durum kontrolden çıkarsa bunun parçalanmış bir Suriye’ye ve arkasından bütün Orta Doğu’yu saran bir krize yol açacağını düşünmektedir.
Rusya, Arkasına Batı’nın da desteğini alan Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerden oluşan Sünni bloğun karşısında Suriye ve İran’ın oluşturduğu Şii bloğu destekleyerek denge oluşturmaya çalışmaktadır.
Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nden Yu. B. Şeglovin’e göre Esed rejiminin sona ermesi bölgede Sünni-Şii dengesini Şiiler aleyhine daha fazla bozacaktır. Bu denge bölgede istikrarın garantisidir ve Batı’nın bölgede hayati jeopolitik kararlar alınmasında tekel haline gelmesinin önündeki engeldir.Suriye düşerse sıra İran’a gelecek ve Orta Doğu’da dengeler tamamıyla bozulacaktır.
Rusya’nın Orta Doğu bölgesinde işinin daha da zorlaşacağı anlamına gelecektir. Sanki Rusya ve ABD Şam’a kimin hâkim olacağına dair gizlice son kapışmaya hazırlanmaktadırlar.
Rusya Orta Doğu’da elinde kalan son ortağı Suriye’yi kaybederse Orta Doğu barış sürecinin dışında kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Rusya’nın Suriye’deki gelişmelere kayıtsız kalmamasının arkasında yatan sebeplerden birisi de “Arap Baharı”nın etkilerinin Rusya’ya da sıçrayabileceği endişesidir.
Rusya Orta Doğu’daki gelişmeleri dikkatle takip etmektedir. Putin’i üçüncü kez iktidara taşıyan seçimlerden önce ve sonra önemli şehirlerde muhalif grupların protesto gösterileri ve mitingleri Rusya’nın bu konudaki endişelerini artırmıştır. Rusya açısından bakıldığında Arap Baharı ruhunun Kuzey Kafkasya, Volga boyları ve Sibirya üzerinden merkeze doğru sıçraması istenilmeyen bir gelişme olacaktır.
Rusya açısından Suriye’deki rejimin niteliğiyle ilgili bir sorun bulunmamaktadır. Suriye gibi bir ülke düşünüldüğünde mevcut durum Moskova için en kabul edilebilir seçenektir. Moskova, mevcut rejimin devrilmesinden sonra iktidarın Müslüman Kardeşler gibi grupların eline geçmesi ihtimalini düşünmek bile istememektedir. Böyle bir ihtimalin gerçeğe dönüşmesi durumunda bu durumun kendi bünyesindeki Müslüman nüfus üzerinde olumsuz etki doğuracağından endişelenmektedir.

Rusya Stratejik Araştırma Enstitüsü Başkanı Leonid Reşetnikov’a göre bu tehlike oldukça ciddidir. Öyleki Moskova bu endişesinden dolayı Suriye’deki olaylardan kaçarak tarihi vatanları olan Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerine gitmek isteyen ve bu isteklerini Rus makamlarına yüksek sesle dile getiren çoğunluğu Çerkez olmak üzere binlerce Kafkas asıllı Müslüman Suriye vatandaşının isteklerini görmemezlikten gelemez.

KAYNAKLAR VE OKUMALAR:

 

1-Kemal Kahraman, Çağdaş Sömürge İmparatorluğu,Seha Neşriyat; 1989- İstanbul
2-Immanuel Wallersteın, jeopolitik ve jeokültür Çev. Mustafa Özel,  İz Yayıncılık, İst.-1993
3-Amerikan Fundamentalizminin tarihi yapısı ve islam gerçeği Çev. Osman Şekerci, Sinan Yayınevi
4- Yusuf Çağlayan, Sosyolojik Savaş, Etkileşim yayın-2013 –İstanbul
5-Yusuf Çağlayan,Ortadoğu ve Türkiye Geleceği“İki Batı ve İki İslam” Köprü Dergisi, Kış/2015, Sayı:129 
6-orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2013419_Ortado%C4%9Fu'da%20Kimlik%20Sorunu.
7- Mehmet Şahin,Yapısal İNŞACILIK Kapsamınsa SURİYE Sorunu Aksaray ünv.  İİBF Dergisi [S.1],Ss.19-26,
10- Ahmet Davutoğlu, Divan İlmî Araştırmalar dergisi, 1997, İstanbul.
11- Hüseyin Dayı, Önce Vatan Gazetesi, 2003, İstanbul.


..