BÖLÜM 2 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BÖLÜM 2 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Hiram Abas ile Alaattin Çakıcı Ermenileri Öldürdü! BÖLÜM 2


Hiram Abas ile Alaattin Çakıcı Ermenileri Öldürdü! BÖLÜM 2


'Yeşil başlı başına bir teşkilat'

Yeşil olayı şu. Ben daha önce tanımam Yeşil’i. Geçen yıl Eylül ayında İç istihbarattan (ismini vermeyim)  Yeşil isimli kişinin Elazığ’ın elemanı olduğu, ihale usulü işler yapacağını, çok becerikli olduğunu bildiren bir rapor verdi. Ben de gelsin görüşelim, dedim. Bizim Türkiye’de değil, yurt dışında işimiz. Ankara’da sorgu yeri bile varmış, adam başlı başına teşkilat. Çalışmaya başladık. İki tane adam var. Biri Tarık Ümit biri Muzaffer Yıldırım bunlarla görüştük. Planlı faaliyet haline de getirdik. Fakat emniyetle işimiz zor. Onlar bizimle çalışmasını istemiyor. O söylediğim raporda (İranlılarla ilgili) çok geniş bilgiler var. Tamamen tertipvari. İsterseniz tamamını müsteşarımıza arz ederim.

'Fabrika için Dünya Bankası'ndan kredi aldık'

Nasrullah Ayan, çok eski Mikdat ile beraber görüştük. Halen temaslarımız var. Ben bu fabrikayı Nasrullah Ayan’ın şirketine sattım. Tüveng Holding'e maliyeti 1 milyon dolara mal oldu. 600 bin dolara çıkacaktı, Korkut’u oturttuk 1 milyon dolara çıktı. Ben bu fabrika işinden bıkmıştım. Çünkü ticaret yapamıyordum. O kadar güzel bir fabrika yaptık ki, Dünya Bankası'ndan kredi aldık. Geldi gördü teşekkür mektubu yazdı. Dayım ölmeden bir kerede verdi kapattı. Bizim aile borcu pek sevmez. Mardin’den gelince ilk evimi arabamı almıştır.

'Halen Öcalan ile ilgili yardımı oluyor'

Nasrullah ile ilişkim eniştem onun yanında koordinatörlük yaptı. Bir amiralin oğlu onun genel müdürüydü. Nasrullah ile iş dışında özel irtibatlarım çoktur. Bir gün yine İstanbul’a gittiğimde yanına gittim. O zaman kral adam, Gayrettepe’de kompiturize bir bürosu var. 1000 kişi çalışıyor yanında, birkaç kuruluşu var. Fabrikayı bir müşteri bulursam satacağım dedim. Ben alayım dedi. Fabrikayı kârlı bir hale sokamadık. Körfez krizi, turist gelmedi ama geçimimizi sağladı ama çok kârlı değildi. Belgeleri istedi verdim, enteresan bir konu dedi. Sudan para kazanmak, hammadde yok, yer altı suyunu alıyoruz filtreliyoruz. Düden şelalesinin kolu üzerinde. 10.000 TL’lik 4’lü paket satıyoruz. Fakat benim yapacağım bir iş değil. Her şey denk geldi. Ne verirsin, ne olur? Biz 850 bin dolara anlaştık. İki yeğenim, bir baldızım İstanbul’da bir sınıf arkadaşım, bir Korkut. İlk aldığımız parayı Korkut’la arkadaşıma verdik. Sonra Nasrullah Ayan battı 600 bin dolar alacaklıyız.
Cumhuriyet’te bizimle ilgili bir bölüm çıktı. Halen Abdullah Öcalan ile ilgili yardımı oluyor. Resmi ilişkim devam ediyor.

Semra Özal: Kızım, etrafı Ermeni dolu bir davulcuya kapıldı

Semra Özal’la kızının evliliğinden dolayı Başbakanlık konutunda görüşme yaptığım doğru. Bunun raporu da var, ben Semra hanımı tanımam. Kadıköy Belediye Başkanı Osman Hızlan ile ilişkim var. Yazın Bayramoğlu’nda evinde kaldım. Bir gün telefon geldi hanımefendi seninle konuşmak istiyor, dedi. Telefon verdi, aradım. Ne zaman görüşürüz. Evim orada. Çankaya’da oturuyordum, akşam gelirim, dedim gittim.
Hanımefendi yatak odasında, sonra salona geldi. Üç çocuğumuz var, çok sıkıntılarımız var, dedi. Oğullarım iyi, kızım son zamanlarda bir davulcuya (Asım Ekren, T24) kapıldı. O davulcunun etrafı hep Ermeni. Davulcu, kendi karısı da Ermeni. Evli dedi. Fakat muvazaalı bir şekilde karısından ayrılmış. Şimdi bizimki ile evlenmek istiyor. Ben tetkik ettirdim. Cebi delik. Fakat gitmiş yine Ermeni bir kuyumcudan kıza birtakım güzel şeyler almış dedi. Uyuşturucu kullandığına dair bir şeyler de var. Acaba Ermenilerle bir tertip içine mi giriyoruz, dedi. Ne yapabilirsiniz bir tetkik edebilir misiniz? Osman sizi çok methetti, oturduk. Bakayım efendim. Bizde bilgi var mı araştıralım. Başbakan karısı ya! Sonra Turgut Bey geldi rahmetli beni tanıştırdı. Turgut bey ondan sonra ne yapıyor, müsteşarınız nasıl, memnun musunuz? O zaman Bigali Paşa. Sık sık değişmesinden iyi. Bizi öğrendi, iyi sevdik. Tabii gönlümüz bizden biri, içimizde yetişsin onlar bu makama gelsin. Dedi ki, Bigali paşayı emekli edelim de oraya MİT’in başına getirsek nasıl olur dedi. Dedim ki yeni birisinin gelmesinden iyi olur. Konuştuk, ufak tefek bir şeyler daha fazla konuşmadık.
Görüşmemizi müsaade eder misiniz müsteşarımıza nakledeyim, dedim. Tabii tabii dedi. Kalktım geldim, oturdum hem raporumu yazdım. Müsteşarımızla ilgili konuşmasını da kendisine naklettim. Bana bir kızdı yerinden hopladı sen benim istikbalimle mi oynuyorsun? Ben iyi bir şey yaptım zannediyorum. Ben orgenerallik bekliyorum dedi. Dedim ki orgeneralden çok var da MİT Müsteşarı'ndan bir tane var. Ben ne bileyim sizin öyle tepki vereceğinizi, kızacağınızı dedim. Çocuk gibi enteresan, ben şimdi gidip görüşsem dedi. Gidin görüşün dedim. Ben sordum, iznini de aldım. Müsteşarımıza arz edeceğimi söyledim dedim.

'Kızınızı çekmeniz lazım bu muhitten'

Neticede Zeynep’in (Özal, T24)  işini de söyledim. Dedi ki, İstanbul Bölge Kişiye Özel yazalım . Ondan sonra da ben devreden çıktım. İstanbul’dan bilgiler geldi. Ajda Pekkan vs gittim. Menfi bazı şeyler var etrafında. Dejenere bir muhit. Kızınızı çekmeniz lazım bu muhitten . Gece kulüpleri kız da müptezel bir hayatın içindeydi. Falcılar falan. Çocuklar evlenecek nasıl yapsak legal olmaz.

“Elimize yüzümüze bulaştırdık'

Mehmet Ağar’a söyleyin, o kursa gitti Amerika’da, yok. Ünal beye söyleyin o pek yanaşmıyor. Vallahi bu iş olsa olsa yer altı dünyasının birtakım adamları var. Vasıtalı olarak onlara söyleyim, onlar bunun bir kulağını büksünler. Çok iyi olur. Geldim müsteşara söyledim. Burada İskender Çolak var ona söyledim. Bunlar da sanki biz öyle demedik. Çolak, Ulucanlar’a söylemiş o da silahlı adamlarını yollamış Başbakan'ın emri diye ortalık allak bullak oldu. Yani işi elimizieyüzümüze bulaştırdık. Tabii gazetelik olduk, sesimiz çıkmadı. Onlardan da Semra hanımlardan da ses gelmedi. O olay öyle kapandı. Şimdi arada sırada canlanıyor.
Dündar Kılıç’ın benden ödü kopuyor. Emekliyken Mete’yi ona gönderdim. Necati Fil vardı emekli oldu. Yılmaz Güney’in kardeşi kumarhane işletiyordu. Mete ve Necati birlikte çalışıyordu. Kumarhaneye gidiyorlar, cepleri yabancı sigaralar o zaman. Cüzdanlarda paralar. Necati, Yılmaz Güney, Mete, Şükrü Balcıçağırdı diye gitti. İstanbul Em. Md. Yardımcısı oldu. Sonra emekli oldu. Necdet Küçüktaşkıner ile işyeri açtı. Avukatlık bürosu açtı, bozuştular. Mete, Antalya’yı aradı. Eski küskünlükleri unutalım dedi. Eşiyle geldi. Biraz rahatsız. Neticede Dündar Kılıç’ın yanında çalışıyor. Sen avukat adamsın her yerde çalışabilirsin dedim. Kafkasya’dan adam getirtiyormuşsun Dündar’ı vurdurmak için Kafkasya’dan bize gelen oluyor ama hanımın akrabalarından, o Kafkasya’dan olduğu için. Ben belli bir görev yaptım. Sen de bilirsin memurluk yaptın. Ben olmasam X şahıs yapardı benim yaptığımı, ben Dündar’la muhatap bile olmak istemem. Ben devlet memurluğu yapmış adamım o yeraltı dünyasının adamı. Onunla ne alıp vermediğim olabilir ki , ben onu vurdurayım o gayet memnun gitti. Tabii Dündar yollamış bunu. Şimdi onu söyleyeyim. Geçen günde onu söyledim. Benden emekliyken bile korkan bir adam. Çıkıp da ben buraya döndükten sonra televizyona çıkıp üzerime gitmesi, ancak bir yerlerden güç alarak olur. Kesin bir şey bilmediğim için de kimsenin günahına girmek istemiyorum. Ama duyduğum kadarıyla Korkut gitmiş, biz polis olarak arkandayız, çık konuş, her türlü destek. O gücü bularak çıkıyor. Yoksa cesaret edemez. Tamamen tahrik. Bizim Nuri ağabeyimiz dahil.

'Abdullah Çatlı,  Nuri beylerin eski adamı'

Ben şimdi size bunların bağlantılarını kurayım. Abdullah Çatlı,  Nuri beylerin eski adamı. Nuri Gündeş (eski MİT İstanbul Bölge Başkanı, T24), Metin Günyol, şimdi de Korkut da bunların şeyine girdi. Mehmet Ağar, Ünal Erkan hepsi bir ekip olarak benim karşıma şimdi yine çıktılar. Bir de benim yanımda çalışan da buraya gelmemden önce son derece gayri memnun. Çok enteresan bir adam.

'Örtülüden alınıyor, bizim sütümüze kalmış'

Çok büyük paralar dönmüş bizim dairede. Kuzey Irak çalışmaları ile ilgili olarak.  5 bin dolarlık arabaya 8 bin dolar yazılmış. Örtülüden alınıyor. Bizim sütümüze kalmış. Ben çıkarıyorum,Abdullah Öcalan’a 100 bin dolar verebiliyorum. Bugün müsteşar da bu konuda yetki vermiş. Ama ben devletin parasına titizlenen bir adamım. Ama birçok olumsuz şey yaşanmış orada. Araba alınmış, niye böyle. 91 faaliyetinde bin liralık işe 5 bin lira ödenmiş. Geri kalanını dolar olarak kullanmışlar, kendine yakın adamlara ihtiyacı olanlara vermişler. Kimseye hesap yok, yazılı görüşme raporu yok. İstediğinle görüşüyor, kendisini yetkili göstermiş. Üst makamlara da iş çıkarılmış tabii. Müsteşarın teveccühünü kazanmış. 50 tane Alaattin Çakıcı için devreye girmiş. Mehmet Ağar ile gidip konuşmaları var. Bir Allah'ın kulu da çıkıp da demiyor ki, Mehmet beyi diyorlar esas bu adam işi himaye ediyor. O işlerine gelmiyor. Bugünlerde çok tedirgin, benim amacım bazı şeyler ortaya çıksın. Bunun teşkilat kademesinde bilinmesi gerekir. Benim 1000 tane gazeteci tanıdığım var. Ben de yaparım bu işin sonu yok.

'Oflu İsmail tomarla para vermeye çalıştı'

Yayın organlarında Of’lu İsmail tarafından kurtarıldığıma dair iddialar var. Neye dayanıyor bilmiyorum. Benim Bulgaristan’da beraber çalıştığım arkadaş öldürüldü. Onun doğruluk derecesi nedir bilmiyorum. Mardin’den mesaj olarak yolladım. Demirtepe ülkelerinde bu iş var. Kadınlar kapımdan eksik değildi. Bazen 7-8 kadın olurdu. ben yorgun olur yatardım. Viskilerini açardım onların. Hatta Burgaz’ın emniyet müdürü general bile benim evime gelirdi. O kadar iyi ilişkiler kurmuştuk. Tabii bunların o şartlar içinde yaşanması gerekirdi. Tabii o zaman Of’lu ile ilişkim oldu. O zaman yattığım kadın dahil hepsini buraya rapor etmiştim. Hiçbir şey gizlemedim. O zaman da Of’lu bana iş teklif etti. Sıkıyönetim zamanı. Diplomatik pasaportum var diye huduttan bir şeyler geçirmek için onları buraya yazdım. Döndü dolaştı, Of’lunun kulağına geldi. Bizim konuştuklarız hududa bilgi olarak gidiyordu. Günahı boynuna o zaman gümrükçülerle geliyor gidiyor bir paşamız vardı. Arda paşa. Benim buradaki raporlarım dönüyor dolaşıyor oraya gidiyordu. Günahı boynuna sıkıntıya soktu beni. Of’lu İsmail’den iki tane hediye aldım. Buraya rapor olarak yazdım. Bir tanesi rıpond  çakmak, bir tanesi de firuze tesbih. Tomarla para vermeye çalıştı, almadım. Of’lu ismail’in çocukları beni arar yaparsa o yapar. Dürüst adamdır diye. Dündar Kılıç ile bir akrabalığı var.

'Çatlı ve Ağca’nın girdiği işler sakat'

Bir gazetede Abuzer Uğurlu’nun 1974-1979 arasında  YILDIRIM takma adıyla teşkilatımızca kullanıldığı, MATARACI davası nedeniyle gözaltına alınan adı geçenenin, kaçakçılıktan başka bir MİT mensubunun İstanbul Ülkü Ocakları eski başkanı Komando Mustafa olduğu halde Beşiktaş’ta Sadettin Tantan’a teslim ederek ona iyi davranması istediği hususu:
Bu benim Bigali Paşa’ya yazdığım raporum. Bu Abdullah Çatlı’nın Oral Çelik’in Mehmet Ali Ağca’nın girdiği, Metin Günyol’un yaptıramadığı işlerin ne kadar sakat olduğunu, Bulgaristan’daki ne kadar olduklarını belirten rapordur. Ama ben nerelere verildiği, başka dış makamlara verildi mi hatırlamıyorum. Bigali Paşa ile bu operasyonlar yönünden KEspiyonaj’dayken ikaz mahiyetinde yazdığım bir rapor.

'Behçet Cantürk  Türkiye için çok tehlikeliydi'

Behçet Cantürk’ün sorgulanışı sırasında Ağa Ceylan’ın adının verildiği, ancak ifadenin bu buluşmadan sonra örtbas edildiğine dair iddia; aslında edilmedi de maalesef emniyet falan kapattı. Bizim bura da üstüne gitmedi. Emniyet de üstünde durmadı. O zaman TDKP faaliyetleri vardı. Mikdat çok iyi bilir, Behçet Cantürk (öldürüldü, T24) hakikaten Türkiye için çok tehlikeliydi. 

'Mumcu hakikaten iyi bir gazeteciydi'

Ceyhan Mumcu benimle görüşmek istiyor. (bu kısım silinmiş) .. istismar edilir diye. Bir laf söyleriz tersine alırlar (bu kısım silinmiş)… Eymür de şöyle söylüyor diye ki ben, Uğur Mumcuhakikaten iyi bir gazeteciydi, namuslu bir adamdı. (bu kısım silinmiş)…fikren anlaşamasam da (bu kısım silinmiş) ettiğim bir adamdı.
Kitap analiz yazmam konusuna gelince, şimdi ben esasında modern teşkilatlara bakıyorum. Üst seviyede görev yapmış kişiler, Fransız servis başkanının bir hatıratı var. Ben servis başkanı değilim ama Türkiye için ilginç bir konu. Propagandanın şekli olmaz bence. Ben o kitabı yazdım. Aytuğ Gül’e yolladım. Müsteşarımıza o zaman arz ettiğini çok teşekkür ettiğini söyledi. Dedim ki bu bir izin değil de en azından menfi bir şey varsa çıkaralım dedim. Bir kere rahmetlinin hatırasına anısına bir şey kalsın. Yapacağım da bir şey yoktu çünkü elim ayağım bağlıydı. Bir gücüm yoktu. Hani çok da isterdim görevde olup da çözebilmek isterdim, kim yaptı, nasıl yaptı, yapamadık tabii. Ancak oturup kitap yazdık. Tabii teşkilatta çeşitli yorumlara sebep olmuş, teşkilatı sattı. Halbuki ben işte Aytug Gül burada. Ben bu teşkilatı hakikaten seven adamım. Ben bu teşkilatı hiçbir zaman satmam. Yanlışlarım olabilir, kolay bir şey zannediyorum. O kadar da zorlandım ki, hem teşkilatı yıpratacak bir şey olmasın, hem okuyana enteresan gelsin. Fazla yıpratmasın çok zor iş yani.

'Nuri Bey'in Dündar Kılıç'la ilişkisi var'

Gruplaşmalarla ilgili olarak,
O zaman biz imzamızı attık, iyi niyet mektubu şeklinde. Bülent Öztürkmen’lerin sonradan bir imzasız mektubu çıktı. Biz zamanında baya idealisttik. O zaman Şenkal vardı. 33 kişiydik. O klik o zaman başladı. Rahmetli ile Bedri Özdemir’in çekişmesi. Rahmetliyi bütün yakınlığıma rağmen o konularda hatalı bulurum. Biz rahmetli ile çok çekişirdik, çakışırdık. Bedri beye de bir haksızlık oldu. İnanın şunu samimiyetle söyleyebilirim. Nuri bey davası onlar için bir çıkar davası. Bizim için mesleki bir dava. Aramızda çok değişik bir anlayış var. Araştırırsanız, yine Nuri beyin Dündar Kılıç ile ilişkisini çıkarabilirsiniz. Var, ben biliyorum ama söylememin önemi yok. Koskoca İstanbul Başkanı. Nuri beyin gidişinde benim bir rolüm yok. Müsteşarın yanına, 8. katta, Şenkal bey de vardı. Ne olursa olsun Nuri beyi de yalnız bırakmamak lazım. Çaresiz korumasız, hedeftir dedim. Kızları ile ilgili yayınlar çıktı. Televizyona çıktı. Eğer kızının ismini biliyorsam şerefsizim. Ama adamın hayatında teksif ettiği bütün şey benim. Kendi öyle düşündüğü için hepsinin altında ben varım sanıyor. Buradan gidişi, o kızları ile ilgili yayınlar zannediyor ki hepsini ben yapıyorum. Halbuki ben artık onları aştım. Nuri bey benim için bir hedef değil. Nuri bey DEV-SOL’cu olsa benim için hedef olur, hayat boyu düşman olur. PKK’lı olsa olur. Ama benim şimdi yani bir, yani bir insanın çıkar çatışması olur onun görevinde gözü vardır. Vakıf toplantısı oldu en fazla oy aldım. Ayrıldıktan sonra bir gün buranın kapısından içeri girmedim. Çünkü benim için yeni bir hayat başladı. Şahıslara küsülür kuruma küsülmez.
Mahir Kaynak yanlış bence. Özcan Koç çok hatalı tehlikeli bir adam. Yöntem çok ama bu yönden zayıf bir teşkilatız.ama gittikçe inisiyatif kaybediyor bu teşkilat.

'Ordudan gelenlere güvendiğimi söyleyemem'

Özel istihbarat dairesinde yürütülen faaliyetler konusunda, personel arasında mevcut spekülasyonlarla ilgili olarak,
Şimdi orada iki-üç tim var. Bir birincisi ordudan gelmiş, çok fazla güvendiğimi söyleyemem. Teşkilatta senelerce çalışmış ama kalemi olmayan bir grup var. Konukevinde eşlerinin yanında hava attıklarını duydum. Birgün müsteşarın helikopterinin gelecek. Kespiyonaj kata gitmişler, buradan çıkın.
Dedim ki, kimse sizi görmemiş ama hepsine tembih ediyorum ama bu insan karakteri. Benim de sıkıntım bu. Bunların hepsinin bilincindeyim. Ama bir senedir epey şey düzeltebildim. Birçok şey usulsüz müfettiş gelse altından çıkamaz. Teşkilat yapısındaki kopukluklardan kaynaklanıyor. Ben gittim, geldim. Fazladan gibiyim gibi geliyor bana. Allah bana nasip etti, döndüm çok şükür. Buraya gelmem de çok büyük prestij. Burada teşkilatın yüzünü güldürecek bir şey yaparsak ne mutlu.”
T24
..

4 Mart 2016 Cuma

Uluslararası Ortadoğu Politikaları., Bölüm 2





 Uluslararası Ortadoğu Politikaları., Bölüm 2


Büyük Ortadoğu Projesi Bu proje, "Amerikan menşeli" ve "Batı Avrupa destekli" bir projedir.

Böyle bir küresel yeniden yapılanma süreci devam etmekteyken Büyük Orta­doğu Projesi, ilk defa Nisan 2004'te ABD Kongresi'nde kabul edilen "Büyük Or­tadoğu ve Orta Asya Kalkınma Kanunu" ile gündeme getirildi. 

Bu kanun, ABD tarafından bazı değişiklikler yapılarak, Haziran 2004'te G-8 Zirvesi'ne taşındı "Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleriyle Ortak Bir Gelecek ve İlerleme İçin İşbirliği Zirvesi" Nisan 2004 tarihli kanunda Orta Asya'daki 5 ülke (Kazakistan, Türkmenis­tan, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan) Büyük Ortadoğu Projesi sınırlarına da­hil iken, G-8 Zirvesi'nde bu ülkeler projenin kapsamına dahil edilmediler.

Bunun nedeni, bölgeyi kendi nüfuz alanı olarak gören Rusya'nın (daha doğrusu Putin iktidarının) kararlı muhalefeti oldu. G-8 Zirvesi'nde sınırları daraltılan Büyük Ortadoğu Projesi, coğrafi olarak 22 Arap ülkesi ile Pakistan, Afganistan. İran. Türkiye ve İsrail'i kapsıyor. Bunlardan Türkiye ve İsrail, projenin "hedef ülke­leri değil" demokratik ortaklaradır. Yani ABD bu iki ülkeyi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında "demokratik ortaklar" olarak görüyor. Geri kalan 25 ülke ise Büyük Ortadoğu Projesi'nin hedef ülkeleri’dir.

G-8 Zirvesi'nde yapılan bir başka değişiklik, sosyo-kültürel alanı kapsayan reformlarla ilgilidir. ABD Kongresi'nde kabul edilen Nisan 2004 Kanunu, sos­yo-kültürel reformlara pek yer vermez iken. G-8 Zirvesi'nde yeniden şekillendi­rilen projede sosyal reformlara daha fazla yer verildi.Bundaki amaç, sosyo-kül­türel alanı neoliberal politikalar vasıtasıyla gerçekleştirilen yeniden yapılanma sürecine uyumlu ve dışa açık hale getirmektir.

ABD ve diğer Batılı merkez kapitalist devlet­ler, kendi çıkarlarına göre bölge ülkelerinin ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel yapılarını yeniden yapılandırmayı ve böylece bu ülkeler üzerinde kendi hege­monyalarını kurmayı / sağlamlaştırmayı amaçlıyorlar.

Dolayısıyla küreselleşme ilerledikçe Ortadoğu toplumları da, ister istemez hem birbirleriyle hem de Batılı toplumlar ile daha sıkı ilişkiler içine girerek daha fazla dışa açık toplumlar haline geliyorlar. Küreselleşmenin yarattığı dışa açılma süreci, eş zamanlı olarak Ortadoğu toplumlarını dış etkilere (olumlu veya olumsuz) daha açık hale getiriyor.

Artık Ortadoğu'nun - ideolojik zeminleri ne olursa olsun fark etmez - dikta­törleri, dini liderleri, cemaatleri, hanedanları ve bir bütün olarak otoriter rejimleri kendi toplumlarını dışarıya kapatamıyorlar ve dış etkilerden uzak tutamıyorlar. Batılı toplumlarla giderek daha fazla "ilişki ve etkileşim" içine giren Ortadoğu insanı, Batı demokrasilerini örnek almaya başladı. Küreselleşmenin yarattığı ağ­ların içine dahil olan Ortadoğu halkları (özellikle işsiz, yoksul ve eğitimli genç­ler), çok haklı olarak daha fazla "demokrasi", daha fazla "özgürlük" ve daha fazla "refah" talep etmeye başladılar.

ABD ve Batı Avrupalı devletler, genellikle, kendilerinin çıkarlarına ters dü­şen tüm rejimleri ve devlet adamlarını " Diktatörlük " ile suçluyorlar. Fakat aynı Batılı güçler, kendilerinin çıkarlarına hizmet eden / uyan rejimleri ve devlet adamlarını ise bu rejimler ve devlet adamları her ne kadar baskıcı olsalar bile " Diktatör " ilan etmiyorlar.

Yani ABD ve diğer Batı emperyalist devletler için diktatörlüğün temel kıstası, "kendilerinin çıkarlarına karşı gel­mektir". 

Suriye'de ise, Mart 2011 'de başlayan sokak gösterilerini bastırmak amacıyla Beşar Esad yönetimi, kendisine bağlı orduyu, polisi ve El Muhaberat'ı kullanarak muhaliflere karşı sert önlemler aldı. Siviller dahil olmak üzere çok sayıda isyancı öldürüldü. Fakat bu sert önlemler muhalefeti bastırmayı başaramadı.

İç savaşla birlikte ülkede çok sayıda silahlı grup / örgüt ortaya çıktı. Ayrıca bunlara ülke dışından gelen terör örgütleri (El Kaide, Irak Şam İslam Devleti vb.) eklendi. Böylece Suriye iç savaşı hem şiddetlendi hem de karmaşıklaştı.

İlk başlarda (2011'de) silahlı gruplar ile Esad'a bağlı Suriye ordusu arasında savaş yaşanıyordu. 2012'den itibaren ise ülkedeki silahlı örgütler birbirleriyle savaş­maya başladılar. Bu durum sivil kayıpların artmasında önemli rol oynadı. Ayrıca karmaşıklaşan iç savaşta sivillerin hangi "örgütler tarafından öldürüldüğünü de tespit etmek giderek zorlaştı.

Mart 2014 itibariyle yaklaşık150 bin kişi hayatını kaybederken, yarısı çocuk olmak üzere yaklaşık 2,5 milyon Suriyeli çevre ülkelere sığındı. Bunların 600 bini Türkiye'ye sığınmış bulunu­yor

Sonuç olarak;

Günümüzde jeopolitik analiz, uluslararası ilişkilerin dinamiklerinin; ulus devlet ve ideolojiler dinamiğinden, medeniyetler dinamiğine kaydığını göstermektedir.
Sözü edilen gerilimin yol açacağı kaçınılmaz değişim küresel boyutta olacaktır. Değişimin küresel boyutta olması, değişim aktörlerini ve dolayısıyla bu aktörleri motive eden dinamikleri de, örneğin-İslam Dünyası aktörlerden birisi olacak ise-İslam’ı da küresel etki rolü ile buluşturmuştur.
İslam medeniyetinin bu küresel etki rolünü yerine getirmesi, öncelikle, İslam medeniyetinin doğru temsili, bu bağlamda Batı medeniyetine bakışı ve bu medeniyet ile ilişkisinin doğasının ne olacağı ile yakından alakalıdır.
Büyük Ortadoğu Projesi Orta­doğu'daki değişimi derinden etkiliyor ve şekillendiriyor. Fakat değişim sürecinin nereye varacağını şimdiden kestirmek çok zor. Çünkü bu değişim süreci, "bağım­sız demokratik rejimler" üretebileceği gibi, merkez kapitalist devletlere bağımlı yeni "otoriter rejimler" de üretebilir.

Bu iki olasılıktan hangisinin gerçekleşeceği­ni veya daha başka olasılıkların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini şimdiden söylemek mümkün değildir.

Nitekim hızlı değişim süreci ve sıcak çatışmalar devam ederken geleceğe ilişkin "kesin" yargılarda bulunmak, hem bilimselliğe aykırı olur hem de bizi son derece yanlış sonuçlara götürebilir. 

Bush Doktrini’ne göre insan onurunun tüm dünyada korunması ABD’nin temel amacıdır.
Her ulus şimdi bir karar almak zorundadır.
Ya bizimlesiniz, ya da teröristlerden yanasınız.
Bu günden sonra, terörizmi koruyan ve destekleyen hangi rejim olursa olsun Birleşik Devletler tarafından düşman bir rejim olarak addedilecektir.

11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Ortadoğu’da yeni bir dönem başlamıştır. George W. Bush idaresi, terörle savaş (war on terror) adı altında global bir mücadeleye girişerek 7 Ekim 2001’de Afganistan’da Taliban Rejimi ve El Kaide’ye saldırırken, yine bu çerçevede 20 Mart 2003’te Irak’a girerek Saddam Hüseyin rejimini devirmiştir.
Bush yönetiminden sonra iktidara gelen Barack H. Obama, 4 Temmuz 2009 tarihinde Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında ise, Amerika ile İslam dünyası arasında yeni bir dönem açacağını belirtmiştir. Sonuç olarak 90’lı yıllarda iki kutuplu dünyanın sona ermesi, Amerika’ya Ortadoğu’da büyük bir hareket alanı sağlamış ve bölgesel sistemin de en etkin harici bir gücü olmasına yol açmıştır.
Buna paralel olarak da ABD’nin Irak’ı işgalinden Arap Baharına geçen süreçte, Ortadoğu’da yaşanan büyük olaylar sırasında Batı medyasında sıkça bölgenin sınırlarının yeniden çizildiği yorumları yapıldı. Bu yorumlara çoğu zaman da etnik kimlikleri ön plana çıkaran ve yeni devletlerin de bulunduğu haritalar eşlik etti.
Bölgeye yönelik çizilen haritaların belki de en ünlüsü, Türkiye’nin NATO’ya nota vermesine sebep olan ABD Ulusal Savaş Akademisi’nden emekli Albay Ralph Peters’in çizdiği haritaydı. “Armed Forces Journal” dergisindeki bir makalede 2006’da yer alan harita, Ortadoğu’daki ülkelerin neredeyse tamamının sınırlarını değiştirilmiş olarak gösteriyordu.
AFP’nin haber olarak geçtiği harita. AFP Fransa kökenli bir ajans olan Agence France-Press, dünyanın en eski, Associated Presse ve Reuters’dan sonra üçüncü büyük haber ajansıdır. ABD’nin Irak’ı işgali sırasında ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin ABD’li yöneticiler tarafından sık sık telaffuz edildiği günlerde ortaya çıkan harita nedeniyle ABD Dışişleri Bakanlığı, “Ortadoğu’da sınır değişikliğinin söz konusu olmadığı” yönünde açıklama yapmak zorunda kalmıştı.
Arap Baharı sonrasında yaşanan çatışmalar sırasında da Batı medyasında benzer haritalar boy göstermeye devam etti. ABD’nin Irak’ı işgali etmesi üzerine ortaya çıkan, Suriye’deki iç savaşta güçlendikten sonra yeniden Irak’a dönen IŞİD’in ülkenin geniş bir kısmını ele geçirmesi sonrasında yeni olası Ortadoğu haritaları yeniden gündeme geldi.

New York Times’da Eylül 2013’te yayımlanan ve Robin Wright imzasını taşıyan makalede de sınırları 100 yıl önce sömürgeci güçler tarafından çizilen ve Arap otokratlar tarafından yönetilen 5 ülkeden 14 yeni ülke ortaya çıkabileceği savunuluyordu.
Karşıt inançlar, kabileler ve etnik kimliklerin Arap Baharı’nın öngörülemeyen sonuçlarıyla birlikte bölgeyi ayrıştırdığı savunulan makaleye eşlik eden harita, Irak’taki durumun yeniden kırılgan bir hal almasıyla tekrar dünya gündemine taşındı.
Haritada, Suriye, Irak, Libya ve Yemen’deki etnik ve mezhepsel farklılıklar sınırlara yansıtılırken, federasyon, yumuşak bölünme veya otonomi ile ülkelerin çözülmeye başlayıp coğrafi ayrılıklarla yeni ülkelerin ortaya çıkabileceği ifade ediliyordu.


Haritada Suriye’nin kıyı kesimi boyunca uzanan topraklarda “Alevi devleti” kurulması öngörülürken, ülkenin kuzeyi Kürtlere geri kalanı ise Irak’ın da büyük bir kesimini içine alacak “Sünni devletine” bırakılıyor. Irak ise “Şii, Sünni ve Kürt bölgesi” olmak üzere üç parçaya ayrılmış olarak gösteriliyor.

ABD’de yayımlanan The Atlantic dergisinde de yer alan “Ortadoğu’nun yeni haritası” başlıklı Jeffrey Goldenberg imzalı makalede, Ortadoğu’nun gelecekte nasıl görüneceğine dair 2008 tarihinde yayımlanmış haritaya yeniden yer verilirken, “Irak’ta bölünme kaçınılmazken neden savaşalım?” ifadesini kullanıldı.
ABD’nin önde gelen yayın kuruluşlarından Wall Street Journal’da ise yer alan değerlendirmede, IŞİD Irak-Suriye sınırındaki aktifliğine dikkat çekilirken, “kumdaki çizgilere” benzetilen sınırların ortadan kalktığı görüşü dile getirildi.
Ben Winkley tarafından kaleme alınan makalede haritaya yer verilmezken, IŞİD sonrasında Irak’ın üç parçaya ayrılma ihtimalinin muhtemelden çok kesin bir sonuç olduğu” değerlendirmesi yapıldı.
İslam coğrafyalarında İslam’a mal edilen El Kaide türevi bir sürü Örgüt hortluyor; kısa sürede geniş bir alanda hâkimiyet kuruyor. Sonra vahşice cinayetler işliyor ve bir anda bütün dünyanın, haber servislerinin gözü bu örgüte dikiliyor.
Örgütün cinayetleri, vahşi yüzü dünya ve özellikle Batı kamuoyunu operasyona ikna etmek için sürekli medyadan pompalanıyor. İnsanlar dehşete düşürülüyor ve böylesi “bir canavarın bitirilmesi” gerektiği noktasında oluşturulan duyarlılık, ihtiyaç, algı tavan yapıyor.
Birden nasıl çıktı ve böylesine gelişti, büyüdü?
Bu örgütün faaliyetleri kime yarıyor?
Örgüt eliyle kimler kimlere nasıl operasyonlar çekiyor?
Operasyon sonrası Örgüt nasıl bir hal alır, kanserli hücre gibi yayılır mı?
Nerelere sıçrar, radikalizmi nasıl etkiler?
Kimse bu soruları sormuyor. Herkes imitasyon Örgütün kanlı vahşet görüntülerine odaklanıyor ve buna operasyon yapılması gerektiğine, imha edilmesi gerektiğine kilitleniyor.
Medya bazen bütün dünyayı uyutmak ve bir konuya ikna etmek için çok etkili bir illüzyon aracı olarak kullanılıyor. IŞIDmeselesinde de ortama pompalanan vahşet tablosunun ötesinde başka hedeflerin ve planların olduğu pek az kimse tarafında görülebiliyor.
11 Eylül sonrası süreci hatırlayın benzer tablo vardı. Afganistan’ın veIrak’ın işgali öncesi dünya, ama öncelikle Batı kamuoyu bu örgütlerin ne kadar “vahşi”, “cahil”, “Vandal” olduğuna vurgu yapıyor ve yapılacak operasyonlara ve işgallere önce kendi kamuoylarını, sonra da dünya kamuoyunu hazırlıyorlardı.
Benzer bir algı yönetim sürecini IŞID meselesinde de görüyoruz. Dün El Kaide Ortadoğu’da bazı coğrafyaların, ülkelerin işgaline gerekçe yapılmıştı; bu gün IŞID istikrarsızlaştırılan Ortadoğu’da yeni haritaların çizilmesinde “araç” olarak kullanılıyor.
ISID tarafından zorla göçe zorlanarak boşaltılan bölgeye, Müslüman olmayan kimlikteki Hıristiyan halkın göç etmesi cazip hale getirilip-yerleştirilerek, bölgenin demografik yapısını değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Daha sonraki aşamada ise Filistin’de olduğu gibi 2.nci bir İsrail gibi,doğrudan ya da dolaylı olarak Batı yanlısı bir uydu devleti kurulması planlanmış olduğu gözlemlenmektedir.Böylelikle Ortadoğu’da islam hakimiyeti yok edilmiş olacaktır.

Esasın­da Osmanlı sonrası dönemde teknik olarak bir Yahudi devleti kurmak mümkün görünmese de İngiliz mandası döneminde Filistin bölgesine Yahudilerin göç et­mesi desteklenerek bölgedeki Yahudi nüfus arttırılmıştır. Böylelikle İsrail Devle­ti kurulmuştur.
Bir yönüyle Batı 100 yıl sonra Ortadoğu’da çizdiği haritalarını revize ediyor; yeniden çiziyor ve bunu “üretim” bir örgüt olan IŞID üzerinden yapıyor. IŞID gerekçesiyle yapılan tasarım nedeniyle söylemlerin aksine kazanan İran oluyor, İsrail oluyor Esed PKK ve “müstakbel büyük Kürdistan” oluyor. Kaybeden ise en başta Türkiye, Sünni Araplar ve esamisi bile okunmayan bölge Türkmenleri oluyor.  
Bölgesel aktörler, Türkiye ve İran diğer bölgesel rakiplerine karşı aktif olarak büyük güçleri kendi çatışma alanlarına çekerken sorunların çözümü için devamlı harici güçlere yönelmektedirler. Böylece dış güçlerin bölgesel çatışma konularına entegrasyonu bilinçli olarak sağlanmakta ve müdahaleleri yönünde siyasi bir gelenek oluşmaktadır.
Türkiye, son yıllardaki sosyo-ekonomik gelişmesine paralel olarak aktif bir şekilde Ortadoğu’da bölgesel güç profli göstermeye başlamıştır. Potansiyel bir merkez ülke adayı olan Türkiye, bu stratejinin yöneltildiği en önemli cepheyi teşkil etmektedir.
Bu cephenin bloke edilmesi ve dağıtılması amacıyla geliştirilen strateji ve bu stratejinin taktik safhaları çerçevesindeTürk-Kürt kimliği üzerinden yoğun bir sosyolojik savaş sürdürülmekte ve İslam bölgesinin potansiyel lider halkası dağıtılmaktadır.
Türkiye, müdahalesini Türk ve İslam dünyasındaki kimlik çeşitlenmeleri üzerinden yürüten stratejik akla karşı fonksiyonel bir İslam/Ortadoğu jeopolitiğine medeniyet temelli bir açılım sağlayabilir.
Türkiye’deki milli kültürel uyanış da, Türkiye’ye muazzam bir jeopolitik destek sağlayacaktır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde ve ortadoğu’da dayanışmacı ruhun gelişmesini sağlayacak ve Türkiye’yi bu dayanışmanın önderi kılacaktır. Bu da, Türkiye’yi dünyada üstün bir konuma getirecek jeopolitik bir konuma yol açacaktır.

Türkiye güney sınırlarının Rusya ve İran tarafından işgalini kaldıramaz.
Bu iki ülke tarafından çevrelenmeyi hazmedemez.
Türkiye, Arap/İslam dünyasıyla ilişkilerini, coğrafi bağlantılarının Rusya/İran vesayetine bağlanmasını içine sindiremez.

Türkiye'nin gelecek hesapları için bu ölümcül bir kayıp olur.
Güney sınırlarımızda vesayet kabul edilemez.
Türkiye, siyasal ve radikal örgütlerin kaosa çevirdiği Ortadoğu’da, temel hak ve özgürlükleri ve demokratik değerleri temsil eden yeni bir değişim gücünü destekleyecek ve inkişaf ettirebilecektir.Toplumsal değişim ve eğilimdaha güçlü tarih yapıcı rolalacak. Bu dönemde en güçlü yatırım “kültürel iktidar” için olacak.

Suriye’deki Esed rejimi 5 milyona yakın sayıdaki insanı mülteci durumuna düşürmesi yüzünden büyük oranda meşruiyetini kaybetmiş olmasına rağmen Rusya, Çin ve İran’ın destekleri ile ayakta kalmaya devam etmektedir.

Rus yönetici elitinin algılamasına göre aslında Orta Doğu’da yaşananlar oldukça anlaşılır. Bu anlayışa göre, Washington eski müttefiki Mübarek’i Mısır’daki nüfuzunu korumak için kenara atmıştır. Libya’da petrol anlaşmalarını korumak için savaş başlatmışlardır. ABD donanmasının 5. Filosu orada olduğu için Suudi Arabistan’ın Bahreyn’deki olaylara karışmasına göz yummuşlardır.
Rusya bölgenin şekillenmesinde ABD, İran’ın Arap dünyasındaki yegâne ortağı olan Esed’i devirmeye çalışmasına dur demektedir. Savaş arzu edilmeyen bir şeydir çünkü ABD ile İran arasındaki bir savaş Kuzey Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinde istikrarsızlığa sebep olabilir.
Rusya, Suriye’de durum kontrolden çıkarsa bunun parçalanmış bir Suriye’ye ve arkasından bütün Orta Doğu’yu saran bir krize yol açacağını düşünmektedir.
Rusya, Arkasına Batı’nın da desteğini alan Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerden oluşan Sünni bloğun karşısında Suriye ve İran’ın oluşturduğu Şii bloğu destekleyerek denge oluşturmaya çalışmaktadır.
Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nden Yu. B. Şeglovin’e göre Esed rejiminin sona ermesi bölgede Sünni-Şii dengesini Şiiler aleyhine daha fazla bozacaktır. Bu denge bölgede istikrarın garantisidir ve Batı’nın bölgede hayati jeopolitik kararlar alınmasında tekel haline gelmesinin önündeki engeldir.Suriye düşerse sıra İran’a gelecek ve Orta Doğu’da dengeler tamamıyla bozulacaktır.
Rusya’nın Orta Doğu bölgesinde işinin daha da zorlaşacağı anlamına gelecektir. Sanki Rusya ve ABD Şam’a kimin hâkim olacağına dair gizlice son kapışmaya hazırlanmaktadırlar.
Rusya Orta Doğu’da elinde kalan son ortağı Suriye’yi kaybederse Orta Doğu barış sürecinin dışında kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Rusya’nın Suriye’deki gelişmelere kayıtsız kalmamasının arkasında yatan sebeplerden birisi de “Arap Baharı”nın etkilerinin Rusya’ya da sıçrayabileceği endişesidir.
Rusya Orta Doğu’daki gelişmeleri dikkatle takip etmektedir. Putin’i üçüncü kez iktidara taşıyan seçimlerden önce ve sonra önemli şehirlerde muhalif grupların protesto gösterileri ve mitingleri Rusya’nın bu konudaki endişelerini artırmıştır. Rusya açısından bakıldığında Arap Baharı ruhunun Kuzey Kafkasya, Volga boyları ve Sibirya üzerinden merkeze doğru sıçraması istenilmeyen bir gelişme olacaktır.
Rusya açısından Suriye’deki rejimin niteliğiyle ilgili bir sorun bulunmamaktadır. Suriye gibi bir ülke düşünüldüğünde mevcut durum Moskova için en kabul edilebilir seçenektir. Moskova, mevcut rejimin devrilmesinden sonra iktidarın Müslüman Kardeşler gibi grupların eline geçmesi ihtimalini düşünmek bile istememektedir. Böyle bir ihtimalin gerçeğe dönüşmesi durumunda bu durumun kendi bünyesindeki Müslüman nüfus üzerinde olumsuz etki doğuracağından endişelenmektedir.

Rusya Stratejik Araştırma Enstitüsü Başkanı Leonid Reşetnikov’a göre bu tehlike oldukça ciddidir. Öyleki Moskova bu endişesinden dolayı Suriye’deki olaylardan kaçarak tarihi vatanları olan Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerine gitmek isteyen ve bu isteklerini Rus makamlarına yüksek sesle dile getiren çoğunluğu Çerkez olmak üzere binlerce Kafkas asıllı Müslüman Suriye vatandaşının isteklerini görmemezlikten gelemez.

KAYNAKLAR VE OKUMALAR:

 

1-Kemal Kahraman, Çağdaş Sömürge İmparatorluğu,Seha Neşriyat; 1989- İstanbul
2-Immanuel Wallersteın, jeopolitik ve jeokültür Çev. Mustafa Özel,  İz Yayıncılık, İst.-1993
3-Amerikan Fundamentalizminin tarihi yapısı ve islam gerçeği Çev. Osman Şekerci, Sinan Yayınevi
4- Yusuf Çağlayan, Sosyolojik Savaş, Etkileşim yayın-2013 –İstanbul
5-Yusuf Çağlayan,Ortadoğu ve Türkiye Geleceği“İki Batı ve İki İslam” Köprü Dergisi, Kış/2015, Sayı:129 
6-orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2013419_Ortado%C4%9Fu'da%20Kimlik%20Sorunu.
7- Mehmet Şahin,Yapısal İNŞACILIK Kapsamınsa SURİYE Sorunu Aksaray ünv.  İİBF Dergisi [S.1],Ss.19-26,
10- Ahmet Davutoğlu, Divan İlmî Araştırmalar dergisi, 1997, İstanbul.
11- Hüseyin Dayı, Önce Vatan Gazetesi, 2003, İstanbul.


..


14 Ocak 2016 Perşembe

İKİZ YASALARI BÖLÜM 2




İKİZ YASALARI  BÖLÜM 2



İkiz ihanet yasaları,



Akp'nin Kürt açılımıyla yeniden ülke gündeminin hassas konuları arasına giren ve bu günlerde CHP ve MHP’nin  hedef tahtasına oturtulan “İkiz İhanet Yasaları”nın altında bu iki parti yöneticilerinin imzalarının bulunduğu yeniden gündeme geldi.
İkiz Sözleşmelerin Ortak 1’nci Maddesi: “Bütün halklar kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler… Bütün halklar… doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir…” MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli, 19 Mart 2001’de Hükümet üyesi olarak İkiz Sözleşmelerin’ altına imzayı bastı. CHP’de AKP’yle birlikte 4 Haziran 2003’te ikiz ihanet yasalarını Meclis’ten geçirdi. Ancak her iki parti de, yaptıklarını bugün inkâr ediyor.

CHP:  SAKINCASI YOK.

29 Mayıs 2003 tarihinde toplanan Dışişleri Komisyonu’nda, Genelkurmay temsilcileri “Sözleşme hükümlerinin BM’nin amaç ve ilkeleri bağlamında, ulusal birlik ve bütünlüğe aykırı yorumlanamayacağı” şeklinde bir ibare eklenmesini önerdiler. CHP. Genelkurmay temsilcisini destekledi ve Komisyon raporuna muhalefet etti. Ancak, tasarının aynen kabulüne karar verildi. İkiz Sözleşmeler, TBMM Genel Kurulu’nda kanun haline getirilirken ise, AKP ile birlikte oturumda hazır bulunan CHP’liler, “cümleten kabul oyu” verdiler. CHP yöneticileri bir dönem kabul oylarını aklamak için, Komisyon raporuna muhalefet ettiklerini unutarak sözleşmenin bir sakınca getirmediğini öne sürüyorlardı, Kürt açılımının gündemde olduğu bu günlerde CHP yönetimi İkiz Yasaların, ihanet yasası olduklarını yeniden hatırladılar.

Bahçeli; AYNEN KABUL EDİLMEMELİYDİ.

Bölücülüğe ayrı devlet kurma hakkı tanıyan İkiz İhanet Sözleşmesi’ni kabul eden 19 Mart 2001 tarihli Bakanlar Kurulu kararı’nın altında Devlet Bahçeli’nin imzası bulunuyor. (Resmi Gazete, sayı 24352, Mart 2001) Bahçeli’nin inkârını ise, “Devlet Bahçeli’nin Dokuz Sabıkası” kitabının 54. sayfasında şöyle aktarıyor: “… Devlet Bahçeli, ‘İkiz İhanet Sözleşmeleri’ attığı imzanın üzerinden altı yıl geçmiş olmasına güvenerek, ‘AKP’nin Teslimiyet Belgeleri’ adlı kitabında, ‘AKP’nin çıkardığı İkiz Sözleşmeler’den bahsetmekte ve ‘TBMM Dışişleri Komisyonu’nda 29 Mayıs 2003 tarihinde yapılan görüşmelerde; Sözleşme hükümlerinin BM’nin amaç ve ilkeleri bağlamında ulusal birlik ve bütünlüğe aykırı yorumlanamayacağı’ şeklinde yasaya ibare eklenmesi önerisinin reddedilerek Tasarı’nın aynen kabulüne karar verilmesi AKP’nin siyaset ve yönetim anlayışının hedef ve amaçlarını göstermesi bakımından önemlidir’ denmektedir”

 Konu hakkında kapsamlı bir makale yayınlayan Erciyes Üniversitesi İİBF Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Cihan DURA İkiz sözleşmelerle ilgili çarpıcı tespitlerde bulunuyor. İşte Prof. Dr. Cihan Dura’nın ikiz sözleşmelerle ilgili kaleme aldığı bilimsel makale;

A) İKİZ SÖZLEŞMELER

Tarih 4 Haziran 2003¼ İktidarda A.K.P. Hükümeti var.  Hükümet değişmiş, zihniyet yine aynı: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden alelacele, AKP ve CHP’nin oylarıyla yangından mal kaçırır gibi geçiriliyor.
Peki neyin nesidir bu sözleşmeler? Kimi ulusalcı yazarlarımızın şu nitelemeleri,  ne olduklarını en iyi şekilde anlatıyor: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah... ABD’nin Türkiye’ye Yugoslavya benzeri bir müdahale için hukukî gerekçeler zemini¼
Birleşmiş Milletler tarafından 1966’da imzaya açılmış olan sözleşmeler AB’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Batıcı işbirlikçiler bunu Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak niteliyordu. Çünkü sözleşmelerin kabulü “Kopenhag Kriterleri ve Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında yer almıştı. 
Bu sözleşmelerin gözden dikkatle kaçırılan korkunç bir yönü vardır ki işin püf noktası oradadır. Açıklayalım: İkiz sözleşmelerin kabul edildiği 1966 yılında dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batı’nın zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için gerekliydi. Ancak sonra koşullar değişti. Bugün bütün dünya ülkeleri Neoliberal küreselleşmenin tehdidi altında. Küreselleşmeci kraliyetçiler, 200 civarında olan devlet sayısının 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir. Eğer ortada bir hedef varsa, elbette, onun gerçekleştirilmesinde kullanılacak araç da gerekli... Neo-emperyalist saldırganlar araç olarak ikiz sözleşmeleri kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara (AB’nin yeni deyişiyle “azınlık”lara) bölünebilir, yıkılabilirdi.

Sovyetler Birliği’ni dağıttılar, Yugoslavya’yı parçaladılar, sıra şimdi Türkiye’de...
“İkiz sözleşmeler”den “azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘kendi kaderini belirleme’ (self-determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme kastediliyor :

            - Birleşmiş Milletler Bireysel (Medenî) ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
            - Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.

Yıllardır katılmaktan kaçındığı ikiz sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce, Türkiye’nin AB yolunda “önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyor.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’nden bu yana gerçekleşen burjuva demokratik devrimler, ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalist devrimlerin temel bir ilkesi, “ulusların kendi kaderini belirleme hakkı” idi.  Ne var ki bu ilke 21. yüzyılın başında tersine çevrildi: “Ulus” sözcüğünün yerine “halk” sözcüğü kondu. Uluslara değil halklara vurgu yapıldı (şimdi de “azınlıklar” deniyor!). Hak da “Halkların kendi kaderini belirleme hakkı” örtüsü altında, Emperyalizmin Ezilen Dünya’yı köleleştirme hakkına dönüştürüldü. Böylece bir ulus devlette “birden fazla halk”tan söz etmek, dolayısiyle “birden fazla devlet kurma iradesi”nden söz etmek mümkün hale geldi [ Mehmet Ulusoy, “İkiz Yasalar ve Azınlık Hakları: Halkların Kaderini Tayin Hakkının Gerici Bir İçeriğe Dönüştürülmesi,” Teori, S.179, Aralık 2004 ].

Tabii - Aşağıda göreceğimiz gibi - Avrupa Birliği de bu “Dönüştürme”nin meyvelerini Türkiye’de toplama peşinde.

B) TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ SONUÇLAR

1) İkiz Sözleşmeleri uygulamak Avrupa Birliği’nin reisleri, Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler için fazla bir sorun yaratmıyor. Çünkü bu ülkelerde yalnız demokratik devrim ve sanayi devrimi değil, “uluslaşma” süreci de tamamlanmış bulunuyor. Dinler, cemaatler, etnik yapılar, kapitalizmin serbest piyasa çarkları arasında ortak bir dil ve kültür oluşumuyla kaynaşıp homojen bir bütün haline geldi. Hiç mi sakınca kalmadı? Bazı sakıncalar söz konusu ise de, getirisi daha fazla olduğu için emperyalist ülkeler onları göze alabiliyorlar. Peki nedir bu getiri? Sömürüyü sürdürmek için dünyanın diğer uluslarını parçalamak! Ezilen Dünya’yı olabildiğince küçük parçalara, kukla devletçiklere, emirliklere, beyliklere bölmek” [Ulusoy, 2004]. Yani kendilerinin geçmişte yaptığını, başka ulusların yapmasını önlüyorlar. Daha ileri bir noktaya çıkmak, yükselmek için kullandıkları “merdiven”i, başkaları kullanmasın diye itip deviriyorlar [“Merdiveni itmek” (Kicking away the ladder) deyimi Alman iktisatçı F. List tarafından oluşturulmuştur. Sanayileşmiş bir ülkenin, zenginliğin doruğuna ulaştığı zaman, başka ulusların kendi eriştiği mertebeye ulaşmasını engellemek için, oraya tırmanmasını sağlayan merdiveni itmesi, kendi uygulamış olduğu politikaları kullanmasını engellemesi anlamına geliyor. [Geniş bilgi için bakınız: C. Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri Yayınları, 2004, Kesim: 2.2.4 ve 2.2.5]

2) Sözleşmelerin uygulanmasının, Türkiye bakımından şu olumsuz sonuçları doğurabileceği tahmin edilebilir:
Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oluyor. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı da kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini serbestçe belirleme hakkı tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
Ancak sözleşmede yer alan “halk” kavramı üzerinde, sözleşmeye taraf ülkeler arasında ortak bir tanımlama henüz yapılmış değil. Ancak siz kaygılanmayın, uluslararası merkezler, ABD, Avrupa Birliği’nin iki kabadayısı, Almanya ve Fransa kendi işlerine gelen bir tanımı yakında Türkiye’ye dayatacaklardır.
3) Batı ülkeleri bu sözleşmeleri bahane ederek “Kürt sorunu”nu kurcalayabilir. Benzerlerini kışkırtabilir.
4) Türkiye “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş olacak. Şu maddeye göre: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi guruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -“ulusal çıkar”ın yerini “yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması” alacağı için- Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkiler yapacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir gelişmenin ilk tahrikçisi de –geçmişte olduğu gibi- Batılı para babaları, AB ve ABD olacak. Açın Osmanlı tarihini, okuyun, örnekten geçilmiyor.




..

6 Ocak 2016 Çarşamba

TÜRK'ÜN CEHENNEM ATEŞİNDE YÜRÜDÜĞÜ YILLAR.., BÖLÜM 2




TÜRK'ÜN  CEHENNEM ATEŞİNDE YÜRÜDÜĞÜ YILLAR.., BÖLÜM 2





Helmuth von Moltke / Alman Genel Kurmay Başkanı (1848-1916)

"Birinci Dünya Savaşı başladıktan kısa bir süre sonra Alman Genelkurmay Başkanı Von Moltke, Enver Paşaya gönderdiği 10 Ağutos 1914 yazıda, Osmanlıların mümkün olduğu kadar çok Rus ve İngiliz kuvvetlerini çekmesi, enerjik bir çabayla İslam ihtilalini gerçekleştirmesi, bu amaçla Kafkasya'ya karşı harekete geçilmesi, özellikle Mısır'a karşı bir sefer yapılması ve Avusturya'nın yükünü hafifletmek için mümkün olduğu kadar çabuk savaşa katılmasını istemişti..."

(Türklerle Birlikte Süveyş Kanalına - Yazar: Kress von Kressenstein / 1943)

SONUÇ:  Kanal Harekatı (Filistin Cephesi), Hicaz ve Yemen cepheleri, Sarıkamış Harekatı, Çanakkale Muharebeleri, Basra/Irak cephesi, Kafkas cephesi, Balkan cephesi ve Gailçya (Polonya) cephesinin açılması... (A. H. Sezgin)


TRABLUSGARP (LİBYA) CEPHESİNDE TÜRKLER... (1911-12)

HECİNSÜVAR (DEVE-SÜVARİ) BİRLİK KOMUTANI SÜREYYA BEY - 1916 / FİLİSTİN CEPHESİ

MEDİNE ŞERİFİ, KUDÜS'TE (FİLİSTİN CEPHESİNDE), HARP PATLAMADAN HEMEN ÖNCE HALKA "CİHAD" ÇAĞRISI YAPARKEN... (1914)


"Türk tarafının bölgede en büyük sorunu ulaşım ile ilgiliydi. Osmanlı devletinin demiryolu ve karayolları ağı bu iş için yetersizdi. Suriye ve Irak ile bağlantıyı sağlayan demiryolunun Toros ve Amanos dağlarındaki tünelleri bitmiş değildi. Birincisi savaşın sonunda, ikincisi 1917 yılında bitirilebilecekti. Anadolu'da Bağdat demiryolununun son istasyonu Pozantı idi. Buradan Gülek istasyonuna kadar at sırtında veya yaya olarak dağların aşılması gerekiyordu. Ardından İslahiye istasyonunda tekrar kesintiye uğruyor ve bu kez Amanos dağları aşılıyordu. Bu bitmeyen tüneller yüzünden aradaki mesafeyi insan, araç ve gereçlerin karayoluyla kimi zaman yürüyerek, kimi zaman da hayvan sırtında bir sonraki tren istasyonuna ulaşması gerekiyordu..." 

Sina çölünün doğu başlangıcında yer alan Birüsseba kasabasına kadar ulaştırdığımız tren hattımızın açılışı merasimi- 1914


"Bugün İsrail sınırları içinde kalan Birüsseba, Osmanlı ordusu için önemli bir lojistik noktasıydı. İstanbul'dan Filistin'e kadar üç kez aktarma yapılması mecburiyeti vardı. Suriye'den Kanala saldıracak bir kuvvetin en son demiryolu üssü Nablus'un kuzeyindeki Sille istasyonu idi. Sille, Kanala yaklaşık olarak 500 km. uzaktı. Bu 500 km.lik sahanın 200 km.lik kısmını Birüssebi'e kadar Filistin; 300 km.lik kısmını da Sina Çölü oluşturuyordu. Birüssebi'den sonra, yani çölde ulaşım aracı olarak sadece deve kullanılabilirdi. Çöl geçildikten sonra 161 km. uzunluğunda, 80-120 m. genişliğinde ve 10 m. derinliğinde Süveyş Kanalı geçilecekti..." 

FİLİSTİN CEPHESİ / İNTİKAL HALİNDEYKEN NABLUS YOLUNDA İNGİLİZ UÇAKLARI TARAFINDAN SALDIRIYA UĞRAYAN BİR TOPÇU BATARYAMIZDAN GERİYE KALANLAR - 1917


Halep'te eski Osmanlı topları / 1917 (Alman Genelkurmay Arşivi)

1900'lü yılların başında Tripoli'de (Trablusgarp / Libya) bulunan vilayet binamız


Recep Paşa, Osmanlı Devleti'nde Trablusgarp valiliği ve Harbiye Nazırlığı yapmış bir devlet adamıdır.

Recep Paşa (1904 - 1908) yılları arasında 4 yıl Trablusgarp valiliği yaptı. İttihat ve Terakki Partisi'nin baskısıyla Libya'dan İstanbul'a getirilerek 7 Ağustos 1908'de Harbiye Nazırı yapıldı. Bu görevde 4 Mart 1909 tarihine kadar kaldı. 

Libya / Fizan'da İtalyanlara karşı Türklerin yanında savaşa katılan Arap mücahitleri (1911/1912)

* * *



1901 Yılı Harp Akademisi mezunlarından bir grup. 

(Oturanlardan soldan ikincisi Mustafa Kemal). Kendilerini bekleyen cehennemin acaba ne kadar farkındaydılar? Bütün bir gençliklerini sürekli bir ölüm kalım mücadelesi içinde ve genç omuzlarında Türk evlatlarının ve vatanlarının mesuliyeti ile, kimi kez Balkanlarda, kimi kez Kafkaslarda, Fizan'da, Tih Sahrasında, Hicaz'da, Yemen'de, Çanakkale'de, Bağdat'ta, Basra'da...velhasıl çökmek üzere olan koca bir imparatorluğun ömrünü biraz olsun uzatabilmek için vatan topraklarının her karışında, o uzun savaş boyunca çırpınıp durdular...


* * *


9 0cak 1912 - Binbaşı Mustafa Kemal, sivil halkı İtalyanlara karşı örgütlemek üzere bir avuç arkadaşı ile gizlice geçtiği bugünkü Libya topraklarında bulunan Derne'de mahalli kıyafetler içinde bu resmi çektirmişti... Aradan 100 yıl geçmiş... Libya ve diğer Arap memleketlerinin durumu (ve de kendi durumumuz...) ortada!..

* * *



Trablusgarp Savaşı ve Millî Mücadelede kahraman bir Türk gibi mücadele eden Libya’nın ünlü Sunusî ailesinden Şeyh Ahmet Eş-Şerif Es-Sünusî (1873, el-Cegbub-10 Mart 1933, Mekke). Trablugarp cephesinde Mustafa Kemal ile omuz omuza çarpışan ve Kurtuluş Savaşımız esnasında Anadolu'ya gelerek milli mücadelemize destek veren Şeyh Sünusi, Atatürk'ü görmek üzere 1923'de yeniden Türkiye'ye gelmişti...

* * *



* * *

4. ORDU KOMUTANI CEMAL PAŞA / 3 Mayıs 1915 BİRİNCİ KANAL SEFERİ 

Kanal seferinin uygulanması için Ağustos 1914'ten itibaren hazırlıklara başlanmış, Eylül sonunda Alman yarbay Kress von Kressenstein'ın 8. Kolordu'ya Kurmay Başkanı olarak atanmasıyla hızlanmış, 4. Ordu Komutanı olarak atanan Cemal Paşa da Aralık başında Şam'a gelmişti.

Birinci Kanal Seferine Cemal Paşa bizzat komuta etmiş, daha sonraki süreçte ise Sina Çölü Kress'in komutanlığına bırakılmıştı...

"Çöl yürüyüş nizamı güzeldi; çölün kendisi de güzeldi: Ta uzaklara kadar uzanan ve güneşte, erimiş altın gibi pırıl pırıl parlayan bir kum deryası. Ufukta, güneşin ışıklarıyla türlü renklere boyanan, mor, eflatun, erguvan, pembe, kızıl... bir çok renklerle ışıldayan dağlar... ve hepsinin üstünde bulutsuz, koyu mavi gökyüzü! Tabiatın korkunç güzelliği Sina Çölü'nde görülür.

Tih Sahrası'nı belki biz güzel görüyorduk. Gezegenin en fena yerlerinden olan Tih Sahrası'nı güzel görmeye ruhça muhtaç olduğumuz için, kendi kendimize telkin yaparak, onu hayaller merceği arasından görmekteydik. Çölün korkunç ıssızlığını, biz, Kanaı'ın, Yusuf diyarının ve piramitlerin hayalleri ile süslüyorduk.

Sina Çölüı'nde böyle hayaller içinde Kanal'a doğru giderken çekim odağı Cemal Paşa idi. Osmanlı Devletiı'nin Bahriye Nazırı, Dördüncü Ordu Kumandanı, devletin mukadderatını idare eden üç büyüklerden biri olan Cemal Paşa! Ümitler ve hayaller onda şahıslanıyordu. Cemal Paşaı'nın hali, tavrı, edası ve kendisinden yayılan azim ve irade, bize inan ve güven vermekteydi. Göz alıcı ve şahane kırat... Ve onun, düşüncelere ve hayallere dalmış, başını biraz sağa eğmiş haşmetli süvarisi... İkisi bir bütün oluşturuyor ve Mısır yönündeki ufukta zarif bir silüet çiziyordu."

(A. Fuad ERDEN / I. Dünya davaşında Suriye Hatıraları)


* * *

3 CÜ BÖLÜMLE  DEVAM EDECEKTİR..

..