Muammer AKSOY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muammer AKSOY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2019 Çarşamba

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 12

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 12




44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde; 

1959 Malatya Hekimhan doğumlu olduğunu, Eğitim enstitüsünü bitirdiğini, 1980 öncesinde Türkiyedeki sağsol olaylarına katıldığını, sağda Milliyetçi kanatta yer aldığını, katılmadığı olaylarda kendisine isnat edilen suçlar olduğundan 12 eylül 1980’den sonra yurtdışına çıktığını, yurtdışına çıkarken aynı görüşü paylayan 
insanların yardımını gördüğünü, Harun Çelik adına düzenlenmiş bir sahte pasaportla ve yalnız olarak Türkiyeden ayrıldığını, giderken Tren yolculuğu yaptığını, Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya, İsviçre yoluyla Avusturyaya direk olarak vardığını, orada Abdullah Çatlı ile buluştuğunu, Çatlı’nın kendisinden 2-3 gün önce uçakla İngiltereye gittiğini, İngiltereye alınmadığı için oradan Avusturyaya geldiğini, Çatlının Hasan Kurdoğlu adına düzenlenmiş sahte pasaportla Türkiyeden ayrıldığını, Avusturyada oturma izni alabilmek için
Üniversitenin dil kursuna kayıt olduklarını, yurtdışındaki akraba ve tanıdıkların yardımıyla geçindiklerini, Papa olayı olduğu zaman Avusturyadan Fransaya geçtiklerini, Papa işinde bir rolü olmadığını, ancak basında isminin 
rolü varmış gibi geçtiğini, Fransaya geçtikleri tarihin 1982’nin son ayları olduğunu, Fransada Poitiers şehrinde ki Üniversiteye Çatlı ve Eşi ile birlikte kayıt yaptırdıklarını, Çatlı’nın eşinin uçakla Avusturya’ya oradan da İsviçreye ve Fransaya geldiğini, oraya varınca herşeyin Türk Milleti ve Devletinin aleyhinde olduğunu gördüklerini, kendilerinin orada Türkiye’nin turizm büyükelçisi gibi olduklarını, o sırada kendilerine “Türk Devletinin Milletinin aleyhinde çalışan mesela Asala gibi örgütlerle mücadele edermisiniz, nasıl ve ne takdiklerle mücadele edersiniz?" şeklinde teklifler geldiğini, bu teklifin devletimizin üst düzeydeki yetkililerinden geldiğini, ancak onların ismini söyleyemeyeceğini, bu teklifi alınca kendilerinin de, oralardaki devlet temsilcilerinin, diplomatların değil Türklükle, insanlıkla bağdaşmayacak şeyler yaptıklarını söyleyerek değiştirilmesi  ni istediklerini, kendilerine teklif getiren kişilerin "biz bunları değiştiremeyiz; bunlar bizim ülkemize mal olmuş kişiler; fakat, bizim devletimiz ve milletimiz sözkonusu, ortada olan bu" dediklerini, o zaman da kendilerinin Milliyetçi ve Vatanseverler olarak bu teklifi gönüllü olarak kabul ettiklerini, bu arada 
suçsuz olarak cezaevinde yatan arkadaşları ve bazı tanınmış politikacıların serbest bırakılmasını istediklerini ve olumlu cevap aldıklarını, bunun üzerine (12) kişilik bir liste verdiklerini, bu isimlerden birisinin Mehmet IRMAK olduğunu, Ancak bu 12 kişinin hiç birisinin bu işlerden yararlanmadığını, bu teklifin kendilerine 1981 yılında kendilerinin Fransada oldukları zaman yapıldığını, aslında bu tekliflerin o zaman Avrupadaki Türk federasyonundan tutun da herkese kadar yapıldığını, en sonunda kendilerine Çatlı ile birlikte teklif geldiğini, teklifi kabul ettikten sonra Fransada (18), Hollanda da (2), Kanadada, Amerikada, Yugoslavya da Beyrutta, Yunanistanda, akla gelen pekçok eylem yaptıklarını, bu eylemleri Oral çelik, Abdullah Çatlı ve diğer iki kişiden 
oluşan (4) kişilik grubun yaptığı ya da yaptırdığını, bu arkadaşlarından birisinin mahkemeye geçtiğini, gizli celse olduğunu, yaptıklarını orada anlatarak kendilerine, önceden söz verildiği gibi ceza indirimi uygulanmasını, yada kanuni takibattan muaf tutulmalarını istediğini, ancak taleplerinin kabul olmadığını, 10-12 sene mahkumiyet verildiğini duyduğunu, 4 arkadaşının da Türkiye'ye döndüğünü, onun cezasının zaman aşımına uğradığını, kendisine de yurt dışında yaptığı hizmetlerden dolayı kolaylık gösterilmediğini, yurda döner dönmez cezaevine konduğunu ve boş yere (4) ay hapis yattığını, yurt dışında olduğu yıllarda bir kere 1983 yılında yurda giriş-çıkış yaptığını, onun da istihbaratın kontrolü altında gerçekleştiğini, yurtdışında oldukları sırada istedikleri pasaportu, istedikleri yerden alabildiklerini, Türkiye konsolosunun da kendilerine pasaport 
verdiğini; çünkü, Türk Basını ve Türkiyedeki güya aydınların kendilerini ihbar etmeye başladıklarını, İsviçrede yakalanan bir adamın kendilerinin eylemleri ile ilgili bilgiler verdiğini, bu adamın Nevzat Bilican olduğunu, bu kişinin birgün İsviçre Polisine giderek yalan yere ben Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Mehmet Şener ile eroin işi yaptım dediğini, daha bir kaç isim daha söylediğini, kendilerinin Ermenileri öldürdüğünü söylediğini, İsviçrenin durumu Türkiye'ye bildirmesi üzerine Türkiye'den ilgili kimselerin kendilerine-ki o zaman Fransada Çatlı ile bir 
evde oturduklarını bildirdiğini, kendilerinin de oradan kaçtıklarını, bunun üzerine Türkiye-İsviçre arasında problem çıktığını, bu olayın 1984 yılında cerayan ettiğini. Bunun üzerine Türkiyeden bir Devlet Bakanının İsviçreye gelerek ortamı yatıştırdığını, Mesut Yılmaz'ın da o sırada bakan olduğunu, daha sonraları da 
İsviçrenin kendilerine (Oral Çelik, Çatlı ve arkadaşları) ambargo koyduğunu, Mesut Yılmaz'ın da Dışişleri Bakanı olarak kendileri için İsviçre nezdinde teşebbüsleri olduğunu, duyumlarına göre Mesut Yılmaz'ın Çatlı ile temasa geçerek bir kulube olan kumar borcunu sildirdiğini, Çatlı'nın 1991 yılında İsviçreden hapisten kaçınca Türkiyeye döndüğünü, Çatlının bu mahkumiyetinin Nevzat Bilican iftirası ile olduğunu, aynı davada kendisi ve Mehmet Şener'in de yargılandığını ve beraat ettiklerini, çünkü Nevzat Bilican'ın daha sonra İsviçre 
Makamlarına giderek "ben yalan söyledim, ben PKK'yım, bunlar Milliyetçi bana öyle ifade vermem söylendi bende öyle söylemiştim. Ben Oral Çelik ve Çatlı'yı tanımıyorum bile" dediğini. Fransadaki mahkumiyetlerinin de aynı şekilde Fransız İstihbaratının yaptıkları faaliyetleri anlaması üzerine hazırladığı düzmece bir senaryo ile olduğunu, kendilerinin katiyen eroin ile uğraşmadığını, eğer uğraşsalardı 100 gr değil 10 ton eroin yükleyip satardık. Çatlı'nın İsviçrede ceza evinden kaçmasının da çok normal bir şey olduğunu, çünkü orada hüküm 
verildikten sonra mahkumların başka bir şehir ve cezaevine nakledildiğini ve orada Türkiyedeki yarı açık cezaevi şartlarının olduğunu, yani kolayca kaçılabildiğini, İsviçre cezaevlerindeki yabancıların % 75'inin kaçtığını, buna İsviçrenin belkide bilerek göz yumduğunu, böylece yabancılardan kurtulduğunu, kendileriyle ilgilenenlerden birisinin METE kod isimli üst düzey MİT yetkilisi olduğunu ancak ismini vermeyeceğini, M.Ali Ağca ile fazla bir ilgisi olmadığını, Ağca'ya Türkiyede hapisten kaçınca yardım ettiğini, Avrupaya yeni geldiği 
zamanda biraz yardım ettiğini, onun dışında irtibatı olmadığını, son zamanlarda Çatlı ile ilgili basında yer alan iddiaları Çatlı ile bağdaştıramadığını, Çatlı'nın iyi, temiz, saf, politikadan anlamayan, sözünü söyleyen birisi olduğunu, böyle tiplerin de pek sevilmediğini, Çatlı'dan duyduğuna göre Mesut Yılmaz'ın kumar borcunu sildirme işi için Çatlı ile Yılmaz Belçika'da yüzyüze görüşmüşler. 
Aynı yıl Çatlı'nın, 85 yılına 2,5 ay kala yani 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 11. ayından 93'ün 11. ayına kadar 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 
11. ayından 93'ün 11. ayına kadar hapis yattığını ayrıca (30) ayda Fransada görülmemiş sürgün cezası verildiğini, o sırada Çatlı'nın da İsviçre cezaevinde olduğunu, Meral Çatlı'nın kendisini cezaevinde ziyaret ettiğini, 1986 yılında Fransa Belçika sınırında Fransız polisinin düzmece iddiaları ile tutuklandığında Bedri Ateş kimliğini kullandığını, çünkü; eğer kendi ismini verseydi yaptıkları eylemlerinin ortaya çıkacağını, belkide Türkiye'ye zararı olabileceğini, o yüzden başka bir isim kullandığını, kendisini savunan avukatlarının MHP'li olmasının normal olduğunu, çünkü 80 öncesinden tanıdığı arkadaşları olduğunu, Özer Çiller ve Mehmet Ağar ile hiç bir yerde ve hiçbir şekilde görüşmediğini, yurtdışında bulundukları sırada liderin Çatlı olduğunu, şimdi Çatlı öldüğü için kendisinin lider sayılabileceğini, çünkü yurtdışında Çatlı ile aynı evi paylaşıp, aynı bardaktan su içtiğini, yurtdışında eylemler yaparken devletten sadece 10 bin dolar para aldıklarını, Çatlı yurda döndükten sonraki zamanlarda kendisinin Fransa, İtalya ve İçviçrede aynı suçtan cezaevinde olduğunu, Çatlı ile mektuplaştıklarını, kendisi yurda dönünce Çatlı'nın kendisini ziyaret etmediğini, haber gönderdiğini, Bedri Ateş kimliği ile yakalandığında PKK'lıyım, PKK'ya hizmet ediyorum dediğini, çünkü kart alabilmek için ne yaparsan yap Türkiye aleyhine bir şey yapmak 
gerektiğini, Çatlı'nın 1991 yılındaki ANAP kongresinde önce Yıldırım Akbulut'u sonra Mesut Yılmaz'ı desteklediğini, Yaşar Okuyan ve Agah Oktay'ın Çatlı'yı iyi tanıdıklarını, seçim zamanı biz kahramanız, ASALA'yı yok ettik, yok bilmem Fransızları şöyle yaptık dediklerini, şimdi ise Çatlı'yı kötülediklerini, 
kendilerinin mücadele ettikleri ASALA'nın belki 500 militanının olduğunu, fakat bütün ülkelerin istihbarat birimlerinin bunlara yardımcı olduğunu, ASALA kendi içinde anlaşmazlığa düştüğü için dağıldı diyenlerin yalan söylediğini, eğer böyle şeyler kendiliğinden oluyorsa bu memlekete zararlı olan örgütlerin olduğunu ve 
onların niye kendi kendine dağılmadığının sorulması gerektiğini, yurtdışında hizmet yürütürken kendilerine MİT'in üst düzeyde yetkililerinin yardım ettiğini ve yönlendirdiğini, Çatlı'nın Muhsin Yazıcıoğlu ile telefon görüşmeleri yaptığını, Türkeş'le Çatlı'nın arasının hoş olmadığını, çünkü Çatlı’nın Türkeş hakkında MİT'e bir rapor yazdığını ve Türkeş'in bundan haberi olduğunu, Çatlı'nın Türkiyedeki ticari faaliyetlerinden haberdar olmadığını, Mehmet Özbay ismini kullandığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağı tanımadığını, Haluk Kırcı'yı çok önceden tanıdığını, son yıllarda görmediğini belirtmiştir.(Ek:217) 

47-MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde; 

Aslen Muş’lu, Kürt kökenli, 1961 doğumlu, doktor, genel cerrah oluduğunu, Eşinin Muş Eski Milletvekili Mehmet Emin SEVER’in yeğeni ve doktor olduğu, 1995 yılına kadar Ankara Numune hastanesinde çalıştığını, 6 kardeş olduklarını, kardeşlerinden birinin başkomiser, birinin astsubay, birinin emekli polis, birinin de emekli işçi olduğu, 1994 yılında bir araba parkı meselesi yüzünden Bucak ailesinden Sedat BUCAK’ın yeğeni uyuşturucu, alkol bağımlısı Sultan Memduh BUCAK tarafından vurulduğunu, (kardeşinin de O’nu öldürdüğünü), bu tarihe kadar Bucak ailesini hiç tanımadığını, bundan sonra aralarında kan davası başladığını, vurulan insan olmasına rağmen Ankara’da gözaltına alındığını ve sorgulandığını, bu sorgulamada Ankara Asayiş Müdür Yard. Ali İhsan 
SARIKAVAK’ın kendisine “Biz Bucakların dostuyuz. Seni ve ailenden herkesi öldüreceğiz” dediğini, (Bu kişinin daha sonra abisi ve yeğenini öldürenlerle birlikte oturup kalktığını,) Sedat BUCAK’ın Mehmet AĞAR ile ortaklığı, karanlık işlere eraber girip çıkmaları yüzünden kendisine bağlı polisleri kendi üzerlerine saldırttığını, kendilerine saldıranların daima polisler olduğunu, 

Bir oaydan dolayı Bilkent Üniversitesinde okuyan yeğeninin tutuklandığını, işkence gördüğünü ve o zaman Adalet Bakanı olan Mehmet AĞAR’ın emri ile özellikle Eskişehir Hapishanesine gönderildiğini, yeğeni yem olarak kullanılarak O’na elbise, çamaşır, para vs. götüren ağabeyi ve diğer yeğeninin orada Savcıdan izin alma bahanesi ile bekletildiğini, bu sırada ziyaret günü olmamasına rağmen oraya gelen Ülkücü Mafyasından bazı kimselerin güya ziyaret amacı ile oraya gelerek ağabeyi ve yeğenini teşhis ederek dönüş yolunda pusu  kurduklarını ve (13 Mart 1996 günü) ağabeyi ve yeğenini öldürdüklerini, onlara ateş edenlerin polisler olduğunu, bu olayın maddi delillerinin araştırılmadığını, örneğin Orada bulunan Mercedesin içinde vurulan insanların saç kılları, parmak izleri, tükürük ve kanlarının olduğunu, yıllar geçse de DNA testi ile bunların kime ait olduğunun tesbitinin mümkün olduğunu, ayrıca Fatih BUCAK adına kayıtlı bir cep telefonu bulunduğunu,bu telefondan kimlerle görüşüldüğünün tesbit edilebildiğini, Daha sonra bu öldürme olayının çiğ köfte partisi 
ile kutlandığını, bu partiye; Mehmet AĞAR’ın, Yalım EREZ’in, Sedat BUCAK’ın ve Necmeddin Dedenin katıldığını, ancak bu davanın kapatıldığını, 

Sedat DEMİR ve Deniz GÖKÇETİN’in kendi taraftarları olmadığını, bu kişilerin yine Mehmet AĞAR’ın adamları olduğunu, ağabeyini pusuya düşürtüp öldürmek için bu insanların kullanıldığını, bu müdürlerle beraber olan Başkomiser Halim APAYDIN’ın ağabeyine arabasının vererek Eskişehir’e gönderdiğini, ancak ne 
zaman gideceğini (katillere) haber vererek karşılığında çek aldığını, eylemin sonucunda ağabeyinin öldüğünü, Kendisinin 11 Haziran 199’da Adana’da bulunan ağabeyini ziyaretten dönerken Pozantı’da vurulduğunu, kendisini vuran insanların İstanbul Polisi olduğunu, güya operasyon yaptıklarını, bundan Adana polisinin haberi olmadığını, bu kişilerin İstanbul dışında operasyon yapmak için görev belgelerinin olmadığını, oraya gelmek için bir gerekçelerinin de olmadığını, kendisi orada ölseydi olayın faili mechul olacağını, trafik polislerinin, kamyoncu  ların, vatandaşların gelerek kendisini kurtardığını, bunun üzerine işi resmileştirdiklerini, kendisini vurmalarına bir bahane bulmak için kendisini ÇETE olmarak suçladıklarını, kendi arabasında silah olduğunu iddia ettiklerini, bunun kesinlikle yalan olduğunu, Orada ( POZANTI’da) yakalandıkları , Adana’da hastanede yaralı iken Adana Terörle Mücadele ekipleri tarafından ifadesi alındığı halde İstanbul’da yakalanmış gibi tutanak tutulduğunu, Pozantı’da hiçbir işlem yapılmadığını, olayın Pozantı Savcısından gizlendiğini, daha sonra 
İstanbul’a götürüldüğünü, burada hiçbir ifade vermediğini, hiçbir şeye de imza atmadığını, ancak kendi ifadesi olarak sahte bir ifadenin düzenlendiğini, mahkemeye aleyhine delil olarak sunulan tek şeyin bu ifade olduğunu, 
kendisinin bir şey itiraf edecekse bunu Adana’da itiraf edeceğini, oysa Adana’da verdiği ifadede “Hiç bir şey yapmadım” dediğini, o ifadenin kesinlikle kendi ifade olmadığını, 

Ayrıca kardeşlerine de çeşitli uydurma şeyler imzalatıldığını, kardeşinin tutuklama kararı olduğu halde, kardeşinin savcının, hakimin karşısına çıkarılmadığını, 4 yıl gezdirildiğini, işkenceden geçirildiğini, bunun arkasında da Mehmet AĞAR’ın olduğunu, 

Kendisi tutuklandığı zaman, memur olduğu için memur koğuşuna konulması gerekirken, Adalet Bakanı Mehmet AĞAR’ın imzasıyla Kütahya Cezaevine gönderildiğini, çünkü burada abisini öldürmekten zanlı insanların bulunduğunu, 50 kadar Urfa’lı bulunduğunu, Sedat BUCAK’la yakın ilişkisi olan Müslüm BAKAN 
adında birinin kardeşinin olduğunu, bu cezaevine konulursa kendisinin muhakkak öldürüleceğini, bunu da M.AĞAR’ın kendisini öldürsünler diye Adalet Bakanı olarak yetkisini kullanarak bilerek yaptığını, orada vicdan sahibi bir savcının durumu farkederek kendisini koymadığını, buradan sevkinin itirafçıların bulunduğu Kırklareli cezaevine çıktığını, 

Eminönü Belediye Başkanı Ahmet ÇETİNSAYA’nın yeğeninin öldürülmesi olayı ile hiç bir ilgisinin olmadığını, orada beraber yargılandıkları insanların sonradan kendilerine polis tarafından aldatıldıklarını söylediklerini belirtmiştir.(Ek:220) 

48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 

1966 Urfa-Siverek doğumlu, ilkokul mezunu, Aşiret içinde resmi korucu, Sedat BUCAK’ın da yakın akrabası ve özel koruması olduğunu, 4 yıldır beraber olduklarını, Susurluk kazası olduğunda Sedat BUCAK’ı arkadan takip ettiklerini, kazadan 4-5 dakika sonra olay mahalline vardıklarında, arabanın kamyonun altında olduğunu, halatla vatandaşın yardımı ile 15 dakikalık bir uğraştan 
sonra arabayı kamyonun altından çıkardıklarını, Sedat Beyi ve cesetleri de ancak ondan sonra çıkarabildiklerini, hatta Sedat Beyin öldüğünü sandığını, asfaltın üzerine uzattığını, Sedat Beyin burada konuşmasına imkân olmadığını, “Silahımı verin, tabancamı verin” sözünü hastanede söylediğini, ARENA’da yayınlanan resimde ise arabanın kamyonun altında olduğunu, demekki birilerinin kendilerinden önce olay yerine vararak resimleri çektiklerini, silahları da arabanın arka koltuğuna onların koymuş olabileceğini, (bunlar üzerindeki parmak izlerinin rahatlıkla kontrol edilebileceğini ve kime ait olduğunun 
anlaşılabileceğini) çünkü arabayı kendisinin hazırladığını, arka koltukta silah görmediğini, yalnız arabanın arkasından milletvekillerine verilen Sedat BUCAK’a ait çantanın düştüğünü, bu çantayı aldığını, Balıkesiregiderken ve İstanbul’da havaalanında da bu çantanın elinde olduğunu, bunun resimlerde de göründüğünü, bu çantada Sedat Beyin kimliği ile 230 milyon liranın bulunduğunu, zaten bu parayı çantaya beyaz bir poşet içinde kendisinin koyduğunu, çantadan başka bir şey almadığını, Sedat BUCAK’ın M-16 ve MP-5 marka ve başka hertürlü silahının olduğunu, bunların devletin verdiğini, 
arabada bu silahların mermilerinin de olduğunun söylendiğini, peki mermileri varsa, susturucu varsa da silahların nerede olduğunu, Eğer Sedat BUCAK’a ait silah olduğunu bilseydi rahatlıkla kendisine ait olduğunu söyliyeceğini, 4 yıl yatıp çıkacağını, ancak kesinlikle böyle bir şey olmadığını, kendisinin silah, susturucu falan görmediğini, Mehmet ÖZBAY’ı 1,5 yıldır Sedat BUCAK’ın yanına gelip gittiği için tanıdığını, ancak Abdullah ÇATLI olarak bilmediğini, esasen Abdullah ÇATLI’nın kim olduğunu da bilmediğini, bu kişinin Siverek’e, Ankara’ya 
Sedat Beyin yanına geldiğini, İstanbul’da da görüştüklerini, kendisinin bol içki kullandığını, ancak kokain falan kullanmadığını, daha doğrusu bilmediğini, 
Hüseyin KOCADAĞ’ın cebinden okunmuş toprak çıktığını, bunun toz esrar olarak kamuoyuna sunulduğunu, Sami HOŞTAN’ı tanıdığını, Kazadan önce İstanbul’da görüştüklerini ve yurt dışına Galatasaray’ın maçına gittiğini, kendilerini takip etmesinin mümkün olmadığını, ancak telefonla görüştüklerini , Kendilerini kimsenin takip ettiklerinden şüphelenmediklerini, ancak İzmirde Otelde kendisine “Gani Dikkatli olun” dediğini, oradan Kuşadasına geçtiklerini, genelde yolda her arabadan şüphelendiklerini, Ali ÇÖRÜ’yü de tanıdığını, maça gelirken görüştüklerini, ancak Ankara’ya Sedat Beyin yanına gelmediğini, Gonca US’u Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, Ahmet BAYDAR’ı tanımadığını, 
Sedat BUCAK’ın Susurluk Kazasında beraber olduğu kişilerle daha önce hep birlikte beraber olduklarını görmediğini belirtmiştir.(Ek:221) 

49- MUSTAFA  ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde; 

1960 Yozgat doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’de Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında 
Şanlıurfa’ya gittiğini, 1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28 Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını, 

Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini, İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu, Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini, arkadaşlarının da hissetmediklerini, 

Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın yanında Enver’in kaldığını,

Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede, yolda gördüğünü, 

Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu, 

Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna inanmadığını, 

Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü, Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını, bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili mechul olaylarda ölenlerin bu 
operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini, 

İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini, 1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha sonra İnsan Hakları 
Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir. (Ek:222) 


13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 11

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 11





38- Bilgi ÜNAL İstanbul Eski Emniyet Müdür Yardımcısı 7.01.1997 tarihli ifadesinde: 


”1952 Balıkesir Manyas doğumlu olduğunu, Ömer Lütfü Topal, cinayetinde olay yerinde 2 tane kaleşnikof tüfek bırakılmış olduğunu ve bu tüfeklere ait boş kovanlar ile İstinye tarafından çalıntı olduğu anlaşılan bir arabada ameliyat eldivenleri bulunduğunu, teknik büronun yaptığı çalışma sonucu tüfeklerin bir tanesinin Şarjörü üzerinde “Taramaya müsait değil, ancak mukayese müsait yarım bir parmak izi bulunduğu” şeklinde tesbit yapıldığı, bu olayı Bodrum Torba’da Regata Oteli ortaklarının öldürülmesi olayının bir misillemesi olarak 
değerlendirildiğini, Ömer Lütfü Topal’ın Regata Oteline ortak olduğunu, bu otelin ortaklarından birisinin Ömer Lütfü Topal tarafından öldürüldüğü şeklinde kamuoyunda konuşmalar olduğunu, hatta konu ile ilgili olarak Muğladan bir ekibin gelerek İstanbulda 15 gün çalıştıklarını, Cinayet bürosuna gelen bir ihbarda özel harekatçı memurların isimlerinin verildiğini ve bunun değerlendirilmesi lazım geldiği yolunda oluşturulan ekipte bir kanaat uyandığını, bu durumu İl Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğluna da aktardığını, ve olumlu görüşünü aldıklarını, bunun üzerine bir memurun İstanbuldan birisinin de İzmir’den alındığını, üçüncüsü olan Ayhan’ın da arkadaşlarını sormak için Şubeye geldiğinde alındığını, Ömer Lütfü Topal Cinayetini araştırmakla görevli bir grup 
oluşturduklarını, Asayiş Şubesi Müdür Yardımcısı, Cinayet Büro Amiri ve Cinayet Büro Amir Yardımcısından bu grubun oluştuğunu,

Grubun yaptığı çalışmada alınan özel harekatçı memurlardan kesinlikle bu olaya yanaşmadıklarını, bu cinayetle ilgilerinin olmadığını,olay gecesi bir memurun İstanbulda C bölgesi diye bilinen Kadıköy Bölgesinde görevli olduğu, bir tanesinin Bakırköyde arkadaşlarıyla yemekte olduğu, diğer birinin de İzmir’de olduğunu, Alınan polis memurlarının ve eldeki diğer sivil kişilerin Ankara’dan gelecek ekibe teslim edilmesi için İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğluna talimat verdiğini, bunu Kemal Beyin 
kendisine aktardığını, Ankara da Özel Harekat dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin in İstanbul’a gelerek Çamlıca turnikelerinde memurları ve sivilleri teslim alarak götürdüğünü, teslim işleminde tutanak düzenlendiğini, Memurların teslim saati itibariyle 29 saat gözaltında kaldıkları, bu sürenin uzamış olmasının, Sayın İçişleri Bakanının talimatı üzerine Ankara’dan gelecek ekibin beklenmesinden kaynaklandığını, yoksa yasal süre içerisinde ilgililerin salıverilmiş olacaklarını, alınan şahısların sorgulanmadıklarını, isnat edilen suçla ilgili olarak kendilerine bilgi verildiği ve kağıda yazmalarının istenildiği, bunun bir uygulama olduğunu ve bu şahısların olayla ilgili olmadıklarına dair el yazılarının olduğunu, bunun ifade niteliğini taşımadığı, kendisinin bu kişilerle yapılan mülakatta bulunmadığını, 
Ömer Lütfü Topal’ın olay günü akşamı casinodan evine giderken müdiresi ile ortağı Ali Fevzi Bir tarafından yolcu edildiğini, olay günü diğer ortağı Sami Hoştan’ın il dışında olduğunu, Emniyetle ilgili ünitelerde hiçbir zaman video 
ile kayıt yapmadıklarını, böyle bir tesbit yapmalarının sözkonusu olmadığını, alınan polis memurları ile yapılan mülakata yabancı kişilerin girmediğini, Memurların, mülakatta bulunan bütün görevlileri tanımalarının mümkün olmadığını, İstanbul Emniyetinde bile qekçok memurun İl Emniyet Müdürü olarak şahsen kendisini bile tanımadıklarını, ancak ismen tanıyabileceklerini, Ömer Lütfü Topal Cinayeti soruşturması ile ilgili olarak kendilerine herhangibir telkin yada esgeçin şeklinde bir zorlama yapılmadığını, 

Alınan 3 polis memuru ile ilgili olarak kendilerine resmi yada gayriresmi şahıslardan kimsenin muhatap olmadığını, ve bu konuda bir haber 
de duymadığını, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile ilgili olarak yönlendirilmelerinin sözkonusu olmadığını, böyle bir şey hissetmediğini, Abdullah Çatlıyı tanımadığını, ancak isim olarak tanıdığını, Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu bilmediğini, Susurluk kazasından sonra öğrendiğini, Ömer Lütfü Topal cinayetinde kullanılan silahlardan birisinde Abdullah Çatlının Şahin ekli ismi ile 1992 yılında yurtdışına çıkışta sahte isim ve pasaportla yakalanmasında alınan parmak izi ile benzerlik gösterdiğini ve bunun da ilgili memurların kendi işlerinde dikkatli davranmış olduklarının bir sonucu olduğunu, Asayiş Şubesinin bu konuda yaptığı çalışmalarla MİT ile direkt bir ilişkisinin olmadığını eldeki mevcut 
bilgilere göre Ömer Lütfü Topal cinayetinin aydınlatılmasının mümkünolmadığını, Tevfik Ağansoy’un öldürülmeden önce de iki kez öldürmeye teşebbüs olduğunu, olayın 2 sanığını aldıklarını, olaya fiilen karışan 6 kişi olduğunu ve diğerlerinin de isimlerini belirlediklerini, ölenlerden birisinin cinayeti işlemeyegelen şahıslardan birisi olduğunu, Arnavut Sami olarak bilinen Sami Hoştan’ın Almanyada esrarla yakalanmak ve kumar oynatmak suçlarından hakkında fiş düzenlenmiş olamsına rağmen, kendisine silah ruhsatı verilmesi ile ilgili olarak bir bilgisinin 
olmadığını ve bu kounda bir yorum yapamayacağını, Haluk Kırcı hakkında bir bilgisinin olmadığını, basında yansıdığı kadarıyla bildiğini,

Topal cinayeti gibi profesyonelce işlenen cinayetlerde, suçta kullanılan tabanca, tüfek neyse, özellikle hadise yerinde bırakıldığını, çünkü bırakılmadığı takdirde başka bir hadisede kullanıldığı zaman yakalanma ihtimali olacağından o hadisenin de akabinde çözülmesini getireceğini bu nedenle silahların bırakılmış olabileceği, kanaatinde olduğunu, Özel tim mensuplarından Oğuz’un Hüseyin Kocadağ’ın korumalığını yaptığı konusunda bir bilgisi olmadığını, Ömer Lütfü Topal’ın daha önceleri uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı şeklinde duyumu olduğunu, bugün için uyuşturucu kaçakçılığından çok daha fazla paranın mevcut gazinolarından kazandığını, Ömer Lütfü Topal’ın gazinocular alemi içerisinde sevilmeyen bir kişi olduğunu, bu kadar çok düşmanı olan bir kişinin olay günü 
silahsiz ve tekbaşına olmasının dikkat çekici olduğunu, Alınan 3 özel tim görevlisi ile Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in ilişkileri hakkında bilgisi olmadığını, Sami 
Hoştan’ı hiç tanımadığını ve görmediğini, Ali Fevci Bir’i de tebligat için Ömer Lütfü Topal’ın oğluyla birlikte geldiklerinde bir defa gördüğünü, Ayhan Akça’yı tanımadığını ve İbrahim Şahin’in özel koruması olup olmadığını bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:211) 

39- Habip ASLANTÜRK 28.01.1997 tarihli ifadesinde; 

“1971 İstanbul doğumlu olduğunu ve İlkokul mezunu olduğunu, Abdullah Çatlı’nın Sultan Tekstil firmasının muhasebe işlerinde çalıştığını, Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay olarak bildiğini, Sultan Tekstil’e 1994 yılı Ağustos ayında girdiğini, Şubat ayına kadar burada çalıştığını ve daha sonra BAYSA Şirketinde çalışmak üzere kendisinin Botaş’a gidip-gelmekle görevlendirildiğini, kendisi ile birlikte Turgay Maraşlının da bulunduğunu, Mehmet Özbay’ın şoförlüğünü de yaptığını, ancak devamlı şahsi şoförü olmadığını, şimdi Baysa’da çalıştığını, 
Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı)’ın Batı Trakyada Türk asıllı milletvekili Sadık Ahmet ile samimi olduğunu, ayrıca Sedat Bucak ile de Çatlı’nın gelip-gittiklerini, Mehmet Özbay ile 3-4 defa Ankara’ya geldiklerini, yüksek inşaata ve Sedat Bucak’a bir defasında uğradıklarını, Mehmet Özbay’a çevresindekilerin Büyük Reis diye hitap ettiklerini, Haluk Kırcı’nın da Çatlı ile birlikte olduğunu, Sultan Tekstilde Haluk Kırcı’nın ithalat-ihracat müdürlüğü yaptığını, Mehmet Özbay’ın Botaştan aldığı işte Ahmet Baydar ile ortak olduğunu, Mehmet Hadi Özcan’ı da Botaş’ta bir kez gördüğünü, Haluk Kırcı’nın da 2 kez Botaş’a geldiğini gördüğünü, Korkut Eken’i Botaş’ta hiç görmediğini, Botaşta çalıştığını sonradan gazetelerden öğrendiğini, Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı)’ın İstanbul Floryada evi olduğunu, kendisinin BMW otomobile bindiğini, Hanımının Honda kızının da suzuki otomobili olduğunu, şirketleri bulunduğunu bu genç yaşta bu serveti nasıl elde ettiğini zaman zaman kendi aralarında arkadaşları ile düşünüp konuştuklarının vaki olduğunu, Mehmet Özbay’ın saza, söze, eğlenceye düşkünlüğünün olduğunu, İstanbul Yeşilköyde Balıkçı Hasan’a Orfoz  restaurant’a, Etilerdeki barlara ve benzeri yerlere gittiklerini, Mehmet Özbay’ın zaman zaman yurtdışına gittiğini, Mehmet Özbay’ın iki tane telefonu olduğunu ve 5-6 tane de kartı olduğunu, kendi üzerine Mehmet Özbay’ın 2 kart aldırdığını, ayrıca şoför Çetin Babayiğit adına aldırmış olduğu iki tane de telefonun olduğunu, bu telefonları da kendi üzerine devraldığını, ancak telefonlardan birisinin devamlı Mehmet Özbay tarafından kullanıldığını, kendisinde olan telefonun da Mehmet Özbay ile irtibat sağlamak için bulunduğunu, Mehmet 
Özbayın şirketlerinden Sultan Tekstil’in durumunun iyi olduğunu, Ticaret Odasınca verilmiş olan başarı belgesinin olduğunu, hatta bir ara kredi almak istediklerini ancak ithalat-ihracat koşullarına uymadığı için alamadıklarını, Haluk Kırcı’nın Sultan Tekstilde çalıştığı zaman başka bir isim kullanmadığını ve herkesin onu Haluk Kırcı olarak bildiğini, Abdullah Çatlı ile Gonca Us’un birlikte yaşadıklarını,Abdullah Çatlı ile Sami Hoştan’ı bir kez birlikte gördüğünü hatırladığını, ancak Sami Hoştan’ın Abdullah Çatlı’yı telefonla arayıp aramadığını bilmediğini, onu sekretere sormak gerektiğini, Abdullah Çatlı ile Ömer Lütfi Topal’ı birlikte hiç görmediğini ve bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:212) 

40- Abdullah ÇETİN 28.01.1997 tarihli ifadesinde; 

“1962 Tokat doğumlu olduğunu, 1983 yılı Mart ayında Abdullah Çatlı ile Almanya’da tanıştığını, kendisinin paralı asker (lejyoner) olduğunu, Nijerya, Fas, Etiyopya, Çat gibi ülkelerde paralı askerlik yaptığını, Fransız ordusu emrinde de çalıştığını ve oraya kendisini Abdullah Çatlı’nın gönderdiğini, Çatlı ile tanışmasının tesadüf olduğunu, Çatlı’nın çevresindekilerin Çatlı’ya reis diye hitap ettiklerini, Almanyada Düseldorf, Köln, Özerlon şehirlerinde bazı kahvehaneler olduğunu ve buralara kurye olarak evrak götürüp-getirdiğini ve Çatlı’nın bu 
suretle güvenini kazandığını, Abdullah Çatlı’yı enson 1991 yılında Ankara’da Mülkiyeliler Birliğinin arkasında bulunan Karadeniz Kahvesinde gördüğünü, 1991 den 1993 yılına kadar Güneydoğu Anadoluda çalıştığını, Cem Ersever’in komutasındaki birliklere destek sağlamakla görevli olduklarını ve 15’er kişilik gruplar halinde görev yaptıklarını, dağdaki görevlerinin istihbarat çalışması yapmak olduğunu, doğrudan JİTEM ile bağlarının olmadığını kendilerine yöredeki köy halkından bilgi toplamak bilgi toplamak görevinin verildiğini, Ahmet Cem 
Ersever’i bir kez gördüğünü, Güneydoğudaki bu göreve kendisini Çatlı’nın, gönderdiğini, 1992 yılının Mayıs ayında Azerbaycan’a gittiğini ve Gence’deki kampta kaldığını C-4 plastik patlayıcı konusunda eğitildiklerini ve C-4’ün kendisinin uzmanlık alanı olduğunu, Azerbaycan’daki eğitimleri sırasında C4 plastik patlayıcıların Hors Greenmayer adlı şahıstan temin edildiğini, bu şahsın Azerbaycan da etkisinin çok olduğunu, Uğur Mumcu suikastını gerçekleştiren lerinde Azerbaycan’daki kampta eğitildiklerini, ancak bu şahısları ismen 
tanıyamıyacağını, bunlardan birisinin Cefi Kamhi’ye suikast düzenleyenlerden birisi olduğunu ve bu kişiyi teşhis edebildiğini, Bunun 1,78 boyunda, esmer, dalgalı saçlı, sakallı bir insan olduğunu, ancak ismini bilemiyeceğini, Azerbaycandaki kampa eğitim amacıyla gelenlerin isim vermediklerini, 
Azerbaycan da ayrıca kenevir tarlalarının korunmasında da görev aldığını, 
27 Eylül 1995 te Manukyan olayında da C4 plastik patlayıcının kullanıldığını, bildiğini, Abdullah Çatlı’nın kendilerini kullandığını, Çatlı ile yurtdışı operasyonlarda bulunmadığını, Haluk Kırcı’yı tanımadığını, Uğur Mumcu’nun evinin bulunduğu mahalle ile ilgili olarak istihbarat çalışmasının kendisi tarafından yapıldığını ancak eylemi kendisinin yapmadığını, ancak eylemi yapanların eğitim verdikleri şahıslardan olduğunu, araç altında eğitim verilen 3 kişi olduğunu ve bunlardan birisinin Jefi Kamhiye suikast düzenliyenlerden birisi olduğunu teşhis ettiğini, Güneydoğudan geçen uyuşturucunun büyük çoğunluğunun Azerbaycan’dan geldiğini, çünkü buralarda dönümlerce kenevir tarlalarının olduğunu,” belirtmiştir. (Ek:213) 

41- ARZU YAMAN 22.01.1997 tarihli ifadesinde özetle; 

21 Ocak 1968 Kuşadası doğumlu olduğunu, Susurlukta meydana gelen kazada ölen Gonca Us’un üvey kardeşi olduğunu, bu nedenle bilgisine başvurulduğunu, 
Kazada ölen Abdullah Çatlı’yı halen resmen evlenmek üzere olduğu ve dört yıldır birlikte yaşadığı erkek arkadaşı Ahmet Baydar vasıtasıyla 3,5 sene evvel ve Mehmet Özbay olarak tanıdığını, bundan 1-2 ay sonra Mehmet Özbay ile kız kardeşi Gonca Us’un tanıştıklarını, birlikte dörtlü olarak yemeğe çıktıklarını, 
gezdiklerini, Abdullah Çatlı olduğunu bilmediklerini, bir süre sonra kardeşinin Can Apa ile evlendiğini ve Mehmet Özbay’dan ayrıldığını, evliliği bozulunca tekrar Mehmet Özbay ile birlikte olduğunu kendilerine duyurmadığını, gizli tuttuğunu, Arkadaşı Ahmet Baydar’ın Mehmet Özbay ile sadece arkadaş olduğunu, ortaklıklarını kendisinin bilmediğini, kendisinin Mehmet’i medyada tanıtılandan çok farklı bir şekilde tanıdığını iyi bir dost, arkadaş olarak tanıyıp 
sevdiğini, çok para harcamadığını. Mehmet’i Sultan tekstilin sahibi olarak tanıdığını, Meral Hanımla evliolduğunu bildiğini, kardeşini son gün evden kimin aldığını bilmediğini, annesinin de bilmediğini çünkü annesinin iki gün için Çeşmeye gittiğini ve kardeşinin evde yalnız olduğunu belirtmiştir.(Ek:214) 

42- ABDULLAH KEDEROĞLU 23.01.1997 tarihli ifadesinde; 

1951 Nevşehir doğumlu olduğunu, jeofizik mühendisi olmasına karşın, 3 ay MTA’da stajyerlik dışında, 1977 yılından beri İstanbulda ticaretle uğraştığını, İstanbula 1969 yılında öğrenci olarak geldiğini, öğrencilik yıllarında çeşitli derneklerde görev aldığını, halen İstanbulda bulunan Nevşehirle ilgili derneğin 2. başkanı, Nevşehir Spor’un yönetim kurulu üyesi, Kadıköy Diyanet Vakfının yönetim kurulu üyesi ve Taksim Camii yaptırma Vakfının üyesi olduğunu, Siyasi parti olarak önceleri MHP’de, 12 Eylülden sonra uzun süre ANAP’ta aktif görev aldığını, şimdi ise DYP İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyesi olduğunu, Son olaylarda ismi geçenlerden iki kişiyi: Abdullah Çatlı ve İbrahim Şahin’i yakından tanıdığını Abdullah Çatlı’yı hem Nevşehirli olması, hem de 12 Eylül Öncesinde kendisinin Nevşehir Öğrenci yurdu Müdürü olduğu sırada Çatlı’nın Ankara Ülkü Ocakları Derneği Başkanı olarak İstanbul’a geldiğinde yurda uğraması sebebiyle 
tanıdığını, İbrahim Şahin’i de memleketi olan Kozaklı ilçesinde uzun süre görev yaptığı için tanıdığını, bir diğer ismi geçen Avşar Kederoğlu’nun ise en küçük erkek kardeşi olduğunu, Bunlarla ilgili bildiklerini kronolojik sıraya göre anlatacağını, 

Çatlı, 12 Eylülden sonra kaçak durumunda olduğunu, 12 Eylül öncesinde Ocak başkanlığını bırakınca İstanbula geldiğini, kaçak olduğunu gazeteler yazıncaya kadar bir süre İstanbulda Sirkeci de ticaretle meşgul olduğunu, kaçak olduğu duyuluncaa ortadan kaybolduğunu, yurtdışına gitti dendiğini, bir süre sonra kendisini yurtdışından aradığını, “Türkiyede ne var, ne yok?” gibi sorular sorduğunu. Ondan sonra da bir daha aramadığı için irtibatlarının koptuğunu, yaklaşık 4-5 yıl önce tekrar telefonla kendisini aradığını, Türkiyeye gelip gittiğini 
söylediğini, kendisinin onu arayabileceği bir numarası olup olmadığını sorduğunda yok, ben seni ararım dediğini, ondan sonra yaklaşık (1) yıl aramadığını, bir gün hatırlayamadığı bir tarihte yapılan Yozgatlılar veya 
Kırşehirliler gecesinde otururken yanına geldiğini, o gün Çatlı’nın gözlükleri olduğunu, kendisinin şaşırıp heyecanlandığını, sohbet ettiklerini, Türkiyeye gelip gittiğini, bir gün temelli geleceğini kendisine söylediğini, ondan sonra bir yada iki kere daha kendisini telefonla aradığını, son iki yıldır ise hiç aramadığından emin 
olduğunu, çünkü bu iki yılda kendisinin Hacca ve Umreye gittiğini ve gidiş ve dönüşlerinde arar diye umduğunu, aramadığını, eğer arasaydı mutlaka hatırlayacağını, Çatlı’nın bir huyununda sevdiği insanlara yük olmayı sevmemek olduğunu, belkide o yüzden kendisini sevdiği için çok aramadığını, yüzyüze görüştükleri gecede kendisini biraz tedirgin gördüğünü, ne iş yaptığını sorduğunda, sadece ticaret yaptığını söylediğini, fazla açıklama yapmadığını, Çatlı ile İbrahim Şahin’in tanıştıklarını gazeteler yazınca öğrendiğini, daha önce 
bilmediğini; İbrahim Şahin’in Kozaklı’dan sonra tayinen İstanbul’a geldiğini ve kendisini aradığını 2. Şubede görev yaptığını söylediğini, kendisinin Şahin’i ziyaret ettiğini, İbrahim Şahin’in de kendisine ziyarete geldiğini, kendilerinin İstanbulda, 3 erkek kardeş ve 2 amcaoğlu olarak Halkalı Gümrüğünün içinde bir Tır garajlarının olduğunu, garajın içinde lokanta, kahvehane, büfe vs. tesisleri bulunduğunu, iki tane sigorta acenteliklerinin ise Avcılardaki bürolarında olduğunu, Kederoğlu Ticaret adında faaliyet gösteren ve Procter and Gamble’n 
hammaddelerini temin eden, asit borik ve sodyum perborat satan bir firmaları olduğunu, yine İstanbul Avcılar Ambarlıda (10) dönümlük bir çaybahçesi işlettiklerini, kendisi Kadıköy-Suadiyede oturduğu için orada da kendisine ait bir bürosu olduğunu, bu büroda bir arkadaşıyla beraber hurda ithalatı yaptıklarını, İbrahim Şahin’in bir müddet sonra telefonla kendisini arayarak, görevinin değiştiğini, Özel Harekat Daire Başkanı olduğunu o nedenle İstanbuldan ayrılacağını söylediğini ve kendilerine polisleriyle beraber ve ziyaretine 
geldiğini, kendisiyle yaklaşık 8-10 kez telefon görüşmesi ve bir kaç yüzyüze görüşmeleri olduğunu, son olaylardan sonra kendisinin Şahin’e telefon ederek neler oluyor diye sorduğunda, Şahin’in kendisine birileri bizimle uğraşıyor, bizim veremiyeceğimiz hesabımız yok, bizde uğraşıyoruz dediğini, daha sonra aradığında yerinde bulamadığını, görevinden alınmış olduğunu öğrendiğini,
Yine senesini hatırlayamadığı bir gün iş yerlerinde otururken, kendisinin bir küçüğü amcaoğlunun kendisine “Avşar’ı polisler sık sık arıyor, bir şey var herhalde” dediğini. Bir başka gün Halkalıdaki işyerine gittiğinde genç birisinin amcaoğluyla yemek yediğini gördüğünü, kim olduğunu sorduğunda amca oğlunun kendisine “bu Avşar’ı alıp bırakmış, şimdi de her hafta geliyor ve Avşar’ı soruyor” dediğini. Adamla tanıştığını ve sohbet ettiklerini, o kişinin kendisinin istihbaratçı olduğunu ve Avşarı arama sebebinin: Kaybolan Tarık Ümit’in 
telefonunda son numara Avşar’ın cep telefonu çıkması olduğunu, Tarık Ümit’in son kez Avşarın cep telefonundan aranmış olduğunu, bunun üzerine kendilerinin onları takibe aldıklarını, bir hafta on gün telefonlarını dinlenmiş olduğunu ancak sonunda onların temiz insanlar olduğuna kanaat getirdiklerini, Avşarı 2- 
3 gün götürüp tuttuklarını, Avşar’ın kendilerine yardımcı olduğunu, telefonuyla kimlerin konuştuğunu söylediğini; bu istihbaratçı başçavuşun giderken “benden size tavsiye: bu adamlarla fazla içli dışlı olmayın, bunlar hakkında dedikodular var. Bende onu araştırıyorum” dediğini. Ayrıca ne yapayım diye sorduğunda 
başçavuşun kendisine “kardeşin Ataköyde bekar evinde kalıyor, hiç olmazsa bir süre yanına evine götür” dediğini, bunun üzerine kardeşini sıkıştırdığını, kardeşinin kendisine “Ağabey polis ziya telefonu istedi, bende verdim, sonra jandarma beni gözaltına aldı” dediğini, Halkalıdaki işyerinin kalabalık bir yer olduğunu, oraya sık sık istihbaratçı ve narkotikçi polislerin geldiğini, onlara telefon hususunda yardımcı olduklarını, bundan sonra kardeşini bir ay kendi evine götürdüğünü ve ikaz ettiğini, Ayhan Akça isimli polisin kendi kiracısı 
olmadığını, gazeteler yazınca araştırdığını ve Ayhan Akça’nın 2-3 ay önce kız kardesinin kiracısı olduğunu öğrendiğini, ayrıca; işyerine gelen başçavuş’un resmi değil sivil giyimli olduğunu yanında sivil giyimli bir asker olduğunu hatırladığını, son olaylarda ismi geçen Haluk Kırcı’yı tanımadığını, sadece ismini duyduğunu, Korkut Eken’i de tanımadığını, İbrahim Şahin’e İstanbul’a geldiği zamanlarda araba verdiklerini belirtmiştir. (Ek:215) 

43- CEMALETTİN ÜMİT 30.01.1997 tarihinde ifadesinde; 

1929 Düzce doğumlu olduğunu, Operatör doktor olarak İstanbul Alman hastanesinde çalıştığını, 1995 yılında 3 Mart’ı 4 Mart’a bağlayan gece saat 1,5’ta kendisine bir telefon geldiğini, Yeğeni Tarık Ümit’in arabasının Trakya Çerkezköy civarında bir yerde terkedilmiş olarak bulunduğunun o telefonla kendisine 
bildirildiğini, bunun üzerine olay mahalline gittiğini, arabayı hiç hasar görmemiş, terk edilmiş ve kapısının açık olarak bulduğunu ve hemen durumu Jandarmaya haber verdiğini, Jandarmayla birlikte olay yerine tekrar gelindiğini, zabıtların tutulduğunu, arabayı ertesi gün gelip almasını, bu arada jandarmanın arabanın Tarık Ümit’e ait olup olmadığını tespit etmesi, kendisinin de anahtar bulması gerektiğini, yapılan araştırmada aracın plakasının sahte olduğunun meydana çıktığını, o yüzden arabayı orada bırakmak zorunda kaldığını. daha sonra 
Kadıköy Cumhuriyet Savcılığına müracaaat ettiklerini, o sırada Jandarmanın bir başçavuşu olayı soruşturmakla görevlendirmiş olduğunu öğrendiğini, Özel bir yolla ulaştığı İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin vasıtasıyla gittiği ilgili bir başsavcının “bunlardan birşey çıkmaz, boşuna uğraşma mademki geldin, bir dilekçe yazın bakalım” dediğini, Kendisinin konuyu özel olarak araştırdığını, bu tespitlerine göre; Tarık Ümit’in son kez Divan pastahanesinde görüldüğünü, orada yemek yerken, ertesi gün Düzce’ye gideceği için 3 kutu çikolata aldığını, o sırada, ertesi gün bayram olduğundan dolayı çikolata almaya gelen müşterek aile dostları, Baha Şen’in Tarık Ümit’i orada görüp konuştuğunu, onların konuştuğu sırada Tarık Ümit’in tanıdığı iki beyin daha geldiği ve dörtlü grup olarak sohbete devam ettiklerini, otururken Baha Şen’le Tarık Ümit’in karşı karşıya diğer beylerinde onların yanına oturduğu, Baha Şen’in karşısında oturan beyi teşhis edebilirim dediğini, soruşturmayı yapan başçavuşunda Baha Şen’i dinlediğini, Baha Şen’in anlatımına göre Tarık Ümit ile yeni gelen beylerden birinin ağızlarını kapatarak fiskos yaptıklarını ama ne konuştuklarını anlıyamadığını, ancak Tarık Ümit’in “O niye gelmedi” diye sorduğunu, diğerinin de “O evde bekliyor” dediğini duyduğunu, jandarmanın tespitlerine ve bilahare bu konuda Mit’in de bir raporu olduğu tespitlerine göre; Tarık Ümit’in ertesi gün bayram sabahı Düzceye gitmek niyetindeyken, Divan Pastanesine geldikten sonra, cep telefonuyla arandığını ve orada kararını değiştirip, Adapazarındaki kızına ve Düzcedeki annesine telefon ederek bayrama gelemiyeceğini bildirdiğini, Tarık Ümit’i cep telefonundan son arayan telefonun Avşar Kederoğluna ait olduğunu, Başçavuş Ahmet’in sorgulaması sonucu Avşar Kederoğlunun telefonunun özel harekatta görevli polis memuru Ziya’da olduğunu söylediğini, 
Başçavuş Ahmet’in o sıralar kendisine ben meseleyi çözdüm, sonuna kadar geldim, ancak rapor hazırlamamlazım, bu da (15) gün alır dediğini, sonra birgün Ahmet Başçavuştan soruşturmanın bittiğini öğrendiğini, özel araştırmaları sonucunda; Ahmet Başçavuşun anılan iki polis memurunu Ataköy tarafında bulup sorgulamasından sonra Ankaradan İbrahim Şahin kendisini arıyarak benim memurlarımı sıkıştırma, çok fazla üzerlerine gitme, ne soracaksan sor, sonra da bırak; aslında senin onları sorgulamaya yetkin yok dediğini, Ahmet Başçavuşunda ona; “benim listem de senin de adın var, seni çağırıp ifadeni alacağım” dediğini, ancak ertesi gün bir yerlerden geldiğini sandığı bir emirle Ahmet Başçavuş’un bu işi bıraktığını, Bu arada Tarık Ümit’in evinde Mehmet Ağar’ın imzasını taşıyan bir belge bulduklarını, Hande Ümit’in bu belgeyi Komisyona ulaştırdığını sandığını, bu aşamada daha önceki duyumları ile bunu birleştirdiğinde Mehmet Ağar’a ulaştığını, son zamanlarda Tarık Ümit’in huzursuz olduğunu, bu huzursuzluğun Özel Harekat Timiyle ilgili olduğunu, son günlerde Korkut Ekenden tehdit telefonlarının geldiğini, Tarık Ümit’in Cihangirdeki 
bürosunda çalışan Ali Vasıtasıyla Korkut Ekenin “Tarık bize bir oyunlar etti; ayağını denk alsın, yakında onun hesabını göreceğiz.” diye haber gönderdiğini, Tarık Ümit’in Özel Harekat Birliğine lanse ettiği, kot adı Cavit olan beyin bir gün Tarık Ümite gelerek “beni bu insanlara sen lanse ettin, ancak; bunlar seni öldürmem için para ve silah verdiler, hakkında böyle düşünüyorlar, ayağını denk al.” dediğini, ancak bunları kimden duyduğunu hatırlıyamadığını, bu duyumları alınca Korkut Eken’i araştırdığını, Mehmet Ağarın danışmanı olduğunu 
öğrenince Mehmet Ağardan bazı şeyler öğrenebileceğini düşündüğünü ve Ağar’a bir mektup yazdığını, kendisiyle görüşmek istediğini yazdığını, Ağar’ın o zaman Adalet Bakanı olduğunu ve kendisine uygun bir zamanda görüşürüz diye cevap verdiğini. Hükümet değişiminde Ağar’ın İçişleri Bakanı olduğunu ve kendisinin 
gidip onunla görüştüğünü, yanına vardığında Ağar’ın galiba mektubunuzu kaybettim, yenisi varmı dediğini, yanında bulunan yenisini çıkarıp verdiğini ve birlikte okuduklarını, mektupta “yardımcınız olan K.E.’nin yönlendirmesi, İ.Ş’nin yürütmesi, İki P.M. isimleri belli dediğini, Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalı oğlunun pastaneye gelerek Tarık Ümit’i alıp götürdüler, o gün bu gündür yok. Bu konuda bana ne yardım yapabilirsiniz” diye yazdığını, Jandarma Başçavuşundan şaşırtma olarak Tarık’ın Yalova tarafına, arabasının Trakya tarafına 
götürüldüğünü duyduğunu, bunu Ağar’a söylediğinde, Ağar’ın ayağa fırlayıp bunu nereden öğrendiğini sorduğunu, ayrıca bunları araştırarak, iki haftaya kadar bir cevap vereceğini söylediğini, aradan geçen bir yıla yakın sürede bir cevap vermediğini, 

Tarık Ümit’in bir bankaya ortak olduğu yolunda ki haberleri okuduğunu, ancak bankanın kendilerine verdiği cevapta “kendisi para yatırmadığından hisselerinin iptal edildiğini” bildirdiğini, Tarık Ümit’in niçin öldürüldüğü yolundaki duyumları nın ise; devlete zararlı bazı insanların yok edilişinde, özel olarak Savaş Buldan’ın yok edilişinde Tarık’ın işin içinde olduğunu sandığını, çünkü Savaş Buldan’ın cesedinin bulunduğu yeri (yığılca civarında) Tarık’tan başka bir polisin bilebileceğini sanmadığını, Tarık’ın son zamanlarda bazı arkadaşlarına “ben bu insanların arasındayım, ama, daha fazla bunlarla çalışmam mümkün 
değil, yedikleri halt bini geçti, ciddi olarak uyuşturucu kaçakçılığı yapıyorlar, bütün ikazlarıma, ısrarlarıma rağmen mani olamadım, notere gidip bütün bu bildiklerimi tespit ettireceğim ve ben bu insanları kamuoyuna deklere edeceğim” dediğini, bu sözlerden sonra demin söylediği tehditlerin gelmeye başladığını, Tarık’ın korkunç derecede zeki ve cesur olduğunu, kendine güveninin fazla olduğunu bu yüzden arkadaşları ikaz ettiğinde “kimse bana bir şey yapamaz” dediğini, Tarık’ın kaçırılışından bir hafta evvel Korkut Eken’in özel timden birkaç polis memuruna Tarık’ın kaldığı evin tespit edilmesini söylediği Tarık’ın bu tehlikeleri sezince evine uğramadığı, Tarık’ı evinde kıstıramayınca baştan anlattığı şekilde pastahaneden alındığını belirtmiştir. (Ek:216) 


12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 10

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 10




35- Alaaddin YÜKSEL Emniyet Genel Müdürü 9.01.1997 tarihli ifadesinde;

“ 14 Nisan 1996 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü görevine başladığını, Susurlukta meydana gelen kazanın Jandarma Genel Komutanlığının taşra teşkilatının sorumluluk alanı içerisinde meydana geldiğini, kaza 
mahallinde yapılması gereken her türlü işlemlerin Jandarma Genel Komutanlığının taşra teşkilatı tarafından yapıldığını, araçta bulunan meslektaşlarının ne amaçla orada bulunduğunun kendilerini ilgilendirdiğini, bunun aydınlatılması için derhal Müfettiş görevlendirildiğini, Susurluk Cumhuriyet Savcılığı’nca kazadan hemen sonra Emniyet Genel Müdürlüğüne çekilen faksta olay mahallinde 7 silahın bulunduğu; genel nitelikleri 
itibarıyle kimler adına kayıtlı olduğunun bildirilmesinin istenildiğini, buna ilave olarak birtakım belgelerin Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından verilip verilmediğinin sorulduğunu, Hüseyin Kocadağ ile ilgili yaptırılan inceleme sonucunda; Hüseyin Kocadağ’ın İstanbul’da bir polis okulu müdürü olduğunu, Hüseyin Kocadağ’ın görev yerinden izinsiz olarak ayrıldığı, Havayolu ile İzmir’e gittiği, Hüseyin Kocadağ’ı İzmirde otelde kaldıkları, Ege’de bazı geziler yaptıkları, dönüşte de malum kazanın meydana geldiğinin anlaşıldığını, Kazada bulunan 7 silahtan; 3 silahın bir tanesinin Hüseyin Kocadağ’ın zati silahı olduğu, bir tanesinin Sedat Bucak tarafından Makina Kimya Endüstrisi Kurumundan satın alınmış ruhsatlı silah olduğu, yine bir tanesinin Abdullah Çatlı tarafından devir suretiyle alınan silah olduğu ve İstanbul Valiliği tarafından yapılan  soruşturmalara dayalı olarak silah ruhsatı almış olduğunu geriye kalan 4 silahın İl Emniyet Müdürlüklerinde kaydının çıkmadığını, Interpol aracılığıyla silahların üretildiği fabrikalara sorduklarını, Özellikle İtalyan Baretta fabrikasına sorulduğunda, bunların İsrail’e satılmış olduğunu ve nihayet bu silahların 
Türkiye’ye satılabileceğinden bahsedildiğini, Sadece Baretta Silahın İsrail’e satıldığının ifade edildiği, diğerlerinin ise kayıtlarının bulunamadığını, Emniyet 
Genel Müdürlüğünün tüm depo kayıtlarının incelendiğini ve bu silahların kayıtlarına rastlanılmadığını, Abdullah Çatlı’nın Türkiye’ye 10 değişik pasaport ve isimle giriş-çıkış yaptığının tesbit edildiğini, özellikle  1994 den günümüze kadar 122 kez yurtdışına çıktığının belirlendiğini, Şahin Ekli adına bir tek Yeşil Pasaport çıktığı, sadece hususi pasaportu Emniyet Genel Müdürlüğünden almış olduğu, bu pasaportuna dayanarak teşkil eden belgelerde Maliye Bakanlığında 1.sınıf müfettiş ünvanı belirtilerek pasaport alındığının belirlendiği, diğer 
pasaportların Londra Büyükelçiliğinden alınmış olduğu, Emniyet Genel Müdürlüğünden 1. sınıf Maliye Müfettişi ünvanıyla almış olduğu pasaporta ait belgelerde Maliye Bakanlığında görevli Daire Başkanı Çetin Karcı’nın imzasının taklit edilerek atılmış olduğunu pasaporta dayanarak teşkil eden evrakların sahte olduğunu, Emniyet Genel Müdürlüğünde bütün Bakanlıkların yeşil pasaport talebine ilişkin belgeleri imzalamaya yetkili kişilerin imza sirkülerlerinin bulunduğunu, çok dikkatli bakıldığında belki bu sahte belgelerin tesbit edilmesinin mümkün olabileceğini, Abdullah Çatlı’nın gerek Interpol ve gerekse Emniyet kayıtlarına bakıldığında yurtdışında çok değişik isimler kullandığını, 1980’li yıllardan sonra Fransa’da uyuşturucudan yakalandığını, Fransa’da 5 yıl hapse mahkum olduğunu, 5-5,5 yıl cezaevinde yattığını, İsviçre’ye iade edildiği ve İsviçre cezaevinden kaçtığını, Ali Kurdoğlu, Ahmet Kurdoğlu gibi değişik isimler kullandığını, DGM Savcılığından, Emniyet Genel Müdürlüğünde silah uzmanı kadrosunun bulunup bulunmadığının ve bu tür belge verilip verilmediğinin sorulduğunu, Emniyet kadrolarında silah uzmanı adıyla bir kadronun bulunmadığını, kayıtlarında da böyle bir belge tanzim edildiğine dair hiçbir kayda rastlanılmadığını, Silah ruhsatlarında yasaya göre bir standart olduğunu, görev ve ünvanı kim olursa olsun herkesin aynı silah ruhsatını 
taşıyacağını, bunun dışında bir ruhsat örneği olmadığını, 1996 yılı başında Sedat Bucak için korunma kararı alındığını, ancak Sedat Bucak’ın koruma istemediğini, bu nedenle kararın dosyasında muhafaza edildiğini, Söylemez Çetesinin yakalanmasından sonra özellikle Söylemezlerin Milletvekilleri Sedat Bucak ve Necmettin Dede’yi ortadan kaldırmak istedikleri ve bu amaçla planlar hazırladıklarının anlaşılmasından sonra Sedat Bucak’ın İçişleri Bakanlığına ve Meclis Başkanlığına yazılı müracaatının olduğunu ve bu müracaatından da korumasına istediği polis memurlarının isim listesinibelirttiği, bunun üzerine derhal koruma kararı alınması zaruretinin ortaya çıktığını ve koruma olarak istediği polis memurlarının Ankara Valiliği emrine atandığını ve Valilik onayı ile Sedat Bucak’a korumaların verildiğini, Koruma altında tutulan 1028 kişi olduğunu ve genellikle korumaların ismen korunan kişilerce talep edildiğini, 
Özel harekatta görevli polislerin zaruret halinde diğer işlerde de görevlendirile bildiklerini ,Sayın Başbakan ve Başbakan Yardımcısının emrinde 20 civarında özel harekat görevlisinin çalıştığını, Emniyet Genel Müdürlüğünün adli görevlere münbahis bir görevi bulunmadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünün belli olaylarda, kişileri alalım, sorgulayalım gibi görevi bulunmadığını, Ömer Lütfü Topal 
Cinayeti ile ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğünden derhal bir yazıyla bilgi istediklerini, alınan cevapta, İstanbul Emniyet Müdürlüğü santralına bir ihbarın geldiği, bu ihbar üzerine 3 polisin ve 2 sivil vatandaşın İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından alındığı, konunun incelendiği ve olayla hiçbir irtibatının olmadığı anlaşıldığından herhangibir işlem yapılmamıştır şeklinde ifade edildiğini, Özel Harekat Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin’in İstanbul Çamlıca turnikelerinde özel harekatçı 3 polis memurunu teslim aldığını, İçişleri Bakanı’nın emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’a talimat verdiğini, Halil Tuğ’un da bu talimatı sadece İbrahim Şahin’e ilettiği ve Emniyet Genel Müdürü olarak kendisine bilgi vermediğini, bu nedenle ilgililer hakkında tahkikat başlattığını, Emniyet Genel Müdürlüğü olarak başka bir yerden adam alma yetkilerinin olmadığını, ancak illerin talebi halinde silah uzmanı, sorgulama uzmanı gibi 
yardım yapabileceklerini, Kamusal gücü kötüye kullanan hiç kimsenin bu teşkilatta barınmaması gerektiğini, 3201 ve 2559 sayılı yasalarda polise istihbarat yapma imkânı veren hükümler olduğunu, Bu amaçla bütün İl Emniyet Müdürlükleri bünyesinde istihbarat birimleri olduğunu ve Emniyet Genel 
Müdürlüğü bünyesinde de İstihbarat Daire Başkanlığı bulunduğunu, bu birimin doğrudan Emniyet Genel Müdürüne bağlı olduğunu, 1980’li yıllardan sonra emniyet Genel Müdürlüğünün özellikle terör, uyuşturucu ve organize suçlarla ilgili olarak istihbarat çalışmaları yaptığını, Türkiye’de istihbaratın patronunun MİT olduğunu ve Emniyet Genel Müdürlüğünce yapılan istihbaratın sadece 
asayiş istihbaratı olduğunu, PKK’ya yönelik yapılan nokta operasyonların MİT tarafından verilen bilgilere dayalı olduğunu ve MİT ile aralarında bir uyumsuzluk olmadığını, ne MİT ile ne de başkasıyla bir çatışmaları olmadığını, 3200 civarında istihbarat elemanları olduğunu, bunun kendi personelleri olduğu ve bu nedenle 
polisin dışarıdan adam kullanmalarına gerek bulunmadığını, Yüksekova, Ankara, İçel, gibi yerlerde polislerin de aralarında yer aldığı organize suç örgütlerinin ortaya çıkarıldığını, bunun içinde uyuşturucu grubunun çıktığını, hatta Söylemet Çetesinde 5’e yakın emniyet mensubunun olduğunu, 50 ilde Özel Harekat biriminin bulunduğunu, toplam görevli sayısının 6700 civarında olduğunu, batı illerimizde görev alan özel harekat elemanlarından bazılarında psikolojik problemler çıktığını, ciddi problemleri yaşandığını, bu elemanların rehabilite edilmelerinin şart olduğunu bu amaçla Balıkesirde bir rehabilitasyon 
merkezi açmak için çalışmalarının olduğunu, Abdullah Çatlı ile ilgili olarak İstanbul DGM Başsavcılığının bir çalışma yaptığını, Mesut Yılmaz’a Budapeşte’de yapılan saldırı ile ilgili olarak, Dış İlişkiler Daire Başkanı ile Dışişleri  Bakanlığından konu ile alakalı bir büyükelçinin Macaristan’a gittiklerini ve Macar polisi ile bir çalışma yaptıklarını, olayda 3 kişinin olduğunun ifade edildiğini, macar polisinin 3 kişi hakkında tutuklama kararı verdiğini ancak bu kişilerin Macaristanı terk ettiklerini Macar polisince, ifade edilmiş olduğunu, bu kişilerle 
ilgili Interpol kanalıyla kırmızı bülten çıkardıklarını ve takibin devam ettiğini, 
Susurluk kazasından sonra Emniyet Teşkilatı olarak çok zor günler geçirdiklerini, kim yasalara aykırı bir şey yapmışsa elbette bunun sonuçlarına da katlanması gerektiğini, Söylemezler çetesi dahil hiçbir çete soruşturmasında yarım bırakılan bir husus olmadığını ve herşeyin gayet iyi gittiğini,Devlet içerisinde suç işleyen insanlar, münferit olarak her zaman çıktığını, bunun örneklerinin dünyanın her 
yerinde görüldüğünü, devlet içinde bir çete örgütlenmesinin sözkonusu olmadığını, Türkiyede mafya tarifi içerisinde bir mafya olmadığını, Türkiye’de organize suç şebekeleri olduğunu, mafyanın tarifinde en önemli konunun ülkenin bir bölümünde tüm ekonomik ve sosyal faaliyetlerin o grubun elinde tutmasının geldiğini, orada kamu ve özel birtakım şeylerden rant alma, gibi Türkiyede böyle bir şeyin olmadığını, birtakım organizasyonlar, suç grupları içerisinde, devletin içinde yeralmış münferit kişilerin zaman zaman olabildiğini, bunu devletin mafya ile ilintisi olarak nitelemenin mümkün olmadığını, organize suçlar içerisinde suç işleme itiyadında olan, potansiyel nitelikli kamu görevlileri olabileceğini, Emniyet teşkilatının da acele olarak yeniden yapılandırılması gerektiğini, polis okullarını 2 yıllık polis meslek yüksek okulları haline getirmeyi düşündüklerini, Abdullah Çatlı’nın Emniyet Teşkilatınca kullanıldığı yolunda bir tesbitinin olmadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünde kendi kadrosu dışında insanların çalıştırıldığına dair de herhangibir bilgi ve belge bulunmadığını, Susurluk kazasında bulunan silahların balistik incelemelerinin Jandarmada ve sonra da Jandarma tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü laboratuvarlarında yaptırıldığını ve silahların hepsinin temiz çıktığını, 1996’nın ilk ayında Haluk Kırcı’nın İstanbul polisi tarafından hakkında Bahçelievler katliamı ve İstanbul Büyükçekmece Mahkemeleri tarafından verilmiş gıyabi tutuklama kararı nedeniyle yakalandığını ve İstanbul 
Emniyetinden kaçtığını, İstanbul Emniyet Müdürlüğünün bir soruşturma açtığını, bu soruşturmayı bir başkomiserin yaptığını, soruşturma sonucunun yargıya intikal ettiğini ve bir polis memurunun tutuklandığını ve diğerinin serbest bırakıldığını, bundan sonra polis memurunun da beraat ettiğini, sonradan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının konu ile ilgili tekrar soruşturma açtığını, Emniyet Müdürü Statüsünde bir özel harekatçı olmadığı için İbrahim Şahin’in Özel Harekat Daire Başkanlığına vekaleten baktığını” belirtmiştir. (Ek:208) 

36- Hande BİRİNCİ 7.01.1997 tarihli ifadesinde; 

“Tarık Ümit’in kızı olduğunu, babasının en son 2 Mart 1995 de Yaman Hakkı ile görüştüğünü, Yaman Hakkı’nın Kıbrıs Bankasındaki Müdür olduğunu ve babası ile bu bankaya ortak olduklarını, bankanın başka ortakları olup olmadığını bilmediğini, Babası Tarık Ümit’in 3 Mart 1995’te İstanbul Erenköy Divan Pastanesine gitmiş olduğunu, babasının bu pastaneye gittiğini orada çalışan garsonlardan öğrendiğini, babasının burada Ziya ve Ayhan isimli iki polis memuru ile buluştuğunu, bunu da Jandarmada Jitem’ci Assubay Ahmet Alatıntaş’tan öğrendiğini, bu iki polis memurunun İbrahim Ağabey seni evde bekliyor oraya gideceğiz dediklerini öğrendiğini, İbrahim’in İbrahim Şahin olup olmadığını bilemediğini, 4 Mart 1995 günü saat 13.30 sıralarında 
babasının otomobilinin Silivride bulunduğu yere gittiğini, Jandarmanın araştırmaya başladığını ve aracın plakasının sahte olması üzerine Jandarmada bir süre alıkonulduklarını, daha sonra Kadıköy Cumhuriyet Savcılığına giderek babasının hayatından endişe duyduğu için müracaatta bulunduğunu, babasının serbest ticaretle meşgul olduğunu, Kıbrıstaki bir bankanın ortağı olduğunu, son zamanlarda tek uğraştığı işin bu olduğunu, Almanyada yaşıyan bir ablasının bulunduğunu, babası Tarık Ümit’in kaybolmasından hemen sonra Mehmet Eymür’ün kendisini telefonla aradığını ve iki arkadaşını da İstanbul’a gönderdiğini, babasının kaybolmasında Korkut Eken’in rolü bulunduğunu, ifadeye gittiğine bunu belirtmesini söylediğini, Mehmet Eymür’ün de, Korkut Eken’in de babasının arkadaşı olduklarını, Jandarma JİTEM’den assubay Ahmet 
Altıntaş’ın Tarık Ümit ile ilgili bir çalışma yaptığını ve Avşar kederoğlu ismini sorduğunu, böyle bir şahsı o ana kadar hiç duymadığını, kendi duyumlarına göre babasının iki polis memuru ve ibrahim Şahin tarafından Abdullah Çatlı’ya teslim edildiği ve bir daha Tarık Ümit’in piyasaya çıkmadığını; Korkut Eken ile İstanbul 
Feneryolunda 10 dakika kadar görüştüğünü ve bu görüşmede Eken’in kendisine babasının yurtdışında bir görev yollandığını, söylediğini, Mehmet Eymür’ün yolladığı kişilerin kendisine babasının Korkut Eken’in isteği üzerine özel harekatçılarca kaçırıldığını ve sorgulandığını söylediklerini, bu konu ile ilgili olarak Mehmet Ağar’ın da isminin geçtiğini, Eymür’ün kendisinin de babasının kaçırılmasında Korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın ilgisinin olduğunu ve bu 
isimleri Cumhuriyet Savcılığına vermesini söylediğini, ancak bu isimleri Savcılığa vermediğini, Tarık Ümit’in son aylarda ortalığın epeyce karışık olduğunu, zamanı gelince bazı şeyleri anlatacağını ancak henüz vaktigelmediğini kendisine söylediğini, arada laf çıkartan insanlar var dediğini babasından işittiğini, Tarık Ümit’in Cihangirde yazıhanesinin Korkut Eken tarafından telefonla arandığını ve Korkut Eken’in telefona cevap veren çocuğa, o bizi sattı biz de onu satacağız deyip telefonu kapattığını, bunu yazıhanedeki çocuktan işittiğini, bu telefon olayının babasının kaybolmasından önce olduğunu, korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın mal vaarlıklarının araştırılması gerektiğini, 

Babasının kaybolmasının Silivri Jandarmasınca yapılan bir soruşturma ile kaldığını, Abdullah Çatlıyı Mehmet Özbay ismiyle tanımadığını, Mehmet Ağar’ı da şahsen tanımadığını, Emniyetten Hiram Abas, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’i tanıdığını, Assubay Ahmet Altıntaş’ı, Jitem mensubu olarak tanıdığını ve ilk defa babasının kaybolması olayında tanıştığını, Kıbrıs Bankasındaki ortak Yaman Hakkının kendisine babası Tarık Ümit’in bankada hissesi olmadığını söylediğini ancak elinde hisse dağılımı olan evrak bulunduğunu ve babasının bankaya ortak olduğunu ve kaybolmadan evvel en son gündüz Tarık Ümit’in Divam Pastanesinde Hakkı beyle görüşmüş olduğunu, Babası Tarık Ümit’in son zamanlarda emniyet tarafına ters düşmüş olabileceği şeklinde 
kuşkularının olduğunu, İbrahim Şahin ile şahsen hiçbir tanışıklığı olmadığını bildiği kadarıyla babası Tarık Ümit’in uyuşturucu ticaretiyle bir alakasının bulunmadığını, dündar Kılıç isminden babasının hiç bir zaman bahsetmediğini, 
Alaattin Çakıcı, Tevfik Ağansoy, Behçet Cantürk, Ömer Lütfü Topal, Sami Hoştan ile Tarık Ümit arasında direkt ya da endirekt ilişkiler konusunda herhangi bir duyumunun olmadığını zaten kendisinin son 2 yıldır İstanbul’da oturmadığını, Yaşar Öz’ün Düzceden babası Tarık Ümit’in çocukluk arkadaşı olduğunu, Yaşar Öz ile Tarık Ümit’in bir iş ilişkisinin olmadığını, Tarık Ümit’i uyuşturucuya karşı bir insan olarak bildiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti ile ilgisinin olup olmadığını bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:209) 

37- İbrahim Şahin Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili 7.01.1997 tarihli ifadesinde; 

“1956 Tokat doğumlu olduğunu ve 1982’nin sonunda Özel Harekatın Kurucularından birisi olduğunu, Tarık Ümit ile İstanbul Emniyet Müdürlüğünde çalışırken tanıştığını, Tarık Ümit ile dost olduklarını; Tarık Ümit’in 
kendisinin iki kez ziyaretine geldiğini, Tarık Ümit’in kaybolduğu 1995 yılı 2 Mart’ında kendisinin polis Memuru Ayhan Akça ve Mehmet Ağar ile birlikte Diyarbakır’da olduklarını, Tarık Ümit’in öldürülüp öldürülmediğini bilmediğini, ancak Tarık Ümit’in uyuşturucu kaçakçılarını polise ve devlete yakalattığını, bunun için ajanlık yaptığını, Tarık Ümit ile 1991-1992 yıllarında tanıştığını ve o günden beri devamli ölüm korkuşu içinde olduğunu, bu durumu Tarık Ümit’in kendisinden duyduğunu, bir de Tarık Ümit’in Kıbrısta banka açtığını kendisine söylediğini, Tarık Ümit’in bu bankaya ortak olduğunun söylendiğini, Topal Cinayeti ile ilgili olarak polis memurları Ayhan Akça, Oğuz Yorulmaz ve Ercan Ersoy’un evvelce Özel Harekat daire Başkanlığı emrinde çalıştıklarını 1995 yılı Nisan ayında ayrıldıklarını, Ercan Ersoy’un İzmir’e, Ayhan Çarkın ile Oğuz Yorulmaz’ın da istanbul’a tayin olduklarını, şu anda Ercan Ersoy’un özel harekatçı olmadığını, diğer ikisinin Özel Harekatçı olduğunu, Oğuz Yorulmaz’ın 1996 yılı Ocak Şubat aylarında Ankara’dan ayrıldığını, bu polis memurları, ayrıldıktan sonra hiçbir şekilde görüşmesinin olmadığını, hele Ercan Ersoy’la hiç olmadığını, zaten Ercan Ersoy’un özel harekattan çıkarıldığını, 28 Ağustos 1996 da Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’un kendisini çağırdığını ve İstanbul’da alınan bu memurları alıp getirmesini kendisine köylediğini, İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın da kendisini telefonla aradığını ve bu talimatı verdiğini, 
istanbul Çamlıca turnikelerinde memurları teslim aldıklarını ve Ankara’ya döndüklerini, Döndükten sonra Halil Tuğ ve İçişleri Bakanına bilgi verdiklerini, getirilen şahısların ifadelerini aldıktan sonra serbest bıraktıklarını, İstanbuldan tutanakla teslim aldıklarını, tutanakta şahısların bir ihbar neticesi alındıklarını 
ve herhangibir illiyet bağına rastlanmadığı ve olayla ilgileri olmadığından bahsedilerek teslim edildiğinin belirtildiği, Ankara’da bu şahısların yazılı ifadelerinin ve gösterdikleri şahitlerin de ifadelerinin alınarak salıverildiklerini, 
Bu polis memurları ile birlikte iki sivil Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in de teslim alındığını ve ifadelerinin alınmasından sonra bunların da serbest bırakıldıklarını,
Mehmet Ali Yaprak ile bir ilişkisinin bulunmadığını ve bu şahsı tanımadığını, Tarık Ümit’in kızı Handeyi de tanımadığını ve hiç görüşmediğini, Tarık Ümit olayının souşturmasını yapan Jandarma Assubayı ile telefonla görüştüğünü ve özel harekatçı Ayhan Akça’nın alınmasının yanlış olduğunu ve bıkarılmasını söylediğini, Resmi olarak istenildiği takdirde Ayhan Akçay’ı verebileceklerini de söylediğini, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Mehmet Eymür’ün kendisine telefon ettiğini ve Tarık Ümit’in kendilerince alındığını söylediğini, kendisinin de 
mümkün olmadığını, almaları için sebep olmadığını söylediğini, Abdullah Çatlı’yı tanımadığını, Özel harekatta görevli polis memurları nereye tayin olurlarsa olsunlar mutlaka Özel Harekat daire Başkanlığının görüşünün alınması gerektiğini, Sedat Bucak’a koruma olarak verilen memurlarla ilgili olarak kendilerinden bir görüş sorulmadığını, normalde sorulması gerektiğini, Ayhan Akça’nın evvelce kendisine korumalık yaptığını, Ayhan Akça ile kurye Dilek Örnek ilişkisini Ayhan Akça’nın açığa alınmasından sonra öğrendiğini, 1988 den beri Ayhan Akça ile birlikte çalıştıklarını ve hem kendisinin hem de Ayhan Akçanın Tokat’lı olduğunu ve hemşehri olduklarını ve güvendiği bir elemanı olduğunu, Doğuda, zaman zaman operasyonlar, bölgedeki MİT sorumlusu personel ile bilgi alışverişi yaptıklarını, operasyon öncesi MİT yetkililerinden bilgi aldıklarını, Operasyona katılan özel tim’in en az 20 kişiden oluştuğunu, ve iki timle operasyona gidildiğini, Özel tim’in kırsal alana tek başına gitme yetkisinin bulunmadığını, mutlak surette yanlarında askeri birlik olması gerektiğini, Narkotikle özel harekatın bir bağlantısı olmadığını, kendisinin 25 yıllık polis olarak sadece esrarı tanıdığını, diğerlerini bilmediğini, narkotik şubelerin kırsal alanda operasyon tecrübelerinin bulunmaması nedeniyle kendilerinden yardım istediklerini ve kırsal alanda pusu atma işlerini yaparak Narkotike yardımcı 
olduklarını, Uyuşturucu sevkiyatı ile PKK’nın bağlantısının olduğunu, nihai olarak kendilerinin operasyon mensubu olduklarını, 1993 yılından beri Özel Harekat daire Başkanlığı görevini vekaleten yürüttüğünü, Özel Harekatta 7 bin 
civarında personel olduğunu, özel harekatın lekelenmemesi için elden gelen gayretin gösterildiğini ve uygunsuz hali görülenlerin hemen özel harekattan çıkarıldığını, özel harekatın yıpratılması için memurlarının MHP’lilerden seçildiği yolunda söylentiler yayıldığını ve bunun gerçekle bir ilgisi olmadığını, PKK ile 
mücadelede özel harekatın başarılı olduğunu ve bu nedenle PKK örgütünce kendilerine saldırıldığını, Bu güne kadar 6700 kişilik özel harekat kadrosundan, işledikleri suçlar nedeniyle sadece 28 kişinin meslekten ihraç edildiğini, özel harekatın kuruluşunun Genel Kurmay’ın Özel Harp Dairesine dayandığını, ilk 
kurulduğunda Özel Harp Dairesinin kendilerine kurslar verdiğini, PKK ile yürütülen mücadelenin bir gerilla savaşı olduğunu, Askerlerin operasyonlara giderken yanlarında polis timi istediklerini, özel timci polisleri Ankara’ya getirdiği için açığa alındığını, Sedat Bucak’ın kaza geçirmesi üzerine İstanbul’u 
telefonla aradığını ve Sedat Bucak’ın durumunu sorduğunu, Sedat Bucak’ı tanıdığını ayrıca Güneydoğuda bütün aşiret reisleriyle yakın ilişkilerinin bulunduğunu bu insanların özel harekata yardımcı olduklarını Sedat Bucak’ı sağlığını merak ettiği için aradığını, İstanbul Emniyet Müdürlüğünü de aradığını ancak Balıkesir’i aramadığını, Behcet Cantürk öldüğü zaman sevindiklerini, Behcet Cantürk’ün Özgür Gündem Gazetesinin % 30 hissedarı olduğunu, PKK’ya en büyük mali ve lojistik desteği sağladığının söylendiğini, bu operasyonu 
kimin yaptığını bilmediğini, Savaş Buldan’ın da PKK’ya destek verdiği kanaatinde olduğunu, Buldan’ların doğuda aşiret olarak bu örgüte yardım ettiklerini, Ömer Lütfü Topal hakkında böyle bir duyumu olmadığını, Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesinde para ve menfaat ilişkilerinin bulunabileceği kanaatinde olduğunu, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile Özel Harekatın karalanmaya çalışıldığını, Uzi silahının özel harekatta kullanıldığını, profosyonelce işlenmiş olan bu cinayette uzi silahı bırakılarak adeta bir mesaj verilmek istenildiğini, bu uzi silahın özel harekattaki silahlardan olmadığını zaten numarasının da silinmiş olduğunu, 
Abdullah Çatlıyı tanımadığını, 1995 yılında Çatlı ile oturup konuştuklarını ancak Çatlı olarak değil Mehmet Özbay olarak tanıdığını, hatta soyadını bile bilmediğini, kazadan sonra öğrendiğini, Ankara’da Sedat Bucak’ın yazıhanesinde gördüğünü ve işadamı ve tekstilci olduğunu kendisine söylediğini, bir-iki defa da İstanbul’da görüştüklerini,

Emniyette silah uzmanı sertifikası verilmesi gibi bir uygulama aolmadığını, 
Korkut Eken’in Balıkesir ve Menteş kurslarında özel harekata öğretmenlik yaptığını, bunun dışında özel harekatla hiçbir şekilde ilişkisinin bulunmadığını, 
Hüseyin Kocadağ ile ilk Özel Harekat şubesinde beraber çalıştıklarını, bir kadınla ilişkisi olduğu gerekçesiyle meslekten ihraç edildiğini ve Danıştay Kararıyla tekrar mesleğe döndüğünü ve Hakkâri Özel Harekat Şube Müdürü olarak tekrar başladığını, Ömer Lütfü Topal cinayeti ile ilgili İstanbulda polisce alınan 3 özel timciyi almak üzere İstanbul’a gidişinde Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel’in Ankara’da olmadığını ve görevi Emniyet Genel Müdür Yardımcısı 
Halil Tuğ’dan aldığını, Özel harekatın, istihbarat için adam kullanmadığını, özel harekatta da böyle bir istihbarat birimi olmadığını, Bucak aşiretinin tamamının gönüllü köy korucusu olduklarını ve para almadıklarını, devletten para alan Bucak aşireti ile ilgili korucu sayısının 50’yi geçmediğini, operasyon bölgelerinde arazi şartlarını iyi bilen 3-5 koruyucu da beraberlerine alabildiklerini, bunların sadece yol gösterici olduklarını, Tarık Ümit’in kaçırılması olayı ile ilgili olarak, Mehmet Eymür’ün kendisini telefonla aramadığını, kendisinin Yenimahalleye giderek Mehmet eymür ile yemek yiyip görüştüğünü, Mehmet Ağar’ın bu konuda kendisine bir şey söylemediğini, Mehmet Eymür ile Tarık Ümit’in kaçırılması olayını da konuştuklarını, Mehmet eymür’ün kendisine Tarık Ümit’i Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlunun götürdüğünü ve Abdullah Çatlı’ın elinde olduğunu söylediğini, kendisinin de Ayhan Akçanın Diyarbakır da o gece yanında olduğunu ve Genel Müdür ile birlikte Diyarbakırda bulunduklarını, Diyarbakırda olan bir insanın İstanbul’da Divan Pastanesinden Tarık Ümit’i kaçırmanın mantık dışı olduğuu söylediğini, Mehmet Eymür ile yaptığı görüşmede Mehmet Eymür’ün “Tarık Ümit’i Abdullah Çatlı bıraksın, ya da bıraktırın, ben teminat veriyorum, bir daha Tarık Ümit Abdullah Çatlı’nın işlerine karışmayacak yahut o alana 
girmeyecek” dediğini, kendisinin de Tarık Ümit’in nerede olduğunu bilmediğini söylediğini, Özel Harekat Daire Başkanlığının herhangibir kişiyi alıp soruşturma hakkının bulunmadığını, Özel Çiller ile bir münasebetinin bulunmadığını, ömrü hayatında Özer Çiller’i görmediğini,”belirtmiştir. (Ek:210) 


11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***