Tacikistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tacikistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 4


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 4


  Güneydoğu Anadolu’daki bölücü ve anarşik olaylardan bahsediyor, bunun bir 
türlü önlenemediğinden şikâyet ediyordu. Maksadını anlamıştım. Diyarbakır’daki 
7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanının değiştirilmesini dolaylı olarak istiyordu. 
Kendisine Sıkıyönetim Komutanı”nın bu hususta bir ihmali ve kusuru olmadığını 
bugüne kadar gelmiş geçmiş iktidarların o bölgede uyguladıkları yanlış politika 
yüzünden yörenin patlamaya hazır barut fıçısı haline geldiğini, bu bakımdan 
görevinden alınmasını düşünmediğimi söyledim. Bu konu üzerinde fazla 
durmayarak konuyu değiştirdi. 

Evren ve Demirel arasındaki bu diyalog militarist söylemin etkin olduğu dönemde sivil ve askeri alan arasındaki diyaloğun tipik bir örneğini teşkil etmesi açısından önemlidir. Bir taraftan bütün olumsuzluklar sivil iktidarlara yüklenip ordu temize çıkarılırken, diğer taraftan sivil iktidarlar “önemli” konularda askerin düşüncesi dışına taşmayan bir politik yaşam sürdürmektedirler. Bu durumun kaçınılmaz sonucu da hemen her durumda askere yönelik gerçekleştirilen dolaylı ve direkt referans olmuştur. İktidarını doğası gereği partisinin alacağı 
oylara borçlu olan sivil politikacıların bu durumlarını tehlikeye düşüreceğini bilmelerine rağmen askerin politik alan üzerindeki tahakkümüne izin vermeleri tam da bu militarist söylem koşullarının sonucudur. 

Sivil ve politik alanın yanı sıra bu ikisi arasındaki iletişimi sağlayan basın da 12 Eylül öncesinde önemli ölçüde militaristleşmiştir. Bu durumun basındaki izdüşümü Cumhuriyet ve Tercüman gazeteleriydi ve bu iki gazete yaşanan çatışmaları temsilcileri oldukları kesimin dilinden aktarmaktaydı. Bunun da ötesinde basının neredeyse tamamına yayılan hava açık bir askeri darbe olmasa da, ordunun sokak çatışmalarına müdahale etmesi yönündeydi. 
Çatışmalara sıklıkla yer vermenin yanı sıra, basında terör problemine politik alanın çözüm olamadığı argümanının yaygın bir şekilde dillendirilmesi, askeri dolaylı olarak, politik ve sivil alana müdahil olmaya çağırmak anlamına geliyordu ve bu sunma biçimi askeri müdahaleye yönelik toplumsal rızanın sağlanması noktasında önemli bir işlev görmekteydi. Öte yandan, ordunun müdahalelerini onaylayan ve meşru gören bir dil de basına hâkim olmuştu. 
Örneğin, 
1979’un son günlerinde ordunun yayınladığı “tüm anayasal kuruluşlar ve siyasî partileri” uyaran metin birçok basın organı tarafından “anayasal görevin” yerine getirilmesi, demokrasinin talimatı ve ona tanınan son fırsat gibi ifadelerle karşılanmıştır. Bütün bu ifadeler en keskin halini ise Necip Fazıl Kısakürek’in 12 Eylül darbesinden hemen sonraki: Bu hareket olmasaydı devlet olmayacak, millet yerinde kalmayacaktı. sözlerinde bulacaktır. Kısacası, ekonomik, sosyal, politik ve uluslararası düzlemde işleyen mümkünlük koşulları ve bunların militarist söylemi onaylayıcı yönü 1980 darbesinin en önemli nedenidir. 12 Eylül’ü diğer iki darbeden ayıran en önemli unsur aksi bir sesin çıkmadığı, emir komuta zinciri içinde planlı bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır. Ordu bir 
bütün olarak sol gibi başka ideolojik kaygılardan bağımsızlaşarak sivil ve politik alana müdahalesini, kendisine “emanet” edildiğini düşündüğü bir ülkede gerçekleştirilen normal bir pratik olarak görmüştür.56 

12 Eylül 1980’den yönetimin sivil iktidara bırakıldığı Aralık 1983’e kadar 669 yasa çıkaran askeri rejim, adeta devleti militarist düzlemde yeniden restore etmiştir. Cumhuriyet tarihinin en yoğun yasa yapma sürecinin izlediği bu dönemde devletin merkeze alındığı, hiyerarşik ve mutlak denetimi mümkün kılan yasal ve kurumsal bir yapı oluşturuldu. Sol düşüncenin hiçbir şekilde dâhil edilmediği büyük ölçüde askerin belirleyici olduğu bu restorasyon sürecinin 
sonucu ise muhafazakâr, denetim ağırlıklı, otoriter ve hiyerarşik bir devlet yapılanması oldu. 12 

Eylül rejimi yapılanmasının temsilini bulduğu, diğer bir ifadeyle militarist söylemin etkin bir şekilde üzerine sindiği en önemli yasal düzenleme 1982 Anayasası oldu. Siyasi hiçbir temsilcinin içinde yer almadığı ve tümüyle bürokratlardan oluşan “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanan 1982 Anayasası; devlet dışındaki tüm kurumlar ve kişilere mesafeli bakan, devletin bu kurumlar ve kişileri denetlemesine öncelik veren, bu denetimi mümkün kılan merkezi kurumları öngören, devlet dışındaki kurum ve kişiler arasındaki yatay 
bağı/bağlantıları kesen, kişi ve kurumları hiyerarşik bir şekilde devlete bağlayan ve özgürlüklerin istisnalarla sınırlandırıldığı bir anayasa oldu. Kısacası 1982 Anayasası militarist söylemin temel özelliklerini içinde barındıran yasal bir metin olarak görülebilir. 

Anayasanın 118. maddesi, MGK’nın tavsiye alanı olan “millî güvenlik alanını” tanımlamış ve “toplumun huzur ve güvenliği” olan sivil alanı, açık bir şekilde millî güvenlik alanına dâhil etmiştir. Bunun yanı sıra, “tavsiye eder” ibaresi ile değiştirilerek Bakanlar Kurulu’nun MGK kararlarına olan bağlılığı daha da artırılmıştır. Dikkat çekici olan bir husus, bu ibarenin Anayasa taslağında “hükümetin uymakla yükümlü olduğu tavsiyeler” şeklinde geçmiş olmasıdır. Söz konusu ifade, dünyadan gelecek tepkiler göz önüne alınarak yumuşatılsa da, 
ifşa ettiği en önemli şey, “dikkate alır” ifadesinin askerin gözünde bir tavsiyeden çok, emir olarak görüldüğüdür.57 

1961 tarihli ve 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yasasının 35. maddesinde: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini Kollamak ve Korumaktadır.” hükmü yer almaktadır. Bu düzenlemenin geçmişi 1935’lere dayanmaktadır. 

1935’te 2771 sayılı Ordu Dâhili Hizmet Yasasının 34. maddesinde; “Ordunun 
vazifesi, Türk yurdunu ve teşkilatı esasiye kanunu ile (Anayasayla) tayin edilmiş 
olan Türk cumhuriyetini kollamak ve korumaktır. Ordu, askerlik sanatını 
öğrenmek ve öğretmek ile vazifelidir. Bu vazifenin ifası (yerine getirilmesi) için 
lazım gelen tesisler ve teşkiller (kurumlar ve örgütler) kurulur ve tedbirler alınır.” şeklinde idi. 
1961’de çıkarılan 211 sayılı Yasa ile ‘kollamak ve korumak’ ile ilgili hüküm ayrı bir maddede yapılmıştır. İlk Yasanın 34. madde dışında kalan hükümlerinden pek çoğu 1938, 1945, 1949 ve 1953’te değiştirilmiştir. Yasa, 1961’de 211 sayılı Yasa ile tümden yürürlükten kaldırılmıştır. 

1930’lu yıllarda, millî bağımsızlık mücadelesinin anıları ile yaşayan bir meclisin “Türk yurdunu ve teşkilatı esasiye kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini Korumak ve Kollamak” derken ne kast ettiği tahmin edilebilir; fakat 26 Mayıs 1960 günü Hükümet aleyhinde gösteri yapan Harp okulu öğrencilerinin başındaki subay ile 12 Eylül 1980 günü Parlamentoyu feshederek ülke yönetimine el koyan generallerin hareketi, yasa koyucunun vermek istediği mesajda yer almamaktadır. Aksine yasa koyucu aynı Yasanın bir başka 
maddesinde: 
Madde 43: Türk Silahlı Kuvvetleri her türlü siyasi tesir ve düşüncelerin dışında ve üstündedir. Bundan ötürü silahlı kuvvetler mensuplarının siyasi parti ve 
derneklere girmeleri, bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette bulunmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlevine karışmaları ve bu maksatla nutuk ve beyanat vermeleri ve yazı yazmaları yasaktır. Diyerek ordunun siyaset dışında olması gerektiğini açıkça hükme bağlamış, farklı davranışta bulunmayı yasaklamıştır. Bu uygulama yasanın çıkarıldığı 1930’lu yıllar için de aynıdır. 1934’te Başvekil İsmet İnönü imzasıyla parlamentoya sunulan tasarının 34. maddesinde ordunun vazifesi: “Türkiye vatan ve cumhuriyetini müdafaa etmek” şeklinde yazılırken de askerin siyaset dışı kalmasına özen gösterilmiştir. 58 Millî Müdafaa Encümeninin, ordu vazifesinin daha iyi anlaşılması ve bu vazifenin iyi öğretilmesi maksadıyla, 34. Madde metninde değişiklik yaparak ‘Türkiye vatan ve cumhuriyet ini   müdafaa etmek’ yerine ‘Türk yurdunu ve Teşkilatı Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini kollamak ve korumak’ diye hükümet tasarısında değişiklik yapması, kesinlikle, Silahlı Kuvvetlerinin siyasete müdahalede bulunması gerektiği anlamına gelmemektedir.59 Ordunun 2004 yılı itibariyle, hâlâ siyasetle uğraştığını Alper Görmüş şöyle anlatır: 

Günlüklerin 4 Kasım 2004 bölümünün sonrasında, çeşitli kolordu ve ordularda 
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarına verilen brifinglerin tam metni 
yer alıyor. 
Bu brifingler, TSK’nın yalnız Genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları 
karargâhları seviyesinde değil her seviyede yoğun bir politik hareketliliğin 
yaşandığını; siyaseti ve hükümeti izleme - denetleme faaliyetinin gerçekleştirildiğini gösteriyor.  
Brifinglerin tamamını okuduktan sonra, zihnimde tam bir siyasi parti canlandı. (Türk Silahlı Kuvvetleri Partisi-TSKP): Bu partinin genel merkezi Genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları karargâhları; il merkezleri ordu karargâhları; ilçe ve belde merkezleri ise kolordu ve daha küçük askeri birliklerin karargâhlarıydı. Bilgiler, tıpkı bir siyasi parti organizasyonunda olduğu gibi aşağıdan yukarıya iletiliyor, genel merkez de bu bilgileri yorumlayarak TSKP’nin60 izleyeceği siyaseti belirliyordu.61 

Toplumdan yalıtılmış, kendisine mahsus ayrıcalıkları olan, bazı araştırmacıların deyimiyle ‘bir zümre teşkil eden’ bir kurumla karşı karşıya olmanın ötesinde, anayasal sistem içerisindeki vesayetçi konumunu koruma kaygısı da var. Bu vesayetçi konumun sisteme yansıyan pek çok unsuru var. Bir defa, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin hukuki statüsünü düzenleyen mevzuata doğrudan veya dolaylı olarak bakıldığı zaman; Millî Güvenlik Kurulunun anayasal konumunun dışında, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu, Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine Ait Kanun, Millî Savunma Bakanlığı Görev ve Teşkilatı 
Hakkında Kanun, Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu ve bunlara benzer birçok mevzuatın, esas itibarıyla 1960 darbesinden sonraki ortamda Silahlı Kuvvetlerin sistem içerisindeki konumunu pekiştirmek üzere yapıldığı görülmektedir. Türkiye’de bu mesele de başka meseleler yanında kökten ele alınmadığı sürece yani silahlı kuvvetlerin hukuki statüsünün demokratik, çoğulcu, Batılı tarzda demokrasiye uygun biçimde ve sivil inisiyatifte yeni baştan, öyle palyatif tedbirlerle, 35’inci maddeyle şu veya bu ölçüde oynayarak değil de kökten düzenlemedikçe, meselenin bir yönü eksik kalacaktır.62 

Türk Anayasa geleneğinde ve yasalarında silahlı kuvvetlerin parlamenter sisteme müdahalesini meşru ve hukuk açısından yerinde gören bir düzenleme olmaması bir yana, Anayasa koyucu bu tür mekanizmalara anayasada yer verilmesini de ‘tehlikeli’ bulmuştur. Ayrıca Silahlı kuvvetlerin kime karşı hangi koşullarda ve kimler tarafından kullanılabileceğini de açık hükümlerle düzenlemiştir. 

Buna rağmen: 

 < Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev, ya üst makamlardan verilir, ya da durumdan çıkarılır. (Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, ‘Hizmete Özel Yayın’, 1982, s. 6).63 > şeklindeki maksadını aşan yorumlar, konunun açıklığa kavuşturulması ihtiyacını ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, yasa yapıcı tarafından yanlış yorumlara son vermek maksadıyla, 
mevcut anayasadan başlamak üzere, özellikle darbe dönemlerinde çıkarılan ve halen yürürlükte olan binlerle ifade edilebilecek kanun, tüzük, yönetmelik, genelge vb. düzenlemelerin, demokratik ve sivil bir anlayışla beyaz ve yeni bir sayfa açmak şeklinde ele alınma zorunluluğu vardır. 

1950'deki genel seçimlerde Demokrat Parti'nin ezici çoğunlukla seçimi kazanması, halkın oyuyla 27 yıllık tek partili rejime son vermiştir; ama bu dönemdeki Resmi Türkiye'nin yapısı, misyonu ve konumu çok az değişmelerle olduğu gibi devam etmiştir. Temel ilkeler, hedefler, yönelişler korunmuş, sadece bazı ufak tefek rötuşlar ve restorasyonlara gidilmiştir. Resmi Türkiye’nin yapısı ve misyonunda sapmanın olduğuna inanıldığında 1960, 1971 ve1982’de ordunun darbeleri gelmiştir. Bir bakıma öteki Türkiye’nin çok partili rejimle ele geçirdiği 
sandık ve bazı hürriyetler yoluyla Resmi Türkiye'yi dönüştürme ve kendine yaklaştırma çabaları; ordunun darbeleri, insan hakları ihlalleri ve anti demokratik yöntemlerle durdurulmuş ve bozulan dengeler Resmi Türkiye'nin lehine yeniden yerli yerine konulmuştur. 1960 darbesinden sonra hazırlanan 1961 anayasası, 1971'de yapılan değişiklikler, 1980 darbesinin ürünü olan 1982 anayasası gelişmeleri Resmi Türkiye'nin lehine kurumlaştırmıştır. Türkiye’nin, ulusal ve evrensel gelişmeleri pek ciddiye almaksızın dirençle, inatla ve içine kapanarak yoluna devam ettiği söylenebilir. Bunun ne kadar böyle sürüp 
gideceği ise cevapsız bir soru olmakla birlikte sonunda Resmi Türkiye'nin Öteki Türkiye'nin gelişmesi karşısında pes etmesi mukadderdir.64 
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1982 Anayasası referandumuyla ilgili olarak: “… Hadi diyelim ki halk bir şey yapamadı. Yani 1980 darbesinden sonra yapılan referanduma gidip yüzde 92 oy vermeye mecbur mu yani? O zaman bizim belimiz kırılıyor, “Hürriyet” diyenlerin, ondan sonra “Adalet” diyenlerin beli kırılıyor. ‘Yüzde 92 oy aldım kardeşim.’ diyor.”65 Bu tespitin çok da yerinde olmadığı, referandumun olağanüstü şartlarda yapıldığı ve halk üzerinde mevcut darbe ortamının oluşturduğu baskının alınan sonuçta çok etkili olduğu hususu, 1989 yılında Işıl Alatlı’nın yaptığı Türk seçmeninin siyasi bilincini ele alan 
araştırmada ortaya çıkmıştır. 1982 Anayasası’nın değiştirilmesini isteyenlerin oranı %58 olarak tespit edilmiştir. 

Türkiye örneğindeki darbelerin dünyadaki emsallerinden ayrılan yanı; askeri müdahalelerin bütün yıpratıcılığına rağmen, Türk ordusunun, kendisini 
aranılır kılabilmiş olması ve imtiyazlı konumunu kabul ettirme konusunda önemli mesafeler alabilmiş olmasıdır. Askeri müdahale dönemlerinin kısa süreli olması, tam da askerlerin öngördüğü gibi, ordunun prestij kaybını sınırlayabilmiştir. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


56 Ali Balcı (2011); s. 111-117. 
57 Ali Balcı (2011); s. 118, 121-123. 
58 Hikmet Özdemir (1993); s. 233, 234, 235. 
59 Buna rağmen, sorunu başka açılardan inceleyen tanınmış bazı yazarların, 35. maddeyi darbelerin yasal dayanağı olarak gördükleri bilinmektedir Şevket Süreyya Aydemir şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Kendi iç hizmet kanununa göre bütün batı demokrasileri arasında ordu, yalnız bizde devletin koruyucusu olduktan başka bir de düzenin gözetleyicisidir. Yani Türk ordusunun iç hizmet kanunu bizde orduya, ülkenin sınırlarını savunmaktan başka, bir de Cumhuriyet kurumunun ve sosyal siyasi düzenin gözetleyicisi olmak zihniyetini vermiştir. Ordu. Bu kurumun ya da onun getirdiği düzenlerin sarsıldığını görünce yasama ve yürütme organlarına müdahale edebilir.” Hikmet Özdemir (1993); s. 238. 
60 Alper Görmüş’ün tespitleri Samuel Huntington’ın şu sözünü hatırlatır: “Türkiye, 1920’lerin sonunda siyasi generallerin bir siyasi parti yarattığı ve bu partinin siyasi generallere son verdiği ülkelere, Meksika’yla birlikte örnek oluşturmaktadır.” 
61 Alper Görmüş; İmaj ve Hakikat Bir Kuvvet Komutanının Kaleminden Türk Ordusu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 302. 
62 Mustafa Erdoğan, Akademisyen - Hukukçu, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 18 Ekim 2012, s. 2. 
63 Hikmet Özdemir (1993); s. 236, 237. 
64 Davut Dursun (1999); s. 218, 219. 
65 Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 7 Haziran 2012, 
Ankara Güniz Sokak, s. 9. 

KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDDECEKTİR.


***

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 3

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 3


Bu, özgürlük yerine baskı ve zorlamanın, hak yerine ödev ve sorumluluğun, hukuk devleti yerine “polis devleti”nin, çoğulculuk yerine üniformizmin ve demokrasi yerine de bürokratik elit tahakkümünün geçerli olması demektir.38 
Uzun zaman Türkiye’yi Batılılaştırma misyonunu bürokratik seçkinler üstlendiler. Bu yüzden demokrasiyi salt Batılılaşmanın bir alt boyutu olduğu için benimse diler. Bu nedenden dolayı, “demokrasinin en iyi rejim olduğu” sonucuna varmalarına rağmen 1960’ların sonuna gelindiğinde “politikacılara güven olmayacağını” da düşündüler. Bu nedenle Atatürk’ün vazettiğinin tersine, bürokratik seçkinler, Atatürkçü düşüncedeki içkin seçkinciliği bir araç 
değil, bir amaç olarak algılamışlar, araçsal bir devlet anlayışını aşkın bir devlet anlayışının yerine ikame etmeyi düşünmemişlerdir. Kemal Karpat’ın belirttiği gibi, bürokratik seçkinlere göre entelektüelin görevi kitlelerin gelişimi için önlerini açmak değil, aksine kitlelere kılavuz olmaktır. Bu yüzden bir dünya görüşü olan Atatürkçü düşünceyi bir “ideolojiye” dönüştürmeye gayret etmişlerdir. 1923’ten sonra ordu kendisini, hem Cumhuriyet devleti hem de Atatürk’ün reformları ile başka kurumlarla karşılaştırılamayacak derecede  özdeşleştirmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri, kendisine kanun ile yüklenen Türkiye Cumhuriyeti’ni hem iç hem dış düşmanlara karşı koruma ve Cumhuriyetle gelen kazanımları teminat alma görevini üstlenince bu rolünü giderek kurumsallaştırdı. Bu olgu Türkiye’deki sivil - ordu ilişkilerini diğer gelişmekte olan ülkeler ile karşılaştırıldığında olağandışı kılmıştır. 
Devlet ile özdeşleşmesi ve rejimin vasisi rolünü benimsemesi sonucunda ordu, hiçbir siyasal partiye destek vermemiştir. Askeri müdahalelerde ordunun temel güdüsünün, “ulusal misyon duygusu”ndan kaynaklanması şaşırtıcı değildir. 
Çok partili düzene geçme konusunda 1945 yılındaki gelişmeler son derece önemli olup Türkiye açısından hem iç hem de dış siyasetinde köklü bir değişikliği ifade etmiştir. Bu itibarla 1945 yılında olup bitenleri hatırlamakta yarar vardır: San Francisco'da toplanacak Birleşmiş Milletler toplantısına katılabilmek için İngiltere'nin telkini üzerine 23 Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya'ya karşı savaş ilan edildi. 19 Mart 1945'te Sovyetler Birliği, 1925 tarihli Türk Sovyet dostluk ve saldırmazlık Anlaşması'nın uzatılmayarak feshedileceğini bildirdi. 5 Mart 1945'te Türkiye Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın San Francisco'daki kuruluş 
konferansına davet edildi. Türkiye Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığında bir heyet Nisan 1945'te San Francisco'ya gitti ve BM'nin kuruluş antlaşmasını imzaladı. Hasan Saka, San Francisco'da Reuters Haber Ajansı muhabirine verdiği demeçte; “Cumhuriyet rejimi siyasi bir müessese olmak sıfatı ile modern demokrasinin yolu üzerinde azimle gelişmektedir. 

Anayasamız, en ileri demokratik anayasalarla mukayese edilebilir. Ve başkalarını da çok geride bırakır.” diyordu. İki yıl sonra Amerikan Kongresi'nde Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılmasını öngören Başkan Truman'ın 12 Mart 1947 tarihli konuşması üzerindeki tartışmalar sırasında Türkiye'nin siyasal yapısıyla ilgili sert eleştiriler yapılmıştır. Amerikan Kongre üyeleri; Türkiye'yi tek partili askeri bir diktatörlük olmakla suçluyor ve özgürlüklere özen gösterilmediğinden şikâyet ederek demokrasinin olmadığını söylüyorlardı. Yardım ise ancak istibdata karşı demokrasiyi korumak için verilebilirdi. Aynı yıl İsmet İnönü tarafında 
ilan edilen “12 Temmuz Beyannamesi” ile demokrasiden dönüş olmayacağı deklare edildi. 

Burada tartışılması gereken temel soru iktidarı elde tutan CHP ve İsmet İnönü'nün hangi sebeplerle bir muhalefet partisinin örgütlenmesine daha doğrusu tek parti yönetimine son vererek çok partili düzene geçmeye karar verdikleridir. İnönü’yü bu noktaya getiren temel sebep nedir?39 

Sistemde gerçekleşen bu ciddi dönüşüm, iki temel parametreye indirgenerek açıklanabilir: Birincisi; İkinci Dünya savaşı siyasal sisteminin meşruluk zemininde önemli değişiklikler meydana getirmiş, modernleştirici diktatörlüğün ve milliyetçi otoriterliğin temellerinin sarsılmasına sebep olmuştur. Almanya’nın yenilmesi tek parti rejiminin meşruluk zemininde ciddi bir gerilemeye sebep olmuştur. Savaş sonrasında kurulmakta olan yeni Dünya Düzeni’nin merkezi ve başlıca gücünün İngiltere değil Amerika Birleşik Devletleri olacağı açıklık kazanmıştı. Bu sebeple Türkiye'deki iktidar sahiplerinin kulaklarını Batıya ve özellikle de ABD'ye karşı duyarlı hale getirmeleri doğal bir davranış idi. İşte böyle bir süreçte Türkiye'de çok partili düzene geçiş gündeme gelmiştir. 
Bu bakımdan iktidarı elinde tutan CHP'nin yanında bir muhalefet partisinin bulunmasının düşünülmesinde rejimin gerileyen meşruiyet ve başarısızlığının etkisi olduğu gibi savaş sonrasının uluslararası şartlarının ve yeni gelişmeler in de etkisi olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri ve Batının şemsiyesi altına   sığınmak  mecburiyetinde olan Türkiye'nin çok partili düzene geçmek ve bunu kurumsallaştırmaktan başka bir seçeneği bulunmuyordu. Ayrıca bu durumunun Türkiye'nin tarihsel siyasal geleneğine de uygun düştüğü belirtilmelidir. Türkiye iç sistemindeki köklü değişiklikleri, genellikle dış aktörlerin etkisi ve dış baskıları gözeterek yapmıştır. 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanı, 1856 Islahat Fermanı'nın yayınlanması, 1876 Kanun-u Esasi’nin yürürlüğe konulması, 1908 II. Meşrutiyet’e geçiş gibi önemli yeniliklerin hepsi de dış 
dünyadaki gelişmeler ve telkinler dikkate alınarak yapılmıştır. Bu geleneğin cumhuriyet yönetiminde de devam etmesi gayet normaldir.40 

Çok partili demokrasiye geçmenin pek de kolay olmadığının işaretleri de vardır. Örneğin 1946-1947 yılları arası Türkiye Cumhuriyeti 15. Hükümeti Başbakanı olan Recep Peker’in, 1949 yılında, “Bu halk demokrasiyi bilmez” ve “Halk hazır değil” gerekçeleriyle demokrasiye geçilmemesi yönünde çok ciddi mücadelelerinin var olduğu da malumdur. Peker, aynen şu ifadeleri kullanmıştır: “Zigana Dağı’nın tepesine portakal ağacı dikemezsiniz!”41 

Cumhuriyet döneminin kendini kalkınmacı olarak görmek isteyen devlet eliti, toplumdaki konumu itibariyle, gerekli inanırlığa, güvene ve yeterli prestije sahip değildi. Böyle bir ortamda toplum, devlet elitinin yaptıklarına şüpheyle bakıyorsa, devletin projelerinin kendi yararına olduğuna inanmıyorsa, kalkınmacı devlet modeli de iflas edecektir. Toplum, devletin projelerine inanmadı, bunların altında devlete yarayan fakat kendisini dışlayan gizli amaçlar aradı. Bu şartlar altında devletin güçlü olması çok zordu. Sonuçta devletin kendi projelerine 
toplumu ortak etmekte başarılı olmadığı muhakkaktır; bunda en önemli unsur, devletin yerleşik değil, aksine uzak ve kendi içine kapanık olması, potansiyel olarak kullanabileceği kurum ve örgütleri de düşman diye görmesi olmuştur. Yani nüfusun tümünün paylaştığı bir tavır vardır ki “devletin malı deniz…” diye başlayan cümlede özetlenmektedir. Bu deyişin dile getirdiği ve cumhuriyet tarihinde sürekli gündemde olan hareket tarzı, devletten bir şeyler koparmak ve yakalanmamayı başarmak şeklinde ifade edilebilir. İş adamlarından gecekondu inşa edenlere, kaçak elektrik kullananlara kadar herkes bu davranışa ortak  olmuştur.   Japonya, Kore ve diğer Doğu Asya devletlerinin tarihi tecrübeleri ile karşılaştırıldığında, Türkiye’deki devlet elitinin kalkınmacılıkta başarısız olmasının temel sebepleri; devlet elitinin toplumla kaynaşmış bir grup olmaması, toplum içinde olumsuz bir prestije sahip olması ve gerekli sosyolojik koşullara sahip olmamasıdır.42 

Türkiye, Pakistan ve Latin Amerika’daki bazı ülkelerde rejimin iki merkezi güce sahip olduğu söylenebilir. Genel oy ve serbest seçimlerden çıkan halk iradesinin ürünü parlamentolar sivil, silahlı güç durumundaki ordu ise güç odağı konumundadırlar. Dış ve iç dengeler üzerinde oluşturulan rejimin sürekliliği, bir tür nöbet değişimi ile mümkün olabilmektedir. 27 Mayıs rejimi ile bunun formülü keşfedilmiştir. Türk Anayasacılık hareketinde 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi ile başlatılan ve 1921 ve 1924 Anayasalarında ifadesini bulan 
Parlamento üstünlüğü, 27 Mayıs 1960 darbesi ile pratikte olduğu kadar teoride de terk edilmiştir.43 1982 Anayasasının ‘Başlangıç’ kısmında da: “Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip belli devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğünün ancak Anayasa ve Kanunlarda bulunduğu” hususu ayrıca belirtilmiştir. “Türk Milleti, Egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle” kullanmaktadır. Olur olmaz pek çok konuda inanılmaz ayrıntıları Anayasa Metnini dolduran Anayasa yapıcının, yetkili organları tek tek saymaktan kaçınması ise ayrıca anlamlıdır. 
Egemenliği, en güçlü olanın kullanmak durumunda olduğu bir ayrıcalık veya üstünlük şeklinde anlamak neden yanlış olsun?44 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bir değerlendirmesi, acı da olsa, tarihi bir gerçeğin tespitidir: “1960, halkın elinden devleti alma hareketidir.”45 

1960 darbesi, militarist söyleme devlet nezdinde hâkim bir pozisyon kazandırdı, 1961 Anayasası ise söz konusu militarist söylemin kurumsal temele oturmasını mümkün kıldı. 

Türklerin Orta Asya’da tarih sahnesine “bir ulus olarak değil bir ordu” olarak çıktığı ve Osmanlı’nın da zaten “başka her şeyden önce bir ordu” olduğu, Türklerin savaşçı bir toplum olduğu, bu özelliğin “en az iki bin yıllık olmasından” ve “Türk milletini topyekûn ordu saymak gerektiğinden” bahsedilmiştir. Orduya ilişkin bu sunma biçimleri askeri müdahaleleri meşrulaştırmış ve onlara bir tarihsel süreklilik kazandırarak darbeleri normalleştirmiştir. 

Bu görme biçimi sorunlu bir argüman üzerinde kendisini kurar. Türk milletinin “millet-ordu” ya da “ordu-toplum” “vasfını tarihinin başlangıcından bugüne kadar muhafaza” ettiği argümanı Cumhuriyet döneminde oluşturulan resmi devlet söyleminin akademik bir uzantısıdır. Batılı tarihçiler arasında da fazlasıyla yaygın olan bu bakış açısının, indirgemeci ve üstelik ideolojik bir yaklaşım olduğu söylenebilir. 

1960 darbesi, on yıllık iktidarı boyunca DP’nin izlemiş olduğu politikalardan çok, DP’nin yönetim mantığı ve dayanmakta olduğu kültür kodlarından rahatsızlık duyan kesimlerin, askerin yardımıyla yeni siyasi elitlerin tasfiye edilerek, eski yönetici bloğun iktidara taşınması süreci olarak okunmalıdır. DP dönüştürme sürecini yönetememiş, başarıyla tasfiye edemediği ya da ittifak kurmayı beceremediği bir bloğun darbesiyle devrilmiştir.46 Bu itibarla, 27 Mayıs 
1960 darbesinin neden gerçekleştiği sorusu değil, hangi koşullar altındaki söylemler etrafında gerçekleştiği sorusu daha gerçekçidir. Konuya ilişkin literatürde darbenin nedenlerine ilişkin üç temel argüman öne çıkmaktadır. Darbeyi yapan askerleri merkeze alan ilk argüman “orta alt sınıfa” mensup askerlerin Demokrat Parti’nin politikalarının ürünü olan yüksek memur ve 
iş adamları sınıfı karşısında ikincil konuma düşmeleri ve yaşanan yüksek enflasyonun gelirlerinde yol açtığı gerileme karşısındaki hoşnutsuzluğunu ileri sürer. İkincisi, 1950’ler de bürokratlara yönelik olumsuz politikaların bir sonucu olarak darbenin sistemin yeniden restorasyonu ve bürokrat elite yeniden itibarlarını iade etme amacıyla gerçekleştiğini savunur. 

Üçüncü ve en yaygın görüş ise Demokrat Parti’nin otoriter uygulamaları ve yaşanan parlamenter krizin darbeye giden süreci hazırladığı ve darbenin “en dolaysız nedeni” olduğu şeklindedir. Askeri müdahalenin yapılması ve militarist bir yönetimin kurulması noktasında bütün bu nedenlerden daha kritik olan şey, ordunun politik ve sivil alana müdahale etmesini makul gören ve onaylayan bir söylemin darbe öncesinde gelişmeye başlamış olmasıdır. Bu bağlamda darbenin gerçekleştiği zaman diliminde “ordu - üniversite - basın” üçlüsü denilen 
ve muhalefetin de etkin bir şekilde dâhil olduğu militarist söylemsel ittifaka daha yakından bakmak gerekir.47 

Demokrat Parti dönemi ve sonrasında, bürokratik seçkinler karşıtı siyasal seçkinler, “devletağırlıklı” siyasal rejimi, “toplum-ağırlıklı” değil fakat parti ağırlıklı siyasal rejime dönüştürmeye çalıştılar. “Siyasal parti-ağırlıklı siyasal rejim” ibaresi ile toplum katmanlarından büyük ölçüde özerk bir şekilde faaliyet gösteren parti sistemi kastedilmektedir. Osmanlı-Türk siyasal yapılanmasında siyasal etkinliğe sahip toplum kesimlerinin bulunmamış olması böyle bir siyasal parti sisteminin ortaya çıkışının nedenidir. Bu kendine özgü durum, Türkiye’nin siyasal dinamiklerinin ussallık, ılımlılık ve ödün vererek uzlaşma normları çerçevesinde gelişmemesine ve aşırı çoğulculuk (çoğunluğun azınlığa hak 
tanımama) ve bürokrasiyi normalin ötesinde derecede araçsallığa dönüştürmeye çalışma eğilimlerini beraberinde getirmiştir. Bu durum, ülkenin siyasal hayatının zaman zaman krizler ile karşılaşmasına yol açmıştır. Türk siyasetçileri iktidarı mutlak olarak algılama eğilimindeydi, iktidarı elinde tutanın sınırsız yetkiye sahip olduğu düşünülüyordu. Bu durum, bürokratik seçkinler merkezli siyaseti, parti merkezli siyasete dönüştürme çabalarının sonucu idi. 

Demokratların Atatürkçü düşüncenin bürokratik yorumuna alternatif sunamamaları, diğer bir deyişle, yıkmakla meşgul olduklarının yerine geçebilecek yeni bir adap oluşturamamaları, rejimin zaman zaman partide yapılanmış aşırı aşkıncılığa kaymasına katkıda bulundu. Feroz 
Ahmad’a göre: “Devlete yaslanmayı başaramayan Demokratlar, kendilerinin ve haleflerinin bir fetiş haline getirdikleri millî irade’yi kendilerine bir bayrak olarak aldılar. Demokratların 1950 - 1960 döneminde, ezici bir çoğunluğa sahip oldukları halde neden bütün bir on yıl boyunca muhalefetle uğraştıklarını anlamak zordur.” Nitekim Ahmad, bu durumun sonucu olarak Demokratların benimsedikleri stratejiyi şu şekilde belirtmiştir: “Bu… (millî irade 
anlayışı) Demokratları, devlet kurumlarını tamamen denetimleri altına alma ve yalnızca kendi amaçları için kullanma hakkına sahip oldukları sonucuna götürdü.48 

Siyasal kültürümüze sinmiş muhalefete tahammülsüzlük, halka güvenmemek, birtakım gelişmeleri ülkenin tehlikeye doğru sürüklendiği şeklinde değerlendirilmesi ve siyasal elitin mevcut gelişmelerin ışığında geleceği iyi okuyamamaları ve buna uygun bir tavır sergileyememeleri darbelerin oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Türk siyasal sisteminde merkez ile kenar arasındaki fay hattının karşıt değerler ve ilkeler üzerindeyükselmesi ve her iki kesimin temsilcileri arasında demokratik süreçlere ve değerlere öncelik tanıma konusundaki farklı tutumlar darbeyi beslemektedir. 27 Mayıs darbesinin ürünü olan 1961 Anayasanın siyasal iktidarın kullanılmasına ve millî iradeye, bürokratik güçlerle ordu ve aydınları ortak etmesi, paradoksal olarak demokrasinin gelişimi ile merkez güçler arasındaki çatışmayı ortaya koymaktadır. Bu demokrasinin üzerinde yükseleceği demokratik kültürü 
henüz içselleştirememiş toplumların demokrasiyi kurmaları elbette ki zor olmaktadır.49 

18 Nisan 1960’da Ana Muhalefet Partisi Lideri İsmet İnönü’nün TBMM’de Demokrat Parti’nin muhalefeti sınırlandıran yasalar çıkarmasını eleştirdiği bir konuşmasında kullandığı ifadeler dikkat çekicidir. İnönü’nün konuşmasının satır aralarına bakıldığında onun da DP’yi eski iktidar bloğuyla ittifak kuramamakla suçladığı görülebilir: Milletleri ihtilale nasıl zorladıkları İnsan Hakları Beyanname sine girmiştir. Eğer idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa, o memlekette ayaklanma olur… Eğer insan hakları yürütülmez vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa, ihtilal behemehâl olur… Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam… Arkadaşlar şartlar tamam olduğu zaman milletler için, başka çıkar yol yoktur kanaati zihinlere ve bütün müesseselere yerleşirse, meşru bir hak olarak kullanılacaktır.50 

Askerin sivil alana müdahalesini normalleştiren bu görme biçimi sadece darbenin hemen öncesi ile sonrasındaki süreci birbirine bağlayan söylemsel bir sürekliliktir. İnönü’nün darbeyi meşrulaştıran bu akıl yürütmesi darbenin ardından askeri rejimin meşrulaştırılması sürecinde kullanılacak ve uzun bir süre akademik çalışmalarda 1960 darbesinin temel nedeni olarak ileri sürülecektir.51 Süleyman Demirel’in 27 Mayıs’a ilişkin değerlendirmesi ise az ve özdür: “CHP 
lehine DP’nin ordu tarafından ezilmesidir. Hepsi bundan ibarettir.” şeklindedir. Bu açıdan bakıldığında, 28 Mayıs’ta Cemal Gürsel’in İsmet İnönü’ye: “Emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur, paşam” gibi bir ifade kullanması, Ordu ve İnönü arasındaki yakın ilişkiyi desteklemektedir. Ayrıca Darbe sonrasında, CHP’nin teşkilatlarına yolladığı genelgede MBK’nın “iyi niyetli” olduğuna yönelik inancın dile getirilmesi ve bu süreçte komitenin desteklenmesinin istenmesi de bu ilişkiyi doğrular niteliktedir.52 

27 Mayıs 1960 tarihini dikkate değer kılan ise, söylemsel olarak dominant pozisyon kazanan dili; yasalar, kurumlar, aygıtlar, stratejiler ve pratikler üzerinden sürdürmeyi sağlayacak bir dönemi başlatmış olmasıdır. Bu tarihte askeri, sivil denetimden bağımsızlaştıran düzenlemelerden, bu ayrıcalıklı pozisyonu değiştirmeyi bir suç haline getiren kanunlara kadar birçok uygulama hayata geçirilmiştir. Askerin aygıtlar üzerindeki kontrolü ve yeni kurumlar 
oluşturması bu ayrıcalığın meşruluk ve normalleşmesi noktasında önemli bir işlev üstlenmiştir. “Hükümetler üstü bir kurul” şeklinde işleyen Millî Güvenlik Kurulu gibi yeni yaratılan kurumlar yoluyla da yürütme bütünüyle askerin denetimi ve kontrolü altına sokulmuştur. Bu kurumlar 1960 sonrası dönemi öncesinden farklılaştırdığı için önemlidir ve militarist söylemsel dilin sınırlarını belirleyen, diğer söylem biçimlerini suskunluğa iten ve militarist dili ayrıcalıklı kılan tam da bu kurumlar oluşmuştur.53 

27 Mayıs’ın anti demokratik yöntemlerle anayasa yapma geleneğini başlattığını ifade eden Serap Yazıcı: “27 Mayıs müdahalesi, Türkiye’de siyaset sürecinin demokrasi yönünde evrilmesini önleyen çok önemli sonuçlar yaratmıştır. Bunlardan biri, demokratik olmayan yöntemlerle anayasa yapma geleneğidir. İlk kez 27 Mayıs’ın ardından ortaya çıkan bu yöntem, 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de tekrarlanmıştır. Böylece, Türkiye’de belirli kesimlerde demokratik 
yöntemlerle anayasa yapmanın mümkün olmadığı gibi tuhaf bir zihniyet yerleşmiştir. 
Demokratik bir düzende tüm kararlar, halka hesap verme yeteneğinde olan seçilmiş organlar tarafından verildiği ve askeri makamların da bu organların iradesine tabi olduğu halde, 

Türkiye’de bunun tam aksi bir tablo yerleşmiştir. Nihayet 27 Mayıs Müdahalesi, vesayet kurumları yaratmak suretiyle de seçilmiş organların hareket sahasını daraltmıştır. Cumhurbaşkanlığı ile Anayasa Mahkemesi, 27 Mayıs Müdahalesi’ni gerçekleştiren ve bu müdahaleye destek veren devlet elitlerinin vesayet kurumu olarak tasarladıkları organlardır. 1961 Anayasası’nın yürürlüğü süresince, Cumhurbaşkanlığına, asker kişilerin seçilmesi, bir tesadüf değildir. Anayasa mahkemesi ise bu anayasanın yürürlüğü döneminden başlayarak, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasinin icaplarını korumak yerine, devletin resmi 
ideolojisini koruyacak kararlara imza atmıştır.”54 Askerin politik alana müdahalesinin meşru bir zemine oturtulması sadece basın, aydınlar ve 
politikacılar düzleminde olmadı, daha da önemlisi başta lise ders kitapları olmak üzere devletin sivil alan ile fazlasıyla iç içe olduğu kurumlar da bu normalleştirme sürecine dâhil oldular. Örneğin, militarist söylem dönemi boyunca liselerde “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi” adıyla okutulan ders kitabı 27 Mayıs’ı ordunun açıkladığı bildiri temelinde analiz etmiş ve yaşananları bir “devrim” olarak tanımlamıştır. Aynı isimli bir başka ders kitabında da 27 
Mayıs bir devrim olarak sunulmuş, ekonomi ve özgürlük temelinde yaşanan gerilimler karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “işe karışma zorunluluğu duyduğu” belirtilmiştir. Diğer ders metinlerinde de DP iktidarı “karanlık çağ” olarak tasvir edilirken, 27 Mayıs da “milleti kurtarmaya” girişen, “genç demokrasimizi yıkmak, Atatürk devrimlerini yok etmek isteyen gerici zümreyi” ezen bir hareket olarak tanımlanmıştır. Bu örneklerde görüldüğü gibi dönemin lise ders kitaplarında askerin sivil alana müdahil olması bir problem değil, aksine bir zorunluluk hatta devrimsel bir hareket olarak sunulmuştur. 

27 Mayıs’ın sorunları çözemediği, bilakis çözülebilecek meseleleri dahi çözümsüzlüğe mahkûm ettiği gerçeği, 12 Mart 1971 günü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunulan ve MGK temsilcileri sıfatıyla altında komutanların imzasının bulunduğu Muhtıra ile tekrar ortaya çıktı. Muhtıra ülkedeki anarşi durumunu sona erdirebilecek ve reformları “Atatürkçü bir görüş” 
doğrultusunda hayata geçirebilecek güçlü bir hükümetin kurulması önerisiyle dolaylı olarak Demirel hükümetinin istifasını talep etti. Demirel ise yaptığı açıklamada ordunun müdahalesinin Anayasa ve hukuk devletiyle bağdaşmadığını söylese de, açık bir şeklide gelişen darbe sürecine karşı hiçbir şekilde güçlü bir muhalefette bulunmamıştır. Ayrıca, muhtıranın ‘sol’a karşı yapıldığını anlayan ‘sağ’ aydınlar ve basın, muhtıranın ülkeyi “anarşiden kurtarıp demokrasiyi iyi işletmek için” verildiğini savunmuşlardır.55 

12 Eylül 1980’e gelindiğinde işler artık çığırından çıkmış/çıkartılmış durumdaydı. Askerin sivil alana dâhil olmasının en üst aşamasını temsil eden sıkıyönetim, sokak çatışmalarından kaynaklanan güçlü bir sivil onayın ardından gelmişti. Haziran 1980’de “hiçbir devirde devlet, hükümet ve kamuoyu sıkıyönetimin bugünkü kadar yanında olmadı” diyen Süleyman Demirel, askerin politik ve sivil alandaki etkinliğinin meşruluk koşullarının ne kadar güçlü bir şekilde ortaya çıktığına işaret etmiştir. Bu normalleşme sıkıyönetim uygulamalarıyla daha da 
güçlendirildi ve sürekli askerle iç içe yaşayan sivil alan, 12 Eylül’de gelen askeri müdahaleyi gündelik yaşamının bir alt üst olması şeklinde görmedi. Asker ve sivil alan arasında birincisinin lehine olan bir hiyerarşinin varlığı, kaçınılmaz olarak politik alanın sürekli bir şekilde askeri referans noktasına dönüştürmesine yol açmıştır. Bu hiyerarşik ilişkinin çarpıcı örneği Diyarbakır’daki sıkıyönetim komutanını değiştirmek isteyen Demirel ile dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren arasındaki bir diyalogdur. Evren anılarında bu konuşmayı şu şekilde anlatır: 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

38 Mustafa Erdoğan (2012); s. 156, 157. 
39 Davut Dursun (1999); s. 36, 37, 40, 49.
40 Davut Dursun (1999); 41, 45, 52. 
41 Osman Can (2010), Darbe Yargısının Sonu, Karargâh Yargısından Halkın Yargısına, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 43. 
42 Çağlar Keyder (2004); Memâlik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, İletişim Yayınlar, İstanbul, s. 198-201.
43 1961 Anayasası Madde 4: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır.” Demokratik sistem açısından hem trajik hem ironik olan bu tablonun Anayasa Hukuku Profesörü Mümtaz Soysal’a göre tarifi; “1961 Anayasası, Türk Anayasacılığında 1920’den başlayarak sürüp gelen bir geleneği büyük ölçüde değiştirmesi ve TBMM’nin egemenliği kullanan tek organ olmaktan çıkarılıp egemenliği kullanan ‘organlardan biri’ durumuna getirilişi demektir.” 
44 Hikmet Özdemir; Rejim ve Asker, İz Yayıncılık, İstanbul, 1993, s. 211, 232. 
45 Hikmet Özdemir; Türkiye Cumhuriyeti, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 237. 
46 Mete K. Kaynar (2010); s. 27, 54.
47 Ali Balcı (2011); s. 37, 38, 39, 47, 48, 49. 
48 Metin Heper (2006); s. 133, 150, 161, 162, 178, 189. 
49 Davut Dursun (2001); s. 37.
50 Mete K. Kaynar (2010); s. 53. 
51 Ali Balcı (2011); s. 50, 51. 
52 Kamil Demirhan; 27 Mayıs Müdahalesinde Ordu’nun Gericilik Algısı ve Gericilik Söylemi Üzerine Bir 
Değerlendirme, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 86. 
53 Ali Balcı (2011); s. 57, 58. 
54 Muhsin Öztürk (2012); s. 69, 70. 
55 Ali Balcı (2011); s. 97, 99. 

KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***

DEMOKRASİ, DRBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 2


DEMOKRASİ, DRBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 2


Çağdaş bir gelişme olan “ Cumhuriyet ” Kendi içinde önemli değişimler geçirdi. 

Kontrollü çok partili hayata geçiş denemeleri sistemin kendine ve halka güvensizliği sebebi ile çok kısa sürelerde otoriter sistemin daha da güçlenmesine dönüşmüştü. 14 Mayıs 1950 genel seçimleri ile tek partili otoriter cumhuriyetten çok partili demokratik cumhuriyete geçildi. 
On yıllık Demokrat Parti iktidarının ardından başlayan ve yarım asrı aşan demokratik cumhuriyet döneminde gerçekleşen beş ayrı askeri darbe/müdahale, Cumhuriyetin demokratikleşememesinde birinci derecede engelleyici rol oynadı. 1960 ve 1980 darbelerinden sonra mevcut anayasalar yürürlükten kaldırılarak yenileri yapıldı. 1971’de anayasanın üçte biri yenilendi. 1997’de ise rejimin yeniden restore edilmesi için köklü bir program yürürlüğe sokuldu. Dünya hızla demokratikleşirken Türkiye bu süreci izlemekte zorlanmıştır. Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandıramayan Türkiye, yeni bir bin yılda hâlâ asrın 
başlarında tartıştığı “hürriyet”, “insan hakları”, “hukuk devleti”, “sınırlı devlet”, “özgür birey” gibi çağdaş kavram ve değerleri tartışmayı sürdürmektedir. 20. yüzyılın refleksleri ve sorunları “Cumhuriyetin” demokratikleşmesini engellemekte, devlet elitleri yeniçağın değerler ve kurumlarına karşı ayak diremektedirler.25 
Türkiye’nin değişim sürecine girdiği 1800’lü yıllardan beri gündeminde muasırlaşma veya yeni tabiri ile modernleşme vardır. Modernleşme; devleti ve toplum kültürünü çağına uydurarak canlandırmak, güçlendirmek ve böylece varlığını devam ettirmek gayesini güder. Peki, bu nasıl olmalıdır? Yeni kurumlar inşa etmek, rejim değiştirmek, gerçek tarihi bir yana atmak ve modernleşme nin gereklerine göre tarihi yeni yorumlarla tekrar yazmak, modernleşmeyi belirli 
şekilde tanımlayarak bu tanımlara uymayan kurumları, bazı sosyal sınıfları ortadan kaldırmak veya susturmak modernleşmeyi nihai amaç olarak gören Jakoben bir yaklaşımdır. Fransız ve Rus devrimlerinin yaklaşımları bu olmuştur. Asker, devrimlerin gerçekleşmesini sağlamış, fakat devlet idaresini sivillere bırakmıştır. Devlet gücü ile gerçekleştirilen, idealize edilen bu modernleşme devlet-toplum ikiliği yaratır. 
Modernleşmeyi nihai ideal bir amaç değil de toplumun yaşam standardını yükseltme, devlet karşısında hakların koruma aracı olarak ele alırsak o zaman bireyin idaresi ve mutluluğu ön plana çıkarak değişimin içinde sosyal, tarihsel ve kültürel devamlılık muhafaza edilir. Bu ikinci tip modernleşmeyi Anglosakson, yani İngiliz ve Amerikan toplumlarında görmek mümkündür. Jakoben tipi modernleşmede devrim yapan elitler siyasal gücü ellerinde tutarak ön plana geçmelerine karşılık Anglosakson değişiminde halkın görüşünü temsil eden veya öyle görünen halk temsilcileri karar verme mevkiindedir. Her iki değişim tarzında da zorlama vardır fakat çok farklı derecelerdedir. Anglosakson değişimlerinde zor kullanılmıştır fakat güç ancak eski tutumları ve kuralları ısrarla çıkarları uğruna muhafaza edenlere karşı kısa süre ile kullanılmıştır. Örnek olarak İngiltere’de aristokrasinin gücünü kırmak için Oliver Cromwell’in (1599-1658) kral ile mücadelesi veya ABD’de köleliği kaldırmak için girişilen iç 
savaş; rejimi, toplumu değiştirmek için değil toplumun ilerlemesine engel olan belirli bir nedeni yok etmek için Anglosaksonlarda görülen zorlama örnekleridir. Her iki durumda nihai çözüm askeri güce dayanmışsa da ondan sonra kurulan idareler tamamıyla sivil nitelikte kalmıştır. Bazen devrimi idare eden askerler devlet başkanı olmuşlarsa da sivil idarenin üstünlüğünü kabul etmişlerdir. Türkiye’de modernleşmenin, hem Fransız hem Anglosakson değişimlerine benzer yönleri olmakla beraber onlardan farklı yönleri de vardır. Osmanlı’da 
değişim devleti güçlendirmek için en üst makamın yani Sultanın kararıyla başlamıştır. Pratik ihtiyacı karşılamak, yani devleti güçlendirmek için araç olarak kullanmıştır. Yapılan değişikliklerde rol alan elitler bir dereceye kadar devlet idaresinde söz sahibi olmak isteyen sivil gruplarla zaman zaman işbirliği yapmışsa da devlet kontrolünü daima elinde tutmuştur. 

Fakat devleti temsil eden sivil ve askeri bürokrasi, değişmeyi ve modernleşmeyi, devleti güçlendirmeyi ve halkı devlete hizmet eden bir grup haline getirmeyi amaçlayan bir unsur olarak görmüştür.26 

Şerif Mardin’in, “bürokratik muhafazakârlık” olarak adlandırdığı otoriter-elitist teoriler ve halk aleyhtarı tutumlar, Jön Türkler’in sahneye çıkmasıyla kendine yeni bir yaşam alanı buldu. 
Askeri davranış; daha çok vatanperverlikten “ vatanı kurtarma ” düşünce lerinden hareket eden, toplumun derin sorunları üzerine eğilmekten çok kısa vadede “hareket”e yönelen bir davranıştır. Enver Paşa’nın daha sonraki yıllardaki politikası bunun saf bir örneğini verir. 
Sivil-bürokratik davranışa gelince, bu davranışın temel unsuru bazen bir ‘entelektüeller ihaneti’ne yaklaşabilen halk aleyhtarı tutumudur. Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulduğu zaman kurucular arasında halka güvenilebileceği fikri ağır basıyordu. Askeri Tıbbiyelilere bunun böyle olmadığını anlatan, halka “önder” olmayı telkin eden, halkın sesinin kurulacak birimde yeri olmadığına inanan Murat (Mizancı) ve Ahmet Rıza Bey gibi sivil bürokratlardı. Bu gibi bir inançta Osmanlı İmparatorluğu’nda eskiden beri egemen bir avam-havas ayrılığı düşüncesinin mi, yoksa Avrupa’da bu yöne iten gelişmelerin mi etkili 
olduğunu anlamak zordur. Fakat her türlü anlama, otoriter elitist düşüncedeki bu sivil bürokratları birer “demokrat” haline getiremez. Bu düşüncelerin Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde yayılmış olmasının sorumluluğu onlara yüklenmelidir.27 Bu fikirler kendine yaşam alanı bulacak, Osmanlıyı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni derinden etkileyecektir. Yeni Osmanlılar’ın kuruluşunda ilham kaynağı oldukları Jön Türkler, 1902 yılında Paris’te topladıkları I. Kongre’lerinde kabul ettikleri tezlerden biri, “yalnız propaganda ve neşriyatla inkılâp yapılamayacağı,” uygar askeri kuvvetlerin de inkılâp hareketine katılmalarının gerekli olduğu fikriydi. Bu kongreden sonra Jön Türkler, “müdahale taraftarı ve aleyhtarı” olmak üzere birbirine zıt iki gruba ayrılır. Bu kongredeki teorik-pratik kutuplaşmalar daha sonra modern Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal embriyosunu oluşturacaktır.28 1909’da Hareket Ordusu’nun 31 Mart İsyanı’nı bastırması ile “modern ordu”nun bugünlere ulaşan ‘devletin sahibi olma’ misyonu da başlamış oldu.29 Bu misyonun hayat geçirilmesi çok uzak olmamıştır. 23 Ocak 1913 tarihinde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki’nin fedailerinden Yakup Cemil’in başı çektiği grup Bâb-ı Âli’de Bakanlar Kurulu’na toplantı halindeyken baskın   düzenler. Harbiye Nazırı öldürülür ve silah zoruyla hükümet istifa ettirilir. 
Devlet-toplum ikiliği Cumhuriyet döneminde devam etmiştir. Devlet seçkinlerinin toplum algılaması Hegelci30 olarak kalmıştır; toplum çoğunlukla “evrensel egoizm alanı” olarak düşünülmüştür. Toplumu temsil ettiklerini iddia edenlerin bu tutuma karşı tepkisi de daha az radikal olmamıştır. Bir grup diğerini sürekli olarak “bölücülük” ile suçlarken, karşıt eğilim, ilgili grubun siyasal partisi tarafından kullanılan siyasal gücü mutlak olarak algılamak ve otoriteye uzlaşmaz biçimde karşı çıkmak olarak belirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 
subay kadrosunun yüzde 93’u ve memurlarının yüzde 85’i hizmetlerine yeni Cumhuriyet’te devam etmişlerdir.31 Türkiye Cumhuriyetine Osmanlı’dan, aşkın - transcendental bir devlet ve zayıf bir toplum miras kalmıştır. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de bürokratik seçkinler aşkın devleti, topluluğu bir arada tutabilmek için vazgeçilmez görmeye devam ettiler. Bu şartlar altında Türkiye’de açık bir siyasal rejime geçilmesi, çoğul çatışmalar (siyasal dinamikler) yoluyla, hatta karşılıklı yasal yetki alanlarının net biçimde 
tanınması (hukuk) yoluyla bile gerçekleşemedi. İsmail Cem’e göre; Osmanlı’nın sosyal ve ekonomik düzeni, Cumhuriyet döneminde de değişmedi: “Cumhuriyet yönetimi, toplumun üst yapısına yeni biçimler getirmek isteyen bürokratlarla, temeldeki geri sosyal düzeni aynen sürdürmek amacındaki eşrafın ve üst yapı Batılılaştığı oranda daha çok kazanan tüccarın bir koalisyonu olmuştur. Bu güç birliğinin sonucu, durgunluktur, çok yavaş bir değişimdir. 
Cumhuriyetin son Osmanlılardan devraldığı geri sosyal düzenin uzun süre devam etmesi, bu gerçeğin en açık belirtisidir. Medeni Kanun gelmiş, hilafet gitmiş, Cumhuriyet kurulmuş, kıyafet değişmiş, harfler değişmiş, fakat sosyal ve ekonomik düzen temelde aynı kalmıştır. İnkılâplar bu sosyal temeli değiştireme miş, değiştirmeye yönelen gelecekteki bir iktidarın karşılaşacağı engellerden bazılarını kaldırmıştır. O iktidar ise gelmemiştir.”32 

Atatürk, cumhuriyetçi devletin temel görevini, halkı çağdaş medeniyet seviyesi ne çıkartmak olarak görmüştü. Halk, kendi başına bu temel hedefe ulaşmaya yeterli ve istekli değildi. Padişahların kişisel yönetimleriyle geçen uzun yüzyıllar boyunca halk, inisiyatifi kendi eline alma kabiliyetini kaybetmişti. Atatürk’ün vardığı sonuç, reformların “yukarıdan aşağıya” yapılması gerektiği idi. 
Bu yaklaşım “egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir” ilkesiyle nasıl 
bağdaştırılabilir. Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir. Evet, fakat hemen değil. Egemenlik, kolektif şuuru belirli bir düzeye ulaşıncaya kadar halka ait olamazdı.33 Halk tarafından biçimlendirildiği şekliyle millî irade, halkın medenileştiği oranda ortaya çıkabilecekti.34 1950’lerde ortaya çıkan siyasi tablo aslında Cumhuriyete Osmanlı Devleti’nden tevarüs eden siyasi yapıya uygundu. II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki’nin temsil ettiği merkeziyetçi, batıcı, devletçi, milliyetçi, laik, devletin bekasını ve toplumsal inşayı temel alan 
siyasal inanç ve değerler sistemini CHP sürdürürken bunun karşısında serbestiyeti, yerel yapı ve gelenekleri, yerinden yönetimi, din ve fikir hürriyetini, milliliği temel alan kenar yapısını da CHP karşısındaki muhalif partiler temsil etmişlerdir. Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası, Serbest Cumhuriyet Fıkrası, bu çizginin devamı olarak ortaya çıkmış ve gelişme kaydetmiştir. CHP’nin oluşturmaya çalıştığı modern, ulusal, devrimci, laik toplumu yukarıdan tüm 
boyutlarıyla dönüştürmeyi amaçlayan, halkçı, devletçi merkez ancak ülkenin büyük şehir merkezlerine nüfuz etmiş, toplumun büyük kesimini oluşturan kenar (köylü, kasabalı) kesimlerinde ise etkisini fazla gösterememiştir. 14 Mayıs 1950 Seçimleri, Cumhuriyetçi merkez ile giderek yükselen kenar arasındaki bir çatışmadan ibaret olup serbest seçimler sonunda çatışmayı yükselen kenar kesimi kazanıyordu.35 

Arnold Toynbee ve Kenneth Kirkwood’a göre Türkiye’de “Siyasal rejimin üzerinde kurulduğu temel siyasal düşünce, ulusal açıdan türdeş, idari olarak merkezileşmiş ve mutlak egemenliğe sahip bir devlet düşüncesidir. Söz konusu devlet, çeşitlilik ve özerkliğe karşı hoşgörüsüz bir Tanrı’dır ve bireyler ona hizmet etmekle yükümlüdürler.” Kemal Karpat’a göre, “Cumhuriyet rejiminin yaratmak istediği yeni birey rasyonel ve din karşıtı kişiydi.” 

Türklerin nihai amacı çağdaş uygarlığı yakalamak hatta geçmekti; uygar kişi mantıklı davranan kişiydi. Bu nedenle, Türk inkılâbının temel hedefi, dinin toplum ve siyasal hayat üzerindeki zincirlerini kırmaktı. Şerif Mardin’in çarpıcı bir şekilde işaret ettiği gibi, “Türk inkılâbı, durumundan memnun olmayan burjuvazinin ürünü değildi, toplumsal düzenden hayal kırıklığına uğrayan köylülerin desteği ile meydana gelmedi ve feodal ayrıcalıkları ortadan 
kaldırmak gibi bir hedefi de yoktu: Bu inkılâp, Osmanlı ancien regime (eski düzen)’ine karşı yapılmıştı.” Giovanni Sartori’nin deyimi ile, Atatürk’ün benimsediği siyasal rejimden, “pragmatik tek parti rejimi” olarak söz etmek gerekir, çünkü Sartori’ye göre Atatürk Türkiye’sinde “ideoloji”, “pragmatik mantalite”den başka bir şey değildir. Bu nedenden dolayı Atatürk’ün taraftarı olduğu devlet, ılımlı aşkın aynı zamanda geçici bir devlettir. Aynı zamanda geçicidir, çünkü seçkincilik sadece çağdaş uygarlığa varmanın bir aracı olarak 
görülmüştü. Çağdaş uygarlığa varıldığı zaman ise aşkın devlete yer olmayacaktı. Atatürk’ün zihnindeki modelin bürokraside hayata geçirilmesi kolay olmamıştır. Sivil bürokrasinin üst düzeylerine yaptırdığı atamalar siyasal kriterlere dayanıyordu. Fakat burada bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Bir yandan sivil bürokrasiyi makine benzeri bir örgüt haline getirmeye çalışmıştı. Diğer yandan, bürokratların müstakil bir değerler sisteminin, yani Atatürk çü düşüncenin, savunucuları olmalarını istemişti. Bürokratik seçkinler giderek   Atatürkçülüğün savunmasını üstlendiler fakat siyasal kadrolar karşısında “ast rolü” oynamaya razı olmadılar.36 

Halkçılık ilkesi, toplumu sosyal sınıflardan değil çeşitli meslek gruplarına mensup fertlerden meydana gelmiş bir bütün olarak kabul etmekteydi. Toplumun kaynaşmış, imtiyazsız ve sınıfsız homojen bir yapı olarak algılandığı bir ortamda demokrasinin gereği olarak farklı siyasal partilerin kurulması, iktidarın belli sınıflara dayanması, yarışmacı ve adil seçimlerle el değiştirmesi pek mümkün olmamaktadır. Nitekim toplumsal inşa faaliyetlerinin yoğun şekilde sürdürüldüğü tek parti döneminde birden çok partinin kurulması ve yaşatılması mümkün olmamıştır. Temelde Türk siyasal sisteminde çoğulcu, uzlaşmacı, gelenekçi ve 
liberal değerlerle merkeziyetçi, bürokratik ve elitçi değerler arasında bir çatışma mevcuttur ve bu çatışmaya dayalı dinamizm siyasal gelişmenin hâkim çizgisini oluşturmaktadır. Çoğulcu, gelenekçi ve liberal söylem II. Meşrutiyet, Birinci Meclis, Demokrat Parti yönetimi ve 1983'ten sonra Özal yönetimi sırasında öne geçmiştir. 
1923’te kurulan Cumhuriyetin “muasır ” içinde yer alabilmek için monarşinin yerine cumhuriyeti, millet fertlerini bir arada tutacak bağ olarak dinin yerine milliyeti, şer’i kanunlar yerine seküler/laik kanunları yerleştirmeye çalışması ve demokrasiyi ihmal etmesi cumhuriyetin demokratikleşmesini sınırlandıran bir gelişme olmuştur. Cumhuriyetçi, lâik, milliyetçi, devrimci, devletçi ve halkçı 
bir ulus-devletin kurulması için gösterilen çabalar demokratik bir cumhuriyetin kurulmasını zorlaştırmış, dahası böyle bir hedef ortaya konmamıştır.37 

Tek-tip insan yetiştirme hedefi bütün toplumu belirli bir kalıba sokmak ve bireyleri her bakımdan standartlaştırmak isteyen bir anlayışın doğal sonucudur. Bu anlayışı kısaca tanımlamak gerekirse, bunun sosyo-politik modelinin adı totalitarizm, felsefesi pozitivizm, yöntemi de “kurucu akılcılık”tır. Totalitarizm yanlıları siyasi alanı ayrıcalıklı bir seçkinler zümresinin tekeline almakla yetinmezler, aynı zamanda sivil toplumu da tümüyle denetim altına almak isterler. Başka bir anlatımla, bu modelde siyasi alanda rekabete izin verilmediği  gibi; piyasalar, kültür ve din gibi toplumsal alanlar da düzenlenmeye ve denetlenmeye çalışılır. 


 BÖLÜM DİPNOTLARI;

25 Davut Dursun; Demokratikleşemeyen Türkiye, İşaret Yayınları, İstanbul, 1999, s. 7-8. 
26 Kemal Karpat; Osmanlı’dan Günümüze Asker ve Siyaset, (Çev: Güneş Ayas), Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 7, 8. 
27 Şerif Mardin: Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 310 
28 Cenk Reyhan, Osmanlı’da İki Tarz-ı İdare Merkeziyetçilik – Adem-i Merkeziyetçilik, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2007, s. 27. 
29 Avni Özgürel’e göre İttihatçılık: “Bir koltuğa oturmadan, o koltuğun yetkilerini kullanma arzusudur. Yani, dipçik zoruyla 
siyasete işi yaptırmaktır. (Avni Özgürel, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 15 Ekim 2012, s. 36) 
30 Hegel ve Devlet. “Evrensel olan şey Devlet’te bulunur. Devlet, ilahi fikrin yeryüzündeki şeklidir… bundan dolayı devlete 
yeryüzündeki kutsallığın tezahürü olarak tapmalıyız ve düşünmeliyiz ki, doğayı anlamak zorsa Devletin özünü kavramak 
sonsuzca daha zordur. Devlet, Tanrının dünyadan geçmesidir… esasında bilinç ve düşünce bütünlüğe varmış haliyle devlete özgü şeylerdir. Devlet ne istediğini bilir… Devlet gerçektir ve… gerçek gerçeklik zorunludur… Devlet kendisi için vardır. 
Devlet gerçekten varolan, gerçekleşmiş ahlaksal hayattır.” Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831). Mümtaz’er Türköne (2003); s. 49 
31 Ellen Kay Trimberger; Tepeden İnmeci Devrimler, Japonya, Türkiye, Mısır, Peru, (Çev: Fatih Uslu), Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 53, 54. 
32 İsmail Cem (2011); Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 256. 
33 Bu kuvvet zaman ile ve insanların terakkiyatı medenisiyle teali eder, kesbi resanet eder ve yükselir ve irade-i milliye, hâkimiyeti milliye bu kuvvetten 
ibarettir. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, s. 211-212, TTK). 
34 Metin Heper (2006); s. 40, 41, 98. 
35 Davut Dursun; 27 Mayıs Darbesi Hatıralar Gözlemler Düşünceler, Şehir Yayınları, İstanbul, 2001, s. 21, 22. 
36 Metin Heper (2006); s. 120, 123, 124. 
37 Davut Dursun; Demokratikleşemeyen Türkiye, İşaret Yayınları, İstanbul, 1999, s. 7-8, 16, 17, 20-23. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
**************************