DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 3
Bu, özgürlük yerine baskı ve zorlamanın, hak yerine ödev ve sorumluluğun, hukuk devleti yerine “polis devleti”nin, çoğulculuk yerine üniformizmin ve demokrasi yerine de bürokratik elit tahakkümünün geçerli olması demektir.38
Uzun zaman Türkiye’yi Batılılaştırma misyonunu bürokratik seçkinler üstlendiler. Bu yüzden demokrasiyi salt Batılılaşmanın bir alt boyutu olduğu için benimse diler. Bu nedenden dolayı, “demokrasinin en iyi rejim olduğu” sonucuna varmalarına rağmen 1960’ların sonuna gelindiğinde “politikacılara güven olmayacağını” da düşündüler. Bu nedenle Atatürk’ün vazettiğinin tersine, bürokratik seçkinler, Atatürkçü düşüncedeki içkin seçkinciliği bir araç
değil, bir amaç olarak algılamışlar, araçsal bir devlet anlayışını aşkın bir devlet anlayışının yerine ikame etmeyi düşünmemişlerdir. Kemal Karpat’ın belirttiği gibi, bürokratik seçkinlere göre entelektüelin görevi kitlelerin gelişimi için önlerini açmak değil, aksine kitlelere kılavuz olmaktır. Bu yüzden bir dünya görüşü olan Atatürkçü düşünceyi bir “ideolojiye” dönüştürmeye gayret etmişlerdir. 1923’ten sonra ordu kendisini, hem Cumhuriyet devleti hem de Atatürk’ün reformları ile başka kurumlarla karşılaştırılamayacak derecede özdeşleştirmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri, kendisine kanun ile yüklenen Türkiye Cumhuriyeti’ni hem iç hem dış düşmanlara karşı koruma ve Cumhuriyetle gelen kazanımları teminat alma görevini üstlenince bu rolünü giderek kurumsallaştırdı. Bu olgu Türkiye’deki sivil - ordu ilişkilerini diğer gelişmekte olan ülkeler ile karşılaştırıldığında olağandışı kılmıştır.
Devlet ile özdeşleşmesi ve rejimin vasisi rolünü benimsemesi sonucunda ordu, hiçbir siyasal partiye destek vermemiştir. Askeri müdahalelerde ordunun temel güdüsünün, “ulusal misyon duygusu”ndan kaynaklanması şaşırtıcı değildir.
Çok partili düzene geçme konusunda 1945 yılındaki gelişmeler son derece önemli olup Türkiye açısından hem iç hem de dış siyasetinde köklü bir değişikliği ifade etmiştir. Bu itibarla 1945 yılında olup bitenleri hatırlamakta yarar vardır: San Francisco'da toplanacak Birleşmiş Milletler toplantısına katılabilmek için İngiltere'nin telkini üzerine 23 Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya'ya karşı savaş ilan edildi. 19 Mart 1945'te Sovyetler Birliği, 1925 tarihli Türk Sovyet dostluk ve saldırmazlık Anlaşması'nın uzatılmayarak feshedileceğini bildirdi. 5 Mart 1945'te Türkiye Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın San Francisco'daki kuruluş
konferansına davet edildi. Türkiye Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığında bir heyet Nisan 1945'te San Francisco'ya gitti ve BM'nin kuruluş antlaşmasını imzaladı. Hasan Saka, San Francisco'da Reuters Haber Ajansı muhabirine verdiği demeçte; “Cumhuriyet rejimi siyasi bir müessese olmak sıfatı ile modern demokrasinin yolu üzerinde azimle gelişmektedir.
Anayasamız, en ileri demokratik anayasalarla mukayese edilebilir. Ve başkalarını da çok geride bırakır.” diyordu. İki yıl sonra Amerikan Kongresi'nde Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılmasını öngören Başkan Truman'ın 12 Mart 1947 tarihli konuşması üzerindeki tartışmalar sırasında Türkiye'nin siyasal yapısıyla ilgili sert eleştiriler yapılmıştır. Amerikan Kongre üyeleri; Türkiye'yi tek partili askeri bir diktatörlük olmakla suçluyor ve özgürlüklere özen gösterilmediğinden şikâyet ederek demokrasinin olmadığını söylüyorlardı. Yardım ise ancak istibdata karşı demokrasiyi korumak için verilebilirdi. Aynı yıl İsmet İnönü tarafında
ilan edilen “12 Temmuz Beyannamesi” ile demokrasiden dönüş olmayacağı deklare edildi.
Burada tartışılması gereken temel soru iktidarı elde tutan CHP ve İsmet İnönü'nün hangi sebeplerle bir muhalefet partisinin örgütlenmesine daha doğrusu tek parti yönetimine son vererek çok partili düzene geçmeye karar verdikleridir. İnönü’yü bu noktaya getiren temel sebep nedir?39
Sistemde gerçekleşen bu ciddi dönüşüm, iki temel parametreye indirgenerek açıklanabilir: Birincisi; İkinci Dünya savaşı siyasal sisteminin meşruluk zemininde önemli değişiklikler meydana getirmiş, modernleştirici diktatörlüğün ve milliyetçi otoriterliğin temellerinin sarsılmasına sebep olmuştur. Almanya’nın yenilmesi tek parti rejiminin meşruluk zemininde ciddi bir gerilemeye sebep olmuştur. Savaş sonrasında kurulmakta olan yeni Dünya Düzeni’nin merkezi ve başlıca gücünün İngiltere değil Amerika Birleşik Devletleri olacağı açıklık kazanmıştı. Bu sebeple Türkiye'deki iktidar sahiplerinin kulaklarını Batıya ve özellikle de ABD'ye karşı duyarlı hale getirmeleri doğal bir davranış idi. İşte böyle bir süreçte Türkiye'de çok partili düzene geçiş gündeme gelmiştir.
Bu bakımdan iktidarı elinde tutan CHP'nin yanında bir muhalefet partisinin bulunmasının düşünülmesinde rejimin gerileyen meşruiyet ve başarısızlığının etkisi olduğu gibi savaş sonrasının uluslararası şartlarının ve yeni gelişmeler in de etkisi olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri ve Batının şemsiyesi altına sığınmak mecburiyetinde olan Türkiye'nin çok partili düzene geçmek ve bunu kurumsallaştırmaktan başka bir seçeneği bulunmuyordu. Ayrıca bu durumunun Türkiye'nin tarihsel siyasal geleneğine de uygun düştüğü belirtilmelidir. Türkiye iç sistemindeki köklü değişiklikleri, genellikle dış aktörlerin etkisi ve dış baskıları gözeterek yapmıştır. 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanı, 1856 Islahat Fermanı'nın yayınlanması, 1876 Kanun-u Esasi’nin yürürlüğe konulması, 1908 II. Meşrutiyet’e geçiş gibi önemli yeniliklerin hepsi de dış
dünyadaki gelişmeler ve telkinler dikkate alınarak yapılmıştır. Bu geleneğin cumhuriyet yönetiminde de devam etmesi gayet normaldir.40
Çok partili demokrasiye geçmenin pek de kolay olmadığının işaretleri de vardır. Örneğin 1946-1947 yılları arası Türkiye Cumhuriyeti 15. Hükümeti Başbakanı olan Recep Peker’in, 1949 yılında, “Bu halk demokrasiyi bilmez” ve “Halk hazır değil” gerekçeleriyle demokrasiye geçilmemesi yönünde çok ciddi mücadelelerinin var olduğu da malumdur. Peker, aynen şu ifadeleri kullanmıştır: “Zigana Dağı’nın tepesine portakal ağacı dikemezsiniz!”41
Cumhuriyet döneminin kendini kalkınmacı olarak görmek isteyen devlet eliti, toplumdaki konumu itibariyle, gerekli inanırlığa, güvene ve yeterli prestije sahip değildi. Böyle bir ortamda toplum, devlet elitinin yaptıklarına şüpheyle bakıyorsa, devletin projelerinin kendi yararına olduğuna inanmıyorsa, kalkınmacı devlet modeli de iflas edecektir. Toplum, devletin projelerine inanmadı, bunların altında devlete yarayan fakat kendisini dışlayan gizli amaçlar aradı. Bu şartlar altında devletin güçlü olması çok zordu. Sonuçta devletin kendi projelerine
toplumu ortak etmekte başarılı olmadığı muhakkaktır; bunda en önemli unsur, devletin yerleşik değil, aksine uzak ve kendi içine kapanık olması, potansiyel olarak kullanabileceği kurum ve örgütleri de düşman diye görmesi olmuştur. Yani nüfusun tümünün paylaştığı bir tavır vardır ki “devletin malı deniz…” diye başlayan cümlede özetlenmektedir. Bu deyişin dile getirdiği ve cumhuriyet tarihinde sürekli gündemde olan hareket tarzı, devletten bir şeyler koparmak ve yakalanmamayı başarmak şeklinde ifade edilebilir. İş adamlarından gecekondu inşa edenlere, kaçak elektrik kullananlara kadar herkes bu davranışa ortak olmuştur. Japonya, Kore ve diğer Doğu Asya devletlerinin tarihi tecrübeleri ile karşılaştırıldığında, Türkiye’deki devlet elitinin kalkınmacılıkta başarısız olmasının temel sebepleri; devlet elitinin toplumla kaynaşmış bir grup olmaması, toplum içinde olumsuz bir prestije sahip olması ve gerekli sosyolojik koşullara sahip olmamasıdır.42
Türkiye, Pakistan ve Latin Amerika’daki bazı ülkelerde rejimin iki merkezi güce sahip olduğu söylenebilir. Genel oy ve serbest seçimlerden çıkan halk iradesinin ürünü parlamentolar sivil, silahlı güç durumundaki ordu ise güç odağı konumundadırlar. Dış ve iç dengeler üzerinde oluşturulan rejimin sürekliliği, bir tür nöbet değişimi ile mümkün olabilmektedir. 27 Mayıs rejimi ile bunun formülü keşfedilmiştir. Türk Anayasacılık hareketinde 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi ile başlatılan ve 1921 ve 1924 Anayasalarında ifadesini bulan
Parlamento üstünlüğü, 27 Mayıs 1960 darbesi ile pratikte olduğu kadar teoride de terk edilmiştir.43 1982 Anayasasının ‘Başlangıç’ kısmında da: “Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip belli devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğünün ancak Anayasa ve Kanunlarda bulunduğu” hususu ayrıca belirtilmiştir. “Türk Milleti, Egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle” kullanmaktadır. Olur olmaz pek çok konuda inanılmaz ayrıntıları Anayasa Metnini dolduran Anayasa yapıcının, yetkili organları tek tek saymaktan kaçınması ise ayrıca anlamlıdır.
Egemenliği, en güçlü olanın kullanmak durumunda olduğu bir ayrıcalık veya üstünlük şeklinde anlamak neden yanlış olsun?44 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bir değerlendirmesi, acı da olsa, tarihi bir gerçeğin tespitidir: “1960, halkın elinden devleti alma hareketidir.”45
1960 darbesi, militarist söyleme devlet nezdinde hâkim bir pozisyon kazandırdı, 1961 Anayasası ise söz konusu militarist söylemin kurumsal temele oturmasını mümkün kıldı.
Türklerin Orta Asya’da tarih sahnesine “bir ulus olarak değil bir ordu” olarak çıktığı ve Osmanlı’nın da zaten “başka her şeyden önce bir ordu” olduğu, Türklerin savaşçı bir toplum olduğu, bu özelliğin “en az iki bin yıllık olmasından” ve “Türk milletini topyekûn ordu saymak gerektiğinden” bahsedilmiştir. Orduya ilişkin bu sunma biçimleri askeri müdahaleleri meşrulaştırmış ve onlara bir tarihsel süreklilik kazandırarak darbeleri normalleştirmiştir.
Bu görme biçimi sorunlu bir argüman üzerinde kendisini kurar. Türk milletinin “millet-ordu” ya da “ordu-toplum” “vasfını tarihinin başlangıcından bugüne kadar muhafaza” ettiği argümanı Cumhuriyet döneminde oluşturulan resmi devlet söyleminin akademik bir uzantısıdır. Batılı tarihçiler arasında da fazlasıyla yaygın olan bu bakış açısının, indirgemeci ve üstelik ideolojik bir yaklaşım olduğu söylenebilir.
1960 darbesi, on yıllık iktidarı boyunca DP’nin izlemiş olduğu politikalardan çok, DP’nin yönetim mantığı ve dayanmakta olduğu kültür kodlarından rahatsızlık duyan kesimlerin, askerin yardımıyla yeni siyasi elitlerin tasfiye edilerek, eski yönetici bloğun iktidara taşınması süreci olarak okunmalıdır. DP dönüştürme sürecini yönetememiş, başarıyla tasfiye edemediği ya da ittifak kurmayı beceremediği bir bloğun darbesiyle devrilmiştir.46 Bu itibarla, 27 Mayıs
1960 darbesinin neden gerçekleştiği sorusu değil, hangi koşullar altındaki söylemler etrafında gerçekleştiği sorusu daha gerçekçidir. Konuya ilişkin literatürde darbenin nedenlerine ilişkin üç temel argüman öne çıkmaktadır. Darbeyi yapan askerleri merkeze alan ilk argüman “orta alt sınıfa” mensup askerlerin Demokrat Parti’nin politikalarının ürünü olan yüksek memur ve
iş adamları sınıfı karşısında ikincil konuma düşmeleri ve yaşanan yüksek enflasyonun gelirlerinde yol açtığı gerileme karşısındaki hoşnutsuzluğunu ileri sürer. İkincisi, 1950’ler de bürokratlara yönelik olumsuz politikaların bir sonucu olarak darbenin sistemin yeniden restorasyonu ve bürokrat elite yeniden itibarlarını iade etme amacıyla gerçekleştiğini savunur.
Üçüncü ve en yaygın görüş ise Demokrat Parti’nin otoriter uygulamaları ve yaşanan parlamenter krizin darbeye giden süreci hazırladığı ve darbenin “en dolaysız nedeni” olduğu şeklindedir. Askeri müdahalenin yapılması ve militarist bir yönetimin kurulması noktasında bütün bu nedenlerden daha kritik olan şey, ordunun politik ve sivil alana müdahale etmesini makul gören ve onaylayan bir söylemin darbe öncesinde gelişmeye başlamış olmasıdır. Bu bağlamda darbenin gerçekleştiği zaman diliminde “ordu - üniversite - basın” üçlüsü denilen
ve muhalefetin de etkin bir şekilde dâhil olduğu militarist söylemsel ittifaka daha yakından bakmak gerekir.47
Demokrat Parti dönemi ve sonrasında, bürokratik seçkinler karşıtı siyasal seçkinler, “devletağırlıklı” siyasal rejimi, “toplum-ağırlıklı” değil fakat parti ağırlıklı siyasal rejime dönüştürmeye çalıştılar. “Siyasal parti-ağırlıklı siyasal rejim” ibaresi ile toplum katmanlarından büyük ölçüde özerk bir şekilde faaliyet gösteren parti sistemi kastedilmektedir. Osmanlı-Türk siyasal yapılanmasında siyasal etkinliğe sahip toplum kesimlerinin bulunmamış olması böyle bir siyasal parti sisteminin ortaya çıkışının nedenidir. Bu kendine özgü durum, Türkiye’nin siyasal dinamiklerinin ussallık, ılımlılık ve ödün vererek uzlaşma normları çerçevesinde gelişmemesine ve aşırı çoğulculuk (çoğunluğun azınlığa hak
tanımama) ve bürokrasiyi normalin ötesinde derecede araçsallığa dönüştürmeye çalışma eğilimlerini beraberinde getirmiştir. Bu durum, ülkenin siyasal hayatının zaman zaman krizler ile karşılaşmasına yol açmıştır. Türk siyasetçileri iktidarı mutlak olarak algılama eğilimindeydi, iktidarı elinde tutanın sınırsız yetkiye sahip olduğu düşünülüyordu. Bu durum, bürokratik seçkinler merkezli siyaseti, parti merkezli siyasete dönüştürme çabalarının sonucu idi.
Demokratların Atatürkçü düşüncenin bürokratik yorumuna alternatif sunamamaları, diğer bir deyişle, yıkmakla meşgul olduklarının yerine geçebilecek yeni bir adap oluşturamamaları, rejimin zaman zaman partide yapılanmış aşırı aşkıncılığa kaymasına katkıda bulundu. Feroz
Ahmad’a göre: “Devlete yaslanmayı başaramayan Demokratlar, kendilerinin ve haleflerinin bir fetiş haline getirdikleri millî irade’yi kendilerine bir bayrak olarak aldılar. Demokratların 1950 - 1960 döneminde, ezici bir çoğunluğa sahip oldukları halde neden bütün bir on yıl boyunca muhalefetle uğraştıklarını anlamak zordur.” Nitekim Ahmad, bu durumun sonucu olarak Demokratların benimsedikleri stratejiyi şu şekilde belirtmiştir: “Bu… (millî irade
anlayışı) Demokratları, devlet kurumlarını tamamen denetimleri altına alma ve yalnızca kendi amaçları için kullanma hakkına sahip oldukları sonucuna götürdü.48
Siyasal kültürümüze sinmiş muhalefete tahammülsüzlük, halka güvenmemek, birtakım gelişmeleri ülkenin tehlikeye doğru sürüklendiği şeklinde değerlendirilmesi ve siyasal elitin mevcut gelişmelerin ışığında geleceği iyi okuyamamaları ve buna uygun bir tavır sergileyememeleri darbelerin oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Türk siyasal sisteminde merkez ile kenar arasındaki fay hattının karşıt değerler ve ilkeler üzerindeyükselmesi ve her iki kesimin temsilcileri arasında demokratik süreçlere ve değerlere öncelik tanıma konusundaki farklı tutumlar darbeyi beslemektedir. 27 Mayıs darbesinin ürünü olan 1961 Anayasanın siyasal iktidarın kullanılmasına ve millî iradeye, bürokratik güçlerle ordu ve aydınları ortak etmesi, paradoksal olarak demokrasinin gelişimi ile merkez güçler arasındaki çatışmayı ortaya koymaktadır. Bu demokrasinin üzerinde yükseleceği demokratik kültürü
henüz içselleştirememiş toplumların demokrasiyi kurmaları elbette ki zor olmaktadır.49
18 Nisan 1960’da Ana Muhalefet Partisi Lideri İsmet İnönü’nün TBMM’de Demokrat Parti’nin muhalefeti sınırlandıran yasalar çıkarmasını eleştirdiği bir konuşmasında kullandığı ifadeler dikkat çekicidir. İnönü’nün konuşmasının satır aralarına bakıldığında onun da DP’yi eski iktidar bloğuyla ittifak kuramamakla suçladığı görülebilir: Milletleri ihtilale nasıl zorladıkları İnsan Hakları Beyanname sine girmiştir. Eğer idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa, o memlekette ayaklanma olur… Eğer insan hakları yürütülmez vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa, ihtilal behemehâl olur… Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam… Arkadaşlar şartlar tamam olduğu zaman milletler için, başka çıkar yol yoktur kanaati zihinlere ve bütün müesseselere yerleşirse, meşru bir hak olarak kullanılacaktır.50
Askerin sivil alana müdahalesini normalleştiren bu görme biçimi sadece darbenin hemen öncesi ile sonrasındaki süreci birbirine bağlayan söylemsel bir sürekliliktir. İnönü’nün darbeyi meşrulaştıran bu akıl yürütmesi darbenin ardından askeri rejimin meşrulaştırılması sürecinde kullanılacak ve uzun bir süre akademik çalışmalarda 1960 darbesinin temel nedeni olarak ileri sürülecektir.51 Süleyman Demirel’in 27 Mayıs’a ilişkin değerlendirmesi ise az ve özdür: “CHP
lehine DP’nin ordu tarafından ezilmesidir. Hepsi bundan ibarettir.” şeklindedir. Bu açıdan bakıldığında, 28 Mayıs’ta Cemal Gürsel’in İsmet İnönü’ye: “Emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur, paşam” gibi bir ifade kullanması, Ordu ve İnönü arasındaki yakın ilişkiyi desteklemektedir. Ayrıca Darbe sonrasında, CHP’nin teşkilatlarına yolladığı genelgede MBK’nın “iyi niyetli” olduğuna yönelik inancın dile getirilmesi ve bu süreçte komitenin desteklenmesinin istenmesi de bu ilişkiyi doğrular niteliktedir.52
27 Mayıs 1960 tarihini dikkate değer kılan ise, söylemsel olarak dominant pozisyon kazanan dili; yasalar, kurumlar, aygıtlar, stratejiler ve pratikler üzerinden sürdürmeyi sağlayacak bir dönemi başlatmış olmasıdır. Bu tarihte askeri, sivil denetimden bağımsızlaştıran düzenlemelerden, bu ayrıcalıklı pozisyonu değiştirmeyi bir suç haline getiren kanunlara kadar birçok uygulama hayata geçirilmiştir. Askerin aygıtlar üzerindeki kontrolü ve yeni kurumlar
oluşturması bu ayrıcalığın meşruluk ve normalleşmesi noktasında önemli bir işlev üstlenmiştir. “Hükümetler üstü bir kurul” şeklinde işleyen Millî Güvenlik Kurulu gibi yeni yaratılan kurumlar yoluyla da yürütme bütünüyle askerin denetimi ve kontrolü altına sokulmuştur. Bu kurumlar 1960 sonrası dönemi öncesinden farklılaştırdığı için önemlidir ve militarist söylemsel dilin sınırlarını belirleyen, diğer söylem biçimlerini suskunluğa iten ve militarist dili ayrıcalıklı kılan tam da bu kurumlar oluşmuştur.53
27 Mayıs’ın anti demokratik yöntemlerle anayasa yapma geleneğini başlattığını ifade eden Serap Yazıcı: “27 Mayıs müdahalesi, Türkiye’de siyaset sürecinin demokrasi yönünde evrilmesini önleyen çok önemli sonuçlar yaratmıştır. Bunlardan biri, demokratik olmayan yöntemlerle anayasa yapma geleneğidir. İlk kez 27 Mayıs’ın ardından ortaya çıkan bu yöntem, 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de tekrarlanmıştır. Böylece, Türkiye’de belirli kesimlerde demokratik
yöntemlerle anayasa yapmanın mümkün olmadığı gibi tuhaf bir zihniyet yerleşmiştir.
Demokratik bir düzende tüm kararlar, halka hesap verme yeteneğinde olan seçilmiş organlar tarafından verildiği ve askeri makamların da bu organların iradesine tabi olduğu halde,
Türkiye’de bunun tam aksi bir tablo yerleşmiştir. Nihayet 27 Mayıs Müdahalesi, vesayet kurumları yaratmak suretiyle de seçilmiş organların hareket sahasını daraltmıştır. Cumhurbaşkanlığı ile Anayasa Mahkemesi, 27 Mayıs Müdahalesi’ni gerçekleştiren ve bu müdahaleye destek veren devlet elitlerinin vesayet kurumu olarak tasarladıkları organlardır. 1961 Anayasası’nın yürürlüğü süresince, Cumhurbaşkanlığına, asker kişilerin seçilmesi, bir tesadüf değildir. Anayasa mahkemesi ise bu anayasanın yürürlüğü döneminden başlayarak, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasinin icaplarını korumak yerine, devletin resmi
ideolojisini koruyacak kararlara imza atmıştır.”54 Askerin politik alana müdahalesinin meşru bir zemine oturtulması sadece basın, aydınlar ve
politikacılar düzleminde olmadı, daha da önemlisi başta lise ders kitapları olmak üzere devletin sivil alan ile fazlasıyla iç içe olduğu kurumlar da bu normalleştirme sürecine dâhil oldular. Örneğin, militarist söylem dönemi boyunca liselerde “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi” adıyla okutulan ders kitabı 27 Mayıs’ı ordunun açıkladığı bildiri temelinde analiz etmiş ve yaşananları bir “devrim” olarak tanımlamıştır. Aynı isimli bir başka ders kitabında da 27
Mayıs bir devrim olarak sunulmuş, ekonomi ve özgürlük temelinde yaşanan gerilimler karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “işe karışma zorunluluğu duyduğu” belirtilmiştir. Diğer ders metinlerinde de DP iktidarı “karanlık çağ” olarak tasvir edilirken, 27 Mayıs da “milleti kurtarmaya” girişen, “genç demokrasimizi yıkmak, Atatürk devrimlerini yok etmek isteyen gerici zümreyi” ezen bir hareket olarak tanımlanmıştır. Bu örneklerde görüldüğü gibi dönemin lise ders kitaplarında askerin sivil alana müdahil olması bir problem değil, aksine bir zorunluluk hatta devrimsel bir hareket olarak sunulmuştur.
27 Mayıs’ın sorunları çözemediği, bilakis çözülebilecek meseleleri dahi çözümsüzlüğe mahkûm ettiği gerçeği, 12 Mart 1971 günü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunulan ve MGK temsilcileri sıfatıyla altında komutanların imzasının bulunduğu Muhtıra ile tekrar ortaya çıktı. Muhtıra ülkedeki anarşi durumunu sona erdirebilecek ve reformları “Atatürkçü bir görüş”
doğrultusunda hayata geçirebilecek güçlü bir hükümetin kurulması önerisiyle dolaylı olarak Demirel hükümetinin istifasını talep etti. Demirel ise yaptığı açıklamada ordunun müdahalesinin Anayasa ve hukuk devletiyle bağdaşmadığını söylese de, açık bir şeklide gelişen darbe sürecine karşı hiçbir şekilde güçlü bir muhalefette bulunmamıştır. Ayrıca, muhtıranın ‘sol’a karşı yapıldığını anlayan ‘sağ’ aydınlar ve basın, muhtıranın ülkeyi “anarşiden kurtarıp demokrasiyi iyi işletmek için” verildiğini savunmuşlardır.55
12 Eylül 1980’e gelindiğinde işler artık çığırından çıkmış/çıkartılmış durumdaydı. Askerin sivil alana dâhil olmasının en üst aşamasını temsil eden sıkıyönetim, sokak çatışmalarından kaynaklanan güçlü bir sivil onayın ardından gelmişti. Haziran 1980’de “hiçbir devirde devlet, hükümet ve kamuoyu sıkıyönetimin bugünkü kadar yanında olmadı” diyen Süleyman Demirel, askerin politik ve sivil alandaki etkinliğinin meşruluk koşullarının ne kadar güçlü bir şekilde ortaya çıktığına işaret etmiştir. Bu normalleşme sıkıyönetim uygulamalarıyla daha da
güçlendirildi ve sürekli askerle iç içe yaşayan sivil alan, 12 Eylül’de gelen askeri müdahaleyi gündelik yaşamının bir alt üst olması şeklinde görmedi. Asker ve sivil alan arasında birincisinin lehine olan bir hiyerarşinin varlığı, kaçınılmaz olarak politik alanın sürekli bir şekilde askeri referans noktasına dönüştürmesine yol açmıştır. Bu hiyerarşik ilişkinin çarpıcı örneği Diyarbakır’daki sıkıyönetim komutanını değiştirmek isteyen Demirel ile dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren arasındaki bir diyalogdur. Evren anılarında bu konuşmayı şu şekilde anlatır:
BÖLÜM DİPNOTLARI;
38 Mustafa Erdoğan (2012); s. 156, 157.
39 Davut Dursun (1999); s. 36, 37, 40, 49.
40 Davut Dursun (1999); 41, 45, 52.
41 Osman Can (2010), Darbe Yargısının Sonu, Karargâh Yargısından Halkın Yargısına, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 43.
42 Çağlar Keyder (2004); Memâlik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, İletişim Yayınlar, İstanbul, s. 198-201.
43 1961 Anayasası Madde 4: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır.” Demokratik sistem açısından hem trajik hem ironik olan bu tablonun Anayasa Hukuku Profesörü Mümtaz Soysal’a göre tarifi; “1961 Anayasası, Türk Anayasacılığında 1920’den başlayarak sürüp gelen bir geleneği büyük ölçüde değiştirmesi ve TBMM’nin egemenliği kullanan tek organ olmaktan çıkarılıp egemenliği kullanan ‘organlardan biri’ durumuna getirilişi demektir.”
44 Hikmet Özdemir; Rejim ve Asker, İz Yayıncılık, İstanbul, 1993, s. 211, 232.
45 Hikmet Özdemir; Türkiye Cumhuriyeti, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 237.
46 Mete K. Kaynar (2010); s. 27, 54.
47 Ali Balcı (2011); s. 37, 38, 39, 47, 48, 49.
48 Metin Heper (2006); s. 133, 150, 161, 162, 178, 189.
49 Davut Dursun (2001); s. 37.
50 Mete K. Kaynar (2010); s. 53.
51 Ali Balcı (2011); s. 50, 51.
52 Kamil Demirhan; 27 Mayıs Müdahalesinde Ordu’nun Gericilik Algısı ve Gericilik Söylemi Üzerine Bir
Değerlendirme, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 86.
53 Ali Balcı (2011); s. 57, 58.
54 Muhsin Öztürk (2012); s. 69, 70.
55 Ali Balcı (2011); s. 97, 99. KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU RAPORU
Dönem: 24
Türkiye Büyük Millet Meclisi Demokrasiye Girişi
Kasım 2012 S. Sayısı: 37
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376)
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder