DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 4
Güneydoğu Anadolu’daki bölücü ve anarşik olaylardan bahsediyor, bunun bir
türlü önlenemediğinden şikâyet ediyordu. Maksadını anlamıştım. Diyarbakır’daki
7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanının değiştirilmesini dolaylı olarak istiyordu.
Kendisine Sıkıyönetim Komutanı”nın bu hususta bir ihmali ve kusuru olmadığını
bugüne kadar gelmiş geçmiş iktidarların o bölgede uyguladıkları yanlış politika
yüzünden yörenin patlamaya hazır barut fıçısı haline geldiğini, bu bakımdan
görevinden alınmasını düşünmediğimi söyledim. Bu konu üzerinde fazla
durmayarak konuyu değiştirdi.
Evren ve Demirel arasındaki bu diyalog militarist söylemin etkin olduğu dönemde sivil ve askeri alan arasındaki diyaloğun tipik bir örneğini teşkil etmesi açısından önemlidir. Bir taraftan bütün olumsuzluklar sivil iktidarlara yüklenip ordu temize çıkarılırken, diğer taraftan sivil iktidarlar “önemli” konularda askerin düşüncesi dışına taşmayan bir politik yaşam sürdürmektedirler. Bu durumun kaçınılmaz sonucu da hemen her durumda askere yönelik gerçekleştirilen dolaylı ve direkt referans olmuştur. İktidarını doğası gereği partisinin alacağı
oylara borçlu olan sivil politikacıların bu durumlarını tehlikeye düşüreceğini bilmelerine rağmen askerin politik alan üzerindeki tahakkümüne izin vermeleri tam da bu militarist söylem koşullarının sonucudur.
Sivil ve politik alanın yanı sıra bu ikisi arasındaki iletişimi sağlayan basın da 12 Eylül öncesinde önemli ölçüde militaristleşmiştir. Bu durumun basındaki izdüşümü Cumhuriyet ve Tercüman gazeteleriydi ve bu iki gazete yaşanan çatışmaları temsilcileri oldukları kesimin dilinden aktarmaktaydı. Bunun da ötesinde basının neredeyse tamamına yayılan hava açık bir askeri darbe olmasa da, ordunun sokak çatışmalarına müdahale etmesi yönündeydi.
Çatışmalara sıklıkla yer vermenin yanı sıra, basında terör problemine politik alanın çözüm olamadığı argümanının yaygın bir şekilde dillendirilmesi, askeri dolaylı olarak, politik ve sivil alana müdahil olmaya çağırmak anlamına geliyordu ve bu sunma biçimi askeri müdahaleye yönelik toplumsal rızanın sağlanması noktasında önemli bir işlev görmekteydi. Öte yandan, ordunun müdahalelerini onaylayan ve meşru gören bir dil de basına hâkim olmuştu.
Örneğin,
1979’un son günlerinde ordunun yayınladığı “tüm anayasal kuruluşlar ve siyasî partileri” uyaran metin birçok basın organı tarafından “anayasal görevin” yerine getirilmesi, demokrasinin talimatı ve ona tanınan son fırsat gibi ifadelerle karşılanmıştır. Bütün bu ifadeler en keskin halini ise Necip Fazıl Kısakürek’in 12 Eylül darbesinden hemen sonraki: Bu hareket olmasaydı devlet olmayacak, millet yerinde kalmayacaktı. sözlerinde bulacaktır. Kısacası, ekonomik, sosyal, politik ve uluslararası düzlemde işleyen mümkünlük koşulları ve bunların militarist söylemi onaylayıcı yönü 1980 darbesinin en önemli nedenidir. 12 Eylül’ü diğer iki darbeden ayıran en önemli unsur aksi bir sesin çıkmadığı, emir komuta zinciri içinde planlı bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır. Ordu bir
bütün olarak sol gibi başka ideolojik kaygılardan bağımsızlaşarak sivil ve politik alana müdahalesini, kendisine “emanet” edildiğini düşündüğü bir ülkede gerçekleştirilen normal bir pratik olarak görmüştür.56
12 Eylül 1980’den yönetimin sivil iktidara bırakıldığı Aralık 1983’e kadar 669 yasa çıkaran askeri rejim, adeta devleti militarist düzlemde yeniden restore etmiştir. Cumhuriyet tarihinin en yoğun yasa yapma sürecinin izlediği bu dönemde devletin merkeze alındığı, hiyerarşik ve mutlak denetimi mümkün kılan yasal ve kurumsal bir yapı oluşturuldu. Sol düşüncenin hiçbir şekilde dâhil edilmediği büyük ölçüde askerin belirleyici olduğu bu restorasyon sürecinin
sonucu ise muhafazakâr, denetim ağırlıklı, otoriter ve hiyerarşik bir devlet yapılanması oldu. 12
Eylül rejimi yapılanmasının temsilini bulduğu, diğer bir ifadeyle militarist söylemin etkin bir şekilde üzerine sindiği en önemli yasal düzenleme 1982 Anayasası oldu. Siyasi hiçbir temsilcinin içinde yer almadığı ve tümüyle bürokratlardan oluşan “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanan 1982 Anayasası; devlet dışındaki tüm kurumlar ve kişilere mesafeli bakan, devletin bu kurumlar ve kişileri denetlemesine öncelik veren, bu denetimi mümkün kılan merkezi kurumları öngören, devlet dışındaki kurum ve kişiler arasındaki yatay
bağı/bağlantıları kesen, kişi ve kurumları hiyerarşik bir şekilde devlete bağlayan ve özgürlüklerin istisnalarla sınırlandırıldığı bir anayasa oldu. Kısacası 1982 Anayasası militarist söylemin temel özelliklerini içinde barındıran yasal bir metin olarak görülebilir.
Anayasanın 118. maddesi, MGK’nın tavsiye alanı olan “millî güvenlik alanını” tanımlamış ve “toplumun huzur ve güvenliği” olan sivil alanı, açık bir şekilde millî güvenlik alanına dâhil etmiştir. Bunun yanı sıra, “tavsiye eder” ibaresi ile değiştirilerek Bakanlar Kurulu’nun MGK kararlarına olan bağlılığı daha da artırılmıştır. Dikkat çekici olan bir husus, bu ibarenin Anayasa taslağında “hükümetin uymakla yükümlü olduğu tavsiyeler” şeklinde geçmiş olmasıdır. Söz konusu ifade, dünyadan gelecek tepkiler göz önüne alınarak yumuşatılsa da,
ifşa ettiği en önemli şey, “dikkate alır” ifadesinin askerin gözünde bir tavsiyeden çok, emir olarak görüldüğüdür.57
1961 tarihli ve 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yasasının 35. maddesinde: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini Kollamak ve Korumaktadır.” hükmü yer almaktadır. Bu düzenlemenin geçmişi 1935’lere dayanmaktadır.
1935’te 2771 sayılı Ordu Dâhili Hizmet Yasasının 34. maddesinde; “Ordunun
vazifesi, Türk yurdunu ve teşkilatı esasiye kanunu ile (Anayasayla) tayin edilmiş
olan Türk cumhuriyetini kollamak ve korumaktır. Ordu, askerlik sanatını
öğrenmek ve öğretmek ile vazifelidir. Bu vazifenin ifası (yerine getirilmesi) için
lazım gelen tesisler ve teşkiller (kurumlar ve örgütler) kurulur ve tedbirler alınır.” şeklinde idi.
1961’de çıkarılan 211 sayılı Yasa ile ‘kollamak ve korumak’ ile ilgili hüküm ayrı bir maddede yapılmıştır. İlk Yasanın 34. madde dışında kalan hükümlerinden pek çoğu 1938, 1945, 1949 ve 1953’te değiştirilmiştir. Yasa, 1961’de 211 sayılı Yasa ile tümden yürürlükten kaldırılmıştır.
1930’lu yıllarda, millî bağımsızlık mücadelesinin anıları ile yaşayan bir meclisin “Türk yurdunu ve teşkilatı esasiye kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini Korumak ve Kollamak” derken ne kast ettiği tahmin edilebilir; fakat 26 Mayıs 1960 günü Hükümet aleyhinde gösteri yapan Harp okulu öğrencilerinin başındaki subay ile 12 Eylül 1980 günü Parlamentoyu feshederek ülke yönetimine el koyan generallerin hareketi, yasa koyucunun vermek istediği mesajda yer almamaktadır. Aksine yasa koyucu aynı Yasanın bir başka
maddesinde:
Madde 43: Türk Silahlı Kuvvetleri her türlü siyasi tesir ve düşüncelerin dışında ve üstündedir. Bundan ötürü silahlı kuvvetler mensuplarının siyasi parti ve
derneklere girmeleri, bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette bulunmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlevine karışmaları ve bu maksatla nutuk ve beyanat vermeleri ve yazı yazmaları yasaktır. Diyerek ordunun siyaset dışında olması gerektiğini açıkça hükme bağlamış, farklı davranışta bulunmayı yasaklamıştır. Bu uygulama yasanın çıkarıldığı 1930’lu yıllar için de aynıdır. 1934’te Başvekil İsmet İnönü imzasıyla parlamentoya sunulan tasarının 34. maddesinde ordunun vazifesi: “Türkiye vatan ve cumhuriyetini müdafaa etmek” şeklinde yazılırken de askerin siyaset dışı kalmasına özen gösterilmiştir. 58 Millî Müdafaa Encümeninin, ordu vazifesinin daha iyi anlaşılması ve bu vazifenin iyi öğretilmesi maksadıyla, 34. Madde metninde değişiklik yaparak ‘Türkiye vatan ve cumhuriyet ini müdafaa etmek’ yerine ‘Türk yurdunu ve Teşkilatı Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini kollamak ve korumak’ diye hükümet tasarısında değişiklik yapması, kesinlikle, Silahlı Kuvvetlerinin siyasete müdahalede bulunması gerektiği anlamına gelmemektedir.59 Ordunun 2004 yılı itibariyle, hâlâ siyasetle uğraştığını Alper Görmüş şöyle anlatır:
Günlüklerin 4 Kasım 2004 bölümünün sonrasında, çeşitli kolordu ve ordularda
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarına verilen brifinglerin tam metni
yer alıyor.
Bu brifingler, TSK’nın yalnız Genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları
karargâhları seviyesinde değil her seviyede yoğun bir politik hareketliliğin
yaşandığını; siyaseti ve hükümeti izleme - denetleme faaliyetinin gerçekleştirildiğini gösteriyor.
Brifinglerin tamamını okuduktan sonra, zihnimde tam bir siyasi parti canlandı. (Türk Silahlı Kuvvetleri Partisi-TSKP): Bu partinin genel merkezi Genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları karargâhları; il merkezleri ordu karargâhları; ilçe ve belde merkezleri ise kolordu ve daha küçük askeri birliklerin karargâhlarıydı. Bilgiler, tıpkı bir siyasi parti organizasyonunda olduğu gibi aşağıdan yukarıya iletiliyor, genel merkez de bu bilgileri yorumlayarak TSKP’nin60 izleyeceği siyaseti belirliyordu.61
Toplumdan yalıtılmış, kendisine mahsus ayrıcalıkları olan, bazı araştırmacıların deyimiyle ‘bir zümre teşkil eden’ bir kurumla karşı karşıya olmanın ötesinde, anayasal sistem içerisindeki vesayetçi konumunu koruma kaygısı da var. Bu vesayetçi konumun sisteme yansıyan pek çok unsuru var. Bir defa, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin hukuki statüsünü düzenleyen mevzuata doğrudan veya dolaylı olarak bakıldığı zaman; Millî Güvenlik Kurulunun anayasal konumunun dışında, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu, Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine Ait Kanun, Millî Savunma Bakanlığı Görev ve Teşkilatı
Hakkında Kanun, Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu ve bunlara benzer birçok mevzuatın, esas itibarıyla 1960 darbesinden sonraki ortamda Silahlı Kuvvetlerin sistem içerisindeki konumunu pekiştirmek üzere yapıldığı görülmektedir. Türkiye’de bu mesele de başka meseleler yanında kökten ele alınmadığı sürece yani silahlı kuvvetlerin hukuki statüsünün demokratik, çoğulcu, Batılı tarzda demokrasiye uygun biçimde ve sivil inisiyatifte yeni baştan, öyle palyatif tedbirlerle, 35’inci maddeyle şu veya bu ölçüde oynayarak değil de kökten düzenlemedikçe, meselenin bir yönü eksik kalacaktır.62
Türk Anayasa geleneğinde ve yasalarında silahlı kuvvetlerin parlamenter sisteme müdahalesini meşru ve hukuk açısından yerinde gören bir düzenleme olmaması bir yana, Anayasa koyucu bu tür mekanizmalara anayasada yer verilmesini de ‘tehlikeli’ bulmuştur. Ayrıca Silahlı kuvvetlerin kime karşı hangi koşullarda ve kimler tarafından kullanılabileceğini de açık hükümlerle düzenlemiştir.
Buna rağmen:
< Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev, ya üst makamlardan verilir, ya da durumdan çıkarılır. (Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, ‘Hizmete Özel Yayın’, 1982, s. 6).63 > şeklindeki maksadını aşan yorumlar, konunun açıklığa kavuşturulması ihtiyacını ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, yasa yapıcı tarafından yanlış yorumlara son vermek maksadıyla,
mevcut anayasadan başlamak üzere, özellikle darbe dönemlerinde çıkarılan ve halen yürürlükte olan binlerle ifade edilebilecek kanun, tüzük, yönetmelik, genelge vb. düzenlemelerin, demokratik ve sivil bir anlayışla beyaz ve yeni bir sayfa açmak şeklinde ele alınma zorunluluğu vardır.
1950'deki genel seçimlerde Demokrat Parti'nin ezici çoğunlukla seçimi kazanması, halkın oyuyla 27 yıllık tek partili rejime son vermiştir; ama bu dönemdeki Resmi Türkiye'nin yapısı, misyonu ve konumu çok az değişmelerle olduğu gibi devam etmiştir. Temel ilkeler, hedefler, yönelişler korunmuş, sadece bazı ufak tefek rötuşlar ve restorasyonlara gidilmiştir. Resmi Türkiye’nin yapısı ve misyonunda sapmanın olduğuna inanıldığında 1960, 1971 ve1982’de ordunun darbeleri gelmiştir. Bir bakıma öteki Türkiye’nin çok partili rejimle ele geçirdiği
sandık ve bazı hürriyetler yoluyla Resmi Türkiye'yi dönüştürme ve kendine yaklaştırma çabaları; ordunun darbeleri, insan hakları ihlalleri ve anti demokratik yöntemlerle durdurulmuş ve bozulan dengeler Resmi Türkiye'nin lehine yeniden yerli yerine konulmuştur. 1960 darbesinden sonra hazırlanan 1961 anayasası, 1971'de yapılan değişiklikler, 1980 darbesinin ürünü olan 1982 anayasası gelişmeleri Resmi Türkiye'nin lehine kurumlaştırmıştır. Türkiye’nin, ulusal ve evrensel gelişmeleri pek ciddiye almaksızın dirençle, inatla ve içine kapanarak yoluna devam ettiği söylenebilir. Bunun ne kadar böyle sürüp
gideceği ise cevapsız bir soru olmakla birlikte sonunda Resmi Türkiye'nin Öteki Türkiye'nin gelişmesi karşısında pes etmesi mukadderdir.64
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1982 Anayasası referandumuyla ilgili olarak: “… Hadi diyelim ki halk bir şey yapamadı. Yani 1980 darbesinden sonra yapılan referanduma gidip yüzde 92 oy vermeye mecbur mu yani? O zaman bizim belimiz kırılıyor, “Hürriyet” diyenlerin, ondan sonra “Adalet” diyenlerin beli kırılıyor. ‘Yüzde 92 oy aldım kardeşim.’ diyor.”65 Bu tespitin çok da yerinde olmadığı, referandumun olağanüstü şartlarda yapıldığı ve halk üzerinde mevcut darbe ortamının oluşturduğu baskının alınan sonuçta çok etkili olduğu hususu, 1989 yılında Işıl Alatlı’nın yaptığı Türk seçmeninin siyasi bilincini ele alan
araştırmada ortaya çıkmıştır. 1982 Anayasası’nın değiştirilmesini isteyenlerin oranı %58 olarak tespit edilmiştir.
Türkiye örneğindeki darbelerin dünyadaki emsallerinden ayrılan yanı; askeri müdahalelerin bütün yıpratıcılığına rağmen, Türk ordusunun, kendisini
aranılır kılabilmiş olması ve imtiyazlı konumunu kabul ettirme konusunda önemli mesafeler alabilmiş olmasıdır. Askeri müdahale dönemlerinin kısa süreli olması, tam da askerlerin öngördüğü gibi, ordunun prestij kaybını sınırlayabilmiştir.
BÖLÜM DİPNOTLARI;
56 Ali Balcı (2011); s. 111-117.
57 Ali Balcı (2011); s. 118, 121-123.
58 Hikmet Özdemir (1993); s. 233, 234, 235.
59 Buna rağmen, sorunu başka açılardan inceleyen tanınmış bazı yazarların, 35. maddeyi darbelerin yasal dayanağı olarak gördükleri bilinmektedir Şevket Süreyya Aydemir şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Kendi iç hizmet kanununa göre bütün batı demokrasileri arasında ordu, yalnız bizde devletin koruyucusu olduktan başka bir de düzenin gözetleyicisidir. Yani Türk ordusunun iç hizmet kanunu bizde orduya, ülkenin sınırlarını savunmaktan başka, bir de Cumhuriyet kurumunun ve sosyal siyasi düzenin gözetleyicisi olmak zihniyetini vermiştir. Ordu. Bu kurumun ya da onun getirdiği düzenlerin sarsıldığını görünce yasama ve yürütme organlarına müdahale edebilir.” Hikmet Özdemir (1993); s. 238.
60 Alper Görmüş’ün tespitleri Samuel Huntington’ın şu sözünü hatırlatır: “Türkiye, 1920’lerin sonunda siyasi generallerin bir siyasi parti yarattığı ve bu partinin siyasi generallere son verdiği ülkelere, Meksika’yla birlikte örnek oluşturmaktadır.”
61 Alper Görmüş; İmaj ve Hakikat Bir Kuvvet Komutanının Kaleminden Türk Ordusu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 302.
62 Mustafa Erdoğan, Akademisyen - Hukukçu, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 18 Ekim 2012, s. 2.
63 Hikmet Özdemir (1993); s. 236, 237.
64 Davut Dursun (1999); s. 218, 219.
65 Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 7 Haziran 2012,
Ankara Güniz Sokak, s. 9.
64 Davut Dursun (1999); s. 218, 219.
65 Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 7 Haziran 2012,
Ankara Güniz Sokak, s. 9.
KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU RAPORU
Dönem: 24
Türkiye Büyük Millet Meclisi Demokrasiye Girişi
Kasım 2012 S. Sayısı: 37
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376)
5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder