25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DRBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 2


DEMOKRASİ, DRBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 2


Çağdaş bir gelişme olan “ Cumhuriyet ” Kendi içinde önemli değişimler geçirdi. 

Kontrollü çok partili hayata geçiş denemeleri sistemin kendine ve halka güvensizliği sebebi ile çok kısa sürelerde otoriter sistemin daha da güçlenmesine dönüşmüştü. 14 Mayıs 1950 genel seçimleri ile tek partili otoriter cumhuriyetten çok partili demokratik cumhuriyete geçildi. 
On yıllık Demokrat Parti iktidarının ardından başlayan ve yarım asrı aşan demokratik cumhuriyet döneminde gerçekleşen beş ayrı askeri darbe/müdahale, Cumhuriyetin demokratikleşememesinde birinci derecede engelleyici rol oynadı. 1960 ve 1980 darbelerinden sonra mevcut anayasalar yürürlükten kaldırılarak yenileri yapıldı. 1971’de anayasanın üçte biri yenilendi. 1997’de ise rejimin yeniden restore edilmesi için köklü bir program yürürlüğe sokuldu. Dünya hızla demokratikleşirken Türkiye bu süreci izlemekte zorlanmıştır. Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandıramayan Türkiye, yeni bir bin yılda hâlâ asrın 
başlarında tartıştığı “hürriyet”, “insan hakları”, “hukuk devleti”, “sınırlı devlet”, “özgür birey” gibi çağdaş kavram ve değerleri tartışmayı sürdürmektedir. 20. yüzyılın refleksleri ve sorunları “Cumhuriyetin” demokratikleşmesini engellemekte, devlet elitleri yeniçağın değerler ve kurumlarına karşı ayak diremektedirler.25 
Türkiye’nin değişim sürecine girdiği 1800’lü yıllardan beri gündeminde muasırlaşma veya yeni tabiri ile modernleşme vardır. Modernleşme; devleti ve toplum kültürünü çağına uydurarak canlandırmak, güçlendirmek ve böylece varlığını devam ettirmek gayesini güder. Peki, bu nasıl olmalıdır? Yeni kurumlar inşa etmek, rejim değiştirmek, gerçek tarihi bir yana atmak ve modernleşme nin gereklerine göre tarihi yeni yorumlarla tekrar yazmak, modernleşmeyi belirli 
şekilde tanımlayarak bu tanımlara uymayan kurumları, bazı sosyal sınıfları ortadan kaldırmak veya susturmak modernleşmeyi nihai amaç olarak gören Jakoben bir yaklaşımdır. Fransız ve Rus devrimlerinin yaklaşımları bu olmuştur. Asker, devrimlerin gerçekleşmesini sağlamış, fakat devlet idaresini sivillere bırakmıştır. Devlet gücü ile gerçekleştirilen, idealize edilen bu modernleşme devlet-toplum ikiliği yaratır. 
Modernleşmeyi nihai ideal bir amaç değil de toplumun yaşam standardını yükseltme, devlet karşısında hakların koruma aracı olarak ele alırsak o zaman bireyin idaresi ve mutluluğu ön plana çıkarak değişimin içinde sosyal, tarihsel ve kültürel devamlılık muhafaza edilir. Bu ikinci tip modernleşmeyi Anglosakson, yani İngiliz ve Amerikan toplumlarında görmek mümkündür. Jakoben tipi modernleşmede devrim yapan elitler siyasal gücü ellerinde tutarak ön plana geçmelerine karşılık Anglosakson değişiminde halkın görüşünü temsil eden veya öyle görünen halk temsilcileri karar verme mevkiindedir. Her iki değişim tarzında da zorlama vardır fakat çok farklı derecelerdedir. Anglosakson değişimlerinde zor kullanılmıştır fakat güç ancak eski tutumları ve kuralları ısrarla çıkarları uğruna muhafaza edenlere karşı kısa süre ile kullanılmıştır. Örnek olarak İngiltere’de aristokrasinin gücünü kırmak için Oliver Cromwell’in (1599-1658) kral ile mücadelesi veya ABD’de köleliği kaldırmak için girişilen iç 
savaş; rejimi, toplumu değiştirmek için değil toplumun ilerlemesine engel olan belirli bir nedeni yok etmek için Anglosaksonlarda görülen zorlama örnekleridir. Her iki durumda nihai çözüm askeri güce dayanmışsa da ondan sonra kurulan idareler tamamıyla sivil nitelikte kalmıştır. Bazen devrimi idare eden askerler devlet başkanı olmuşlarsa da sivil idarenin üstünlüğünü kabul etmişlerdir. Türkiye’de modernleşmenin, hem Fransız hem Anglosakson değişimlerine benzer yönleri olmakla beraber onlardan farklı yönleri de vardır. Osmanlı’da 
değişim devleti güçlendirmek için en üst makamın yani Sultanın kararıyla başlamıştır. Pratik ihtiyacı karşılamak, yani devleti güçlendirmek için araç olarak kullanmıştır. Yapılan değişikliklerde rol alan elitler bir dereceye kadar devlet idaresinde söz sahibi olmak isteyen sivil gruplarla zaman zaman işbirliği yapmışsa da devlet kontrolünü daima elinde tutmuştur. 

Fakat devleti temsil eden sivil ve askeri bürokrasi, değişmeyi ve modernleşmeyi, devleti güçlendirmeyi ve halkı devlete hizmet eden bir grup haline getirmeyi amaçlayan bir unsur olarak görmüştür.26 

Şerif Mardin’in, “bürokratik muhafazakârlık” olarak adlandırdığı otoriter-elitist teoriler ve halk aleyhtarı tutumlar, Jön Türkler’in sahneye çıkmasıyla kendine yeni bir yaşam alanı buldu. 
Askeri davranış; daha çok vatanperverlikten “ vatanı kurtarma ” düşünce lerinden hareket eden, toplumun derin sorunları üzerine eğilmekten çok kısa vadede “hareket”e yönelen bir davranıştır. Enver Paşa’nın daha sonraki yıllardaki politikası bunun saf bir örneğini verir. 
Sivil-bürokratik davranışa gelince, bu davranışın temel unsuru bazen bir ‘entelektüeller ihaneti’ne yaklaşabilen halk aleyhtarı tutumudur. Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulduğu zaman kurucular arasında halka güvenilebileceği fikri ağır basıyordu. Askeri Tıbbiyelilere bunun böyle olmadığını anlatan, halka “önder” olmayı telkin eden, halkın sesinin kurulacak birimde yeri olmadığına inanan Murat (Mizancı) ve Ahmet Rıza Bey gibi sivil bürokratlardı. Bu gibi bir inançta Osmanlı İmparatorluğu’nda eskiden beri egemen bir avam-havas ayrılığı düşüncesinin mi, yoksa Avrupa’da bu yöne iten gelişmelerin mi etkili 
olduğunu anlamak zordur. Fakat her türlü anlama, otoriter elitist düşüncedeki bu sivil bürokratları birer “demokrat” haline getiremez. Bu düşüncelerin Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde yayılmış olmasının sorumluluğu onlara yüklenmelidir.27 Bu fikirler kendine yaşam alanı bulacak, Osmanlıyı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni derinden etkileyecektir. Yeni Osmanlılar’ın kuruluşunda ilham kaynağı oldukları Jön Türkler, 1902 yılında Paris’te topladıkları I. Kongre’lerinde kabul ettikleri tezlerden biri, “yalnız propaganda ve neşriyatla inkılâp yapılamayacağı,” uygar askeri kuvvetlerin de inkılâp hareketine katılmalarının gerekli olduğu fikriydi. Bu kongreden sonra Jön Türkler, “müdahale taraftarı ve aleyhtarı” olmak üzere birbirine zıt iki gruba ayrılır. Bu kongredeki teorik-pratik kutuplaşmalar daha sonra modern Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal embriyosunu oluşturacaktır.28 1909’da Hareket Ordusu’nun 31 Mart İsyanı’nı bastırması ile “modern ordu”nun bugünlere ulaşan ‘devletin sahibi olma’ misyonu da başlamış oldu.29 Bu misyonun hayat geçirilmesi çok uzak olmamıştır. 23 Ocak 1913 tarihinde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki’nin fedailerinden Yakup Cemil’in başı çektiği grup Bâb-ı Âli’de Bakanlar Kurulu’na toplantı halindeyken baskın   düzenler. Harbiye Nazırı öldürülür ve silah zoruyla hükümet istifa ettirilir. 
Devlet-toplum ikiliği Cumhuriyet döneminde devam etmiştir. Devlet seçkinlerinin toplum algılaması Hegelci30 olarak kalmıştır; toplum çoğunlukla “evrensel egoizm alanı” olarak düşünülmüştür. Toplumu temsil ettiklerini iddia edenlerin bu tutuma karşı tepkisi de daha az radikal olmamıştır. Bir grup diğerini sürekli olarak “bölücülük” ile suçlarken, karşıt eğilim, ilgili grubun siyasal partisi tarafından kullanılan siyasal gücü mutlak olarak algılamak ve otoriteye uzlaşmaz biçimde karşı çıkmak olarak belirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 
subay kadrosunun yüzde 93’u ve memurlarının yüzde 85’i hizmetlerine yeni Cumhuriyet’te devam etmişlerdir.31 Türkiye Cumhuriyetine Osmanlı’dan, aşkın - transcendental bir devlet ve zayıf bir toplum miras kalmıştır. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de bürokratik seçkinler aşkın devleti, topluluğu bir arada tutabilmek için vazgeçilmez görmeye devam ettiler. Bu şartlar altında Türkiye’de açık bir siyasal rejime geçilmesi, çoğul çatışmalar (siyasal dinamikler) yoluyla, hatta karşılıklı yasal yetki alanlarının net biçimde 
tanınması (hukuk) yoluyla bile gerçekleşemedi. İsmail Cem’e göre; Osmanlı’nın sosyal ve ekonomik düzeni, Cumhuriyet döneminde de değişmedi: “Cumhuriyet yönetimi, toplumun üst yapısına yeni biçimler getirmek isteyen bürokratlarla, temeldeki geri sosyal düzeni aynen sürdürmek amacındaki eşrafın ve üst yapı Batılılaştığı oranda daha çok kazanan tüccarın bir koalisyonu olmuştur. Bu güç birliğinin sonucu, durgunluktur, çok yavaş bir değişimdir. 
Cumhuriyetin son Osmanlılardan devraldığı geri sosyal düzenin uzun süre devam etmesi, bu gerçeğin en açık belirtisidir. Medeni Kanun gelmiş, hilafet gitmiş, Cumhuriyet kurulmuş, kıyafet değişmiş, harfler değişmiş, fakat sosyal ve ekonomik düzen temelde aynı kalmıştır. İnkılâplar bu sosyal temeli değiştireme miş, değiştirmeye yönelen gelecekteki bir iktidarın karşılaşacağı engellerden bazılarını kaldırmıştır. O iktidar ise gelmemiştir.”32 

Atatürk, cumhuriyetçi devletin temel görevini, halkı çağdaş medeniyet seviyesi ne çıkartmak olarak görmüştü. Halk, kendi başına bu temel hedefe ulaşmaya yeterli ve istekli değildi. Padişahların kişisel yönetimleriyle geçen uzun yüzyıllar boyunca halk, inisiyatifi kendi eline alma kabiliyetini kaybetmişti. Atatürk’ün vardığı sonuç, reformların “yukarıdan aşağıya” yapılması gerektiği idi. 
Bu yaklaşım “egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir” ilkesiyle nasıl 
bağdaştırılabilir. Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir. Evet, fakat hemen değil. Egemenlik, kolektif şuuru belirli bir düzeye ulaşıncaya kadar halka ait olamazdı.33 Halk tarafından biçimlendirildiği şekliyle millî irade, halkın medenileştiği oranda ortaya çıkabilecekti.34 1950’lerde ortaya çıkan siyasi tablo aslında Cumhuriyete Osmanlı Devleti’nden tevarüs eden siyasi yapıya uygundu. II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki’nin temsil ettiği merkeziyetçi, batıcı, devletçi, milliyetçi, laik, devletin bekasını ve toplumsal inşayı temel alan 
siyasal inanç ve değerler sistemini CHP sürdürürken bunun karşısında serbestiyeti, yerel yapı ve gelenekleri, yerinden yönetimi, din ve fikir hürriyetini, milliliği temel alan kenar yapısını da CHP karşısındaki muhalif partiler temsil etmişlerdir. Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası, Serbest Cumhuriyet Fıkrası, bu çizginin devamı olarak ortaya çıkmış ve gelişme kaydetmiştir. CHP’nin oluşturmaya çalıştığı modern, ulusal, devrimci, laik toplumu yukarıdan tüm 
boyutlarıyla dönüştürmeyi amaçlayan, halkçı, devletçi merkez ancak ülkenin büyük şehir merkezlerine nüfuz etmiş, toplumun büyük kesimini oluşturan kenar (köylü, kasabalı) kesimlerinde ise etkisini fazla gösterememiştir. 14 Mayıs 1950 Seçimleri, Cumhuriyetçi merkez ile giderek yükselen kenar arasındaki bir çatışmadan ibaret olup serbest seçimler sonunda çatışmayı yükselen kenar kesimi kazanıyordu.35 

Arnold Toynbee ve Kenneth Kirkwood’a göre Türkiye’de “Siyasal rejimin üzerinde kurulduğu temel siyasal düşünce, ulusal açıdan türdeş, idari olarak merkezileşmiş ve mutlak egemenliğe sahip bir devlet düşüncesidir. Söz konusu devlet, çeşitlilik ve özerkliğe karşı hoşgörüsüz bir Tanrı’dır ve bireyler ona hizmet etmekle yükümlüdürler.” Kemal Karpat’a göre, “Cumhuriyet rejiminin yaratmak istediği yeni birey rasyonel ve din karşıtı kişiydi.” 

Türklerin nihai amacı çağdaş uygarlığı yakalamak hatta geçmekti; uygar kişi mantıklı davranan kişiydi. Bu nedenle, Türk inkılâbının temel hedefi, dinin toplum ve siyasal hayat üzerindeki zincirlerini kırmaktı. Şerif Mardin’in çarpıcı bir şekilde işaret ettiği gibi, “Türk inkılâbı, durumundan memnun olmayan burjuvazinin ürünü değildi, toplumsal düzenden hayal kırıklığına uğrayan köylülerin desteği ile meydana gelmedi ve feodal ayrıcalıkları ortadan 
kaldırmak gibi bir hedefi de yoktu: Bu inkılâp, Osmanlı ancien regime (eski düzen)’ine karşı yapılmıştı.” Giovanni Sartori’nin deyimi ile, Atatürk’ün benimsediği siyasal rejimden, “pragmatik tek parti rejimi” olarak söz etmek gerekir, çünkü Sartori’ye göre Atatürk Türkiye’sinde “ideoloji”, “pragmatik mantalite”den başka bir şey değildir. Bu nedenden dolayı Atatürk’ün taraftarı olduğu devlet, ılımlı aşkın aynı zamanda geçici bir devlettir. Aynı zamanda geçicidir, çünkü seçkincilik sadece çağdaş uygarlığa varmanın bir aracı olarak 
görülmüştü. Çağdaş uygarlığa varıldığı zaman ise aşkın devlete yer olmayacaktı. Atatürk’ün zihnindeki modelin bürokraside hayata geçirilmesi kolay olmamıştır. Sivil bürokrasinin üst düzeylerine yaptırdığı atamalar siyasal kriterlere dayanıyordu. Fakat burada bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Bir yandan sivil bürokrasiyi makine benzeri bir örgüt haline getirmeye çalışmıştı. Diğer yandan, bürokratların müstakil bir değerler sisteminin, yani Atatürk çü düşüncenin, savunucuları olmalarını istemişti. Bürokratik seçkinler giderek   Atatürkçülüğün savunmasını üstlendiler fakat siyasal kadrolar karşısında “ast rolü” oynamaya razı olmadılar.36 

Halkçılık ilkesi, toplumu sosyal sınıflardan değil çeşitli meslek gruplarına mensup fertlerden meydana gelmiş bir bütün olarak kabul etmekteydi. Toplumun kaynaşmış, imtiyazsız ve sınıfsız homojen bir yapı olarak algılandığı bir ortamda demokrasinin gereği olarak farklı siyasal partilerin kurulması, iktidarın belli sınıflara dayanması, yarışmacı ve adil seçimlerle el değiştirmesi pek mümkün olmamaktadır. Nitekim toplumsal inşa faaliyetlerinin yoğun şekilde sürdürüldüğü tek parti döneminde birden çok partinin kurulması ve yaşatılması mümkün olmamıştır. Temelde Türk siyasal sisteminde çoğulcu, uzlaşmacı, gelenekçi ve 
liberal değerlerle merkeziyetçi, bürokratik ve elitçi değerler arasında bir çatışma mevcuttur ve bu çatışmaya dayalı dinamizm siyasal gelişmenin hâkim çizgisini oluşturmaktadır. Çoğulcu, gelenekçi ve liberal söylem II. Meşrutiyet, Birinci Meclis, Demokrat Parti yönetimi ve 1983'ten sonra Özal yönetimi sırasında öne geçmiştir. 
1923’te kurulan Cumhuriyetin “muasır ” içinde yer alabilmek için monarşinin yerine cumhuriyeti, millet fertlerini bir arada tutacak bağ olarak dinin yerine milliyeti, şer’i kanunlar yerine seküler/laik kanunları yerleştirmeye çalışması ve demokrasiyi ihmal etmesi cumhuriyetin demokratikleşmesini sınırlandıran bir gelişme olmuştur. Cumhuriyetçi, lâik, milliyetçi, devrimci, devletçi ve halkçı 
bir ulus-devletin kurulması için gösterilen çabalar demokratik bir cumhuriyetin kurulmasını zorlaştırmış, dahası böyle bir hedef ortaya konmamıştır.37 

Tek-tip insan yetiştirme hedefi bütün toplumu belirli bir kalıba sokmak ve bireyleri her bakımdan standartlaştırmak isteyen bir anlayışın doğal sonucudur. Bu anlayışı kısaca tanımlamak gerekirse, bunun sosyo-politik modelinin adı totalitarizm, felsefesi pozitivizm, yöntemi de “kurucu akılcılık”tır. Totalitarizm yanlıları siyasi alanı ayrıcalıklı bir seçkinler zümresinin tekeline almakla yetinmezler, aynı zamanda sivil toplumu da tümüyle denetim altına almak isterler. Başka bir anlatımla, bu modelde siyasi alanda rekabete izin verilmediği  gibi; piyasalar, kültür ve din gibi toplumsal alanlar da düzenlenmeye ve denetlenmeye çalışılır. 


 BÖLÜM DİPNOTLARI;

25 Davut Dursun; Demokratikleşemeyen Türkiye, İşaret Yayınları, İstanbul, 1999, s. 7-8. 
26 Kemal Karpat; Osmanlı’dan Günümüze Asker ve Siyaset, (Çev: Güneş Ayas), Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 7, 8. 
27 Şerif Mardin: Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 310 
28 Cenk Reyhan, Osmanlı’da İki Tarz-ı İdare Merkeziyetçilik – Adem-i Merkeziyetçilik, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2007, s. 27. 
29 Avni Özgürel’e göre İttihatçılık: “Bir koltuğa oturmadan, o koltuğun yetkilerini kullanma arzusudur. Yani, dipçik zoruyla 
siyasete işi yaptırmaktır. (Avni Özgürel, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 15 Ekim 2012, s. 36) 
30 Hegel ve Devlet. “Evrensel olan şey Devlet’te bulunur. Devlet, ilahi fikrin yeryüzündeki şeklidir… bundan dolayı devlete 
yeryüzündeki kutsallığın tezahürü olarak tapmalıyız ve düşünmeliyiz ki, doğayı anlamak zorsa Devletin özünü kavramak 
sonsuzca daha zordur. Devlet, Tanrının dünyadan geçmesidir… esasında bilinç ve düşünce bütünlüğe varmış haliyle devlete özgü şeylerdir. Devlet ne istediğini bilir… Devlet gerçektir ve… gerçek gerçeklik zorunludur… Devlet kendisi için vardır. 
Devlet gerçekten varolan, gerçekleşmiş ahlaksal hayattır.” Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831). Mümtaz’er Türköne (2003); s. 49 
31 Ellen Kay Trimberger; Tepeden İnmeci Devrimler, Japonya, Türkiye, Mısır, Peru, (Çev: Fatih Uslu), Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 53, 54. 
32 İsmail Cem (2011); Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 256. 
33 Bu kuvvet zaman ile ve insanların terakkiyatı medenisiyle teali eder, kesbi resanet eder ve yükselir ve irade-i milliye, hâkimiyeti milliye bu kuvvetten 
ibarettir. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, s. 211-212, TTK). 
34 Metin Heper (2006); s. 40, 41, 98. 
35 Davut Dursun; 27 Mayıs Darbesi Hatıralar Gözlemler Düşünceler, Şehir Yayınları, İstanbul, 2001, s. 21, 22. 
36 Metin Heper (2006); s. 120, 123, 124. 
37 Davut Dursun; Demokratikleşemeyen Türkiye, İşaret Yayınları, İstanbul, 1999, s. 7-8, 16, 17, 20-23. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
**************************

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder