Prof.Dr. Ümit Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof.Dr. Ümit Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Haziran 2016 Pazartesi

PKK Suriye’nin Kuzeyinde Ne Yapmayı Hedefliyor?


PKK Suriye’nin Kuzeyinde Ne Yapmayı Hedefliyor?



Yazar: Ümit Özdağ
26 TEMMUZ 2013 CUMA

PKK ile halen devam etmekte olan ikinci açılım sürecinin başladığı günlerde bu sürecin ilerlemesinin mümkün olmadığını ifade etmiştim. Gerekçem, Ortadoğu’daki özellikle Suriye’deki gelişmelerin PKK’nın lehine olduğu ve Kandil’in Suriye iç savaşı bitmeden AKP Hükümeti ile barış masasından anlaşma yaparak kalkmayacağı idi. Çünkü AKP Hükümeti Ağustos 2011’den itibaren Suriye’de Esad rejimi yıkmak adına Suriye’nin parçalanmasına gidecek bir süreci ısrarla tetiklemeye devam ediyordu. Ayrıca 2014-2015 senelerinde Türkiye’de gerçekleşecek üç seçimin PKK’nın AKP’yi baskı altına almasına izin verdiğini de kaydetmiştim. AKP Hükümetinin tek güvencesi, bir an önce serbest kalmak istediği için Kandil’i “barışa” zorlayan, Öcalan’dı.

                PKK, Suriye’deki iç savaşı Şam’da Esad’ın devrilmesi durumunda Suriye’nin etnik ve mezhepsel iç savaş devresine gireceğini, bu ikinci iç savaş aşamasında Suriye’nin birkaç parçaya bölüneceğini öngörüyordu. Akdeniz kıyısında Esad’ın devlet başkanı olduğu Nusayri devleti, küçük bir Dürzi devleti, El Kaide ile diğer unsurların aralarında bölüşmek için savaştıkları Sünni Arap bölgeleri. İşte PKK bu aşamada Suriye’nin kuzeyinde dört ana “cepte” doğudan batıya Cezire, Resulayn, Kobani ve Afrin olarak uzan stratejik derinlikten yoksun bir şekilde yaşayan Kürtleri birleştirip, güneye doğru da genişleteceği bir bağımsız PKK Kürdistan’ı kurmak için harekete geçmeyi hedefliyordu.




             Mardin ve Şırnak’ın hemen güneyinde, Haseki vilayeti sınırları içindeki Cezire bölgesi doğudan batıya 281 kilometre uzunluğunda, kuzeyden güneye 19 ile 57 kilometre genişliğindedir. Burada Kamışlı, Derik, Amude dışında 700 köy bulunmaktadır. Cezire’de Suriye Kürtlerinin %40’ı yaşamaktadır. Resulayn bölgesi sınırda 50 kilometrelik bir hatta aynı adlı kasaba civarında 5-10 kilometre derinliğe sahiptir. Konabi bölgesi Halep sınırları içinde doğudan batıya 80 kilometre uzunluğunda, Kürt nüfusun %10’unun yaşadığı bir bölgedir. Dördüncü bölge kuzeyinde Kilis, batısında Hatay olan Halep’e bağlı Afrin bölgesi diye bilinen ancak Kürt Dağı diye de tanımlanan bölgedir. Burada 36o civarında köy vardır ve Kürtlerin % 30’u Afrin bölgesindedir. Özetle, Türkiye-Suriye sınırının tamamı Kürt bölgesi olmadığı gibi, halen bir bölümü PKK tarafından kontrol edilmektedir. Türkiye’nin kara sınırlarının %31.8’ini oluşturan ve toplam 877 kilometre olan Türkiye-Suriye sınırının PYD halen takriben teoride 500 kilometresini denetim altında tutmaktadır.

              Esad’ın devrilmemesi durumunda iç savaş sonrasında Esad ile savaşmamanın ödülü olarak PKK adı özerklik konulmasa bile bu bölgelerin PKK denetimine bırakılacağını öngörüyordu. Ve Esad iç savaş sırasında Türkiye’nin isyancılara verdiği desteğin intikamını almak için PKK’ya Türkiye’ye karşı destek verecekti. Üstelik AKP Hükümeti ilke olarak müzakereci çizgiye oturduğu için PKK iki veya üç sene sonra tekrar masaya oturabilecekti. PKK için burada mesele Öcalan’ın nasıl aşılacağı meselesiydi. Öcalan’a açık bir şekilde karşı çıkmak mümkün olmadığı için PKK, Öcalan’ın “çekilin” talimatına “çekiliyoruz” cevabını verdi. Ancak PKK çekilmediği gibi yeni ve büyük katılımlar ile gücünü artırdı. Devlet kendisini muhatap aldığı için, 1984’den buyana Güneydoğu Anadolu’da hiçbir zaman erişemediği bir etkinlik ve moral üstünlük kazandı.

           Bu arada PKK Suriye’de YPD aracılığı ile silahlı örgütlenmesini geliştirdi. Hem muhalefet hem de Esad ile çatışmaktan tam anlamı ile kaçındı. Yerleştiği coğrafyanın stratejik derinlikten koysun ve çok kısa zamanda Esad, Türkiye veya muhalif güçler tarafından ele geçirilebileceğinin bilincinde olarak, kent muharebesine hazırlandı, Kandil’den bölgeye keskin nişancı unsurlarını sevk etti. PKK’nın hedefi, iç savaşın birinci aşaması devam ederken, mümkün olduğunca dikkat çekmeden etki alanını hem güneye hem de Cezire’den batıya doğru genişletmektir. Nihai hedef, Kürt bölgeleri arasındaki Arapları ve Halep ve Bayır Bucak Türkmenlerini etnik temizlik ile sürerek, Akdeniz’e açılan bir bölge yaratmaktır. Ancak bu hedef, PKK’nın tek başına gerçekleş -tiremeyeceği kadar zor olduğu gibi, açık bir şekilde başlatılması durumunda, şu anda birbirine düşman bir çok unsuru bir araya getirebileceği için çok risklidir.  

           PKK, böyle bir etnik temizliğin veya ezmenin yapılabileceğini Irak-Amerika savaşı sırasında yapılabileceğini görmüştür. Türkmen Telafer kenti, (Musul’a bağlı 2003’de 400 bin nüfuslu Irak’ın en büyük ilçesi idi.) bir Kürdün bile yaşamadığı bir kent olmasına rağmen, Irak ve Suriye Kürt bölgelerini birbirinden ayırdığı için El Kaide’yi yok etmek bahanesi ile Amerikan Ordusu tarafından 5 büyük kuşatmadan sonra teslim alınmış ve Barzani’ye teslim edilmiştir. 

Şimdi Kuzey Irak’ın parçasıdır. 
   
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/07/26/7129/pkk-suriyenin-kuzeyinde-ne-yapmayi-hedefliyor


..

İsrail’de Ordu Tartışmaları ve TSK



İsrail’de Ordu Tartışmaları ve TSK



Yazar: Ümit Özdağ
22 TEMMUZ 2013 PAZARTESİ

          Türkiye’de bir süreden buyana profesyonel ordu tartışmaları devam ediyor. Profesyonel ordu tartışmaları ile birlikte hemen “ateş gücü yüksek, esnek, yüksek hareket kabiliyetine sahip ve  küçük ordu” eklemelerinin de yapıldığını görüyoruz. Profesyonel ordu konusundaki değerlendirmemizi daha önce 21. Yüzyıl Dergisi’nin “Türk Silahlı Kuvvetlerinden Türk Profesyonel Kuvvetlerine Mi?” başlıklı Ağustos 2010 sayısında “Nasıl Bir Profesyonel Ordu:TSK Hakkında Yeni Bir Tartışma”  adlı makalede yapmıştık. 

           Bu makalede ise TSK’nın sayısal olarak küçültülmesi tartışmalarına ışık tutması açısından benzer bir tartışmanın yapıldığı İsrail’de bu yaklaşıma getirilen eleştirilerden hareket eden kısa bir değerlendirme yapacağız. Ne yazık ki, Türkiye’de askerlik ile ilgili tartışmalar genellikle gene muazzaf ve emekli askerler tarafından yapılmaktadır. Konuya “ilgi duyan” siviller ise askeri konularda konuştukları zaman çoğu zaman ortaya bir felaket çıkmaktadır. 

Askeri tarih ve strateji ile ilgili hiçbir bilgiye sahip olmayan sivil aydınların “ ordu şöyle yapılanmalıdır” şeklindeki ifadeleri ne yazık ki gerçeklerden çok kopuktur.




          TSK’nın ateş gücü yüksek, esnek, yüksek hareket kabiliyetine sahip bir ordu haline gelmesi ile küçülmesi arasında da doğrudan bir ilgi yoktur. Diğer bir ifade ile TSK sayısal olarak büyük, ateş gücü yüksek, esnek ve yüksek hareket kabiliyetine sahip bir ordu da olabilir ve olmalıdır.Bir ordunun nasıl olması, nasıl şekillenmesi gerektiğini belirleyen tehditler teorilerin değil, o ordunun konuşlandığı tarih ve coğrafyanın incelenmesinden çıkar. Üç kıtanın birleştiği, tarihin en karışık üç alt kıtası, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’nun içinde bittiği, yeni sorunlara gebe Doğu Akdeniz jeopolitiğinin doğduğu ve sınırlarının başında yeni devletlerin oluştuğu Türkiye coğrafyasını koruyacak ordunun da nasıl şekillenmesi gerektiği, 10-15 senelik süreçlerin incelenmesinden değil, 500-250-100 yıllık süreçler ışında yapılabilir. Karadeniz’in tabiatına sahip bu bölgede her şey sütliman iken aniden en sert fırtınalar çıkabilir. Bunun en somut örneği, 1999-2011 arasında mükemmel olan Türkiye-Suriye ilişkilerinin aniden savaş tehdidi altına girmesidir.  

             Türkiye üstelik sadece dış tehditler ile karşı karşıya olan bir ülke değildir. Türkiye, 1984’den 2002’ye kadar düşük yoğunluklu çatışma ortamında PKK terör örgütünü yenmiş bir ülkedir. 2003-2006 yılları arasında TSK’nın terörle mücadelesinin önüne hukuki engeller konulmuştur. 

2006’da başlayan terörle müzakere ve 2009’da başlayan PKK açılımı süreçleri, bugün Türkiye’yi sınırları tartışılan bir ülke konumuna getirmiştir. Önümüzdeki süreçte TSK’nın güçlü bir yapıya sahip olması ülkenin ve milletin toprak bütünlüğünün sağlanmasının tek güvencesi olabilir.

           Türkiye böyle ağır tehdit altında olduğu bir dönemden geçerken İsrail’de gerçekleşen İsrail ordusunun küçülmesi ile ilgili tartışmalar, Türkiye’deki tartışmalara da ışık tutacak niteliktedir. Besa stratejik araştırmalar merkezinden Prof. Dr. Avi Kober 18 Temmuz 2013 tarihli makalesinde “zaiyat vermekten kaçınan İsrail Ordusu ağırlıklı olarak hava kuvvetleri, ateş gücü, istihbarat ve siber savaşa dayanmayı  ve daha küçük ve daha akıllı bir ordu olmayı hedeflemektedir” dedikten sonra  kulağa hoş gelen bu ifadelerin gerçekten İsrail’in savunulması için yeterli olup olmadığını tartışmaktadır.

Prof. Dr. Kober, İsrail’in karşı karşıya olduğu düşük yoğunluklu savaşın konvansiyonel savaştan daha fazla birlik-yoğunluklu olduğunu, daha fazla asker kullanılması gerektiğini altını çizmektedir. Kober’in dikkat çektiği ikinci husus “askeri güç-tutulması gereken alan” (force to space ratio) ilişkisidir. Düşük yoğunluklu çatışmalarda hele tutulması gereken alanda yerleşim yerleri var ise veya tutulması gereken alan yerleşim yeri ise 1000 sivile 20-25 asker gerekiyor. Düşük yoğunluklu çatışmalarda ordu ne kadar ileri teknoloji kullanır ise kullansın, asker azlığı mücadeleyi olumsuz etkiliyor.  

NATO’nun 1996’da Bosna operasyonunda bu oran 1000/22.6 ve Kosova operasyonunda oran 1000/23.7 idi. Her iki operasyonda başarılı operasyonlar olmuştur. Oysa başarısız olan Somali operasyonunda (1993) oran 1000/4.6, Haiti’de (1994) 1000/3.5, Afganistan’da 2002’de 1000/0.5 ve 2003-2007 arasında Irak’ta 1000/6.1 idi. Kober, 6 milyon nüfuslu Bağdat’ın denetimi için 120 bin asker gerekirken, bütün Irak’ta 70.000 Amerikan muharip birlik ile 60.000 destek personeli olduğunu ifade etmektedir. Bundan dolayı Amerikan Genelkurmay Başkanı Org. Eric Shinseki, Irak’ın denetimi için 200.000 asker talep etmiştir. Amerikan Ordusu Irak’ı ancak Irak Ordusu kurulduktan ve müttefik bir güç olarak  operasyonlara başladıktan bir süre sonra denetim altına alabilmiştir.

           İsrail’deki bu tartışmadan hareket ederek, Türkiye’de TSK’nın küçülmesi ile ilgili tartışmaya dönebiliriz. Milletleri koruyacak orduların niteliğini tarih ve coğrafyadan kaynaklanan tehditlerin niteliği belirler. Gerek PKK’nın temsil ettiği tehdit gerek Ortadoğu’nun ürettiği asimetrik tehditler ve konvansiyonel savaşlar ile düşük yoğunluklu çatışmaların karışımı olan hibrit savaşlar, TSK’nın kuvvet, sayı, ateş gücü, esneklik, istihbarat, siber savaş gibi özellikleri, ülkemize yönelik mevcut ve olası tehditleri göz önünde bulundurarak mezcetmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. 

Bu çerçevede üzerinde durulması gereken bir hususta, TSK’nın düşük yoğunluklu çatışmada en deneyimli birliklerine ve kadrolarına sahip Jandarma Genel Komutanlığı’nın güçlendirilerek varlığını sürdürmesinin güvence altına alınmasıdır. 

Sonuç olarak Türkiye’nin küçük değil, büyük, güçlü, hareket kabiliyet yüksek, teknik kadroları profesyonelleşmiş, istihbarat gücü etkili, siber savaş yetenekleri etkileyici bir Türk Silahlı Kuvvetlerine ihtiyacı vardır.
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/07/22/7121/israilde-ordu-tartismalari-ve-tsk


..

PKK Neler Kazandı-Türkiye Neler Kaybetti?




PKK Neler Kazandı-Türkiye Neler Kaybetti?



Yazar: Ümit Özdağ
 17 TEMMUZ 2013 ÇARŞAMBA

             AKP ile PKK arasında İmralı’da Öcalan ile başlayan ikinci müzakere süreci ile bir mütarekeyi yani ateşkesi gerçekleştirdi. Yapılan anlaşma üç safhalı bir süreci öngörüyordu. Birinci aşama olan mütareke döneminde PKK, Türkiye’deki terörist unsurlarını Türkiye dışına çıkaracaktı. Bunu ikinci aşama izleyecek, ikinci aşamada AKP Hükümeti PKK’nın mütareke ve geri çekilmesine anayasal ve yasal reformlar yaparak karşılık verecektir. Bu aşamada yapılacak diğer hukuki düzenlemeler ile Öcalan ve diğer PKK liderlerinin sürecin sonunda hukuken affedilmeleri güvence altına alınacaktır. Normalleşme adı verilen üçüncü dönem de ise PKK silahlı mücadeleyi tamamen terk ettiğini duyuracaktır. (PKK’nın Türkiye dışında silahlı çeteleri bulundurup bulundurmayacağı açık değildir.) Öcalan ve PKK üst düzey kadroları serbest kalacaktır. MİT aracılığı ile AKP Hükümeti ile Öcalan arasında yapılan anlaşmanın genel çerçevesi budur.



             Öcalan tarafından yapılan bu anlaşma Kandil’deki PKK kadroları tarafından büyük bir sevinç ile karşılanmamıştır. Aksine Kandil’deki PKK üst düzey yöneticileri, Öcalan ile AKP Hükümeti arasında yapılan anlaşmanın zamansız olduğunu, çok erken olduğunu düşünmüşlerdir. PKK liderleri hem bölgesel koşulların hem de Türkiye siyasetindeki sürecin PKK lehine geliştiği bir dönemde  yapılacak bir anlaşmanın PKK’nın elde edebileceğinden daha az taviz elde etmesine neden olacağını ileri sürmüşlerdir. Kandil’in analizine göre, Suriye iç savaşı PKK/PYD’ye Suriye’nin kuzeyinde bir devletçik kurma imkanı vermiştir. Suriye’de iç savaşı Esad’ın kaybetmesi durumunda, PKK’nın fiilen hakim olduğu bu bölgede hukuken de kabul edilmiş bir özerk/federal bölgesi olacaktır. Bu bölgeden de destek alarak Türkiye’ye karşı güç projeksiyonu yapma imkanı kazanacak olan PKK daha etkili bir konuma erişecektir. 

Esad’ın kazanması durumunda ise Şam rejimi tarafından Türkiye’ye karşı desteklenecek bir PKK bugün olduğundan daha geniş imkanlara sahip olacaktır. Türkiye iç siyaseti açısından bakıldığında 2014 ve 2015 yıllarında gerçekleşecek üç seçim PKK’ya AKP üzerinde baskı ve şantaj politikası uygulayarak yeni tavizlerin yolunu açabilecektir.


          Kandil’in bu direnmesini Öcalan, “Size onurlu bir barış sunuyorum” diyerek aşmamıştır. Kandil’deki kadro aksi yola girmesi durumunda Öcalan tarafından onursuzlukla suçlanmakla korkmuştur. Üstelik, 2000’li yıllarda dağa çıkan PKK’lılar “Sizler Öcalan’ı İmralı’dan çıkaracak nesilsiniz” diye yetiştirilmişlerdir. Öcalan’ın İmralı’dan çıkması bu kadar yakın iken, Kandil’in Öcalan’a karşı çıkması durumunda tabandan tepki gelebileceğini de hesaba katmış olabilir. Netice itibarı ile Cemil Bayık, Duran Kalkan, Mustafa  Karasu gibi isimler ayak sürseler de dönemin KCK Başkanı ve Öcalan’a tartışmasız bağlı olan Murat Karayılan Öcalan’ın emrine uyarak, Türkiye içindeki PKK’lıların Kuzey Irak’a geri çekilmesi emrini vermiştir.

           Temmuz 2013’de PKK geri çekilmenin gerçekleştiğini ileri sürülürken, Başbakan Erdoğan, PKK’lıların sadece % 15’inin Türkiye dışına çıktığını duyurmuştur. PKK, ikinci aşama olan anayasal ve yasal reformlar aşamasına geçilmesini isterken, Erdoğan, PKK geri çekilmesi tamamlanmadan ikinci aşama ile ilgili adım atılmayacağını duyurmuştur. Burada sorulması gereken hususun neden Erdoğan’ın ikinci aşamaya geçmeyi geciktirdiğidir. Çünkü Erdoğan, PKK’lıların yurtdışına çekildiğinin tamamlandığını söylese bunun doğruluğunu kontrol edebilecek kimse yoktur. Başbakan Erdoğan’ın ikinci aşamayı ertelemesinin nedeni, AKP’nin karşı karşıya olduğu oy kaybı sürecini daha da hızlandıracak bir siyasal adım atmamaktır. AKP, PKK ile müzakerelerin başlaması sonrasında her ne kadar kamuoyunu algı yönetimi ile ikna etmek için çalışmış ise de toplumun büyük bir kesimi, (% 65 civarı) Öcalan ile müzakerelerin sonucunun Türkiye’nin federalleşmesi/Öcalan’ın serbest kalması ile sonuçlanacağını düşünerek karşı çıkmaktadırlar. 

AKP Hükümeti Türk halkını saldırgan Suriye politikasının doğruluğuna ikna edemediği gibi, Suriye’nin Türk savaş uçağını düşürmesine, sınır kapısını bombalamasına ve nihayet Reyhanlı’da gerçekleşen katliama cevap verememesinden dolayı da oy kaybetmiştir. Erdoğan bu oy kaybı sürecini Gezi Parkı olaylarını tırmandırarak ve toplumu kutuplaştırarak aşmak istemiş ise de arzu ettiği sonucu alamamıştır. Çünkü istikrar isteyen merkez sağ seçmen AKP’den oylarını çekmeye devam etmiştir. Bu unsurların bir araya gelmesi, Erdoğan’ı süreci ertelemeye itmiştir. Bir yandan ikinci aşama ile ilgili yasal mevzuatta istenen düzenlemeler ile ilgili çalışmalar devam ederken, öte yandan Erdoğan, bu yazı da terör eylemi olmadan geçirecek şekilde zaman kazanmanın peşindedir.

        Kandil ise Erdoğan’ın içine girmiş olduğu açmazın farkındadır. Gezi Parkı olaylarından dolayı Erdoğan’ın hem uluslararası planda yalnızlaştığını hem de içeri de zayıfladığını gören Kandil, AKP Hükümeti üzerindeki baskıyı artırmaya çalışmaktadır. Aslında PKK açısından ikinci açılım süreci çok olumlu gelişmektedir.Terör örgütü, kurulduğu tarihten buyana en önemli kazanım dönemine girmiştir.

         Kazanımların başında gelen husus PKK’nın meşrulaşmasıdır.PKK artık devlet tarafından “terör örgütü” diye aşağılanarak dışlanan bir yapı değil, devletin dengi, devleti kendisi ile görüşmeye zorlamış, gelecekte bölgenin “kaderi” olacağı netleşmiş bir güç olarak kendisini görmekte ve göstermektedir. AKP milletvekili ve TBMM Çözüm Komisyonu Başkanı Naci Bostancı, “İmralı ve Kandille hükümet görüşüyor” demektedir.[1] Açılım destekçilerinden Mümtazer Türköne ise açılımın “ikinci aşamasının ise, Terörle Mücadele Kanunu gibi temel kanunlarda düzenleme ve Öcalan’ın cezaevi şartlarının iyileştirilmesi gibi geçmişin yükünü hafifletmeyi amaçlayan hükümet tasarruflarını kapsadığı anlaşılıyor. Gündeme geldiğine göre arada, PKK’ya Kürt kamuoyu nezdinde prestij sağlayacak anadilde eğitim gibi maddeler de mevcut olmalı” demektedir.[2] Anlaşılan PKK’nın yeterince kamuoyu etkinliği olmadığı için AKP hükümeti bu konuda PKK’ya yardımcı olmalıymış!

        Gezi olayları sırasında Erdoğan’ın Öcalan’dan “terörist başı” diye bahsetmesi üzerine S. Demirtaş, “Onunla görüşen sensin. O terörist ise sen ne olursun” diyerek, meşrulaşma olgusunu ortaya koymuştur. PKK’nın son dönemde başlayan ormanlardan ağaç kesenlere Pazar cezası kesme, içki içenleri cezalandırma, yol kontrolleri yapma eylemleri toplumsal yaşamda güvenlik gücü algısı yaratmak ve meşru güç algısını güçlendirmek için yapılan eylemlerdir.
        PKK’nın ikinci büyük kazanımı, kendi kitlesine ve onun ötesinde Güneydoğu Anadolu’da halkın çok büyük bir bölümüne yaşanan süreci PKK’nın devleti, AKP Hükümetini, TSK’yı yendiği algısını iletmede başarı olmasıdır. 

         Devlet tarafından muhatap alınan, liderinin mesajı meydanlarda okunan ve bölgenin geleceğini temsil ettiği inancını aşılayan örgütün üçüncü kazanımı ise açılım sürecini ikili iktidarı, yani devlet iktidarı yanında örgüt iktidarını tesis etmek için değerlendirmesi olmuştur. İç İşleri Bakanı Muammer Güler, 10 Haziran 2013’de yaptığı değerlendirmede terör örgütünün ikili iktidar çabalarını şu şekilde değerlendirmiştir: “Çözüm sürecini alternatif devlet yapılanması gibi algılamaya çalışanların veya böyle bir süreci inşa etme çabalarının da bir arcı olarak görmemek lazım.” İkili iktidarın somut görüntüsü, asker kışlalarında, polis karakollarında hapis iken PKK’lıların açık şekilde silahları ile artık sadece dağlarda değil, sosyal alanlarda gezmeleri, kent merkezlerine yaklaşmalarıdır.  

        PKK’nın nasıl bir devlet inşa etme ruh hali içinde olduğunu PKK yöneticilerinin yaptığı benzetmeler de ortaya koymaktadır. Murat Karayılan, PKK Genel Başkanlığı ve Konseyinden bahsederken, “Bunu devlet sistemiyle kıyaslarsak eğer, cumhurbaşkanlığına tekabül ediyor” demektedir. Remzi Kartal, Kongra Gel yasama organı ise KCK Yürütme Konseyi hükümettir, demektedir.[3] PKK, belediyeleri de ikili iktidarın bir diğer organı olarak inşa etmeye çalışmaktadır. PKK denetimindeki belediyeler iki dilliğin ötesinde bazı hususlar (örneğin evlenmek isteyenlerin Kürtçe bilmesi ZORUNLULUĞU gibi) tek dil olarak Kürtçeyi kabul etmektedirler.

      PKK’nın bu süreçte dördüncü dev kazanımı, Öcalan’ın bir mahkumdan siyasal bir lidere dönüşmesidir. Üstelik Time Dergisi’ne göre Öcalan dünyanın en etkin 100 lideri arasına girmiştir.

      PKK’nın ikinci açılım sürecindeki beşinci kazanımı PKK’ya katılımın 1992 seviyesini aşacak şekilde yoğun olması neticesinde sağlanan terörist artışıdır. Bu süreçte PKK yurtdışına çekilmesi gerekirken, Türkiye içindeki terörist sayısında bir patlama yaşanmıştır. Sadece 4, 5, 6 Temmuz 2013 günlerinde PKK’ya 400 kişi katılmıştır.[4]AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, PKK’ya katılımın 2000 kişiyi aştığını ileri sürmüştür.[5]  Muhtemelen PKK’nın dağ kadrolarına gerçekleşen katılım sayısı 2000 rakamının da üzerindedir. Öte yandan PKK’dan kaçan militanlarda güvenlik güçlerine teslim olmaktadırlar. Eğer PKK çekilecek ve “barış sağlanacak” ise, hem de bu kadar yakınken, neden PKK’lılar teslim olmaktadırlar?

        Son dönemde güvenlik güçlerine teslim olan PKK’lılardan birisi verdiği ifade de PKK’nın terörist sayısını artırarak, yeni bir savaşa hazırlanmaktadır. Kısa bir süre önce teslim olan S.A. adlı PKK’lı PKK’nın yemin töreninde konuşan PKK liderlerinden Duran Kalkan’ın “Rojavayı ele geçirdik. Burada askerlerimiz bulunmakta. Buranın kontrolu tamamen bizim elimizde.Geri çekilmek diye bir şey yok. Aksine katılımlar artarak devam ediyor. Önder Apo’nun hedefi 20-25bin asker sayısını 100 bine çıkarmak. Bu sayıya yaklaşıldığında askerler şehirlere inerek halk savaşı başlatacak” dediğini açıklamıştır.[6]

          PKK eğer AKP Hükümetinden istediklerini istediği zamanda alamaz veya istediklerini almasına rağmen daha fazlasını istediği için yaşanan süreç bozulur ise diye bir çatışma sürecine yönelik olarak hazırlıklarını son hızı ile sürdürmektedir.      

          Terör örgütü bu kazanımlar ile yetinmeyecektir. Başbakan Erdoğan’ın 2. Aşamada yapılacak sözü verilen anayasal ve yasal düzenlemeleri siyasi kaygılar ile ertelemesi durumunda PKK, kentlerde sokak gösterileri, kırsalda ise terör eylemlerine başlayacaktır. Kış koşulları PKK’nın kapsamlı terör eylemleri yapmasını engellese de burada önemli olan sayı değil psikolojik etkidir. Zaman PKK’nın lehine gelişmektedir. Yaşanan sürecin AKP ve Öcalan’ın istediği gibi gelişmesi halinde nereye varacağını, BDP Van Milletvekili Nazmi Gür şöyle özetlemektedir: “Bu süreç bizleri Kürdistan topraklarında özgürlüğe götürecektir. Önümüzdeki yerel seçim sonrasında özerkliği kutlayacağız” demektedir.

        PKK kazanımlarını geliştirirken, Türkiye kaybetmeye devam etmektedir. PKK’nın her kazanımı Türkiye’nin kaybı anlamına gelmektedir. Tabii ki, Türkiye’nin terörsüz bir ortama ihtiyacı vardır. Türkiye, terör sürecinde binlerce insanının kaybetmiş, yüz milyar TL’ye yakın bir para harcamıştır. PKK dışında kimse terörün devamını isteyemez ve istememektedir.

        Terörün aşılması için iki yöntem vardır. Bunlardan birisi mücadele yöntemidir. Türkiye bu yöntemi, 1984’den 2002 sonuna kadar kullanmıştır. Bunun neticesinde PKK, bağımsız, birleşik Kürdistan hedefinden 1999’da Öcalan’ın ifadesi ile “Üniter-Milli devlet ile sorunumuz yok” noktasına çekilmiştir. Öcalan yakalanmış, PKK terör örgütü Türkiye dışına çıkmış, binlerce mensubu ölmüş, binlerce mensubu PKK’dan ayrılmıştır. Terörle mücadelenin neticesi budur.

         2003’den itibaren Türkiye’de terörle mücadele zihniyeti durmuştur. Yapılan hukuki düzenlemeler PKK ile mücadelenin alt yapısını ortadan kaldırmıştır. Bu adımların anlamı ancak 2013 yılında Başbakan yardımcısı Beşir Atalay,” Açılım aslında AKP’nin programında vardı ve biz iktidara gelir gelmez açılıma başladık”  şeklindeki açıklamasını yapınca anlaşılmıştır. 2006 yılında PKK ile Oslo müzakereleri başlamıştır. 2009’da müzakereler ve PKK açılımı aleniyet kazanmıştır. Olso görüşmelerinde PKK’ya hoşgörü ile yaklaşıldığı devlet/hükümet yetkisi tarafından PKK’lılara ifade edilmiştir. 2013 itibarı ile terörle müzakerenin Türkiye’yi getirdiği nokta budur. Bir devlet terörü mücadele dışında bir yol ile aşmayı deneyebilir. Ceza verme hakkından vazgeçebilir.  Ancak bunları yaparken, devlet ayağa düşmez, ayağa düşürülmeye izin vermez.

         Bugün Türk devleti Güneydoğu Anadolu’da PKK tarafından ayağa düşürülmektedir

PKK’nın Türk devletini ayağa düşürmesine izin verilmektedir. Güneydoğu Anadolu’dan şehit haberleri gelmemektedir ancak her geçen gün ülke topraklarının bir bölümü üzerinde bir terör örgütü meşru güç haline gelmektedir. Şehit gelmektedir ancak devletin yanında eline silah almış insanlar PKK tarafından infaz edilmektedir. Terör örgütü AKP Hükümeti seyrederken, sözde “şehitlikler” açmakta, asayiş adını verdiği gruplarla önce Cizre’de sonra diğer ilçe ve illerde yol kontrolları yapmaktadır. PKK’lılar yayla şenliklerinde gösteriler yapmakta, belediyeler sanki bir başka ülkenin belediyeleri imiş gibi davranmaktadırlar.

        Evet, birkaç aydan buyana PKK öldürmeyi durdurduğu için şehit gelmemektedir ancak uğruna 1071’den buyana Haçlı Seferleri ile başlayıp en sonra yine 1918’deki Haçlı Seferine kadar ve nihayet 1984’den buyana on binlerce şehit verdiğimiz ülkemizin bir parçası, ayağımızın altından kaymaktadır. Mevcut PKK açılımı politikasının baştan aşağıya tekrar değerlendirilmesinin vakti gelmiştir ve geçmektedir.   


[1] Milliyet, 16 Temmuz 2013
[2] Zaman, 16 Temmuz 2013
[3] Radikal, 12 Temmuz 2013, Cengiz Çandar, “Kandil’de yenilik ve Süreç’in geleceği”
[4] Bugün, 11 Temmuz 2013, Gültekin Avcı, “Çok vahim gelişmeler bunlar”
[5] Aydınlık, 16 Temmuz 2013, “Can çekişen hasta”
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/07/17/7112/pkk-neler-kazandi-turkiye-neler-kaybetti

.

Taksim, Erdoğan ve Seçim Sandığı



Taksim, Erdoğan ve Seçim Sandığı


Yazar: Ümit Özdağ
02 TEMMUZ 2013 SALI


   Orta Doğu bölgesi Sünni-Şii ekseninde bir bölgesel iç savaşa sürüklenmek istenirken Türkiye de çok zor bir döneme girmektedir. Bir yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve varlığını tehdit eden terör örgütü PKK ile Cumhuriyetimizin siyasi geleceği ve anayasası üzerinde etnik merkezli pazarlıklar sürmekte, öte yandan Orta Doğu’daki mezhep çatışması ülkemize sıçratılmaya çalışılmaktadır. AKP Hükümetinin izlediği mezhepçi politikalar, Reyhanlı katliamının acı bir şekilde gösterdiği üzere bu bölgesel iç savaşın Türkiye’ye ithal çalışmalarını kolaylaştırmaktadır.

Bu iki süreç devam ederken, AKP iktidarı gittikçe otoriterleşen, yurttaşların günlük yaşamına karışan, milli bayramlarını kutlamasına karşı polis şiddeti kullanan baskıcı politikalar ile tek parti rejimi oluşturma yolunda mesafe kaydetmektedir. AKP’nin 2023 veya 2070 gibi tarihlere kadar iktidarda kalacağına dair anti-demokratik rejimlerin gelecek perspektiflerine benzer görüşlerin ortaya atılması, iktidar partisinin “ne pahasına olur ise olsun iktidar kalacağız” yaklaşımı içinde olması/böyle bir algıyı yayması, demokratik sistem üzerine çöken bir ağırlık olarak vatandaşların önemli bir bölümünde nefes almayı güçleştirmektedir.



İşte böyle bir ortamda Taksim’de Gezi Parkı’nda iktidarın birkaç çadırı yıkmak için polis eli ile uyguladığı aşırı şiddet toplumsal bir muhalefetin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Büyük bir bölümü apolitik kitlelerin oluşturduğu, siyasete angaje grupların içinde küçük ve etkin olamadıkları Gezi Parkı muhalefetini, Başbakan Erdoğan, baskıcı politikalar, PKK ile müzakereler ve yanlış Suriye politikasının sonucunda ortaya çıkan Reyhanlı katliamından dolayı kaybettiği oyları geri almak için kullanmıştır. Bundan dolayı Erdoğan, toplumsal barışı tehdit eder boyutlarda bir gerilimi tırmandırma siyaseti izleyerek, karşısındakileri düşmanlaştırırken,  sağ seçmeni kendi arkasında toplamayı, kaybettiği oyları telafi etmeyi hedeflemiştir. 

Önümüzdeki günlerde Erdoğan’ın beklentisinin aksine oy kaybına neden olmasına rağmen gerilimi tırmandıracağa benzemektedir.Erdoğan bundan sonra ne yapar ise yapsın,  Taksim Gezi Parkı Erdoğan’ı dört alanda yenmiştir Kendi ifadesi ile “astığı astık kestiği kestik” bir başbakan 10 yıldan buyana ilk kez bir iç karşı irade olan toplumsal muhalefet karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştır.  
Erdoğan’ın bu sözü verdikten sonra Gezi Parkına polis baskını yaptırması, devam eden tutuklamalar, hiçbir şey Erdoğan’ın geri adım attığı gerçeğini ortadan kaldıramaz. Erdoğan verdiği bu sözden dönse dahi geri adım attığı tarihin kayıtlarına girmiştir. Taksim’deki halk iradesi, Erdoğan’ın iradesini gerilemeye zorlamıştır.

Erdoğan şimdi Taksim’in temsil ettiği toplumsal muhalefete, toplumsal muhalefetin muhatabı olmadığı bir yerde, yerel seçimlerde meydan okuyacak bir söylem geliştirmektedir. Taksim ve Kuğulu Parka, Sincan ve Kazlıçeşme ile cevap vermenin başka anlamı yoktur. Bu mahalle arasında yapılan futbol maçını kaybeden takımın, “Ama biz sizi basket oynarsak yeneriz” diyerek, basket maçına davet etmesi gibi bir şeydir.

Olur Basket Oynayalım Ancak…

Taksim, Kuğulupark, ve diğer toplumsal muhalefet alanları Başbakan Erdoğan’ın “basket maçı teklifini” kabul etmelidir. Diğer bir ifade ile Başbakan Erdoğan’ın CHP ve MHP’ye yapması gereken “sandığa gelin” teklifini apolitik toplumsal muhalefette kabul etmelidir. 29 Mart 2014’de yerel seçimler, 28 Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 12 Haziran 2015’de genel seçimler yapılacaktır.
Bu üç seçimde alınacak doğru tavır, Türkiye’nin PKK’ya teslim olmamasını, bir mezhep çatışmasının içine sürüklenmemesini ve demokratik bir ülke olmasını sağlayacaktır.
Türkiye’nin önündeki en büyük mesele, bu seçimleri kimin kazanacağı kadar bu üç seçimin dürüst, adil ve şeffaf geçmesini sağlamaktır. Çünkü 2007’den buyana Türkiye’de yapılan seçimlerin dürüst, adil ve şeffaf olmadığını düşünmek için birçok gerekçe vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

a)Seçmen sayısında olağanüstü ve izahı zor bir artış gerçekleşmiştir.

b) SEÇSİS adlı seçimleri internet üzerinde düzenleyen sistem dışarından müdahalelere açık bir sistem olarak seçim sonuçlarının doğru bir şekilde oluşmasını engelleyebilecek bir niteliğe sahiptir.

c)Seçimlerin kontrolü Anayasaya aykırı olarak Yüksek Seçim Kurulu adlı anayasal organdan hükümet organlarının eline geçmiştir.

d) Haziran 2011 seçimlerinden itibaren bir kişinin bir çok sandıkta oy kullanmasını kolaylaştıran “mavi boyanın” kullanılmasını durduran uygulamaya geçilmiştir.

e) Bir kişinin bir çok farklı nüfus kağıdı elde etmesini sağlayan bir sistemin önü açılmıştır.  Ayrıca 2011 seçimlerinde seçmen sayısının 17 milyon üzerinde oy pusulası basılmıştır.  

f)Bazı seçmenlerin seçmen kütüklerinden isimlerinin silinmesi veya bilgileri dışında başka adreslere nakledilmeleri,

g)Yabancı uyruklulara seçmen kartı verilmesi,

 h)Sandık başı tutanakları ile iktidar partisi lehine oynanması  
 Şimdi bu kısa başlıklar halinde sıraladığımız hususları kısaca açalım.  


a)Temmuz 2007 seçimlerinde Türkiye’nin nüfusu 70 milyon 586 bin iken seçmen sayısı 42 milyon 799 bin olmuştur. Bu seçimlerden sonra 17 Nisan 2008’de dönemin Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın TC kimlik numarasını saptayamadıkları 600 bin, adresini bulamadıkları, 3 milyon, diğer eksiklerle birlikte 5 milyon civarında seçmenin kayıp olduğunu açıklamıştır. Mart 2009 yerel seçimlerinde seçmen sayısı 48 milyon 49 bine yükselmiştir. 2010 yılında ise nüfus 73 milyon 722 bin iken seçmen sayısı 49 milyon 495bine yükseldiği açıklanmıştır. 12 Haziran 2011 seçimlerinde ise seçmen sayısı 52 milyon 800 bine yükselmiştir. Bu on yılda on milyonluk bir seçmen artışıdır.[1]
Özetle, 2007-2010 arasında Türkiye nüfusu % 4 oranında artarken, seçmen sayısı % 16 artmıştır. 2009-2011 arasında ise Türkiye’nin nüfusu 1 milyon artarken, seçmen sayısı 3 milyon artmıştır. Diğer bir ifade ile seçmen sayısı 2007-2010 arasındaki üç yılda 6 milyon 700 bin kişi artmıştır. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Ali Em, Temmuz 2007 ve Mart 2009 seçimleri arasında gerçekleşen 5 milyon 478 bin 162 seçmen artışının “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi”nden kaynaklandığını ileri sürmüştür.[2]

b)AKP 25 Nisan 2003’de “Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkındaki Kanuna Bir Geçici Madde Eklenmesi Hakkındaki Kanunu” ile seçimlerde  SEÇSİS(Bilgisayar Destekli Merkezi Seçmen Kütüğü Sistemi) kullanılması uygulamasını başlatmıştır. SEÇSİS güvenlik sertifikası olmayan, dışarıdan müdahaleye açık olduğu iddia edilen şaibeli bir sistemdir. Türkiye dışında kullanılmamaktadır.   

c) Seçimlerin gerçekleştirilmesinin ve denetiminin sorumluluğu Yüksek Seçim Kurumu’na aittir. Ancak bu durum İç İşleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’nın seçimlerde oynamaya başladığı rol ile bir anayasa ihlali noktasına gelmiştir. İç İşleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’ne(NVİGM) tarafından  “Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi” MERNİS kapsamında Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşlarına sayısal kimlik numarası verilerek nüfus kayıtları veri tabanı oluşturulmuştur. Ancak MERNİS projesi  İçişleri Bakanlığı’nabağlı bir sistemdir. Yani idareye bağlı bir birim tarafından yürütülmektedir. Projenin başlatıldığı 1960’lı yıllardan bu yana sistem veri tabanına girilen ölü ve sağ kişi sayısı 120 milyonu geçmiş durumdadır. Buna göre Türkiye’nin nüfusu 75 milyon, kayıtlı kişi sayısı ise 120 milyondur. MERNİS sisteminde adres göstermek kaydıyla inşaat halindeki evlere bile seçmen kaydı yapmak mümkündür. Aynı adrese birden fazla aile yazılarak MERNİS sistemi ile seçim hileleri yapmak mümkündür.[3]

Öte yandan “Ulusal Yargı Ağı Projesi”nin (UYAP) gerçek amacı, yargı faaliyetlerinin tek bir merkezde toplanarak denetlenmesi iken,  UYAP sistemi seçim sonuçlarının işlenmesinde kullanılmaya başlanmıştır. Böylece yine YSK’ ya ait olan bu görev ve yetki de Anayasa’ya aykırı olarak Adalet Bakanlığına yani idareye devredilmiştir.[4]

d) Bir seçmenin bir çok sandıkta oy kullanabilmesine (mükerrer oy) yol açacak bir dizi adımın atılmış olmasıdır. AKP iktidarı Haziran 2011 seçimlerinden itibaren oy veren seçmenlerin aynı gün oy vermesini engelleyecek parmak boyama işlemini kaldırmıştır. Parmak boyanmasından vazgeçilmesinin hiçbir makul nedeni yoktur. Bu adım ancak mükerrer oy kullanmayı teşvik edici bir adım olmuştur.   

e)Öte yandan kötü niyetli insanların birden çok nüfus kağıdı  elde etmesini sağlayan bir sistemin önü açılmıştır. Bu noktada Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sisteminin büyük rolü olduğu anlaşılmaktadır. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemine geçilmeden önce seçmenlerin adreslerinde kayıtlı olup olmadıkları muhtarlıklarda adres temelli listelerden kontrol edilirdi. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi ile adres sistemi kaldırıldı. Seçmenlerin adreslerine kayıtlı olup olmadığı ad ve soyadı sistemi temeline göre düzenlenmiş listelerden kontrol edilmeye başlandı. Böylece seçmen adresinde kendisinin olup olmadığını görebildi ancak başka birisinin de kendi adresine kaydının yapılıp yapılmadığını göremez oldu. “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi” çalışmalarını yürüten TUİK Başkanı Ömer Toprak, çalışmalar sonrasında 81 ilde kayıt formu, çizelge, liste gibi bütün yazılı belgeleri imha ettirmiştir. Ancak TUİK Başkanı Ömer Toprak kendisine sorulan bir soruya, “bazı kötü niyetli kişilerin başka adreslerde kayıtlı olmaları mümkün” ve “Cezayı göze alan birisi sahte iki tane TC kimlik numarası olması halinde mükerrer oy kullanması mümkün olabilir” açıklamalarını yapmıştır. Böylece, teorik olarak sahte nüfus kağıdı ve sahte adres ile bir kişinin birçok sandıkta mükerrer oy kullanmasının önü açılmıştır.[5] Ayrıca bir çok polisin mükerrer oy kullandığına dair isim ve sandık bazında somut bilgiler ve sandık başkanları tarafından tutulmuş tutanaklar vardır.[6] Bu noktada üzerinde durulması gereken bir başka husus ise 2011 genel seçimlerinde 17 milyon fazla oy pusulasının basıldığıdır. Eğer mükerrer oy kullanımı yok ise 17 milyon fazla oy pusulası neden basılmıştır. Bu sorular henüz cevaplandırılmamış sorulardır.

f) Seçim sahtekarlığı için ikinci yolu AKP iktidarına çok az oyun çıktığı yerleşim yerlerinde seçmenlerin seçmen kütüğünden bilgileri dışında isimlerinin silinmesi olduğu ileri sürülmektedir.Seçmenlerin en çok % 15’inin seçmen listelerinin 15 gün askıda kaldığı sürede seçmen listelerini kontrol ettiği düşünüldüğünde bir çok seçmen ancak sandık başına gittiğinde veya oy pusulası gelmeyince durumu anlamaktadır.

g)Bir  seçim hilesi yolunun yabancı uyruklu kişilere seçmen belgesi verilmesi olduğu ileri sürülmektedir.Tokat’ta Rahmetullah Mahdun adlı Afgan uyruklu kişinin ve 17 Afgan vatandaşının Merkez Büyükbağı Mahallesi’nde 35 nolu sandıkta oy kullandığı belirlenmiştir.[7] Bu yol ile ne kadar oy üretildiğini tespit etmek mümkün değildir. Son dönemde Suriye’den gelen mültecilere nüfus cüzdanı ve seçmen pusulası verileceği söylentileri yoğunluk kazanmıştır.[8]

h) Muhalefet partileri bütün sandıklarda gözlemci bulunduramamaktadırlar. Sandık başında gözlemci bulundurmayan muhalefet partilerin oylarının kısmen veya tamamen, bütün sandıklarda gözlemci bulunduran iktidar partisine kaydırıldığına dair iddialar bulunmaktadır. Güneydoğu Anadolu’da ise BDP sandıklar üzerinde hakimiyet kurarak, oy manipulasyonu için uygun zemin yaratmaktadır.

Bütün bu iddialar Türkiye’de demokrasinin en büyük meselesinin adil, dürüst ve şeffaf seçimler olduğunu göstermektedir. Bu iddiaların küçük bir bölümünün dahi doğru olması, demokrasinin tehdit altında olduğunu gösterir. Adil, dürüst ve şeffaf seçimlerin gerçekleşmemesi veya olmadığı şüphesinin vatandaşların bir bölümünde olması, bir ülkede demokrasinin varlığını ağır bir tehdit altına alır. Demokrasinin korunması sadece siyasi partilere bırakılamaz. Sivil toplum demokrasinin savunulmasından birinci derecede sorumludur.

İşte bu noktada Taksim Gezi Parkı’nda ortaya çıkan toplumsal muhalefetin çok önemli bir işlevi olabilir. Taksim Gezi Parkı toplumsal muhalefeti, cesur, yaratıcı, özü itibarı ile yumuşak güce dayanan muhalefet olarak Türkiye’de seçimlerin adil, şeffaf ve dürüst bir şekilde gerçekleştirilmesinde büyük bir görev üstlenebilir. Günlerce sokaklarda polisin aşırı şiddetine rağmen, iktidarın bütün şeytanlaştırma merkezli psikolojik harekatına direnen Taksim Gezi Parkı toplumsal muhalefeti, sahip olduğu dinamizmi dürüst ve şeffaf seçimler için alana taşır ise Başbakan Erdoğan’ın “sandığa gelin” çağrısına da “evet” cevabını vermiş olacaktır.

İktidarların anti demokratik baskılarına karşı toplumsal muhalefet meşrudur ancak iktidarların değişmesinin meşruluğu demokratik seçimlere dayanır. Taksim Gezi Parkı muhalefeti a) bireysel veya grup çalışmaları ile seçimlerin adil, şeffaf ve dürüst geçmesi için yaratacağı politik bilinç ile ve  b) seçim günü seçmen sandıkları başında herhangi bir partinin gözlemcisi olarak görev yaparak, Türkiye’de dürüst seçimlerin gerçekleştirilmesine büyük katkıda bulunabilir.     


[1] Ömer Lütfü Taşçıoğlu, Seçim Sistemimiz, Seçim Şaibeleri ve Öneriler,Yayınlanmamışİnceleme
[2] Cumhuriyet, 21. Aralık 2011, Mehmet Tomanbay, “İleri Demokrasi ve Seçim Sistemi
[3] Ömer Lütfü Taşçıoğlu, Seçim Sistemimiz, Seçim Şaibeleri ve Öneriler,Yayınlanmamışİnceleme
[4] Ömer Lütfü Taşçıoğlu, Seçim Sistemimiz, Seçim Şaibeleri ve Öneriler,Yayınlanmamışİnceleme
[5] Cumhuriyet, 8 Ağustos 2013, Mehmet Tomanbay, “İleri Demokrasiden Göstermelik Demokrasiye”
[6] Sol, 12 Eylül 2010, Görev kağıdıyla mükerrer oy
[7] Agm.
[8] Cumhuriyet, 17 Aralık 2012, “Listelere yakın takip”
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


..

Taksim Erdoğan’ı Yenmiştir Artık Geri Çekilme Vakti



Taksim Erdoğan’ı Yenmiştir Artık Geri Çekilme Vakti



Yazar: Ümit Özdağ
24 HAZİRAN 2013 PAZARTESİ

Türk demokrasi tarihinin en önemli ve en ilginç sosyal muhalefet hareketi olan Taksim Gezi Parkı direnişi Erdoğan’ın otoriter rejimini yenmiştir. Ancak bu galibiyet Türkiye’ye demokrasiyi getirecek bir galibiyet değildir. Çünkü Türkiye’ye 2007 sonrasında adım adım tasfiye edilen demokrasiyi getirecek galibiyet, ancak seçimlerde sandıkta kazanılacak galibiyettir. Buna rağmen, Taksim bir sosyal muhalefetin otoriter bir siyasal iktidara karşı elde edebileceği bütün önemli sonuçları elde etmiştir.Taksim’in Erdoğan karşısında elde ettiği galibiyetleri dört başlık altında toplayabiliriz




              1)Erdoğan, Taksim’de şekli ne olur ise olsun sonuç itibarı ile kışla inşası konusunda önemli bir geri adım atmak zorunda kalmıştır.

              2)Erdoğan’ın Türkiye’yi bir felakete sürükleyen Suriye politikası ağır bir darbe almıştır. Washington Post, Türkiye’deki demokratik muhalefetin bu kadar etkin olduğu ve Erdoğan’ın anti-demokratik politikalarının bu kadar açığa çıktığı bir dönemde, ABD’nin Türkiye üzerinden Suriye muhalefetini silahlandırmasının daha zor olduğunu kaydetmektedir.

             3) 2003’ten bu yana Avrupa Birliği tam üyeliğini asla samimi bir hedef değil, Türk iç siyasetinde bir araç olarak kullanan Erdoğan’ın Avrupa Birliği ile ilgili gerçek tutumu ortaya çıkmıştır.

           4) 23 Nisanlar’da sembolik olarak çocuklara makam devrinde Erdoğan koltuğunu devrettiği çocuğa; “artık astığın astık, kestiğin kestik” derken, aslında kendisini nasıl algıladığını ortaya koymuştur. Son on yılda Erdoğan adım adım otoriter bir iktidarı inşa ederken, her geçen gün daha anti-demokratik söylemler geliştirmiştir. Konuşmalarında “benim bakanım”, “benim valim”, “benim polisim” ifadeleri “Devlet benim” diyen ünlü Fransız kralını hatırlatmaktadır.  Bunu diyebilmek için Erdoğan, 2007’den buyana sokaktaki simitçinin bile telefonunun dinlendiğinden şüphelenir hale geldiği bir korku imparatorluğu kurmuştur. 


Taksim ise bu korku imparatorluğunu yıkmıştır.


           İstanbul Valisi ile görüşen bir bayan göstericinin, bahsettiğim korku imparatorluğunun nasıl yıkıldığını siyasal tarih, hanımefendinin yalın ve güzel ifadeleri ile kaydedecektir: “Ben 35 yaşında, sabah 08.00-akşam 05.00 arasında özel bir iş yerinde çalışan, milliyetçi-muhafazakar bir aileden gelen bir insanım. Size teşekkür ederim. Bize gücümüzün ne olduğunu gösterdiniz. Yeter artık. Bize baskı yaparsanız, yine bizi karşınızda, sokakta bulursunuz.”

           Erdoğan ise Taksim sosyal muhalefetinin barışçıl eylemlerinin üzerine, araya karışan küçük ve sosyal muhalefeti temsil etmeyen provokatör gruplarını bahane ederek, önümüzdeki dönemde uluslararası hukuka taşınma ihtimali büyük olan bir devlet şiddeti ile gitmiştir. Kullanılan devlet şiddetinin sonucunda, şehit komiser dışında 4 kişi ölmüştür. Bunların ikisinin olaylara karışmayan ancak biber gazının yan etkisi ile ölen temizlik işçisi İrfan Doğan ve Zeynep Eryaşar olması polis müdahaleleri sırasında kullanılan şiddetin vahametini daha da artırmaktadır. Gaz bombası atan tüfeklerle vurulan 11 kişinin gözü çıkmıştır. 60’ı ağır 7832 kişi yaralanmıştır.[1] Erdoğan’ın mitinglerinde “Aylardan bu yana Güneydoğu Anadolu’dan şehit haberi gelmiyor” demesi kötü bir şakadır. Çünkü Güneydoğu’da federe devlet isteyen PKK ile anlaşmayı kabul eden Erdoğan, Taksim’de kışla yapılmasın diyenler ile anlaşmayı kabul etmediği için dört kişi ölmüş, binlerce kişi yaralanmıştır.Evet, Güneydoğu’dan şehit haberi gelmiyor ancak Taksim’den geliyor. Yoğun ötesi kullanılan biber gazından dolayı önümüzdeki aylarda göstericilerde ve çevrede yaşayanlarda başka ağır sağlık sorunlarının çıkması büyük bir ihtimaldir.

Erdoğan’ın otoriterleşme siyasetine ağır darbe indiren Taksim sosyal muhalefetinin artık sadece Taksim’den değil, bütün sokaklardan tamamen çekilme vakti gelmiştir. Taksim Platformu’nun uygulanamayan bir çadır hariç Gezi Parkı’ndan geri çekilme politikası doğrudur. Sosyal muhalefet Gezi Parkı’ndan çekilmiş olmakla beraber, bireysel eylemler, radikal grup tavırları devam etmektedir. Toplumsal muhalefetin zirveye çıktığı dönemde penguen yayıncılığı yapan televizyonlar da nedense şimdi onlarca dakika duran adam da dâhil olmak üzere direniş eylemlerini hükümet yanlısı bir bilinçaltı oluşturacak şekilde yayınlamaktadırlar.
Bu yayınlar Erdoğan’ın bütün yurtta düzenlediği mitinglerde tahrik edici söylemleri ile, Rıza Kapaalp gibi politikleşmiş sporcuları ödüllendirerek, seçmeninin bir bölümünü şiddet eylemleri ile sokağa indirerek, Taksim sosyal muhalefeti üzerinden toplumu bölme ve seçmeni radikalize etme siyasetini adeta kolaylaştırmaktadır

Yaşanan süreçte, Taksim sosyal muhalefeti adına/görüntüsü altında Türkiye’nin neresinde olursa olsun yapılacak bir muhalefet bunu amaçlamasa da Erdoğan’ın müttefiki haline gelecektir. Çünkü Erdoğan bu zayıflamış, cılız muhalefet üzerinden PKK ile yaptığı siyasal pazarlıkları gizlemeyi başarmaktadır. Taksim, gündemi bilinçli bir şekilde boşaltarak, Erdoğan’ın çok akıllı bir şekilde Gezi Parkı’nı AKP-PKK müzakerelerinin kamuflajı olarak istismar edilme siyasetini boşa çıkarmalıdır.

Unutulmamalıdır ki, Gezi Parkı’nda, Kuğulu Park’ta göstericilerin üzerine kimyasal su sıkan TOMA’ların bir bölümü Van, Diyarbakır gibi PKK’nın en etkin olduğu illerden PKK’nın gösteri yapmama sözü üzerine gelmiştir. Taksim’de, ellerinde PKK paçavraları ile gezenlerde aslında Taksim’e değil, AKP’ye destek vermek için oraya gelmişlerdir. Çünkü, Türk Milleti, PKK’nın desteklediği bir eyleme destek vermez. Öte yandan bu destek karşılığında Gezi parkı boşaltılması sırasında Divan Oteli’nin önünde kucaklarında beş yaşındaki çocukları olan annelerin üzerlerine biber gazlı su sıkılır ve biber gazı atılırken, iktidar aynı gün Kato Dağı’nda PKK’lıların “cenaze töreni” yapmasını müdahale etmeden seyretmiştir. Murat Karayılan’ın dahi affedilmesini sağlayan bir yasa tasarısı üzerinde çalışan AKP Hükümeti’nin bir bakanı olan Egemen Bağış, Taksim’e girenleri ise terörist ilan edebilmektedir (Taraf,  9 Haziran 2013).
Başbakan Erdoğan, Ankara ve İstanbul Mitingleri’nde Taksim sosyal muhalefetine en ağır ifadeler ile yüklenirken PKK/BDP’nin uzantısı olan Demokratik Toplum Kongresi, Öcalan’ın çağrısı üzerine 15 Haziran 2013’te Diyarbakır’da “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Kongresi” adlı bir kongresini görmezlikten gelmiştir. Hatta müzakereleri sürdürdüğü Öcalan’a “terörist başı” diye hitap etmiş, S. Demirtaş’tan, “Müzakere ettiğin Öcalan’a terörist başı dersen sen ne başı olursun?”cevabını almıştır.

Öte yandan Kongre’nin adı Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesini Kuzey Kürdistan olarak nitelendirirken, sonuç bildirisinde Öcalan’ın serbest bırakılması, Kürtler’in kendi seçtikleri özerklik, federasyon, bağımsızlık seçeneklerinden birisini belirleme haklarının olduğu, anadilde eğitim hakkı, Kürtçe’nin resmi dil olması, KCKlılar’ın serbest bırakılması ve Suriye Kürt bölgesinin Türkiye’deki sürece dahil edilmesi gibi taleplerini gündeme taşımışlardır. Diyarbakır’da bu Kongre devam ederken, AKP Hükümeti “Eve Dönüş Yasası”nda yapacağı değişiklikler ile “haklarında kovuşturma bulunmayanlar” ve “haklarında hüküm tesis edilmemiş” olanların affedileceği bir hukuki zemin üzerinde çalışmaktadır.(Taraf,  9 Haziran 2013)Keza Başbakan yardımcısı Beşir Atalay ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin hem Terörle Mücadele Kanunu’nu PKK lehine değiştirecek değişiklikler üzerinde çalışmakta hem de Öcalan’ın Kürtçe eğitim, özerk bölge, Türk adının Anayasa’dan çıkması gibi taleplerinin değerlendirildiği bir paket üzerinde çalışmaktadırlar.

            Sonuç olarak, Taksim adına yapılan her eylem AKP-PKK görüşmelerinin kamufle edilmesi için zemin oluşturmaktadır. Oysa, Erdoğan’ın toplumu“besmele getirenler” ve “twitt atanlar” diye bölme ve sağ seçmeni kendi arkasında toplama projesi teoride Makyevellist anlamda doğru bir girişim olmakla beraber, anayasa referandumunda tuttuğu gibi tutmamıştır. Hatta, Taksim öncesinde AKP’den ayrılan oyların bir kısmını bu strateji ile geri getirse bile Taksim’de uygulanan şiddet ve bölerek radikalleştirme politikası AKP’nin daha fazla oy kaybetmesine sebep olmaktadır. Bunun nedeni; AKP’ye oy veren, orta ve orta üstü sınıflardaki merkez sağ seçmenin, AKP’den hızla uzaklaşmasıdır.
1-2 Haziran 2013’te Gezici Kamuoyu Araştırmaları Şirketi’nin 36 ilde yapmış olduğu araştırmada AKP % 38.5, CHP % 31.8,  MHP % 18.5, BDP % 8.2 ve diğerleri % 3 oy almıştır. 16 Haziran 2013’te Metropoll’ün yayınladığı araştırmadaki oy dağılımları ise AKP % 35.3, CHP % 22.7, MHP % 14.5, BDP % 6.2, kararsızlar % 7.6, yanıtsızlar % 5.9, % 2.8 protesto oyu ve % 5 diğer partiler olarak çıkmıştır. İki araştırmanın ortak noktası; AKP oylarının düşüşte olmasıdır. Anketler üzerinden siyaset yapan Erdoğan bu düşüşü sadece bölerek ve merkez sağ seçmeninin milli hassasiyetlerine oynayarak durduracağını düşünmektedir. Oysa Öcalan ile müzakere-mütareke süreci içinde bunu yapması çok zordur. Bundan dolayı PKK ile yapılan müzakereleri gündemden düşürmeye çalışan Erdoğan, Taksim’in arkasına gizlenmektedir.

Taksim sosyal muhalefetinin artık yapabileceği en etkili muhalefet, meydanları ve sokakları boşaltarak, halkın, AKP-PKK müzakerelerini görmesi ve incelemesi için fırsat tanımak olacaktır. Peki, bu iş burada bitmiş midir? Taksim’in Türk demokrasi tarihindeki görevi sona ermiş midir? Hayır, bitmemiştir ve o konuyu da 1 Temmuz 2013 pazartesi günü ele alacağım.



[1] Türk Tabipler Birliğinin rakamları için bkz. Hürriyet, 22 Haziran 2013, “4 ölü 60’ı ağır 7832 yaralı”
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


..

Prof.Dr. Ümit Özdağ Milliyetçi Hekimler Konferansı



Prof.Dr. Ümit Özdağ Milliyetçi Hekimler Konferansı'nda...


Yazar: 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
16 HAZİRAN 2014 PAZARTESİ

         Milliyetçi Hekimler Derneği’nin düzenli olarak gerçekleştirdiği toplantıların Haziran Ayı konuğu Prof.Dr. Ümit Özdağ idi. Toplantı yoğun bir katılım ile gerçekleşti.

         Açılış konuşmasının ardından, Dernek Başkanımız Prof.Dr. Orhan Gedikli konuşmasını yaptı. ''Türkiye nereye gidiyor?'' sorusunu sorarak konuşmasına başlayan başkanımız, hem jeopolitik hem de tarihi sürece baktığımızda ülkemizin bulunduğu toprakların daima hedef olmasının üzerinde durdu. M.Ö. 1000’li yıllardan itibaren kurulan tüm büyük devletlerin en çok önem verdiği topraklar Yukarı Mezopotamya ve Anadolu olduğunu belirten Dr.Orhan Gedikli katılımcı ve konuklara teşekkür ederek, sözü Prof.Dr.Ümit Özdağ'a verdi.




       Konuşmasına, davettten ve organizasyondan ötürü Milliyetçi Hekimler Derneği'ne teşekkür ederek başlayan Prof.Dr. Ümit Özdağ; İsveç gibi bir ülkede yaşamadığımız için gündemin her gün çılgınca bir şekilde değişmesi sonucunda konferans konusunun belirlenmesinin çok güç olduğunu belirtti.Özdağ,  21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından bir ekip çalışması ile oluşturulmuş ve ülkemizin tüm kesimlerine kaynak olabilecek bir şekilde hazırlanmış 2014 Küresel, Bölgesel ve Jeopolitik değerlendirme sunumuyla konuşmasına devam etti.


       
       Avrupa-Atlantik merkezli dünya düzeninden Asya-Pasifik merkezli dünya düzenine geçildiğinin üzerinde duran hocamız, Amerika, Çin, Rusya, Japonya'nın bu değişen dünya düzenine göre şekillendirdiği askeri ve ekonomik tedbirleri açıkladıktan sonra kutup değişikliğine giden dünyada ülkemizin alması gereken önlemlerin üzerinde durdu. Arkasından, Orta Doğu'dan ülkemize yönelik tehditleri, bölgede hüküm süren kaos ortamının ülkemizde ki yansımalarını açıkladı. Irak'ın parçalanması durumunda ülkenin kuzeyinde kurulacak bağımsız Kürt devletinin Ülkemizin Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bağımsızlık duygularını daha da arttıracağını, Suriye kuzeyinde terör örgütü PKK denetimindeki bölgenin Türkiye'ye karşı elini güçlendireceğini, ülkemize baskı imkanının artacağını ve örgüt yanlısı halkın moralini yükselterek merkezkaç duygulara güç vereceğini belirtti. Bu oluşumlarla birlikte Orta Doğu'da güçlenen El-Kaide ülkemize dayatmalarda bulunacağı ve kabul edilmemesi durumunda yıkıcı eylemler gerçekleştireceği üzerinde durdu.




          Dayatmanın en basit örneğinin Musul'daki konsolosluğumuza yapılan saldırı olduğunu belirterek, hükümet sözcüsünün' bu eylem Türkiye'ye karşı değildi' şeklindeki değerlendirmesinin bu milletin aklıyla alay etmek anlamına geldiğini belirtti. Prof.Dr. Ümit Özdağ bu açıklamasını şu benzetme ile pekiştirdi;

          Hindistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra İngiliz valisinin ülkeyi terk etmeden önceki son toplantısında; Hindistan Cumhurbaşkanı, onlarca yıl ülkemizde kaldınız ve vatandaşlarımızın emeklerini ve varlıklarını bu sürede sömürdünüz, bize yapmadığınız kötülük kalmadı dedikten sonra,  sükûnetle dinleyen son İngiliz valisi: '' Sizde Müsaittiniz '' cevabını veriyor.
         Hatay-Kilis-Gaziantep ekseninde devlet otoritesi erirken, istikrarsızlaşmanın kuvvetleneceği üzerinde durduktan sonra otoritenin devlet elinden kaydığını belirtti.




       Prof.Dr. Ümit Özdağ konuşmasına şu şekilde devam etti:
     - 2014’te Türk-Amerikan ilişkileri, 2013’te olduğundan daha iyi olmayacaktır. Siyasi iktidar Türkiye'nin 2014'te Kıbrıs, 2015'te sözde ermeni soykırımı konusunda vereceği tavizlerle bu ilişkilerdeki mevcut yarılmayı azaltma politikasına gidecektir. 


     - Türkiye'nin şu süreçte ki gidişatını, Başbakanın Fetret Devri olarak nitelendirdiğine değindikten sonra AKP devleti, Paralel devlet, KCK devleti ve ismi valilik binalarından dahi indirilmeye çalışılan gariban bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak 4 farklı devlet var. Bu dörde parçalanmış yapılar arasındaki çatışma ve müzakere süreçleri 2014'ün iç politik gündemini belirleyecektir.


     - Türkiye'de 17 Aralık sonrasında AKP tarafından gerçekleştirilen Anayasal darbeyle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası askıya alınmış durumdadır. Hükümetin uygun bulduğu maddeler uygulanıyor. Hükümet mevcut yargının aldığı kararlara uymayarak mevcut anayasal düzene son vermiş bulunmakta. Ülkenin Güneydoğu Anadolu bölgesinde yürürlükteki kanunlar dahi uygulanmıyor. Artık Türkiye’de bir hukuk devletinden bahsetmek mümkün değil.
      - Türk Silahlı Kuvvetleri Cumhuriyet tarihinde hiç  olmadığı kadar politize olmuştur. TSK'nın moral ve güç yapısını ancak I.Balkan Savaşı öncesinde ki durumla kıyaslayabiliriz. TSK'nın elindeki tüm imkanlar alınarak MİT bünyesine devredilmiştir. 


TSK kör bir orduya dönüştürülerek savaşamaz hale getirilmiştir. Jandarma Genel Komutanlığında ise tasfiye çalışmaları başlatılmıştır. Deneyimli ekiplerimizin tasfiyesi, gittikçe ısınan Ortadoğu coğrafyasında ülkemizin elini gittikçe zayıflatacaktır. Emniyet Teşkilatı ise artık deneyimli emniyet Amirlerince değil, emniyet ve kolluk kuvvetleri açısından tecrübesi ve çalışması olmayan mülki amirlerce yönetilmektedir.

Prof.Dr.Ümit Özdağ'ın konuşması sonrasında kendisine yöneltilen soruları yanıtlamasıyla, konferans son bulmuştur.
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


..