NECMETTİN ERBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NECMETTİN ERBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 21

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 21


4.3. Türk Silahlı Kuvvetlerdeki Durum 

Türkiye ve Refah-Yol Hükümeti 28 Şubat 1997 MGK toplantısına doğru 
giderken özellikle ülke gündeminde siyasi tansiyon oldukça yüksekti. Özellikle 28 Şubat öncesinde başta kamuoyu ve medya olmak üzere, TBMM, Cumhurbaşkanlığı ve TSK huzursuzluk içerisindeydi. Ancak yaşanan bu olaylar Hükümet Cephesinden rahat bir ortam varmış gibi lanse ediliyor ve ortada bir sorunun olmadığını iddia ediliyordu. 

Refah-Yol Hükümeti’nin bu rahat tavırları karşısında, şeriat ve irtica adeta 
tırmanışa geçmiş, ülke genelinde bir huzursuzluk ortamı oluşmuş, öfkeli halk içerisinde kutuplaşmalar meydana gelmiş olmakla beraber “Yaşasın Şeriat” diyen grupların yanında “Türkiye laiktir laik kalacak” diyen gruplarında ortaya çıkması ile ülkede ki siyasetin tansiyonu daha da yükselmiş ve gergin geçecek günleri adeta bekler olmuştuk (Bölügiray, 1999, s.31). 

“Türkiye laiktir laik kalacak” diyen grupların varlığı her geçen gün artmakla 
beraber, TSK’da da kıpırdanmalar ortaya çıkmaya başlamış idi. RP’nin kurulduğu ilk günlerden itibaren takip etmiş olduğu politikalar ülke gündeminde tepkiyle karşılanmış olmakla beraber ordu tarafından da yakından takip edilmiştir. Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması ile başlayan bu süreç uzun yıllar ülke gündemini meşgul etmiş ve beraberinde bu iktidara başta ordu olmak üzere laik ve demokratik çevreler tarafından bir tepki oluşturulmuştur. Refah-Yol Hükümeti’ne hem kendi tabanından hem de ülkede ki komuta kademesi tarafından tepkiler gelmekle beraber duyulan rahatsızlık şu şekilde anlatılmaya çalışılıyordu; 

“Aşırı dinci akımlar toplumun ve devletin geleceğine karşı önemli bir tehdit 
oluşturmaktadır ve bu nedenle gerekli önlemler alınmalı… Bir kısım halk kesiminde ve hatta kimi siyasilerde gözlenen, irticanın ancak bir ordu müdahalesi ile önlenebileceği TSK’yı rahatsız etmektedir… RP’nin kendi radikal tabanını yatıştırmak amacı ile TSK’yı siyasete çekmek ve siyaset malzemesi yapmak istemesi tepkilere neden olmaktadır… YAŞ kararları sonucu irtica eylemlerinden ötürü ordu ile ilişkileri kesilen personel konusunda dincilerin TSK’yı yıpratan eylemleri sürmekte ve bu kişiler RP’si tarafından korunup işe alınmaktadır… (Bölügiray, 1999, s.31) bu şekildeki açıklamalar TSK’yı rahatsız etmekle, ordu duyduğu bu rahatsızlığı her ortamda dile getiriyor ve yetkili makamlara bildiriyordu. Özellikle TSK, ikili görüşmelerde Başbakan ve 
Hükümet üyelerine, YAŞ toplantılarında doğrudan Başbakan Erbakan’a, irtica ve şeriat tehlikesinin her geçen gün yükseldiğini iddia ederek hükümete yazılı açıklamalar yapılması, komutanların katılmış olduğu davet ve törenlerde ki açıklamaları, Cumhurbaşkanı’nın askeri törenlere katılımı gerçekleştiğinde Cumhurbaşkanı’na konu ile ilgili duydukları rahatsızlığı dile getirmeleri, yapılan MGK toplantıları vb. her vesile ile hükümeti uyarma yoluna gidiyorlardı (Bölügiray, 1999, s.32). 

TSK’nın bu konu ile ilgili duymuş olduğu rahatsızlık iyice artmış olmakla 
beraber 9-10 Aralık 1996 tarihinde ki MGK’nın gündemini irtica konusu oluşturmuş, Başbakan Erbakan’a verilen brifingde, iç ve dış tehdit kapsamında “İrticanın PKK’dan daha öncelikli bir tehdit” olduğu anlatılıyordu. İrtica sorunu, ilk kez Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından 1996 Ağustos ayı MGK toplantısında ele alınmıştır. Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından açılan konuda Cumhurbaşkanı’na “Burada hep terörü konuşuyoruz; ancak bir süredir aşırı dinci akımlar tırmanıyor ve ben bir yıldır bu konunun burada ele alındığına şahit olmadım… Televizyonlarda rejim değişikliği tartışılıyor. Bu durunda ne yapacağız? İrtica bir tehdit mi değil mi? Bunu gündeme alalım ve tartışalım… Uygun görürseniz hükümete tavsiye niteliğinde kararlar alalım…” şeklinde açıklama yapan Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya’dan sonra Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu öneriyi değerlendireceğini söylüyor ancak aylar 
geçiyor ve bu konu MGK gündemine alınmıyordu. Güven Erkaya, 1997 Ocak ayında konuyu tekrardan Cumhurbaşkanı’na hatırlatmakla beraber, “Ülkede şeriat ve irtica tehdidinin her geçen gün arttığı, dinin siyasete alet edildiği, laik Cumhuriyet’in temellerinin sarsıldığı…” Şeklinde açıklamalar yaparak tekrardan konuyu gündeme getirmeye çalışıyordu (Bölügiray, 1999, s.33). 

Ülke gündemini Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya’nın irtica ile ilgili sözleri 
oluşturmuştu. İrticanın bir numaralı tehlike olduğunu dile getiren Güven Erkaya; “İrtica, PKK’dan tehlikeli, “Aşırı dinci akımlar Türkiye'nin birinci sorunu haline geldi” şeklinde ki sözleri ile beraber “irtica” Şubat 1997’de MGK gündeminde ele alınmaya başlanmış idi. İrtica ve şeriat tehlikesi gün geçtikçe artmakta ve büyük bir potansiyel güç haline geliyordu. İrtica ve şeriatın kaygı ve korkusu tüm toplumu etkisi altına almıştı, buna karşın halkta biriken tepkilerde patlama noktasına gelmişti. Bu nedenlerden dolayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel irtica ve şeriat konularını gündeme almak zorunda kalmış ve TSK’nın konu ile duyduğu rahatsızlık Anayasal zemine taşınmış oluyordu. 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı öncesi ülkenin ve siyasetin bu gergin atmosferi 
içerisinde nasıl bir çözüm yolunun bulunacağı merak konusu idi. Öncelikle bu gergin atmosferden kurtulmak için 4 seçenek üzerinde durulmuş ve kamuoyu bir nebzede olsa rahatlatılmaya çalışılmıştır. 

1. Refah-Yol Koalisyonu, seçim yılı olan 2000 yılına kadar iktidarda kalır. Bu 
durumda var olan gerginlik, belirsizlik ve bunalım artarak sürer, sonu belirsiz 
bir durum yaratabilir. 
2. Erken bir seçime gidilir. Bu durum içerisinde şuan olduğu gibi parçalanmış 
hükümetler, güçsüz ve istikrarsız koalisyonlar gelebilir. 
3. DYP’den vatansever ve sağduyu sahibi, ülke çıkarlarını kişisel çıkarlarının 
üzerinde gören yeteri sayıda milletvekili istifa ederek, Meclis dengelerinin 
Refah-Yol Hükümeti’nden kurtarıp yeni bir koalisyon kuracak şekilde değiştirebilir. 

4. Askeri rejim gelebilir. Bu ise istenmeyen bir seçenek olmakla beraber yeni 
sorunlar demektir (Bölügiray, 1999, s.33). 

Ülkenin geleceği bu şekilde görülürken siyasette tansiyon hiç düşmüyordu. 28 
Şubat süreci böyle bir atmosfer ve gündem içerisinde başlamakla beraber yapılan MGK toplantısının sert ve tartışmalı geçeceği Genelkurmay Başkanlığı’nın MGK’ya sunacağı raporun ana hatlarının günler öncesinde basında yer almasından anlaşılıyordu (Bölügiray, 1999, s.33). 

4.4. 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu’nun Toplanma Süreci 

27 Ocak 1997 günü yapılan bir önceki MGK toplantısında, irticai faaliyetler 
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde baş gösteren rahatsızlığın Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından tekrar dile getirilmesi üzerine, 28 Şubat tarihli MGK toplantısında “irticai faaliyetler” konusu ele alınmıştır (TBMM, 2012, s.1032).Toplantı gündeminin şekillenmesi sonrası, 28 Şubat’tan günler önce, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, gazetelerde yayımlanan açıklamasında, “Varlığını Cumhuriyete borçlu olan her kuruma sesleniyorum. Cumhuriyete, demokratik, laik rejime sahip çıkın” diyerek adeta birilerini uyarma ihtiyacı duymuştur. Basın ve medya organlarının kullanan Cumhurbaşkanı Demirel, adeta yaklaşmakta olan tehlikeyi anlamış olmakla beraber laik ve demokratik Cumhuriyet’in teminatı olan kesimlere mesaj gönderiyordu. 28 Şubat 1997 MGK’nın toplanma süreci öncesinde hükümetin yapmış olduğu faaliyetler 
neticesinde ülkede siyasi tansiyon her geçen gün yükselmekte idi. Refah-Yol Hükümeti döneminde özellikle yaşanan olaylar 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler arasında yer almış ve süreç üzerinde oldukça etkili olmuştur. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hem Başbakan Erbakan’a hem de Tansu 
Çiller’e askerle konuşmaları yönünde ısrar ettiği öne sürülmüştür. Nitekim Refah-Yol Hükümeti iktidardan düştükten sonra Yalçın Doğan’la yaptığı röportajda Cumhurbaşkanı Demirel şunları söylemiştir: “Dilimde tüy bitti. İkisine de defalarca söyledim. Toplantıdan bir gün önce bile askerlerle görüşselerdi… Onların rahatsızlıklarını dinleselerdi, gelişmeler farklı olurdu” (Komisyon, 2012, s.174). Toplantının bir gün öncesinde, bazı gazetelerde kime ait olduğu belli olmayan “Türkiye yarın başka bir Türkiye olacak” başlıklı ilanlar yer almış ve 28 Şubat 1997 MGK’nın 

Türkiye gündemi için ne kadar önemli olduğunu bizlere göstermekle beraber uzun sürecek bir olay ve olgular zincirini de beraberinde getirecekti. 

28 Şubat Süreci, 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısından hemen önce başlayan 
ve toplantı sırasında da bir süre devam eden bir süreç değildir. Ordu ve asker, 28 Şubat 1997’ye kadar olan dönemde, olaylardan duyduğu rahatsızlığı meşru platformlarda dile getirmişlerdir (Özgan, 2008, s.74). 28 Şubat süreci bir anda ortaya çıkmış bir olay olmayıp uzun süreli olguların bir ürünü şeklinde ortaya çıkmış ve etkileri uzun süreli olmuştur. Özellikle TSK’nın çeşitli kademelerinde görev yapan kuvvet komutanları ve askerler zaman zaman medya üzerinden durumu değerlendirmekle beraber konuşmalarında da hükümetin takip etmiş olduğu politikaları sert bir dille eleştiriyorlardı. 31 Ocak 1997 Kudüs Gecesi ve sonrasında Sincan sokaklarında tankların gövde gösterisi yapması hükümete bir ikaz niteliğinde olmakla beraber yaşanan süreç üzerinde de etkili olmuştur. 

Emekli Org. Kemal Yavuz’un 21 Ocak 1996’da katılmış olduğu bir televizyon 
programındaki konuşması, dönem içinde askerin tutum ve düşünceleri hakkında 
ayrıntılı bilgiler vermesi açısından oldukça önemli idi. “TSK, Anayasa’da belirtilen hususlara hangi parti ne kadar yakınsa, o partiye o derece yakındır. Hangi parti Anayasa’da belirtilen Atatürkçülük, Cumhuriyet ve demokrasi ilkelerine tavır alırsa TSK da o partiye tavırlıdır” (Cevizoğlu, 2001, s.57) şeklindeki açıklamaları ile askeri kanadın Refah-Yol Hükümeti ile olan ilişki ve tavrını anlamamız açısından oldukça önemlidir. 

Örneğin Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek RP 
hedef alan ve onun iktidarına karşı olan tavrını şu açıklamaları ile ifade ediyordu. Tuğgeneral Osman Özbek RP’ni hedef alan bir konuşmasında şunları söylemiştir; “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Tüm siyasi partiler, tüm gruplar bir kere bu temelde anlaşmalıdır. Tabii fikir ayrılığı olacaktır. Ama sen kalkıp da “Hayır efendim ben devleti yıkacağım, ben demokrasiyi tanımam, ben laikliği tanımam dersen”, yap da görelim o zaman… Nasıl yapacaksın? Değiştiremezsin, Atatürk ve arkadaşlarına, dedelerimize sor, sana tükürürler” (Aksoy, 2000, s.216) şeklinde açıklaması ile TSK’nın Refah Partisi ve onun iktidarına olan tavrını açıkça ortaya koyuyordu. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Tuğgenerali iktidar partisine ve Başbakana adeta 
meydan okumaktaydı. Artık siyasi durum demokratik ortamdan çıkmıştı ve ülke sorunlu bir sürece gebeydi (Özer, 2011, s.89). Yaşanan bu olumsuz olaylar ülkede ki siyasetin nabzını tutan medya organları tarafından kamuoyuna duyuruluyor ve adeta yaklaşmakta olan krizin haberini veriyorlardı. Bunun yanında özellikle 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmelerin başında; RP’nin kamuda türbanı serbest hale getireceği, karayolu ile hacca gidilmesi, kurban derilerinin toplanması, Taksim’e ve Çankaya’ya cami krizlerini, kadın televizyon  muhabirine saldırı, Kudüs Gecesi ve Sincan Olayları ile beraber yeni krizler yaratarak bu süreç daha da tırmandırılıyordu. 

Ülke gündeminin her geçen gün ısındığı ve siyasette ki tansiyonun yükseltildiği, 
RP ve iktidarına karşı günaşırı bir tepki ve aleyhte bir atmosfer oluşturulması gayreti açıkça ortaya çıkmış, Kasım 1996’da başlayan haber, yazı ve yorumlarda; “şeriat”, “tarikat”, “şeyh” “İran”, “Taliban”, “Afganistan” , “Kuran Kursları”, “İmam-Hatip” başlıklı haber ve yazılar 28 Şubat MGK’sının toplumsal altyapısının oluşturulması için işlendiği gözlenmiştir. Haberler içerisinde dikkat çekenler arasında toplumun neredeyse tüm kesimlerine dönük açık bir tehdit ve baskı göndermesinin yapıldığı gözlenmiştir (Komisyon, 2012, s.76). 

Refah-Yol Hükümeti’nin 1995'te kurulmasından sonra medya ve basın organları, 
askerin yeni silahı olarak işlev görmeye başlamakla beraber ülke gündemine adeta manşetleri ile yön veriyordu. Medya, Refah-Yol döneminde, Silahlı Kuvvetleri’n siyaseti doğrudan yönlendirme çabalarını demokrasinin güvencesi olarak görmüş; siyasete yapılan fiili müdahaleleri ya alkışlayarak gündeme getirmiş ya da göz ardı etmiştir. Hatta askeri müdahalelerin doğal ya da sıradan bir siyasi gelişme olduğu fikrinin kabul görmesi yönünde faaliyetini sürdürerek, iktidar mücadelesinin gerçek taraflarının RP ile TSK olduğu fikrini topluma benimsetmeye ve bunu meşrulaştırmaya çalışmıştır. TSK'nin kendi tarihinde ilk kez medyayla bu tarzda ve bu yoğunlukta ilişkiler içine girmesi, bu dönemin gerçekten ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, sivil otorite ve askeri otorite arasındaki ilişki giderek çatışma niteliğine bürünmüş ve süreç içerisinde aktif olarak rol üstlenmiştir. (Başkaya, 1999 s.353). 

28 Şubat sürecinde özellikle basın-yayın ve medya organları etkin bir rol 
üstlenmekle beraber âdete sürece yön veren kurumlar arasında yerini almıştı. 28 Şubat 1997 tarihine kadar yapılan MGK Toplantılarının hiçbiri, 28 Şubat 1997 tarihindeki kadar medya ilgisine mazhar olmamıştı. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerden gelip köşk kapısını kamp yerine çeviren ulusal medya ve televizyonların canlı yayın arabaları, en popüler haber spiker ve yorumcuları, yazılı basının köşe yazarları, yabancı gazeteciler vb. yerli ve yabancı bütün basın kuruluşları heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydiler. Bununla beraber zaten 28 Şubat 1997 MGK’nın uzun süreceği ve tartışmalı geçeceğini basın-yayın ve medya organları tarafından ifade edilmiş ve kamuoyunda o hava günler öncesinden oluşturulmuştur (Kazan, 2013, s.266). 

. “En Kritik MGK” (18 Şubat 1997 Sabah) 
. “Erbakan MGK’da Terleyecek” (24 Şubat 1997 Radikal) 
. “Gözler Cuma’da” (26 Şubat 1997 Hürriyet) 
. “Herkes Çok Gergin” (26 Şubat 1997 Sabah) 
. “Erbakan Tırmandırıyor” (26 Şubat 1997 Radikal) 
. “Kritik MGK Bugün” (28 Şubat 1997 Haber) 
. “MGK Toplantısında Beşi de Konuşacak” (28 Şubat 1997 Sabah) 
. “Tarihi MGK Toplantısı” (28 Şubat 1997 Akşam) 


Yukarıda ki gazete ve haber başlıkları 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesinde 
kamuoyunun ve siyaset atmosferinin nabzını göstermesi açısından oldukça önemlidir. 
Basın-yayın ve medya organları tarihi MGK Toplantısına göstermiş olduğu bu ilgi ve alaka Refah-Yol dönemi ve 28 Şubat dönemi içeresinde ki medyanın ne kadar etkin bir rol oynadığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

28 Şubat MGK’sından önce Susurluk Olayı, Başbakan Erbakan’ın Libya 
ziyareti, cezaevlerinde çıkan isyanlar, siyasi suikastlar, yolsuzluklara karışan 
siyasetçiler ve ülkenin peşini bir türlü bırakmayan asker ve aydın vesayetçiler, halkın belli bir kesiminde sivil uyanışı doğurmuştur. Kitlelerin seçtiklerinin bir süre sonra atanmışların gölgesi altında kalması, hukuksuzluğun herkese etki etmesi halkta çeşitli örgütlenmelere neden olmuştur. “Süpürge Eylemleri, Karanlıktan Çıkmak İçin 1 Dakika Aydınlık Eylemleri” bunlardan birkaçıdır. Bu eylemler, sivil otoriteye halkın varlığını bir kez daha hatırlatmak için yapılmış eylemlerdir. Ancak ne yazık ki ülkenin en önemli olayına bile “fasa fiso” diyen zihniyet, bu eylemleri önemsememiş “mum söndü oynuyorlar” ifadelerini kullanmış ve toplumun dokusunu hissedememiş, tepkileri ciddiye almamıştır. Bu da zaten hükümete karşı var olan tepkiyi daha çok artırmıştır (Tüylü, 2012, s.84). 

28 Şubat 1997 MGK’sından önce toplanan 1996 yılı Aralık ayı sonunda ve 1997 
yılının Ocak ayında toplanan MGK’da yaşananlar, Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel’in Genelkurmay Başkanlığı’na davet edilmesi ve kendisine verilen brifingler; Cumhurbaşkanı Demirel’in, gelmekte olan askeri müdahaleyi bütünüyle görmesini sağlamış olmakla beraber kendisini de bu süreç içinde önemli bir yere yerleştirmesini mümkün kılmıştır. 

28 Şubat tarihindeki olağan MGK toplantısından bir gün önce dönemin MGK 
Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e giderek ertesi gün yapılacak MGK toplantısına askeri kanadın 18 maddeden oluşan bir hazırlıkla geleceğini bildirmiş ve bu hazırlığın bir örneğini de Cumhurbaşkanına vermiş, Cumhurbaşkanı da bunu dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’e vermiştir. 
Sonradan yapılan açıklamalardan ve yayınlanan eserlerden, dönemin Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller’in, ertesi gün yapılacak MGK toplantısı öncesinde, ordunun komuta kademesinin hem emekliye sevk edilmesini hem de darbe girişimi suçlamasıyla yargı önüne çıkarılması hazırlığı yaptığı ancak, hükümet ortağı Necmettin Erbakan’ın buna yanaşmaması ve uzlaşmacı bir tavır sergilemesi nedeniyle, Tansu Çiller tarafından yapılan hazırlığın gerçekleşmediği anlaşılmıştır (Özgan, 2008, s.75). 

28 Şubat 1997 tarihindeki olağan MGK toplantısından önceki yaşanan olaylar 
genel olarak böyle gelişme göstermiş olmakla beraber özellikle başta yargı ve üniversite gibi ülkenin önemli kurumları Genelkurmay Karargâhına önemli ziyaret ve temaslarda bulunmuşlardır. Bu ziyaretler, ordunun ve askerlerin endişe ve isteklerinin hem daha yakından anlatılmasına hizmet etmiş hem de bu kesimlerden destek gördüğüne işaret etmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra yapılan 28 Şubat toplantısında irticai faaliyetlere karşı alınması gereken önlemler belirlenmiş ve hükümetin bunları uygulamasına karar verilmiştir (Özgan, 2008, s.75). 

28 Şubat 1997 MGK toplanma süreci genel olarak yukarıda ki gibi şekillenmiş 
olmakla beraber toplantının resmi süreci şu şekilde planlanmış idi; “MGK Genel 
Sekreterliği, Genel Sekreter imzasıyla 3 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine gönderdiği yazının ekinde, 28 Şubat 1997, Cuma günü saat 15.00'te Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yapılacak MGK olağan toplantısı gündemi 
gönderilmiştir. Yazıda, “Kurul toplantıları hakkında gereksiz ve yanlış yorumlara 
meydan verilmemesi bakımından gündem ve gizlilik dereceli takdim konuları hakkında "BİLMESİ GEREKEN PRENSİBİNİN" uygulanması, toplantı gündeminde yer verilen takdimlerle ilgili koordinasyon toplantısının, 25 Şubat 1997, Salı günü saat 14.00'te MGK Genel Sekreterliğinde yapılacağı, bu toplantıya Genelkurmay İstihbarat Başkanı, MİT Müsteşarı, Emniyet Genel Müdürü ve OHAL Vali Yardımcısı dışında sadece MGK'da takdim yapacak personelin katılacağı” ifade edilmiştir” (Komisyon, 2012, s,153). 

28 Şubat MGK Toplantısının resmi süreci yukarıda ki şekilde planlanmış 
olmakla beraber özellikle 28 Şubat 1997 tarihinde yapılacak MGK toplantısına ilişkin toplantı gündemi, MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç imzasıyla 31 Ocak 1997 tarihinde Başbakanlığa, Genelkurmay Başkanlığına, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcılığına, Milli Savunma Bakanlığına, İçişleri Bakanlığına, Kuvvet 
Komutanlıklarına, Jandarma Genel Komutanlığına, MİT Müsteşarlığına, Emniyet Genel Müdürlüğüne, OHAL Bölge Valiliğine “gereği” için, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine ise “bilgi” için gönderilmiş (Komisyon, 2012, s.155) olup toplantı gündemi ve başlıkları şu şekilde ifade edilmiştir. 

Özellikle toplantının 1’inci gündem maddesi “Güvenlik Faaliyetleri”, 2’nci 
gündem maddesi “Özel Takdimler”, 3’üncü gündem maddesi ise “Özel Müzakereler” olarak ifade edilmiştir (TBMM, 2012, S.1033). 28 Şubat MGK Toplantısı gündemi olarak açıklanan bu 3 gündem başlığı ve toplantı gündemi incelendiğinde MGK Toplantısının toplam sürenin 3 saat olarak planlandığı görülmektedir. Ancak MGK Toplantı gündemi umulan 3 saatlik zaman diliminin aksine 8,5-9 saat sürdüğü bilinmektedir. Toplantının 3’üncü gündem bölümünde ifade edilen “Özel Müzakereler” bölümünde 28 Şubat döneminin en önemli siyasi nedenleri arasında yer alan ve laik-demokratik Cumhuriyet’in ilkeleri ile bağdaşmayan “irtica ve şeriat” konuları ele alınmıştır. 

28 Şubat MGK Toplantısının 2’nci bölümünü oluşturan “Özel Takdimler” 
bölümünde, söz konusu “irtica tehdidi” ne ilişkin olarak, sadece mevcut durum ortaya konulmamış, aynı zamanda bu tehdide karşı siyasi, ekonomik, hukuki, eğitsel, sosyo-kültürel alanlarda alınması öngörülen tedbirler bir paket halinde Kurul üyelerine sunularak konunun önemine vurgu yapılmak istenmiştir. Öte yandan, daha önce yirmi dakika içinde sunulması planlanan bu 41 sahifelik takdimin bu süre zarfında tamamlanamayacağı aşikârdır. Nitekim RP’li Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Başbakan Necmettin Erbakan’ın bu takdim karşısında çok şaşırdığını ve tepki gösterdiğini” ifade etmişlerdir. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


22 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 20

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 20

TEZİN DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜ 

4. 28 ŞUBAT 1997 MİLLİ GÜVENLİK KURULU KARARLARI ve SONUÇLARI 

Refah-Yol Hükümeti’nin, kurulduğu günden itibaren iç ve dış politikada göstermiş olduğu siyasi tavırlar, şeriat ve irtica olaylarının hep gündemde olduğu, irticai tutum hareketleri ve davranışları, laik ve demokratik siyasi kesim, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları basın-yayın organları, medya ve TSK başta olmak üzere, ülkenin tüm kesimlerinde giderek artan olaylar ve bunların sonucunda ortaya çıkan tepkilerçeşitli olayları da beraberinde getirmiş idi. 

27 Ocak 1997 günü yapılan bir önceki MGK toplantısında, irticai faaliyetler nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde baş gösteren rahatsızlığın Deniz Kuvvetleri 
Komutanı Oramiral Güven Erkaya tarafından tekrar dile getirilmesi üzerine, 28 Şubat tarihli MGK toplantısı gündemine “İrticai Faaliyetler” konusu da ele alınmıştır (Komisyon, 2012, s.154). 

Genel olarak ülkede çeşitli kesimler büyük bir huzursuzluk içeresinde idi. Şeriatçılar başta olmak üzere bütün dini kesimler adeta huzursuzdu, ne zaman laik ve demokratik Cumhuriyet’i yıkıp da yerine şeriatçı bir yönetim kurulacak düşüncesi içerisinde bekliyorlardı. Bunun yanında laik demokratik kesim de tıpkı dini kesim gibi huzursuz bir atmosfer içeresinde idi. Çünkü şeriatçıların laik ve demokratik düzeni yıkacaklarından endişe ederlerken bunları kimin durduracağı zihinlerde yer etmişti. 
Bunların yanı sıra asker ise içten içe huzursuzluğunu dile getirmeye başlamış idi. Asker tamamen hükümet üzerinden faaliyetlerini yürütmekle beraber bu hükümetin irticai faaliyetlerini önlemek için gerekli olan önlemlerin bir an önce alınması yolunda önemli adımların atılması gerektiğine inanıyordu (Bölügiray, 1999, s.23-24). 

28 Şubat Kararları öncesi artık düğmeye basılmıştı, bazı çevreler ve güç odakları Refah-Yol Hükümetine karşı harekete geçmek için girişimlerde bulunulmaya başlamıştı (Özer, 2011, s.79). Bu durum başta kamuoyu ve medyayı etkisi altına almış olmakla beraber durum hükümet cephesinden tamamen farklı bir tutum içerisinde izlenmekte idi. 

Bununla beraber yetkili makamlardaki durum ve en önemli unsur olan TSK’da ki durum tamamen farklı olmakla beraber; kamuoyu, medya, hükümet, yetkili makamlar ve TSK 28 Şubat öncesi tavırlarını ortaya koymuş ve 28 Şubat MGK Kararları öncesi durumu şöyle özetlemişlerdir. 

4.1. Kamuoyu ve Medyadaki Durum 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından devlet içerisinde zaman zaman yolsuzluk, rüşvet ve iltimas olayları gündeme gelmiş olmakla beraber çoğu zaman bu olaylar karşısında devlet ve hükümetler hiçbir faaliyette bulunmamışlardır. Refah-Yol iktidarı döneminde kadar çoğu yolsuzluk, hırsızlık, çürümüşlük ve yozlaşmışlık karşısında sessiz kalan çoğunluk Refah-Yol iktidarı döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik yapısının her geçen gün biraz daha yıkılması karşısında nihayet harekete geçmiş ve artık sesini çıkarmaya başlamıştı (Bölügiray, 1999, s.24). Bu yaşanan olaylar “Susurluk Olayı” ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış “yolsuzluk, çete, irtica” faaliyetleri ile bu dönem içerisinde mücadele edilmeye başlanmış idi. 

Kamuoyu içerisinde o dönem oldukça etkili olan şeriat ve irtica konuları toplumda büyük bir panik ve endişe yaratmış olmakla beraber, belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından çeşitli eylemler başlatılmıştı. Bu eylemler içerisinde en dikkat çekeni ise “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adı verilen eylemler ön plana çıkmış ve kendilerine “Yurttaş Girişimi” adı verilen gruplar tarafından yapılmıştır. 1-29 Şubat günleri süresince her gece saat 21.00’de evlerin büyük çoğunluğu elektriklerini 1 dakika süre ile yakıp söndürürmüşlerdir. Bu eylemler daha çok İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmiştir, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Bu eylem planlarının yanında kimi insanlarda sokaklarda küme küme toplanmaya şarkılar ve türküler söyleyerek, düdük çalarak, alkış tutarak, tencere ve tavalara vurarak yapılan bu 
eylemi sesli bir protestoya dönüştürüyorlardı. “Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi” dalga dalga yayılırken, ilk kez böyle bir protesto eylemi olduğu için dünyanın da ilgisini çekmiş olmakla beraber olay uluslararası medyanın da gündemine girmiştir (Bölügiray, 

1999, s.24). Bu eylemcilerin amacı “Temiz Devlet-Temiz Toplum” sloganı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız yurttaşları olarak yaşanan bu olaylara tepkileri göstermek idi. 

“Sessiz Çoğunluk” taraftarları; “Bir yandan konuşmaya değer hiçbir haklı sözü olmadığı halde konuşanlar, öte yanda konuşulacak çok şeyi olduğu halde susan, 
susturulan toplum, toplum olarak yaşamda bize sunulan sessiz çoğunluk rolünü bu sefer reddediyoruz” (Bölügiray, 1999, s.25) vb. açıklamaları ile düzen, adalet, hak, hukuk, laiklik ve demokrasi vurgusu yapmışlardır. Bu eylemler gün geçtikçe Refah-Yol Hükümeti aleyhine bir krize dönüşmekle beraber özellikle Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın eylemciler için “Mum Söndü” oyununu ile benzerlik göstermesi şeklindeki açıklamaları ile olaylar daha da ateşlenmiş ve başta kamuoyu olmak üzere Alevi vatandaşların tepkisini çekmiştir. Kuşkusuz bu olay ilk ve en büyük sivil hareket olması açısından dikkat çekmiş ve etkileri uzun yıllar sürmüştür. 

Belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından ortaya konulan bu eylemlerin yanında işçi, işveren, sağ ve sol gruplar, esnaf, doktor, avukat vb. tüm demokratik ve laik kitle örgütlerinin bir araya gelmesi ile oluşan “Sivil Toplum Örgütleri’nin” oluşturduğu TÜRK İŞ, DİSK, TÜSİAD, KESK, TOBB vb. örgütlü grupların yöneticileri parti liderlerini ziyaret ediyor ve isteklerini anlatıyorlardı. Bu gruplar genel olarak “siyasi partilerin ve parlamentonun kamuoyunun beklenti ve isteklerine cevap veremediği, halkın gerisinde kaldığı, Atatürk’ün şahsına ve temsil ettiği çağdaşlaşma anlayışına yönelik saldırıların olduğu, laik Cumhuriyet düzenini şeriat tehlikesi altına girdiği, çetelerin ve mafyanın devleti ve kurumlarını ele geçirmeye çalıştığı, meclisin halktan kopuk olduğu” (Bölügiray, 1999, s.26) vb. söylemleri kamuoyunun rahatsızlığını dile getirmiş olmakla beraber Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in bu durum karşısında sessiz kalmış olmaları olayların daha da rahatsız verici bir 
hala gelmesine sebep olmuştur. 

Kamuoyundaki gelişmeler ve huzursuzluk ortamı genel olarak böyle olmakla beraber özellikle o dönemde toplumda büyük bir etkisi olan ve yaşanan olaylara yön verebilen medya organları açısından ise durum tüm detayları ile ele alınıyor ve kamuoyuna yansıtılıyordu. 

28 Şubat Süreci MGK Kararları öncesi durum medya açısından ele alınacak olur ise; laik, demokratik ve bağımsız medya her geçen gün rejim, laiklik ve demokrasi kavramalarını yıkmak isteyen RP’nin yaptığı her irticai olayı, her yanlış olayı ve her yolsuzluğu sonuna kadar araştırıyor, buluyor ve kamuoyunda gözler önüne seriyordu. Bu nedenlerden ötürü medya ve hükümet arasında şiddetli bir kavga sürüp gidiyordu (Bölügiray, 1999, s.26). 

4.2. Hükümet Cephesindeki Durum 

28 Şubat süreci MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu ve medyada geniş bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet Cephesi’nden de yakından takip edilmekte idi. Refah Partisi; 27 Mart 1994 yerel seçimleri ve 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkmış olmasının yanında özellikle yerel yönetimlerin çoğunu ele geçirmiş olması, kamuoyunda büyük bir yankı oluşturmuştur. Bununla beraber özellikle RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı ve çoğunluğu ele geçirmiş olması ve RP öncesi bazı belediye başkanlarının yolsuzluk ve rüşvet iddiaları halk nezdinde sindirilmeye çalışılmış olmakla beraber Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri etrafında çalışan başkanlar ise halk tarafından takdir ile karşılanmıştır. 

RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı 24 Aralık 1995 genel seçimleri ile devam etmiş ve RP’ni iktidara getirmiştir. Gelişen bu olaylar ile beraber özellikle yerel ve genel idarede ki RP’nin laik ve demokratik düzeni yıkma girişimleri ve bu yönde faaliyetler düzenlemeleri toplumun laik ve demokratik çevreleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve giderek bu durum daha da yoğunlaşmıştır. 

Refah-Yol Hükümeti, kendi dönemi içerisinde yararlı işler yapmış olsa da yaratılan rejim bunalımından ötürü kamuoyunun bu yapılan yararlı işleri hiç kimsenin görmesi beklenemezdi, çünkü bütün ülkenin tartıştığı tek konu “Rejim Bunalımı” idi. Bu siyasi atmosferin mimarı ise Refah-Yol Hükümeti’nin kendisiydi. RP toplumda yükselen bu gergin atmosferi daha da tırmandırıyor, Adnan Menderes iktidarı gibi, “Ben iktidarım istediğimi yaparım” mantığı ile hareket ediyordu (Bölügiray, 1999, s.29-30). 
Bu gergin siyasi atmosfer karşında RP kendisini ikazda bulunanlara karşı ise tamamen umursamaz bir tavır sergiliyor ve ortağı DYP ise aynı tavrı takınıyordu. Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde her gün Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik düzenin sarsan bir başka olay gündeme geliyordu. Bu olayların en önemlileri irtica eylemleri, şeriat isteği yönünde ki bazı siyasilerin konuşmaları, medyayı ve yerel yönetimleri baskı altına almak, Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsünü değiştirerek TSK’yı MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) gibi kendi hâkimiyeti altına sokmak istenmesi gibi çabaları gösteren Refah-Yol Hükümeti ayrıca irticanın siyasi simgesi olan türbanın yasallaşması ve bu konuda ki Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamamaya çalışması, Taksim’e ve Çankaya’ya cami projeleri, karayolu ile hacca gidilmesi, kurban derilerinin toplanması vb. gibi konuları gündemine alan Refah-Yol Hükümeti yeni yeni tartışmalara ve bunalımlara sebep oluyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Refah Partisi, “Bürokrasiye hâkim olamazsanız hükümete de hâkim olamazsınız” kuralından hareketle uzun yıllar öncesi önemli görevler için hazırladıkları kişileri günümüzde devletin ve yerel yönetimlerin en etkin kadrolarına getirme girişimini sürdürmekle beraber RP, Türkiye Cumhuriyeti’ne uygun gördüğü şeriat rejiminin önünü açmak ve gerekli zemini oluşturmak için, bir yandan inkılap kanunlarını, özellikle Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kıyafet kanunu, medeni kanun ve toplum yaşamını düzenleyen diğer kanunları delmeye çalışmakta, yönerge, genelge ve şifahi talimatlarla bu kanunları savsaklayıp ihlal ederken bir yandan da hazırladıkları önerge ve kanun teklifleriyle muhalefete ve kamuoyuna hissettirmeden bu kanunları değiştirmeye çalışmaktadır (TBMM, 2012, s.987). 

Necmettin Erbakan, lideri olduğu Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde dış politikada 28 Şubat sürecinin siyasi nedenlerini hazırlamış olmakla beraber adeta Batı’yı arka plana atmış ve dışlamış idi. Batı karşısında sergilemiş olduğu bu olumsuz tutumun aksine Doğu ile daima yakınlaşma politikaları sergilemiştir. Özellikle Orta Doğu ile olan ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiş, çeşitli İslam ülkelerine resmi ziyaretler gerçekleştirmiş ve bu ziyaretler sonucunda büyük bir tepki ile karşı karşıya kalan Refah-Yol Hükümeti âdete 28 Şubat öncesi siyasi nedenleri hazırlamış gibiydi. 

Başbakan Erbakan, …“Bugün Türkiye’de demokrasi var, devlet-millet kaynaşması var. Bu uyum sadece iki parti arasında değil; hükümetin, Cumhurbaşkanı ve ordu ile arasında da tam bir işbirliği ve uyum var” diyorsa da bunun tam tersine RP ve DYP dışında, hükümetin hiç kimse ile ne işbirliği ne de uyumu söz konusuydu. Cumhurbaşkanının ikazlarını dinlemeyen, kulak arkası eden, kamuoyunun tepkilerini “fesatlar” diye niteleyen, medyanın eleştiri ve uyarıları için ise “Bir kısım medyanın uydurması” şeklinde itham ediyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Birçok Refahlı milletvekili ve yöneticisi, Genel Merkez’in “Faaliyet alanınıza girmeyen işlere karışmayın, partimizi güç durumda bırakacak tutum ve davranışlardan sakının” diye uyarı genelgelerine karşın, irtica yanlısı tutum ve davranışları daha da hızlanarak ilerliyordu. RP’si ile DYP arasında bu bakımdan gerginlik yaşanıyor, Tansu Çiller sık sık “Ben Laikliğin Garantisiyim” şeklinde açıklamalar yapıyordu. DYP lideri Tansu Çiller bu durum karşısında bir şey yapmıyor sadece seyretmekle kalıyordu (Bölügiray, 1999, s.30-31). 

4.3. Yetkili Makamlardaki Durum 

28 Şubat süreci içerisinde MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu 
ve medyada büyük bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet içinde de ayrı bir tutumun sergilenmesini beraberinde getirmiştir. Özellikle yetkili makamların başında TBMM ve Cumhurbaşkanlığı makamları gelmekte idi. 

TBMM içerisinde ki atmosfer ve gergin hava siyaset yaşamına da yansımıştır. 
Meclis, tamamen kilitlenmiş, çalışamaz duruma gelmiş, ülkenin yığınla yaşamsal 
sorunu ve halkın umutla beklediği konulara çözüm bulmaktan uzak, sürekli boş 
tartışmalarla ya da kulis sohbetleri ile vakit öldüren bir görüntü içerisinde idi 
(Bölügiray, 1999, s.26). TBMM’nin bu tutumu ülkede tırmanan şeriat tehlikesi ve irtica eylemleri ile artan olaylar karşısında tamamen pasif bir konumda olmakla beraber, artan bunalımlar karşısında tedbir almaktan uzaktı. DYP’nin RP’ye bağımlılığı gözlenirken, mecliste ki diğer partiler ise kendi aralarında örgütlenmişlerdi. Meclis’in bu dağınık hali 12 Eylül dönemlerini hatırlatmakla beraber, ülkede her kesim ve insanlar her gün ayağa kalkarken, hemen hemen bütün partilerin milletvekillerinde de derin bir karamsarlık ve bıkkınlık gözlemleniyordu (Bölügiray, 1999, s.26-27). Oysaki ortada bulunan bu 
sıkıntılı durumu meclis ve milletvekilleri oluşturmakla beraber yine çözüm yolunu da kendilerinin bulması gerekmekteydi. Ancak tek sorun ise milletvekillerinin kendi istek ve sağduyularına uymak yerine liderlerinin hâkimiyeti dışına çıkmamaları ve kendi özgür düşüncelerini ifade edememeleri idi. 

28 Şubat süreci içerisinde yine yetkili makamların başında Cumhurbaşkanlığı 
makamı da gelmekte idi. Özellikle TSK’nın şeriat ve irtica konusunda ki kaygı larının iletildiği Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaptığı ikili görüşmeler de konuya değinmekle beraber ayrıca mektuplar yazarak da görüşlerini açıklıyordu. Başbakan Erbakan’a, Haziran 1997 ye kadar toplamda 64 mektup gönderilmiş, hiç kuşkusuz mektupların içeriği ülkede yaşanan şeriat ve irtica konuları olmakla beraber, laik Cumhuriyet yönetiminin geleceği, laiklik ve Cumhuriyet’in temel ilkelerinin korunması vb. gibi konular yer almıştır. Bunun yanında ayrıca Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yolu ile Adalet ve İçişleri Bakanlıklarına da irtica ile ilgili mektuplar gönderiliyordu (Bölügiray, 1999, s.27). 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bu görüşlerinin ardından yakın çevresi ile 
olan diyaloglarında; “Yaşanan sorunların kaynağını hem hükümet hem de TSK 
açısından ele aldım ve anlattım” diyordu. “Ortada ciddi bir sıkıntı ve huzursuzluk 
ortamı var. Bu durum ve uyarılarım karşısında Başbakan Erbakan ve Çiller’in beni anladığını sanmıyorum…” şeklinde ki açıklamaları oldukça dikkat çekmekteydi. Bu açıklamalarının yanında yine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Yaşanan bunca olaya kayıtsız kalmalarını anlamıyorum” şeklinde yine açıklama yaparak bunun yanında meclisteki gruplardan da şikâyetçi idi. Muhalefet gruplarında ki bu kilitlenme ortada bulunan huzursuzluğa yeni kaygıları da beraberinde getiriyordu. Cumhurbaşkanı; hem hükümet hem de mecliste ki muhalefet partilerinin tutumlarından memnun olmamakla beraber adli makamlar ve mahkemelerden de hoşnut değildi. Cumhurbaşkanına göre; “Adalet çalışmıyor, laik ve demokratik düzene karşı işlenen suçlar var ama adalet mekanizması buna karşı yeterli ölçüde işlemiyor” şeklindeki açıklamaları ve bunun yanında irtica ve şeriat tehlikesinden RP’nin zararlı çıkacağını 
ancak bunları anlattığına rağmen iki cephenin de bunları anlamadığını söylüyordu (Bölügiray, 1999, s.28). 

Yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 
adeta bir denge unsuru teşkil ediyordu. Çünkü Refah-Yolcuları TSK’yı siyasete 
çekmemeleri için uyarırken, tırmanan irtica ve TSK’ya yönelik saldırılar karşısında kışkırtılan komutanlara soğukkanlılığı elden bırakmamalarını öğütlüyordu. Bu olumlu ikazlar TSK açısından anlaşılmış olmakla beraber, Refah cephesinde ise bu uyarıları dikkate alan yoktu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; 28 Şubat’tan birkaç gün önce 

Yalçın Doğan’la yapmış olduğu görüşmede “Bunların ayaklarının yere basmadığını” söylüyordu ve bunun yanında nitekim Cumhurbaşkanı Demirel’in hem Erbakan’a hem de Çiller’e askerle konuşmaları yönünde ısrar ettiği öne sürülmüştür. Nitekim Refah-Yol Hükümeti iktidardan düştükten sonra Yalçın Doğan’la yaptığı röportajda Demirel şunları söylemiştir: “Dilimde tüy bitti. İkisine de defalarca söyledim. Toplantıdan bir gün önce bile askerlerle görüşselerdi… Onların rahatsızlıklarını dinleselerdi, gelişmeler farklı olurdu. Toplantının bir gün öncesinde, bazı gazetelerde kime ait olduğu belli olmayan “Türkiye yarın başka bir Türkiye olacak” başlıklı ilanlar yer almıştır (Komisyon, 2012, s.154). 

Tüm bu olumsuzluklara karşın Cumhurbaşkanı Demirel 28 Şubat öncesinde 
halkı yatıştırmaya çalışmakla beraber, Cumhuriyet’in temel niteliklerinin 
değiştirilmesinin söz konusu olmayacağını ifade ediyordu. Cumhurbaşkanı Demirel’e göre halk Cumhuriyet’i yıktırmaz, laik ve demokratik düzenden vazgeçmezdi. Cumhuriyet, laik ve demokratik rejimin güvence altında olduğunu izah etmeye çalışıyordu (Bölügiray, 1999, s.28-29). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

21 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 19

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 19


3.2.2.5. İsrail ile olan İlişkiler 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslam ülkeleri ve dış politikadaki gezi programları genel olarak ülke kamuoyu, muhalefet ve dış ülkeler başta olmak üzere ABD tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Özellikle Libya gezisi ve sonrasındayaşanan büyük kriz ve sonrasında İran gezisi sonrası tepkiler bunun açık göstergesi olmakla beraber hükümetin dış politikasını yeterince izah ediyordu. 

Orta Doğu Barış Sürecindeki olumlu gelişmeler ve Türkiye’nin Suriye’den duyduğu rahatsızlığın artmasından dolayı, İsrail’le ilişkiler 1990’ların ikinci yarısında her alanda ivme kazanmıştır. Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerdeki canlanmanın iki temel alanını oluşturmuştur (Erhan, Kürkçüoğlu, 2004, s.571). Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerde büyük canlanma lar meydana gelmiştir. Bu süreçte, 23 Şubat 1996 tarihli Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşmasına dayanılarak 28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması, Türk kamuoyunda en çok ses getiren anlaşma olmuş; iki ülke arasında savunma alanında bilgi transferi ve teknisyenlerin karşılıklı olarak eğitimi alanlarındaki çalışmalar bu anlaşmayla başlatılmıştır (TBMM, 2012, s.962). Bu gelişmelerle beraber 54 adet F-4 savaş uçağı 1996 yılında İsrail Uçak Sanayi (Israeli Aircraft Industry, IAI) fabrikasında bakım ve onarımı ile modernize edilmiş olmakla beraber her iki tarafta 
tatbikat faaliyetlerinde bulunmuş ve askeri alandaki işbirliğini geliştirmişlerdir. 

Bu dönem zarfında hızla gelişen Türk-İsrail işbirliği ortaklığı ülke kamuoyunda farklı tepkilere yol açmıştır. Türkiye’de öncülüğünü askeri kesimin yaptığı bir grup, Türkiye’nin İsrail’le olan bu yakınlaşmasını başından itibaren istemiş ve destek vermiştir. Diğer yandan, bu yakınlaşma RP tarafından temsil edilen kesimlerin bir kısmında, RP’nin iktidarı döneminde İsrail’le imzalanan bu anlaşmaların onaylanması tepkiyle karşılanmıştır (Erhan, Kürkçüoğlu, 2004, s.574). 

3.2.2.6. D-8 Toplantısı ve yaşanan gelişmeler 

Refah-Yol Hükümeti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın daha göreve gelir gelmez, bir yandan Türkiye’nin ekonomik durumu diğer yandan ise İslam ülkeleri arasında tesis etmek istediği birlik ve beraberlik çalışmaları, tüm dünyanın özellikle AB ve ABD’nin dikkatini Türkiye üzerine toplamıştı (Kazan, 2013, s.258). Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin ekonomik ve dış politikasına nasıl bir yön vereceği oldukça merak edilen konular arasında yerini almıştı. Başbakan Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a düzenlemesi ve bu ziyaret sırasında doğalgaz anlaşmasının imzalanması ve askeri işbirliği konularının görüşülmesi ve her iki liderinde olumlu mesajlar vermesi vb. gibi gelişmeler başta Türkiye’de büyük bir yankı uyandırmakla beraber dış politika ve ekonominin de nasıl şekilleneceği hakkında bilgiler veriyordu. 

RP lideri Necmettin Erbakan daha iktidara gelir gelmez ayağının tozu ile irticayı destekleyen ya da İslamcı rejimleri ile ön plana çıkan ülkeleri ziyaret etmeye başlamış ve yapmış olduğu girişimlerle G-7 Grubuna karşılık D-8 Grubunu kurma yolunda önemli girişimlerde bulunmuştur. D-8 Grubu yani gelişmekte olan İslam ülkeleri topluluğunu olarak bilinen bu grubun ortak özelliği aralarında din birliği olması idi. “Müslümanlar Kulübü” olarak da biline bu ekonomik yapılanma, G-7 Grubu ülkelerinde olduğu gibi aralarında bir benzerlik ve uyum bulunmuyordu. Bu yapılanma Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin dış siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirip çeşitlendirme isteğinden çok siyasal önceliklerinin bu yönde kullanılacağı ve kendi İslamcı tabanına bir mesaj olarak düşünüldüğü ve bir seçenek olarak görüldüğü anlaşılıyordu (Bölügiray, 2000, s.158-159). 

Refah-Yol Hükümeti’nin olay yaratan Libya ziyareti sonrasında kamuoyunda büyük bir darbe yemişti. Başbakan Erbakan, bu gezi sonrasında İslam Ortak Pazarı için düğmeye basmış ve Batı’nın G-7’sine karşılık 1,5 milyon Müslümanı içine alan D-8’ler Grubunu kuracaklarını açıklamıştı (Birand, Yıldız, 2012, s.161). Başbakan Erbakan; “lider ülke olmanın gereklerini yerine getirirseniz işe İslam ülkelerinden başlarsınız. Nüfusu 60 milyondan büyük 8 Müslüman ülke, 1 milyar nüfus…” Vb. söylemleri ile D-8 Grubunu kurma yolunda ilk adımlar atılmaya başlanmış idi. Bu adımlarla beraber kamu paralarının ortak bir havuzda toplanması gündeme gelmiş olmakla beraber bu durumu eleştirenlerde ortaya çıkmış, havuz sisteminin ekonominin realitesiyle bağdaşmayacağını savunanlarda bulunmakta idi (Birand, Yıldız, 2012, s.162-163). 

Başbakan Necmettin Erbakan, kalkınmakta olan Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya arasında siyasi ve ekonomik 
ilişkilerin derinleştirilmesi amacıyla geliştirilen “D-8 Grubu” projesinin öncülüğünü yapmıştır. Bu maksatla, 4-5 Ocak 1997 tarihlerinde, İstanbul'da yapılan toplantı akabinde, İran, Pakistan ve Türk yetkililer tarafından gerçekleştirilen “Afganistan” konulu üçlü toplantıda sonunda yapılan ortak basın açıklamasında, Afganistan'da bulunan gruplara ateşkes çağrısında bulunulmuştur. Meclis’te ise Hükümet aleyhindeki gensoruların birleştirilerek görüşüldüğü 16 Ekim 1996 tarihinde yapılan görüşmelerde söz alan ANAP lideri Mesut Yılmaz bu projeyi eleştirmiştir (Komisyon, 2012, s.64). 

Mahir Kaynak’ göre; “Başbakan Erbakan’ın D-8 girişim faaliyetleri Türkiye’nin Müslüman ülkelerle olan ilişkilerinin artmasının yanında ülkeleri de birbirine 
yakınlaştırmıştı. Ancak yaşanan bu gelişmelere en büyük darbeyi 28 Şubat sürecinde ki olaylar vurmakla beraber adeta yapılan ekonomik anlaşmaların da önünü kesmişti.” Mahir Kaynak, “Türkiye’nin İran ile yakınlaşması gerektiğini ifade etmekle beraber o dönem içerisinde yapılanları da yanlış olarak değerlendirmiş, 28 Şubat sürecinin başladığı dönemlerde Endonezya ve Malezya’da da iç karışıklıkların baş göstermesi ve bu yaşanan olumsuz gelişmelerin ABD’nin D-8 Grubunu baltalama girişimi olarak” değerlendiriliştir (Kazan, 2013, s.259). 

3.2.2.7. ABD basını ve 28 Şubat Sürecinde yaşananlar 

Refah-Yol Koalisyonu döneminde ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikası oldukça ilginç bir eğrilik izliyordu. DYP lideri Tansu Çiller’in Avrupa’ya ve ABD’ye 
vermiş olduğu güven, RP ile koalisyon kurması ile şok etkisi yaratmasına sebep olmuştur. Özellikle bu şok etki karşısında ABD “bekle-gör” politikası uygularken 
Refah-Yol Hükümeti’ne ve TSK’ya olan eleştirilerini sürdürüyordu (Bölügiray, 2000, s.163). ABD medyasında da durum aynı olmakla beraber RP’nin takip etmiş olduğu politikaları yakından izliyor, duyulan kuşku ve kaygıları ise yakından takip ediyordu. Washington Enstitüsü Türkiye uzmanı Alan Makovsky’nin “Başbakan Erbakan’ın Başbakanlık Kurumunu kısa sürede etkisi altına aldığı ve Türk Dış Politikasında öncelikle Libya, İran ve Irak gibi ülkeler ile işbirliği yapmasını oldukça önemli gelişmeler olmasının yanında döneme damgasını vuran gelişmeler olarak” değerlendirilmiştir. 

Başbakan Erbakan’ın olaylı Libya gezisi ve sonrasında yaşanan kriz hakkında açıklamalar yapan ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns “Biz PKK konusunda nasıl ki Türkiye’ye yardım ediyorsak, Türkiye’de Libya konusunda bize yardımcı olmalı” diyordu. Bu sözler siz Libya ile ilişki kurarsanız biz de PKK ile ilişki kurarız şeklinde yorumlanmış ve gündeme ABD Türkiye’yi tehdit ediyor (Bölügiray, 2000, s.164) düşüncelerini getirmişti. Bu gelişmelerle beraber New York Times ise; “Erbakan’ın dış politikasını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmak yerine işbirliği yapması gerektiğini ve bu işbirliğinin Türkiye siyaseti için önemli olduğunu” söylüyordu. 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı öncesinde giderek tırmanan siyaset yaşamı; irtica ve Başbakan Erbakan’ın sürdürdüğü dış politika vb. gibi nedenler RP ve TSK arasında ki ilişkilerin bozulmasına sebep olmuş ve Türkiye’de olduğu gibi ABD’de de “darbe” tartışmalarını beraberinde getirmiştir (Bölügiray, 2000, s.164). Buna karşın ABD Medyası Türkiye’de ki askerlerin büyük bir öfke içerisinde olduklarını ifade ediyor ve ayrıca askerin hükümeti ele geçirme girişimleri büyük bir facia doğuracağı görüşünü taşıyorlardı. 

Refah-Yol Hükümeti’nin Batı ile olan yakınlaşmasını dikkatle izleyen ABD ve ABD Medyası “işbirliği yapılabilir” olarak değerlendirmekle beraber, askerler dâhil 
diğer kurumlarda yakınlaşmayı olumlu buluyorlardı. Ancak Türkiye’nin iç politikası ve Refah-Yol Hükümeti’nin takip etmiş olduğu inişli çıkışlı politikalar, artan irtica söylemleri, hükümetin takip etmiş olduğu siyaset vb. gibi gelişmeler ülkenin dış politikası adına tam bir güven vermemekle beraber bu düşünce ABD’nin Türkiye ile olan ilişkilerini de etkiler düzeyde idi. Bu nedenlerden dolayı ABD’de birçok çevreler RP’ye tam olarak güvenmiyor, daha mesafeli ve dikkatli olunması gerektiğini ifade ediyorlardı (Bölügiray, 2000, s.165). 

Türkiye’de siyasetin nabzını tutmasını çok iyi bilen ABD yönetimi, özellikle Genelkurmay Başkanlığı’nın brifingler vermeye başlamasının ardından, sık sık “darbe olasılığından” söz etmeye ve ABD’nin darbeye karşı olduğu yolunda mesajlar vermeye başlaması o dönem içinde oldukça anlamlı idi (Bölügiray, 2000, s.258). ABD’nin ve Avrupa’nın görüşleri aynı TSK ile örtüşmekle beraber, “parlamenter, laik ve demokratik düzenin bir kesintiye ve zarara uğramadan sürmesi ve bu yaşanan siyasi bunalıma TBMM’nin bir an önce çözüm bulması” görüşünde idi. “Bu çözümün anahtarı ise, ya Refah-Yol Hükümeti’nin istifa ederek iktidardan ayrılması ya da sağduyu sahibi milletvekillerinin çoğunluk sağlayarak, bu iktidarı düşürmesi olduğu yolunda önemli adımlar atılmalı idi” (Bölügiray, 2000, s.258). 

Genelkurmay Başkanlığı’nın bu süreç içersin de ki kaygı ve endişeleri gayet açık ve net olmakla beraber; Türkiye’nin İran gibi aynı yola gireceği, rejimin ve yönetimin tehlikeye uğrayacağı, şeriat tehlikesinin kapıda olduğu, tarikat ve dini liderlerin iktidarı ele geçireceği, laik devlet yönetiminin ve Anayasa’nın yerine şeriat kanunlarının getirileceği ve İslam’ın giderek her konuda toplumu etkisi altına alacağı görüşü hâkimdi. 

Bununla beraber kimi ABD medyası, generallerin, “devrim yasaları’nın” Atatürk gibi demir yumruklu yöntemlere başvurarak O’nun mirasını koruduklarını ileri 
sürüyorlardı. Başbakan Erbakan’ın daha İslamcı bir toplum oluşturma yolunda ki çabaları sadece askerleri değil, kendi ülkelerinde gittikçe büyüyen Müslüman nüfusla başa çıkmaya çalışan Avrupa ülkelerini arasında da huzursuzluk yaratmıştı (Bölügiray, 2000, s.258). Yaşanan bu gelişmeler ile beraber; türban krizi ve Taksim’e yapılacak olan cami projeleri ile olaylar daha da çığırından çıkılmaz bir hale dönüşmüş, Türkiye İslamcı bir devlete dönüşüyor imajını vermiştir. 1982 Anayasası’nda orduya özel bir görev tanınmış olmakla beraber, bu süreç içersin de TSK yönetime el koymak istemiyordu. İslami kesimin ve radikal İslamcıların önünün kesmek ve faaliyetlerine darbe vurmak amacı ile MGK 28 Şubat 1997 kararlarını alıyordu (Bölügiray, 2000, s.258). ABD’li analistler Refah-Yol Hükümeti’nin TSK’nın MGK Kararlarının uygulanması yönündeki baskıcı tavırlarına karşın daha fazla iktidarda kalamayacağını ve 12 Mart döneminde olduğu gibi bir hükümet kurulacağını düşünüyorlardı (Bölügiray, 2000, s.259). Bu durum ABD tarafında yakından takip edilmekle beraber; Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımlı atmosferden dolayı, Türkiye’nin dış politikada gelişen olaylardan habersiz kalacağı ve yeterince takip edemeyeceğini, siyasi, ekonomik ve askeri projelerle ilgilenemeyeceği görüşündeydiler. 

Özellikle ABD ve Batı’nın, 28 Şubat Kararlarından sonra da müdahaleyi gerektirecek bir durum görmediği, yöneticilerin bir askeri müdahale halinde buna sert tepki gösterecekleri anlaşılıyordu. Laikliğin uzun vadede darbelerle korunmasına olanak bulunmadığı, laikliğin ancak TBMM’nin ve laikliği koruyacak kurumların görevlerini tam yapmaları ile sağlanabileceğini söylüyorlardı (Bölügiray, 2000, s.259). 

MGK’nın 28 Şubat 1997 tarihinde yaptığı toplantı Batı medyası tarafından yakından izlenmiş olmakla beraber çok değişik yorumları da beraberinde getirmiştir. Özellikle, ABD Basını 28 Şubat sürecini büyük bir titizlikle takip etmiş olmakla beraber, kendi medya organlarında da geniş yer vermiştir. 

ABD: Associated Pres (Amerikan Haber Ajansı): “Etkin MGK, Türkiye’nin laik kimliğini savunma çağrısı yaptı.” 

ABD: Washington Post’un Ankara çıkışlı ve Kelly Couterlar imzalı haber; “Başbakan Erbakan’ın, toplantıdan sonra “Bu suni gidermek şimdi bizim işimiz” 
dediği ve ayrıca Tansu Çiller’in ise Refah-Yol Koalisyonunun bozması için Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve laik kurumların baskılarıyla karşılaştığı ileri sürüldü” (Komisyon, 2012, s.172). 

ABD: The New York Times “Türkiye’nin İşgüzar Generalleri (Turkey’s Meddlesome Generals)” başlıklı yazıda şunları yazıyordu: “Generallerin laiklik 
savunması pek çok Amerikalıya cazip gelse bile, ABD, yeni bir askeri idare düzeyinin Türkiye’ye zarar verebileceğini bilmelidir. Washington sivil bir yönetimden yana olduğunu, askerlerin hâkim olduğu bir rejime mesafe koyacağını açıkça belirtmelidir.” “Generallerin, 1960’dan bu yana, üç kez darbe sahnelediği bir ülkede, askeri yönetim tehdidi, ciddiye alınmak zorundadır. Laikliği savunmaktan endişe duyanlar, bu darbelerin, Türkiye’nin şu anda karşı karşıya bulunduğu hoş olmayan tercihlerin şekillenmesine yol açtığını dikkate almalıdır. Ordu tarafından desteklenen laik partiler, kökleri derinlere uzanan bir popülerlik yaratmakta başarısız kaldılar… Bunların aksine Başbakan Erbakan’ın RP’si Türkiye’nin çok büyük kentlerinde, nispeten temiz ve etkili belediye yönetimleri oluşturarak, tabandaki desteğini güçlendiriyor. Koalisyon, ilk 
başlarda İran ve Libya’ya yönelik izlediği kaygı verici politikalarından sonra, İsrail, ABD ile yakın askeri işbirliği de dahil pragmatik dış politikalar takip ediyor. Ancak kendi içinde, her bir partinin diğerini öbür tarafa itme şansı aradığı gergin bir ittifak oluşturuyor. Askeri bir müdahalenin, Refah’ı, DYP, ya da laik rakibi ANAP lehine görevden uzaklaştıracağı düşünülebilir. Bu, Washington için, suni olarak rahatlatıcı görünmekle birlikte, pek çok bakımdan da işlerin daha da kötüleşmesine yol açacaktır.” 

ABD: The Washington Post (Loli Waymouthe): “RP’nin, gerçek anlamda demokratlardan değil, Batı ve İsrail aleyhtarı radikallerden meydana geldiği ortaya çıkmıştır. Washington, Türkiye’de ki İslamcı akımları uysallaştırabileceği fikrinden vazgeçmelidir.” 

ABD: Washington Post (Wrustun Başkanı John Tisman): “Gerçek iç savaş, dinciler ile laikler arasında değil, demokratik haklarla, asker zihniyeti arasında oluyor. Tahakkümcü Türk ordusu, seçilmiş Başbakan’ı, dini görüşlerin serbestçe ifade edilmesini istediği için bu davranışlardan vazgeçirmeye çalışıyor.” 

ABD: Washington Post: “Erbakan’ın İran’a yaklaşma politikası, Türkiye’de ki laik düzen ve uluslararası dengeler açısından tehlike arz ediyor… Eğer Türkiye’de 
askerler bir darbe yapmaya karar verirler ise, bu anlayışla karşılanmalı.” 

Amos Perlmutter “Türkiye’de ki Krizin Getirecekleri” başlıklı yazısında; “Erbakan, Türkiye’de laik partilerin bölünmüşlüğünden ve Başbakan Yardımcısı Tansu 
Çiller’in büyük olasılıkla doğru olan yolsuzluk iddiaları karşısında zayıflığından yararlanıp, kökten dinci politikaları, yavaş yavaş uygulamaya koymaya çalışıyor. 
Başbakan Erbakan’ın izlediği çizginin askerin sabrını taşıracağı gibi görülüyor… Türkiye’de ki laik düzenin zedelenmesi, hem Ortadoğu hem de Avrupa için büyük tehlike yaratabilir. Bu sebepten dolayı ABD’nin askere tam destek vererek Başbakan Erbakan’ı uyarması gerekir.” ABD Savunma Bakanı William Kohen ise: “Türk ordusunun demokrasiye katkılarını yakından izliyor, olumlu görüyor ve destekliyoruz.”(Kazan, 2013, s.309-311) şeklinde ki açıklamaları ABD basınının da kendine yer edinmiştir. 

Yukarıda ki yaşanan gelişmelere paralel olarak 28 Şubat 1997 MGK sonrasında yine Türk ve dünya basınında “28 Şubat süreci” geniş yer tutmuş ve dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’a göre; “28 Şubat sonrası ABD müdahaleleri tekrardan devam etmiş ve süreç sonrasında çeşitli açıklamalar yapılmıştır.” 

ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns, 28 Şubat sonrası ABD’nin ilk tepkisini şu sözlerle ifade etmiştir: “Türkiye’nin kökleri, güvenliği ve geleceği 
Avrupa’dadır. Türkiye stratejik açıdan bir Avrupa ülkesidir. Türkiye’de laikliğin, düzenin temeli olması bizim için çok önemlidir. Türkiye’de laik demokrasiyi korumanın yolu, Türkiye’nin AB ile bütünleşmesinden geçer.” 

Bu söylemlerinin üzerinden 2 ay geçtikten sonra ise yine ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns, “Modern Türkiye’de, Atatürk döneminden bu yana temel alınan laik demokrasinin ilerde de görevini sürdüreceğinden eminiz” diyor ve darbe söylemlerinin yoğunlaştığı günlerde ise; “ABD Türkiye’de sivil yönetimi 
desteklemektedir” şeklinde ki açıklamaları ile dikkat çekmekteydi. 

ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns’un bu dikkat çekici açıklamalarının ardından ise, ABD Dışişleri Bakanı Mandeleine Aibright organize 
muhalefet merkezine; “ Ne yaparsanız yapın, ama darbesiz yapın. Darbe yaparsanız kendiniz bilirsiniz, arkasında biz yokuz” diye mesaj gönderiyordu. 

28 Şubat süreci ülke gündeminde geniş yer tutmuş olmakla beraber ABD basınında da uzun süre yer edinmiştir. Bu önemli açıklamaların ardından bir müddet sonra Başbakan Erbakan 18 Haziran’da görevi DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e devretmek için istifa edince ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns; “Erbakan Hükümeti’nin istifa ettiğini öğrendik. Hükümetin, laik ve demokratik yapısının devan edeceğine inanıyoruz” sözleri ile ABD’nin Refah Partili yeni bir hükümetin kurulmasına artık sıcak bakmadığını ima ediyordu. 

Aslında 28 Şubat sürecinde ABD, Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasını ve kuruluş sonrası politikalarını açıktan desteklemediği gibi D-8 Grubu sonrası anlaşmaların imzalanması sonrasında ise Refah-Yol Hükümeti’nin yıpranması ve yıkılması için çaba gösterenlere yardımcı olmakla beraber adeta onlara yol göstermiştir. 


28 Şubat döneminde, Türkiye üzerinde ki siyasi oyunlar daha çok “Atatürkçülük” perdesi arkasında oynanmakla beraber, Amerika Dış İlişkileri Konseyi 
tarafından Çevik Bir’e “Liderlik ve irtica ile mücadele” ödülünün verilmesi de dönem içinde oldukça dikkat çekici idi. Bununla beraber ABD eski Başkanı Clinton, son Ankara ziyaretinde “Atatürk ve Devrimlerine” vurgu yapması Kemal Derviş’in “IFM Patentli” yeni programına “Ulusal” deyip “İkinci Kurtuluş Savaşı” olarak nitelemesi oldukça dikkat çekici idi. Bu gelişen etkenlerin başında bir başka sebep ise ABD Lobilerinin faaliyetleri olmuştur. Bilindiği üzere ABD lobileri federal yönetim alanında oldukça etkin bir rol üstlenmektedirler. Özellikle bu lobilerin başında Yahudi, Rum ve Ermeni Lobileri gelmektedir. Lobiler özellikle BM’de (Birleşmiş Milletler), ABD Kongresi’nde, IMF ve Dünya Bankasında oldukça etkin bir konumda rol oynuyorlardı. ABD Lobileri’nin bu faaliyetlerinin temel amacı ise, Türkiye’yi İslam dünyası ve Müslüman komşularından koparmak ve bu topraklar üzerinde yaşayan ve % 90’ı Müslüman olan milletide fundamentalist - uydurmaları ile İslam’dan soğutmaya çalışıyorlardı (Kazan, 2013, 319-323). 

Bu önemli gelişmelerle beraber 28 Şubat MGK Kararlarının, MGK öncesinde, medyada açıklanması ve MGK Karalarından sonrada Pentegon, CIA, Dışişleri 
Bakanlığı gibi resmi organlara bağlı olan kimi ABD basınında TSK ile ilgili olarak ağır eleştiriler olmakla beraber RP’ne yakınlık gösteren söylemlerde bulunmakta idi (Bölügiray, 2000, s.259). Haziran 1997’ye doğru ise ABD ve Batı’nın Türkiye’de gelişen durumlarla ilgili görüşü açıklık ve kesinlik kazanıyordu. “Ne şeriat ne darbe ve laiklikle demokrasi birbirine yeğlenemez, her ikisi de beraber sürmelidir”. Ancak bu görüş tamamen düşüncede kalıyor ve bazı kesimler tarafından ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleriyle özelliklede laikliğe öncelik verilmesi gerektiğine inanıyorlardı (Bölügiray, 2000, s.261). 

ABD için önemli olan ise, Türkiye’nin Batı’dan ve demokrasiden ayrılmaması idi. Türkiye’de demokrasi, Batı ölçülerine göre tam bir demokrasi sayılmazdı. 
Türkiye’nin laik ve demokratik tek ülke Müslüman ülke oluşu da göz ardı edilmemeli, askerlerin laikliğin bekçisi olması ve demokrasiye bağlı olmaları Batı için bir güvence unsuru teşkil etmekteydi (Bölügiray, 2000, s.262). 


28 Şubat süreci içerisinde özellikle RP ve koalisyon ortağı olan DYP’nin ABD ile olan ilişkileri zaman zaman darbe söylemleri, irtica ve şeriat konuları, Refah-Yol 
Hükümeti’nin takip etmiş olduğu politikalar ve bunun yanında Türkiye’de ki ordu ve muhalefet gruplarını tutumları ile 28 Şubat ve ABD ilişkileri oldukça dikkat 
çekmektedir. Bununla beraber Şükrü Elekdağ’ın 11 Kasım 1996 Milliyet Gazetesinde ki Türkiye-ABD İlişkileri üzerine kaleme almış olduğu yazısında Türk-ABD İlişkilerine “Katolik Nikâh” benzetmesi yaparak şöyle devam etmiştir; “Türk-ABD İlişkileri Katolik evliliği gibidir. Arada sevgi olsa da olmasa da, evlilik hayatı rahatta olsa zor da olsa ilişkiler bağlayıcı ve kalıcıdır. ABD’nin küresel ve bölgesel stratejileri ve çıkarları açısından, Türkiye’ye biçtiği rol ve beklentileri, Amerika’nın Türkiye’ye yönelik politikasını şekillendiren kilit bir unsur konumundadır. 

 AB’nin Türkiye’ye bakışı ise; böyle bir stratejiden yoksun olması ve AB’nin Türkiye’nin sorunları karşısında ABD’ye kıyasla çok daha duyarsız bir tutum 
sergilemesi ve Türkiye’yi Avrupa’nın siyasi ve askeri yapılanmasından dışlamayı öngören girişimlere kayıtsız kalınmasına yol açmıştır. 

ABD’nin Türkiye’yi kaybetmesi çıkarlarına büyük zararlar verebileceği gibi, Türkiye’nin ABD’yi kaybetmesi ise AB’nin Türkiye’yi Avrupa güvenlik ve siyasal 
yapılanmasından dışladığına göre Türkiye’nin yapayalnız kalmasına yol açar. Ulusal çıkarlar ve aklın gereği Türkiye’nin ABD’ye yönelik olan tutum ve politikasını bu gerçekler üzerine bina etmesi ve ortak çıkar alanlarını daraltmaya değil aksine olabildiğince genişletmeye çaba göstermek zorundadır.” (11 Kasım 1996) Milliyet, s.15. 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1