Misyoner Teşkilatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Misyoner Teşkilatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2020 Cuma

ŞEYTANIN PLANLARI!!!

ŞEYTANIN PLANLARI!!!   



Yazar Hasip Sarıgöz’ün Kaleminden.,

Anadolu’da güzel bir deyim vardır. 
Derler ki; “Yol üstünde bağı olanla, güzel yâri olanın başı dertten kurtulmaz” 

Sanki bu deyim, tam da Anadolu’nun durumunu anlatmak için söylenmiş gibidir. 

Gerçekten de Anadolu’ya ilk gelişimizden bu yana başımız hiç dertten kurtulmadı. 
Ama hakkımızı da teslim edelim ki, bütün dertlere rağmen, nice kavimleri eriten bu topraklarda tam bin yıldır var olmayı başardık. 

Peki, Şeytan pes etti mi? Asla! 

 Her seferinde çok daha donanımlı, hırslı ve çok daha kuvvetli olarak üzerimize geldi. Gelmeye de devam ediyorlar! 

Esas soru şu: Bir bin yıl daha, bu topraklarda Türk ve Müslüman kimliği ile kalabilecek miyiz? 

İsterseniz bu sorunun cevabını sona bırakalım ve önce şeytanın planlarına bir bakalım. 

1970’li yılların ortalarıydı… 

Şeytaniler tarafından, taa okyanus ötesinden bir proje başlatıldı. 
Projeyi başlatan, dönemin Amerikan Milli Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger idi. 

Projenin amacı: Türkiye ve çevresinin etnik ve mezhep tabanlı olarak ve Amerikan çıkarlarına uygun şekilde yeniden formatlanmasıydı! 

Haziran 1978 tarihinde Kissinger’in hamiliğinde ve tarihçi Bernard Lewis’in başkanlığında Princeton Üniversitesinde gerçekleştirilen geniş katılımlı 
bir toplantıda; Türkiye ve çevresinin, 19’uncu yüzyıldaki mezhep ve inançlara göre sınırlarının yeniden çizilmesi öngörülüyordu! 

Açık CIA olarak da bilinen “Stratford”da baş jeopolitik analist olarak çalışan Robert D. Kaplan “On the Coming Anarchy On Our Planet” isimli makalesinde, 
daha 1994’te “Türkiye önümüzdeki yıllarda elinden çıkacak olan GAP’taki barajları niye inşa etti ki?” diye soruyordu! 

Adamlardaki özgüvene bakın… (Bu kişinin soyadı tanıdık geldi değil mi? İşte bu emperyalist batı her zaman “mühre” kullanmayı çok sever) 

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında: BOP ile, Türkiye dâhil 22 ülkenin sınırlarının değiştirileceğini yazmıştı. 

Ondan sonraki süreçte yaşanan Arap Baharı’nın nasıl bir “Arap Kışı” ve hatta “Arap kıyımı” olduğunu gördünüz. Çünkü emperyalist Batı’nın askeri ve ekonomik kazanımlarının hepsinde maalesef ki masum, garip ve Müslüman kanı akmıştır! 

Gördüğünüz gibi, neredeyse her şeyi açık açık yaptılar. Ustalıkları ise, şeytani planlarını çok güzel ve masum kılıfların içerisinde sunmuş olmalarıydı. 
Plan çok, kılıf da çoktu! 

Amerikan Misyoner Teşkilatınca, Anadolu’ya gönderilen misyonerlere; “…bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar, silahsız bir Haçlı Seferiyle geri alınacaktır.” talimatı verilerek misyonerliğin gerçek hedefi ortaya konulmuştu ve Hıristiyanlığın karargâhında oturan Papa II. John Paul: “Birinci binyılda Avrupa, ikinci binyılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü binyılda ise Asya Hıristiyanlaştırılacaktır” demişti. 

Adamlar dediklerini yapıyorlar! 

20 küsur yıl önce Daniel Wickwire adında bir ABD vatandaşı ülkemize geliyor ve Ankara Gaziosmanpaşa’da bir ev tutuyor ve misyonerlik çalışmalarına başlıyor. 
İlk başlarda sadece beş Türk gencini devşirebiliyor ama yıl 2004 olduğunda Türk hükümetinin misyonerlerin önünü açan uygulamalarının da etkisiyle ev kiliseleri 
hariç Evanjelist kilise sayısı 100’ü geçiyor, İslam’ı terk eden ve Evanjelist Hıristiyan olan Türk genci sayısı ise 3000’i geçiyor! Yıl şimdi 2018 şimdiki sayılarını varın siz hesaplayın. İşte bu Daniel Wickwire 22 Aralık 2004 tarihli Tempo Dergisi’ne verdiği mülakatta hiç çekinmeden “GAP Armegadon için kuruldu.” diyebiliyor. 

Bu kilise ve ev kiliseleri meselesi açılmışken, misyonerlik faaliyetlerinin yalnızca Evanjelist Hıristiyan tarikatı ile sınırlı olduğunu mu sanıyorsunuz? 
Öyle ise çok büyük bir tarihi yanılgı içindesiniz. Devlet istatistik Kurumu Anadolu’da açılan kiliseler konusunu ve Hıristiyanlaştırılan Müslüman Türk gençleri konusunu görmezden geldiği için güncel rakamları tam olarak bilemiyoruz. 

Fakat elimizde çeşitli veriler de yok değil. 

Güneş Gazetesi’nin 08 Kasım 2010 tarihinde manşetten verdiği “Satılık Tarihi Camii” başlıklı habere göre; 2003’ten 2010’a kadar geçen 7 yıl gibi kısa bir dönemde, Türkiye’de tam 37.000 kilise veya ev kilise hizmete açılmıştır. 

   Psikolojik Savaş kitabının yazarı Tahir Tamer Kumkale’ye göre, bu kiliselerin 30.000’e yakını; 2005 / 2007 yılları arasında, 2-3 yıl gibi kısa bir sürede açılmıştır. 

En son olarak da, 2012 yılında 4’üncü Kocaeli Kitap Fuarı’nda bir konuşma yapan Araştırmacı Yazar, Gazeteci ve Belgesel Programcısı Banu Avar; 

“Türkiye’de 54 binin üzerinde Protestan ev kilisesi olduğunu ve bu kiliselerin en yaygın olduğu illerin başında da İzmit’in geldiğini” söylemiştir. 

Bütün bu haber ve demeçlerin hiçbiri şimdiye kadar tekzip edilmiş değildir. 

Peki, herhangi bir şey yapılmış mıdır? 

Ne yazık ki hayır! Ülkemizde nifak tohumları eken Amerikan Barış Gönüllülerini, yıllarca birer angut misali nasıl sadece seyretmişsek, bu olanları da yalnızca 
seyrettik. Hala da öyleyiz. 

Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en büyük Ermeni kilisesi olan Surp Giragos Kilisesi 2011 yılından bu yana Diyarbakır’da faaliyet göstermektedir. 

Başlangıçta bir tek Hıristiyan’ın dahi yaşamadığı bölgelerde açılan bu kiliselerin en büyüklerinden biri de, 1994 yılından beri faaliyette bulunan ve 2003 yılından 
sonra mekân ve cemaat olarak daha da büyüyen Diyarbakır Protestan Kilisesi’dir. 

Bu kilise; 1991 yılında Diyarbakır’a gelen bir adet misyonerin başlattığı çalışmalar sonucu ve devletimizin çıkarttığı yanlış yasalar suiistimal edilmek suretiyle, bugün kayıtlı üye sayısı binlerle ifade edilen bir misyonerlik kurumu halini almıştır. 

Görüldüğü gibi ülkemizde meydanı boş bulan binlerce misyoner cirit atmaya devam ediyor! Ne yazık ki, hiçbir misyoner örgütün amacı ve önceliği ilahi değildir. 

Hepsinin amaçları öncelikle siyasi, sonra iktisadi ve en son kılıf olarak ilahidir. 

Bu arada İstanbul Alman Kilisesi’nin Rahibi Holger Nollmann; “AKP Hükümeti ile çok uyumlu çalıştıklarını, Hıristiyanlığın doğduğu topraklara Hıristiyanların yeniden kavuşacağını” belirtiyor ve Recep Tayyip Erdoğan’ı “Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi başbakanı” olarak tanımlıyor.(Deniz Som, Cumhuriyet Gazetesi 11 Mart 2005) 

Yine, ABD’nin üst istihbarat teşkilatı olan “National Intelligence Council” 2012 yılında yayınladığı “Küresel Eğilimler Araştırması” raporunda Türkiye’nin 2030 yılına kadar bölünmesini öngörüyor! 

Türkiye ve çevresi diye zikredip duruyoruz ya, peki Türkiye bu satrancın neresindedir? Emin olun ki Türk Devleti, Türk vatanı, Türk milleti ve İslam; Yeni Dünya Düzeni denilen bu 12’lik daire hedefinin tam da göbeğindedir! 

Çünkü: Türkistan, Semerkant, Buhara, Ankara ve İstanbul ana hattındaki Maturidi Türk İslam itikadı zihniyeti; Türkiye’yi 1,5 milyarlık İslam dünyası arasında en tehlikeli rakip ve dahi en öncelikli hedef haline getiriyor. 

Çünkü; Öncelikle “Ilımlı İslam” projesi ile milli devletin sulandırılması, sonrasında da Anadolu’nun Hıristiyan değerleri ile yeniden formatlanması BOP’un en önemli örtülü hedeflerinden birisidir. 

Yahudi düşünce yapısının temelini oluşturan kutsal metinlerden “Kabala”ya göre; Anadolu’nun adı “Edom”dur ve bu Edom Yeni Dünya Düzeni kurulurken son büyük seferde fethedilecek olan hedef ülkedir. Bu amaçla emperyalist batı tarafından, bu fetih için gerekli olan kuşatma harekâtına çoktan başlanmış durumdadır. (Bu arada bir dipnot olarak aklınızda bulunsun: “Ampul” ve “Rabia” işareti aynı zamanda Kabala’nın kadim sembollerindendir.) 

Yahudi inancındaki Arz-ı Mevud (vaat edilmiş topraklar)’un hedefi de yine Türkiye’dir! 

Saldırıların çok yönlü olduğunu bilmek; çevremizdeki Mısır, Libya, Irak, Suriye ve Afganistan gibi ülkelerin başlarına gelenleri görmek ve doğru şekilde anlamak zorundayız. 

Nasıl ki, zamanında Kuş Gribi saldırısı ile kümes hayvancılığımız ve Deli Dana hastalığı vb. saldırılarla da büyükbaş hayvancılığımız çok büyük zararlara uğramışsa; son günlerde yayılan dış kaynaklı şarbon hastalığı ve longoz ormanlarımıza musallat olan Amerikan Beyaz Kelebeği (tırtıl) de farklı bir savaş / yıpratma taktiğinin zuhur etmiş hallerinden başka bir şey değildir. Tohumumuz neden bozuldu? Kanser neden çoğaldı? Uyuşturucu bağımlılığı neden bu kadar arttı? Toplumu yozlaştıran televizyon programları neden Nirvana yaptı? İslam kendiliğinden mi bu kadar yozlaştırıldı? İslam=Terör anlayışı kendiliğinden mi yerleşti? Taciz ve tecavüz vakaları neden çığ gibi arttı? T.C tabelaları neden  yerlerinden indirildi? Türk kelimesi görüldüğü her yerden neden silinmeye çalışıldı? Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı durduk yere mi hortlatıldı??? (Dediğim gibi emperyalist batı avlanırken mühre kullanmayı sever) 

Dünyanın en büyük güçleri ne yazık ki son dönemlerde Akdeniz’i mesken tutmuş durumdadır. Amerika, Rusya, Çin, İngiliz, Fransız… Ha bir de nükleer füze yüklü İsrail denizaltıları! 

Sanıyor musunuz ki bu topraklarda ve bu denizlerde sular durulacak? 

Kuzey Irak ve Suriye meselelerinden sonra mutlaka ve mutlaka Kıbrıs meselesi yeniden önümüze konulacaktır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesine yönelik bir karar alırsa Türkiye ne yapacaktır? 

Yunanistan’la aramızdaki kıta sahanlığı meselesi, ile işgal altında bulunan Ege’deki Türk adaları önümüzdeki süreçte patlaması kesin, için için yanan bir volkan gibi öylece durmaktadır. Yine Güneydoğu’ya bağımsızlık veya federatif yapı istekleri, altına sürekli odun atılarak sıcak tutulmaya çalışılan Pontus Rum’larının Karadeniz’e dönmesi hayali, Ermeni soykırımı meselesi ve bu bağlamda Doğu Anadolu Bölgemizden Ermenilere toprak verilmesi ve ayrıca Ermenistan’a tazminat verilmesi talepleri… 

Ne yazık ki, bütün bu konu ve talepler; Amerika ve Avrupa Birliği ülkelerinin işbirliğiyle uluslararası alanda Türkiye’yi çok ciddi bir şekilde zora ve zorlamaya sokabilecek meselelerdir. 

Yine, kaynağı Türkiye’den çıkan sular meselesi ile özellikle Akdeniz ve Ege’deki doğalgaz sahaları adeta pimi çekilmiş birer el bombası gibi ortada durmaya devam etmektedir. 

Er ya da geç ülkemiz başta ABD olmak üzere emperyalist batı ile kanlı bir hesaplaşma yaşamak zorunda kalacaktır ve Türkiye önümüzdeki yıllarda büyük bir ihtimalle, Batı ve Ortadoğu merkezli kimyasal ve biyolojik büyük bir terör saldırısına hedef olacaktır. 

Türkiye Cumhuriyeti tarikat ve cemaat konularında en üst düzeyde hassas ve 
devlet/millet açısından korumacı olmalıdır. 

Irak savaşında Irak Devrim Muhafızları ne oldu, bunlar buhar mı oldu, neden savaşmadılar diye hep sorulur. Sorulur ama, Irak Savaşı’ndan önceki dönemde Saddam’ın eşi ve çocukları dâhil olmak üzere, ordu komutanlarından en yakın çevresine kadar Amerikan destekli Kürt Kesnizani Tarikatı tarafından sarıldığını bilen çok azdır. Maalesef ki, Ordu komutanlarının, kuvvet komutanlarının çoğu ve dahi eşi ve çocukları dahi bu tarikatın üyesiydiler ve tabi ki tarikatın saray ve çevresinde uçan kuştan bile haberi vardı. Günü gelip Amerika Irak’a saldırdığın da, bu Kesnizani Tarikatı’nın sözde şeyhi bütün müritlerine Amerikan askerlerine karşı direnmemeyi emretmişti. Tamamen Şeyh’in emrinde ve güdümünde olan, milli bilinçten yoksun mürit generaller de vatanlarının  bağımsızlığı için savaşmak yerine Kürt bir şeyhin emirlerine uymuşlardı. 

Film bitti mi? Hayır. 

Bu Kesnizani Tarikatı halen daha Irak’ta devletin ve siyasetin tam da göbeğinde faaliyetine devam etmektedir. 

Tarikat ve cemaatleşmenin nelere mal olduğunu kendi ülkemizde de 15 Temmuz 2016’da kanlı bir şekilde yaşayarak öğrenmedik mi? Yıkıcı etkileri hala devam etmiyor mu? 

Peki, Yüce Allah bu konuda bizlere buyurmadı mı ki: “Ya Muhammet şu dinlerini grup grup, fırka fırka, cemaat cemaat bölenler var ya senin onlarla hiçbir 
ilişiğin olamaz” (Enam 159) 

Öyle ise Vatanımızın, milletimizin ve devletimizin bekası açısından cami cemaati dışında hiçbir cemaat bırakmaksızın kökleri kazınmalıdır. 

Sadece cemaat, tarikatlar ve misyonerlik değil, ülkemizde sayıları 20.000’in üzerinde olduğu tahmin edilen masonlar konusu, çeşitli camilerde boy gösteren Vatikan imamları ve sair oluşumlar konusunda da Türk devlet aklı gerekenleri yapmaktan çekinmemelidir. 

Yeri gelmişken, Masonluk konusu ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü masonluk milli değerlere tamamen karşıdır ve daima evrensel değerleri savunduğunu deklare eder. 

Ülkemizdeki bazı siyasi ümmetçi çevreler, Osmanlıcılar ve aşırı dinci İslamcılar da milli değerlere karşı tavırlar içinde değiller midir? 

Tabi ki ihtiyatla yaklaşılmalıdır, ama sakın ola ki ülkeyi perde arkasından masonlar perde önünden ise siyasi İslamcılar yönetiyor olmasın!!! 

Milletlerin kaderini; milli kimlikleri, dilleri/düşünme sistematikleri, karakter özellikleri, yaşadıkları coğrafya ve tarihleri belirler. Türklerin en az bin yıllık yurdu olan Anadolu müthiş güzellikte ve olağanüstü niteliklerde bir coğrafyadır. Üstü ayrı zenginliklere sahip altı ayrı zenginlik potansiyellerine gebedir ve dünyanın birkaç merkez coğrafyasından birisidir. Hem milletler beşiği, hem milletler mezarlığı hem de din ve inançların merkezindedir. Onun için adına BOP deyin, GOP deyin, Bizans Projesi deyin, misyonerler deyin, ne derseniz deyin emperyalist güçlerin amaçlarına ulaşabilmeleri için Türk Devleti’nin yıkılması ve Türk milletinin de ya yok edilmesi ya da köleleştirilmesi şarttır! 

Artık kafamıza dank etmesinin zamanı gelmedi mi? Yüce Allah buyuruyor ki; “Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşılarına emirler yöneltiriz de onlar, orada bozuk gidişler sergilerler. Böylece o ülke aleyhine hüküm hak olur, biz de oranın altını üstüne getiririz” (İsra 16) 
Eğer bu ayeti kerimenin muhatabı olan bir millet olmak istemiyorsak harekete geçmek ve çaba göstermek zorundayız. Kendi durumumuzu düzeltmek zorundayız. Zira Yüce Allah yine buyuruyor ki; “Bir kavim kendi durumunu düzeltmedikçe biz o kavmin durumunu düzeltmeyiz” (Rad 11) 
Bu kadar çok ve hayati tehlike varken, Türk milleti geleceğini garantiye alacak her türlü tedbiri hayata geçirerek geleceğini milli bilinç üzerine yeniden bina etmek zorundadır. 
Ve dahi bu süreçte kendisine vakit kaybettirenleri de sırtından atmak mecburiyetindedir. 
Gençlerimizin beyinlerini başkaları formatlamadan ve dahi zararlı ve zehirli tohumları onların beyinlerine ekmeden önce, yıllardır nadasa bırakılmış gibi boş duran bu gencecik beyinleri milli şuurla bizler doldurmalı ve hidayet meyvesi verecek ekim ve dikimleri kendimiz yapmalıyız. Nasıl ki nadasa bırakılmış bir tarlada ayrık otları çok kolay yetişirse, boş bırakılan beyinleri de önce zararlı, bölücü ve yıkıcı akımlar doldurur. 

Ülkemize ve insanımıza yönelik küresel saldırılara karşı gerekli tedbirleri almak, devletimizi ve halkımızı her türlü psikolojik saldırıdan korumak ve karşı psikolojik harekât planlarını hazırlayıp uygulamak üzere, 2945 sayılı kanun kapsamında, 1983 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği bünyesinde 15-20 kişilik küçük bir kadro ile kurulan ve 21 yıl boyunca başarıyla görev yapan “Toplumla İlişkiler Başkanlığı”; Avrupa Birliği’nden gelen baskılar sebebiyle ve “kendi insanlarımıza karşı psikolojik harekât yapıyorlar” gerekçesiyle 2007 yılında kaldırılmıştır. 

Elbette bir devlet kendi halkına karşı psikolojik harekât yapmaz. Ancak, halkını yıkıcı psikolojik harekât etkilerine karşı korumak ve doğru bilgilerle donatarak bilinçlendirmek de her devletin görevidir. Kanımca Toplumla İlişkiler Başkanlığı kaldırılmak suretiyle terazinin bir kefesi boşaltılmıştır. Bu nedenle küresel güçler ile yıkıcı ve bölücü unsurların kara propagandalarını ve icraatlarını daha iyi yapabilecekleri bir ortam kendiliğinden oluşmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i tarafından; devletimizi ve milletimizi hedef alan psikolojik harekât faaliyetlerine engel olmak ve halkımızı doğru bilgilerle buluşturmak maksadıyla, gerekli olan teşkilat veya teşkilatların kurularak faaliyete geçirilmesi, devletimiz ve milletimizin bekası açısından büyük önem arz etmektedir. 

İyice bozularak millilikten, akıldan, ilim ve fenden uzaklaştırılmış olan eğitim sistemimiz anaokulundan doktora derecesine kadar milli şuurla yeniden yapılanmalıdır. 

Dini eğitim de aynı kapsamda düşünülerek, tarikat ve cemaatlerin elinden alınarak, devlete ait okullarda Kuran ve Sünnete uygun şekilde ve adam gibi yapılmalıdır. 

Bütün okulların imam hatipleştirilmesi saplantısından hemen vazgeçilmelidir. Ne yazık ki, milletimizi yönetmekte olanlar ya Türk Milleti'ni ve onun karakterini hiç tanımamaktadır, ya da millete zararlı icraatları bilerek yapmaktadırlar! Evet, Türk Milleti Müslümandır. Evet, din hassasiyeti yüksektir. Ve evet, inancı uğruna her şeyini ve hatta canını dahi hiç çekinmeden verir. Lakin, Türk Milleti'nin Müslümanlığı veya dindarlığı; imamet, mollalık veya sofuluk düzleminde değildir. 

Tarih boyunca görülmüştür ki, onun dindarlığı; Arap Milleti'ne göre daha sığ, lakin daha akılcı, daha arı duru, daha öze dönük ve iyi ahlak çerçevesindedir. 
Bu gerçekliğin tarih içerisindeki en güzel tezahürü de Alperenliktir. Yani Alperen ler hem dünyevî, hem de uhrevî yönü olan vatan millet ve Allah yolunun bilge savaşçılarıdır. Onun için, ne yaparsanız yapın; Bu milletin tamamını zorla imam ya da molla yapamazsınız! Çünkü Türk Milleti'nin genlerinde ve karakterinde miskinlik, sofuluk veya mollalık değil; teşkilatçılık, savaşçılık ve Alperenlik vardır. 

Çocuklarımıza ve gençlerimize okullarımızda; Kuvvayi Milliye ruhu, İstiklal Harbi, Atatürk ve silah arkadaşları ve şehitlerimiz hakkında doyurucu bilgiler verilmeli, Atatürkçülük ve Alperenlik ruhu bilimsel ve pratik anlamda yeniden aşılanmalı dır. Bu konular okulların yanı sıra radyo, televizyon, sinema, tiyatro ve medyada daha çok yer almalı ve toplumumuzun bütün kesimlerine milli bir bakış açısıyla enjekte edilmelidir. Televizyonların en çok seyredildiği saatlerde milli içerikli yayınlar mecbur hale getirilmelidir. 

Türk milleti nüfus durgunluğuna girmemeli ve çoğalmaya devam etmelidir. Az olursa, yıkıcı ve bölücü unsurlar ile emperyalizm tarafından istila ve yok edilecektir! 

Unutmayınız ki, günümüzde küresel egemenliği kurmayı isteyenler kimler ise, dünyadaki terör hareketlerinin planlayıcısı, destekçisi ve hamisi de onlardır. Böyle bir fütursuz güce karşı Türk milleti de küresel bir güç olmak mecburiyetindedir. Bu bağlamda en iyi çıkış yolu ise, Türk Birliği’nin bir an önce hayata geçirilmesidir. 

Avrupa Birliği için değil, Türk Birliği için çalışılmalıdır. 
Bedeli ne olursa olsun Turan Ordusu kurulmalıdır. 
Türk ordusu sonuna kadar güçlendirilmelidir. 

NBC/KBRN Savunma tedbirlerine öncelik verilmelidir. 

Türkiye ne yapıp edip, en kısa zamanda kendi milli savunma sanayiini kurmalıdır. 
Türkiye en kısa zamanda nükleer güce sahip olmalıdır. 

Misyonerlik ve masonluk faaliyetleri kesin olarak önlenmelidir. 
Yeraltı kaynaklarımız milli olarak işletilmeli ve stratejik önemi olan madenlerimize sahip çıkılmalıdır. 

Yabancılara toprak ve gayrimenkul satışına izin veren yasalar derhal iptal edilmelidir. 
Bunun yerine 40, 50 ve azami 90 yıllık, zilyet hakkı doğurmayacak kiralamalar benimsenebilir. 

Üretim ekonomisi hayata geçirilmeli, sadece sıradan ürünler değil katma değer 
yaratacak stratejik ürünlerin üretilmesi ve geliştirilmesi hedeflenmelidir. 

Ülkenin en zeki çocuklarının, en iyi hocalarının, en iyi bilim insanlarının ve en iyi 
girişimcilerinin bir arada bulunabilecekleri ARGE merkezleri oluşturulmalıdır. 

Eğitim ve din konusu başta olmak üzere bütün devlet görevlileri milli güvenlik bilinçlendirme eğitiminden geçirilmelidir. 

Dil bir milletin benliğidir. Dilini kaybeden milletler benliğini de kaybeder. 
Bu nedenle Türk dili yozlaşmadan ve yabancılaşmadan korunmalıdır. 

Öncelikle ülkemizdeki yabancı tabela ve isimler ya yasaklanmalı, ya da yabancı isim ve tabelalara çok ağır vergiler getirilmelidir. 

Ne yazık ki, güzel ülkemizde adalet iğfal edilmiş bir vaziyettedir. Fakat, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün dediği gibi “insanlar inançsız (ve hatta devletsiz) yaşayabilirler, ama ADALETSİZ yaşayamazlar.’’ Yine Hz. Ömer’in dediği gibi “Adalet mülkün temelidir.” Eğer dünya mülkünde Türk ve Müslüman olarak var olmaya devam etmek istiyorsak, mutlaka ve mutlaka HAK ve ADALET’i bir an önce hâkim kılmalıyız. 

Partili Cumhurbaşkanlığı gibi tek adamlığı ön plana çıkaran ve Meclis’i etkisizleştiren garabet sisteminden vazgeçilerek, Türk tarihindeki toy ve kurultay sistemi ile örtüşen parlamenter sisteme yeniden dönülmelidir. 

Devlet Yönetiminde; Yandaş, Kandaş, Enişte, Bacanak ve Damat değil, LİYAKAT esas alınmalıdır. 

Elimizdeki bütün imkânlar kullanılarak, terör belasının üzerine gidilmeli ve ne pahasına olursa olsun bölücü terör tehdidi ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü bu işi 
halletmediğimiz sürece ayağa kalkıp yolumuza bakabilme imkânımız yoktur. 

Güncel olarak, İdlip ve çevresindekilerin Türk Devleti’ni bölüp parçalama potansiyeli yoktur. Ama Fırat’ın doğusundakilerin böyle bir potansiyeli ve amacı vardır. Bu nedenle Türk ordusunun sınırlı ve kıymetli enerjisi alakasız yerlerde harcanmamalı, önceliğimiz mutlaka ve mutlaka PKK/PYD ve Fırat’ın doğusu olmalıdır. Çünkü bu PKK/PYD kullanılarak; Güneyimizde İslam dünyası, doğumuzda ise Türk dünyası ile irtibatımız kesilmek istenmektedir. İşin doğrusu, PKK/PYD’yi Türkiye ile Türk ve İslam dünyasının arasına adeta birer kama gibi sokmak tam da şeytana göre bir plandır. 

Açıkça dile getirmek gerekirse, bölgemizde Türk milletinin bekasını tehdit eden ESAS SORUN ABD’DİR. İşin özü, hazırlıklar buna göre yapılmalıdır. 

Türk milletinin milli refleksleri; Türklük ve İslam ahlakı temelleri üzerinedir. İşte bu nedenle en az 20 yıldır Atatürk ve Kuvvayi Milliye ruhu hedef tahtasındadır. Bu ruhun aşındırılmasında en büyük pay da ne yazık ki havuz medyanındır. 

Milli reflekslerin aşındırılmasından vazgeçilerek uyandırılmasına çalışılmalıdır. 

BOP, GOP, Bizans ruhu, misyonerler, masonlar, dinciler, kinciler, havuz medya ve diğerleri ne kadar şeytani planlar yaparlarsa yapsınlar, Muhammet Mustafa ahlakı ve Mustafa Kemal bilinci karşısında kazanmaları mümkün değildir. Partimiz, inancımız, sınıfımız, mesleğimiz, mezhebimiz veya dünya görüşümüz ne olursa olsun, işte sırf bu nedenle; ahlaki rehber olarak Muhammed Mustafa’yı, milli rehber olarak da Mustafa Kemal’i örnek almak ve onların yolundan gitmek zorundayız. 

Çünkü başka bir çıkış yolumuz yoktur. 

Şimdi başta sorduğumuz soruyu bir daha soralım: “Bir bin yıl daha, bu topraklarda Türk ve Müslüman kimliği ile kalabilecek miyiz?” 

Gerekli tedbirleri alırsak, atalarımız gibi Türk olursak, Hoca Ahmet Yesevi gibi Müslüman olursak, doğru ve çalışkan olursak, küçüklerimizi sever ve korur büyüklerimizi sayarsak, yurdumuzu ve milletimizi özümüzden (kendimizden) çok seversek ve varlığımızı Türk varlığına armağan etmeye hazır olursak EVET… 
Evet, bir bin yıl değil, kıyamete kadar bu topraklarda kalabiliriz. Seçim de çözüm de bizde. 

Lütfen şimdi “bütün bunları KİM YAPACAK?” diye sormayın. 

Kendinize “Türk milli hedeflerine giden yolda BEN NE YAPABİLİRİM?” diye sorun. 

Eminim ki, her birinizin bu deryada bir damla olabilecek kadar varlığı, bu karanlıkta bir kıvılcım çakabilecek kadar enerjisi ve bu kutlu yola zerre kadar bile olsa katkı sağlayabilecek cesareti, fikri, projesi, desteği, sesi ve nefesi vardır. 

Vazgeçmezler! 
Emin olun vazgeçmeyecekler. 
Ya onlar galip gelecek ya da biz, üçüncü bir şık yok! 
Ya şerefli birer Bozkurt, ya da esaret altında birer Mankurt olacağız! 
Arası yok! 

Çünkü adına Anadolu denilen bu Türk coğrafyası, Yahudilik ve Hıristiyanlık âlemi için: 
“Tanrı’nın yürüdüğü topraklar”dır. 

Sen Türk’sün, yanacaksan aşk ile yan, 
Yan ki, ateş ol, ışık ol, har ol, köze dön, 
Asırlarca uyudun! Ümit ve aşk ile uyan, 
Aç gözünü, ayağa kalk, titre ve öze dön… 


 ****