GAP Projesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GAP Projesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2020 Cuma

ŞEYTANIN PLANLARI!!!

ŞEYTANIN PLANLARI!!!   



Yazar Hasip Sarıgöz’ün Kaleminden.,

Anadolu’da güzel bir deyim vardır. 
Derler ki; “Yol üstünde bağı olanla, güzel yâri olanın başı dertten kurtulmaz” 

Sanki bu deyim, tam da Anadolu’nun durumunu anlatmak için söylenmiş gibidir. 

Gerçekten de Anadolu’ya ilk gelişimizden bu yana başımız hiç dertten kurtulmadı. 
Ama hakkımızı da teslim edelim ki, bütün dertlere rağmen, nice kavimleri eriten bu topraklarda tam bin yıldır var olmayı başardık. 

Peki, Şeytan pes etti mi? Asla! 

 Her seferinde çok daha donanımlı, hırslı ve çok daha kuvvetli olarak üzerimize geldi. Gelmeye de devam ediyorlar! 

Esas soru şu: Bir bin yıl daha, bu topraklarda Türk ve Müslüman kimliği ile kalabilecek miyiz? 

İsterseniz bu sorunun cevabını sona bırakalım ve önce şeytanın planlarına bir bakalım. 

1970’li yılların ortalarıydı… 

Şeytaniler tarafından, taa okyanus ötesinden bir proje başlatıldı. 
Projeyi başlatan, dönemin Amerikan Milli Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger idi. 

Projenin amacı: Türkiye ve çevresinin etnik ve mezhep tabanlı olarak ve Amerikan çıkarlarına uygun şekilde yeniden formatlanmasıydı! 

Haziran 1978 tarihinde Kissinger’in hamiliğinde ve tarihçi Bernard Lewis’in başkanlığında Princeton Üniversitesinde gerçekleştirilen geniş katılımlı 
bir toplantıda; Türkiye ve çevresinin, 19’uncu yüzyıldaki mezhep ve inançlara göre sınırlarının yeniden çizilmesi öngörülüyordu! 

Açık CIA olarak da bilinen “Stratford”da baş jeopolitik analist olarak çalışan Robert D. Kaplan “On the Coming Anarchy On Our Planet” isimli makalesinde, 
daha 1994’te “Türkiye önümüzdeki yıllarda elinden çıkacak olan GAP’taki barajları niye inşa etti ki?” diye soruyordu! 

Adamlardaki özgüvene bakın… (Bu kişinin soyadı tanıdık geldi değil mi? İşte bu emperyalist batı her zaman “mühre” kullanmayı çok sever) 

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında: BOP ile, Türkiye dâhil 22 ülkenin sınırlarının değiştirileceğini yazmıştı. 

Ondan sonraki süreçte yaşanan Arap Baharı’nın nasıl bir “Arap Kışı” ve hatta “Arap kıyımı” olduğunu gördünüz. Çünkü emperyalist Batı’nın askeri ve ekonomik kazanımlarının hepsinde maalesef ki masum, garip ve Müslüman kanı akmıştır! 

Gördüğünüz gibi, neredeyse her şeyi açık açık yaptılar. Ustalıkları ise, şeytani planlarını çok güzel ve masum kılıfların içerisinde sunmuş olmalarıydı. 
Plan çok, kılıf da çoktu! 

Amerikan Misyoner Teşkilatınca, Anadolu’ya gönderilen misyonerlere; “…bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar, silahsız bir Haçlı Seferiyle geri alınacaktır.” talimatı verilerek misyonerliğin gerçek hedefi ortaya konulmuştu ve Hıristiyanlığın karargâhında oturan Papa II. John Paul: “Birinci binyılda Avrupa, ikinci binyılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü binyılda ise Asya Hıristiyanlaştırılacaktır” demişti. 

Adamlar dediklerini yapıyorlar! 

20 küsur yıl önce Daniel Wickwire adında bir ABD vatandaşı ülkemize geliyor ve Ankara Gaziosmanpaşa’da bir ev tutuyor ve misyonerlik çalışmalarına başlıyor. 
İlk başlarda sadece beş Türk gencini devşirebiliyor ama yıl 2004 olduğunda Türk hükümetinin misyonerlerin önünü açan uygulamalarının da etkisiyle ev kiliseleri 
hariç Evanjelist kilise sayısı 100’ü geçiyor, İslam’ı terk eden ve Evanjelist Hıristiyan olan Türk genci sayısı ise 3000’i geçiyor! Yıl şimdi 2018 şimdiki sayılarını varın siz hesaplayın. İşte bu Daniel Wickwire 22 Aralık 2004 tarihli Tempo Dergisi’ne verdiği mülakatta hiç çekinmeden “GAP Armegadon için kuruldu.” diyebiliyor. 

Bu kilise ve ev kiliseleri meselesi açılmışken, misyonerlik faaliyetlerinin yalnızca Evanjelist Hıristiyan tarikatı ile sınırlı olduğunu mu sanıyorsunuz? 
Öyle ise çok büyük bir tarihi yanılgı içindesiniz. Devlet istatistik Kurumu Anadolu’da açılan kiliseler konusunu ve Hıristiyanlaştırılan Müslüman Türk gençleri konusunu görmezden geldiği için güncel rakamları tam olarak bilemiyoruz. 

Fakat elimizde çeşitli veriler de yok değil. 

Güneş Gazetesi’nin 08 Kasım 2010 tarihinde manşetten verdiği “Satılık Tarihi Camii” başlıklı habere göre; 2003’ten 2010’a kadar geçen 7 yıl gibi kısa bir dönemde, Türkiye’de tam 37.000 kilise veya ev kilise hizmete açılmıştır. 

   Psikolojik Savaş kitabının yazarı Tahir Tamer Kumkale’ye göre, bu kiliselerin 30.000’e yakını; 2005 / 2007 yılları arasında, 2-3 yıl gibi kısa bir sürede açılmıştır. 

En son olarak da, 2012 yılında 4’üncü Kocaeli Kitap Fuarı’nda bir konuşma yapan Araştırmacı Yazar, Gazeteci ve Belgesel Programcısı Banu Avar; 

“Türkiye’de 54 binin üzerinde Protestan ev kilisesi olduğunu ve bu kiliselerin en yaygın olduğu illerin başında da İzmit’in geldiğini” söylemiştir. 

Bütün bu haber ve demeçlerin hiçbiri şimdiye kadar tekzip edilmiş değildir. 

Peki, herhangi bir şey yapılmış mıdır? 

Ne yazık ki hayır! Ülkemizde nifak tohumları eken Amerikan Barış Gönüllülerini, yıllarca birer angut misali nasıl sadece seyretmişsek, bu olanları da yalnızca 
seyrettik. Hala da öyleyiz. 

Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en büyük Ermeni kilisesi olan Surp Giragos Kilisesi 2011 yılından bu yana Diyarbakır’da faaliyet göstermektedir. 

Başlangıçta bir tek Hıristiyan’ın dahi yaşamadığı bölgelerde açılan bu kiliselerin en büyüklerinden biri de, 1994 yılından beri faaliyette bulunan ve 2003 yılından 
sonra mekân ve cemaat olarak daha da büyüyen Diyarbakır Protestan Kilisesi’dir. 

Bu kilise; 1991 yılında Diyarbakır’a gelen bir adet misyonerin başlattığı çalışmalar sonucu ve devletimizin çıkarttığı yanlış yasalar suiistimal edilmek suretiyle, bugün kayıtlı üye sayısı binlerle ifade edilen bir misyonerlik kurumu halini almıştır. 

Görüldüğü gibi ülkemizde meydanı boş bulan binlerce misyoner cirit atmaya devam ediyor! Ne yazık ki, hiçbir misyoner örgütün amacı ve önceliği ilahi değildir. 

Hepsinin amaçları öncelikle siyasi, sonra iktisadi ve en son kılıf olarak ilahidir. 

Bu arada İstanbul Alman Kilisesi’nin Rahibi Holger Nollmann; “AKP Hükümeti ile çok uyumlu çalıştıklarını, Hıristiyanlığın doğduğu topraklara Hıristiyanların yeniden kavuşacağını” belirtiyor ve Recep Tayyip Erdoğan’ı “Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi başbakanı” olarak tanımlıyor.(Deniz Som, Cumhuriyet Gazetesi 11 Mart 2005) 

Yine, ABD’nin üst istihbarat teşkilatı olan “National Intelligence Council” 2012 yılında yayınladığı “Küresel Eğilimler Araştırması” raporunda Türkiye’nin 2030 yılına kadar bölünmesini öngörüyor! 

Türkiye ve çevresi diye zikredip duruyoruz ya, peki Türkiye bu satrancın neresindedir? Emin olun ki Türk Devleti, Türk vatanı, Türk milleti ve İslam; Yeni Dünya Düzeni denilen bu 12’lik daire hedefinin tam da göbeğindedir! 

Çünkü: Türkistan, Semerkant, Buhara, Ankara ve İstanbul ana hattındaki Maturidi Türk İslam itikadı zihniyeti; Türkiye’yi 1,5 milyarlık İslam dünyası arasında en tehlikeli rakip ve dahi en öncelikli hedef haline getiriyor. 

Çünkü; Öncelikle “Ilımlı İslam” projesi ile milli devletin sulandırılması, sonrasında da Anadolu’nun Hıristiyan değerleri ile yeniden formatlanması BOP’un en önemli örtülü hedeflerinden birisidir. 

Yahudi düşünce yapısının temelini oluşturan kutsal metinlerden “Kabala”ya göre; Anadolu’nun adı “Edom”dur ve bu Edom Yeni Dünya Düzeni kurulurken son büyük seferde fethedilecek olan hedef ülkedir. Bu amaçla emperyalist batı tarafından, bu fetih için gerekli olan kuşatma harekâtına çoktan başlanmış durumdadır. (Bu arada bir dipnot olarak aklınızda bulunsun: “Ampul” ve “Rabia” işareti aynı zamanda Kabala’nın kadim sembollerindendir.) 

Yahudi inancındaki Arz-ı Mevud (vaat edilmiş topraklar)’un hedefi de yine Türkiye’dir! 

Saldırıların çok yönlü olduğunu bilmek; çevremizdeki Mısır, Libya, Irak, Suriye ve Afganistan gibi ülkelerin başlarına gelenleri görmek ve doğru şekilde anlamak zorundayız. 

Nasıl ki, zamanında Kuş Gribi saldırısı ile kümes hayvancılığımız ve Deli Dana hastalığı vb. saldırılarla da büyükbaş hayvancılığımız çok büyük zararlara uğramışsa; son günlerde yayılan dış kaynaklı şarbon hastalığı ve longoz ormanlarımıza musallat olan Amerikan Beyaz Kelebeği (tırtıl) de farklı bir savaş / yıpratma taktiğinin zuhur etmiş hallerinden başka bir şey değildir. Tohumumuz neden bozuldu? Kanser neden çoğaldı? Uyuşturucu bağımlılığı neden bu kadar arttı? Toplumu yozlaştıran televizyon programları neden Nirvana yaptı? İslam kendiliğinden mi bu kadar yozlaştırıldı? İslam=Terör anlayışı kendiliğinden mi yerleşti? Taciz ve tecavüz vakaları neden çığ gibi arttı? T.C tabelaları neden  yerlerinden indirildi? Türk kelimesi görüldüğü her yerden neden silinmeye çalışıldı? Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı durduk yere mi hortlatıldı??? (Dediğim gibi emperyalist batı avlanırken mühre kullanmayı sever) 

Dünyanın en büyük güçleri ne yazık ki son dönemlerde Akdeniz’i mesken tutmuş durumdadır. Amerika, Rusya, Çin, İngiliz, Fransız… Ha bir de nükleer füze yüklü İsrail denizaltıları! 

Sanıyor musunuz ki bu topraklarda ve bu denizlerde sular durulacak? 

Kuzey Irak ve Suriye meselelerinden sonra mutlaka ve mutlaka Kıbrıs meselesi yeniden önümüze konulacaktır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesine yönelik bir karar alırsa Türkiye ne yapacaktır? 

Yunanistan’la aramızdaki kıta sahanlığı meselesi, ile işgal altında bulunan Ege’deki Türk adaları önümüzdeki süreçte patlaması kesin, için için yanan bir volkan gibi öylece durmaktadır. Yine Güneydoğu’ya bağımsızlık veya federatif yapı istekleri, altına sürekli odun atılarak sıcak tutulmaya çalışılan Pontus Rum’larının Karadeniz’e dönmesi hayali, Ermeni soykırımı meselesi ve bu bağlamda Doğu Anadolu Bölgemizden Ermenilere toprak verilmesi ve ayrıca Ermenistan’a tazminat verilmesi talepleri… 

Ne yazık ki, bütün bu konu ve talepler; Amerika ve Avrupa Birliği ülkelerinin işbirliğiyle uluslararası alanda Türkiye’yi çok ciddi bir şekilde zora ve zorlamaya sokabilecek meselelerdir. 

Yine, kaynağı Türkiye’den çıkan sular meselesi ile özellikle Akdeniz ve Ege’deki doğalgaz sahaları adeta pimi çekilmiş birer el bombası gibi ortada durmaya devam etmektedir. 

Er ya da geç ülkemiz başta ABD olmak üzere emperyalist batı ile kanlı bir hesaplaşma yaşamak zorunda kalacaktır ve Türkiye önümüzdeki yıllarda büyük bir ihtimalle, Batı ve Ortadoğu merkezli kimyasal ve biyolojik büyük bir terör saldırısına hedef olacaktır. 

Türkiye Cumhuriyeti tarikat ve cemaat konularında en üst düzeyde hassas ve 
devlet/millet açısından korumacı olmalıdır. 

Irak savaşında Irak Devrim Muhafızları ne oldu, bunlar buhar mı oldu, neden savaşmadılar diye hep sorulur. Sorulur ama, Irak Savaşı’ndan önceki dönemde Saddam’ın eşi ve çocukları dâhil olmak üzere, ordu komutanlarından en yakın çevresine kadar Amerikan destekli Kürt Kesnizani Tarikatı tarafından sarıldığını bilen çok azdır. Maalesef ki, Ordu komutanlarının, kuvvet komutanlarının çoğu ve dahi eşi ve çocukları dahi bu tarikatın üyesiydiler ve tabi ki tarikatın saray ve çevresinde uçan kuştan bile haberi vardı. Günü gelip Amerika Irak’a saldırdığın da, bu Kesnizani Tarikatı’nın sözde şeyhi bütün müritlerine Amerikan askerlerine karşı direnmemeyi emretmişti. Tamamen Şeyh’in emrinde ve güdümünde olan, milli bilinçten yoksun mürit generaller de vatanlarının  bağımsızlığı için savaşmak yerine Kürt bir şeyhin emirlerine uymuşlardı. 

Film bitti mi? Hayır. 

Bu Kesnizani Tarikatı halen daha Irak’ta devletin ve siyasetin tam da göbeğinde faaliyetine devam etmektedir. 

Tarikat ve cemaatleşmenin nelere mal olduğunu kendi ülkemizde de 15 Temmuz 2016’da kanlı bir şekilde yaşayarak öğrenmedik mi? Yıkıcı etkileri hala devam etmiyor mu? 

Peki, Yüce Allah bu konuda bizlere buyurmadı mı ki: “Ya Muhammet şu dinlerini grup grup, fırka fırka, cemaat cemaat bölenler var ya senin onlarla hiçbir 
ilişiğin olamaz” (Enam 159) 

Öyle ise Vatanımızın, milletimizin ve devletimizin bekası açısından cami cemaati dışında hiçbir cemaat bırakmaksızın kökleri kazınmalıdır. 

Sadece cemaat, tarikatlar ve misyonerlik değil, ülkemizde sayıları 20.000’in üzerinde olduğu tahmin edilen masonlar konusu, çeşitli camilerde boy gösteren Vatikan imamları ve sair oluşumlar konusunda da Türk devlet aklı gerekenleri yapmaktan çekinmemelidir. 

Yeri gelmişken, Masonluk konusu ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü masonluk milli değerlere tamamen karşıdır ve daima evrensel değerleri savunduğunu deklare eder. 

Ülkemizdeki bazı siyasi ümmetçi çevreler, Osmanlıcılar ve aşırı dinci İslamcılar da milli değerlere karşı tavırlar içinde değiller midir? 

Tabi ki ihtiyatla yaklaşılmalıdır, ama sakın ola ki ülkeyi perde arkasından masonlar perde önünden ise siyasi İslamcılar yönetiyor olmasın!!! 

Milletlerin kaderini; milli kimlikleri, dilleri/düşünme sistematikleri, karakter özellikleri, yaşadıkları coğrafya ve tarihleri belirler. Türklerin en az bin yıllık yurdu olan Anadolu müthiş güzellikte ve olağanüstü niteliklerde bir coğrafyadır. Üstü ayrı zenginliklere sahip altı ayrı zenginlik potansiyellerine gebedir ve dünyanın birkaç merkez coğrafyasından birisidir. Hem milletler beşiği, hem milletler mezarlığı hem de din ve inançların merkezindedir. Onun için adına BOP deyin, GOP deyin, Bizans Projesi deyin, misyonerler deyin, ne derseniz deyin emperyalist güçlerin amaçlarına ulaşabilmeleri için Türk Devleti’nin yıkılması ve Türk milletinin de ya yok edilmesi ya da köleleştirilmesi şarttır! 

Artık kafamıza dank etmesinin zamanı gelmedi mi? Yüce Allah buyuruyor ki; “Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşılarına emirler yöneltiriz de onlar, orada bozuk gidişler sergilerler. Böylece o ülke aleyhine hüküm hak olur, biz de oranın altını üstüne getiririz” (İsra 16) 
Eğer bu ayeti kerimenin muhatabı olan bir millet olmak istemiyorsak harekete geçmek ve çaba göstermek zorundayız. Kendi durumumuzu düzeltmek zorundayız. Zira Yüce Allah yine buyuruyor ki; “Bir kavim kendi durumunu düzeltmedikçe biz o kavmin durumunu düzeltmeyiz” (Rad 11) 
Bu kadar çok ve hayati tehlike varken, Türk milleti geleceğini garantiye alacak her türlü tedbiri hayata geçirerek geleceğini milli bilinç üzerine yeniden bina etmek zorundadır. 
Ve dahi bu süreçte kendisine vakit kaybettirenleri de sırtından atmak mecburiyetindedir. 
Gençlerimizin beyinlerini başkaları formatlamadan ve dahi zararlı ve zehirli tohumları onların beyinlerine ekmeden önce, yıllardır nadasa bırakılmış gibi boş duran bu gencecik beyinleri milli şuurla bizler doldurmalı ve hidayet meyvesi verecek ekim ve dikimleri kendimiz yapmalıyız. Nasıl ki nadasa bırakılmış bir tarlada ayrık otları çok kolay yetişirse, boş bırakılan beyinleri de önce zararlı, bölücü ve yıkıcı akımlar doldurur. 

Ülkemize ve insanımıza yönelik küresel saldırılara karşı gerekli tedbirleri almak, devletimizi ve halkımızı her türlü psikolojik saldırıdan korumak ve karşı psikolojik harekât planlarını hazırlayıp uygulamak üzere, 2945 sayılı kanun kapsamında, 1983 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği bünyesinde 15-20 kişilik küçük bir kadro ile kurulan ve 21 yıl boyunca başarıyla görev yapan “Toplumla İlişkiler Başkanlığı”; Avrupa Birliği’nden gelen baskılar sebebiyle ve “kendi insanlarımıza karşı psikolojik harekât yapıyorlar” gerekçesiyle 2007 yılında kaldırılmıştır. 

Elbette bir devlet kendi halkına karşı psikolojik harekât yapmaz. Ancak, halkını yıkıcı psikolojik harekât etkilerine karşı korumak ve doğru bilgilerle donatarak bilinçlendirmek de her devletin görevidir. Kanımca Toplumla İlişkiler Başkanlığı kaldırılmak suretiyle terazinin bir kefesi boşaltılmıştır. Bu nedenle küresel güçler ile yıkıcı ve bölücü unsurların kara propagandalarını ve icraatlarını daha iyi yapabilecekleri bir ortam kendiliğinden oluşmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i tarafından; devletimizi ve milletimizi hedef alan psikolojik harekât faaliyetlerine engel olmak ve halkımızı doğru bilgilerle buluşturmak maksadıyla, gerekli olan teşkilat veya teşkilatların kurularak faaliyete geçirilmesi, devletimiz ve milletimizin bekası açısından büyük önem arz etmektedir. 

İyice bozularak millilikten, akıldan, ilim ve fenden uzaklaştırılmış olan eğitim sistemimiz anaokulundan doktora derecesine kadar milli şuurla yeniden yapılanmalıdır. 

Dini eğitim de aynı kapsamda düşünülerek, tarikat ve cemaatlerin elinden alınarak, devlete ait okullarda Kuran ve Sünnete uygun şekilde ve adam gibi yapılmalıdır. 

Bütün okulların imam hatipleştirilmesi saplantısından hemen vazgeçilmelidir. Ne yazık ki, milletimizi yönetmekte olanlar ya Türk Milleti'ni ve onun karakterini hiç tanımamaktadır, ya da millete zararlı icraatları bilerek yapmaktadırlar! Evet, Türk Milleti Müslümandır. Evet, din hassasiyeti yüksektir. Ve evet, inancı uğruna her şeyini ve hatta canını dahi hiç çekinmeden verir. Lakin, Türk Milleti'nin Müslümanlığı veya dindarlığı; imamet, mollalık veya sofuluk düzleminde değildir. 

Tarih boyunca görülmüştür ki, onun dindarlığı; Arap Milleti'ne göre daha sığ, lakin daha akılcı, daha arı duru, daha öze dönük ve iyi ahlak çerçevesindedir. 
Bu gerçekliğin tarih içerisindeki en güzel tezahürü de Alperenliktir. Yani Alperen ler hem dünyevî, hem de uhrevî yönü olan vatan millet ve Allah yolunun bilge savaşçılarıdır. Onun için, ne yaparsanız yapın; Bu milletin tamamını zorla imam ya da molla yapamazsınız! Çünkü Türk Milleti'nin genlerinde ve karakterinde miskinlik, sofuluk veya mollalık değil; teşkilatçılık, savaşçılık ve Alperenlik vardır. 

Çocuklarımıza ve gençlerimize okullarımızda; Kuvvayi Milliye ruhu, İstiklal Harbi, Atatürk ve silah arkadaşları ve şehitlerimiz hakkında doyurucu bilgiler verilmeli, Atatürkçülük ve Alperenlik ruhu bilimsel ve pratik anlamda yeniden aşılanmalı dır. Bu konular okulların yanı sıra radyo, televizyon, sinema, tiyatro ve medyada daha çok yer almalı ve toplumumuzun bütün kesimlerine milli bir bakış açısıyla enjekte edilmelidir. Televizyonların en çok seyredildiği saatlerde milli içerikli yayınlar mecbur hale getirilmelidir. 

Türk milleti nüfus durgunluğuna girmemeli ve çoğalmaya devam etmelidir. Az olursa, yıkıcı ve bölücü unsurlar ile emperyalizm tarafından istila ve yok edilecektir! 

Unutmayınız ki, günümüzde küresel egemenliği kurmayı isteyenler kimler ise, dünyadaki terör hareketlerinin planlayıcısı, destekçisi ve hamisi de onlardır. Böyle bir fütursuz güce karşı Türk milleti de küresel bir güç olmak mecburiyetindedir. Bu bağlamda en iyi çıkış yolu ise, Türk Birliği’nin bir an önce hayata geçirilmesidir. 

Avrupa Birliği için değil, Türk Birliği için çalışılmalıdır. 
Bedeli ne olursa olsun Turan Ordusu kurulmalıdır. 
Türk ordusu sonuna kadar güçlendirilmelidir. 

NBC/KBRN Savunma tedbirlerine öncelik verilmelidir. 

Türkiye ne yapıp edip, en kısa zamanda kendi milli savunma sanayiini kurmalıdır. 
Türkiye en kısa zamanda nükleer güce sahip olmalıdır. 

Misyonerlik ve masonluk faaliyetleri kesin olarak önlenmelidir. 
Yeraltı kaynaklarımız milli olarak işletilmeli ve stratejik önemi olan madenlerimize sahip çıkılmalıdır. 

Yabancılara toprak ve gayrimenkul satışına izin veren yasalar derhal iptal edilmelidir. 
Bunun yerine 40, 50 ve azami 90 yıllık, zilyet hakkı doğurmayacak kiralamalar benimsenebilir. 

Üretim ekonomisi hayata geçirilmeli, sadece sıradan ürünler değil katma değer 
yaratacak stratejik ürünlerin üretilmesi ve geliştirilmesi hedeflenmelidir. 

Ülkenin en zeki çocuklarının, en iyi hocalarının, en iyi bilim insanlarının ve en iyi 
girişimcilerinin bir arada bulunabilecekleri ARGE merkezleri oluşturulmalıdır. 

Eğitim ve din konusu başta olmak üzere bütün devlet görevlileri milli güvenlik bilinçlendirme eğitiminden geçirilmelidir. 

Dil bir milletin benliğidir. Dilini kaybeden milletler benliğini de kaybeder. 
Bu nedenle Türk dili yozlaşmadan ve yabancılaşmadan korunmalıdır. 

Öncelikle ülkemizdeki yabancı tabela ve isimler ya yasaklanmalı, ya da yabancı isim ve tabelalara çok ağır vergiler getirilmelidir. 

Ne yazık ki, güzel ülkemizde adalet iğfal edilmiş bir vaziyettedir. Fakat, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün dediği gibi “insanlar inançsız (ve hatta devletsiz) yaşayabilirler, ama ADALETSİZ yaşayamazlar.’’ Yine Hz. Ömer’in dediği gibi “Adalet mülkün temelidir.” Eğer dünya mülkünde Türk ve Müslüman olarak var olmaya devam etmek istiyorsak, mutlaka ve mutlaka HAK ve ADALET’i bir an önce hâkim kılmalıyız. 

Partili Cumhurbaşkanlığı gibi tek adamlığı ön plana çıkaran ve Meclis’i etkisizleştiren garabet sisteminden vazgeçilerek, Türk tarihindeki toy ve kurultay sistemi ile örtüşen parlamenter sisteme yeniden dönülmelidir. 

Devlet Yönetiminde; Yandaş, Kandaş, Enişte, Bacanak ve Damat değil, LİYAKAT esas alınmalıdır. 

Elimizdeki bütün imkânlar kullanılarak, terör belasının üzerine gidilmeli ve ne pahasına olursa olsun bölücü terör tehdidi ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü bu işi 
halletmediğimiz sürece ayağa kalkıp yolumuza bakabilme imkânımız yoktur. 

Güncel olarak, İdlip ve çevresindekilerin Türk Devleti’ni bölüp parçalama potansiyeli yoktur. Ama Fırat’ın doğusundakilerin böyle bir potansiyeli ve amacı vardır. Bu nedenle Türk ordusunun sınırlı ve kıymetli enerjisi alakasız yerlerde harcanmamalı, önceliğimiz mutlaka ve mutlaka PKK/PYD ve Fırat’ın doğusu olmalıdır. Çünkü bu PKK/PYD kullanılarak; Güneyimizde İslam dünyası, doğumuzda ise Türk dünyası ile irtibatımız kesilmek istenmektedir. İşin doğrusu, PKK/PYD’yi Türkiye ile Türk ve İslam dünyasının arasına adeta birer kama gibi sokmak tam da şeytana göre bir plandır. 

Açıkça dile getirmek gerekirse, bölgemizde Türk milletinin bekasını tehdit eden ESAS SORUN ABD’DİR. İşin özü, hazırlıklar buna göre yapılmalıdır. 

Türk milletinin milli refleksleri; Türklük ve İslam ahlakı temelleri üzerinedir. İşte bu nedenle en az 20 yıldır Atatürk ve Kuvvayi Milliye ruhu hedef tahtasındadır. Bu ruhun aşındırılmasında en büyük pay da ne yazık ki havuz medyanındır. 

Milli reflekslerin aşındırılmasından vazgeçilerek uyandırılmasına çalışılmalıdır. 

BOP, GOP, Bizans ruhu, misyonerler, masonlar, dinciler, kinciler, havuz medya ve diğerleri ne kadar şeytani planlar yaparlarsa yapsınlar, Muhammet Mustafa ahlakı ve Mustafa Kemal bilinci karşısında kazanmaları mümkün değildir. Partimiz, inancımız, sınıfımız, mesleğimiz, mezhebimiz veya dünya görüşümüz ne olursa olsun, işte sırf bu nedenle; ahlaki rehber olarak Muhammed Mustafa’yı, milli rehber olarak da Mustafa Kemal’i örnek almak ve onların yolundan gitmek zorundayız. 

Çünkü başka bir çıkış yolumuz yoktur. 

Şimdi başta sorduğumuz soruyu bir daha soralım: “Bir bin yıl daha, bu topraklarda Türk ve Müslüman kimliği ile kalabilecek miyiz?” 

Gerekli tedbirleri alırsak, atalarımız gibi Türk olursak, Hoca Ahmet Yesevi gibi Müslüman olursak, doğru ve çalışkan olursak, küçüklerimizi sever ve korur büyüklerimizi sayarsak, yurdumuzu ve milletimizi özümüzden (kendimizden) çok seversek ve varlığımızı Türk varlığına armağan etmeye hazır olursak EVET… 
Evet, bir bin yıl değil, kıyamete kadar bu topraklarda kalabiliriz. Seçim de çözüm de bizde. 

Lütfen şimdi “bütün bunları KİM YAPACAK?” diye sormayın. 

Kendinize “Türk milli hedeflerine giden yolda BEN NE YAPABİLİRİM?” diye sorun. 

Eminim ki, her birinizin bu deryada bir damla olabilecek kadar varlığı, bu karanlıkta bir kıvılcım çakabilecek kadar enerjisi ve bu kutlu yola zerre kadar bile olsa katkı sağlayabilecek cesareti, fikri, projesi, desteği, sesi ve nefesi vardır. 

Vazgeçmezler! 
Emin olun vazgeçmeyecekler. 
Ya onlar galip gelecek ya da biz, üçüncü bir şık yok! 
Ya şerefli birer Bozkurt, ya da esaret altında birer Mankurt olacağız! 
Arası yok! 

Çünkü adına Anadolu denilen bu Türk coğrafyası, Yahudilik ve Hıristiyanlık âlemi için: 
“Tanrı’nın yürüdüğü topraklar”dır. 

Sen Türk’sün, yanacaksan aşk ile yan, 
Yan ki, ateş ol, ışık ol, har ol, köze dön, 
Asırlarca uyudun! Ümit ve aşk ile uyan, 
Aç gözünü, ayağa kalk, titre ve öze dön… 


 ****

17 Şubat 2020 Pazartesi

Son Haçlı Seferi : PKK Açılımı, BÖLÜM 2

Son Haçlı Seferi : PKK Açılımı, BÖLÜM 2







17. DİYANET’TEN AÇILIM:  Diyanet İşleri Başkanlığı Kürtçe Kuran-ı Kerim çalışmalarını kısa sürede tamamlayacak. Bölgedeki vekil imam uygulamalarına son verilecek. Bölgeye gönüllü ve kadrolu imamlar gönderilecek.

Okuma yazma bilmeyen, ağırlıkla da köylerde ve mezralarda oturan kişilerin, Kuran-ı Kerim hangi dilden olursa olsun yararlanmaları mümkün değildir. Ayrıca, Kürtçe denilen Kurmanç lehçesine, kelime hazinesi ve ifade gücü bakımından, Kuran’ı Kerim  tercüme edilemez.

Eğer maksat vatandaşlarımızın kutsal kitabımızı öğrenmeleri ise, bunun en doğru yolunun, nüfusumuzun yüzde 98’inin Türkçe bildiği ülkemizde, Türkçe Kuran-ı Kerim’i okumalarıdır. Zaten fiili durum da böyledir.

Bu gerçek dikkate alınmadığına göre, maksadın bu olmadığı görülüyor. Bu düzenleme de, herhalde diğer maddelerde  olduğu gibi, bir lehçeden bir dil yaratma, sonra etnik kimlik oluşturma projesinin gereği olarak ele alınıyor.

Öte yandan “Bölgeye gönüllü ve kadrolu imam verilmesi” PKK’nın da istediği bir şey. Böylece vekiller kadroya alınacağı gibi, güvenliğin sağlanamadığı bölgede sadece PKK yanlısı imamlar gönüllü olabilecektir. Böylece, devleti temsil eden, devletin camilerinde, devletin maaşlı imamlarıyla bölücülüğe resmi hizmet imkanı verilecek.

Kısaca Camilerimiz de PKK Mevzileri haline dönüştürülebilecektir. 

18. GAP TAMAMLANACAK:  GAP Projesi 2012 yılına kadar tamamlanacak. 2 milyon kişiye istihdam yaratılacak. Bölgedeki işsizliğin giderilmesi için özel teşvikler getirilecek.

Gap’ın tamamlanması, 26 maddenin tek doğrusu diyebiliriz. Ancak, bu iktidar ülkeyi 8 yıldır tek başına yönetmektedir. Sürekli GAP’ın tamamlanmasından söz ettiği halde bir çivi bile çakılmadığı, önümüzdeki dönemde ekonominin daha da çöküntüye gireceği dikkate alınırsa, değişen bir şeyin olmayacağını söyleyebiliriz.

Durum böyle ise, bu madde niçin yazılmıştır? Bu da aynen “Alfabe değişmeyecek” cinsinden, diğer yapılanların üstünü örtmeye yarıyor.

19. AND OKUNMAYACAK: Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 250 yeni okul inşa edilecek. İlk Öğretim Okulları’nda ‘Türküm Doğruyum, Çalışkanım’ dizeleri ile başlayan And’ın okutulmasından vazgeçilecek.

Bu yasaklamayı kim istiyor? Tabii ki, PKK, AB, AKP. Böylece bebek katilinin bir şartı daha yerine getirilecek demektir.

Bin yıldır kan ve can bedeliyle vatan yaparak, yüksek bir medeniyet kurduğumuz bu topraklarda, kendi çocuklarımıza milletimizin adını  öğretemeyeceğiz; onlara doğruluk, çalışkanlık, dürüstlük gibi temel değerlerimizi öğretemeyeceğiz öyle mi?  Haddini bilmezlik ve inkarcılık doğrusu bu kadar olur.

Aslında “And”ın yasaklanması açılımcıları ele veren  bir şifre gibidir. Suçüstü halidir.

Şöyle ki; bunlar, Atatürk sözünde durmadı, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir diyerek,  devleti  Türk Milleti esasına göre kurdu. Böylece diğer etnik kesimleri inkar, asimilasyon ve ayrımcılık yaptı.  Biz “ayrımcılıkla mücadele” ederek, bu yanlışı düzelteceğiz.” diyorlar.

Demek ki, Atatürk ve arkadaşları, devleti ırklar koalisyonuna göre değil de, bir millet gerçeğine göre kurmakla büyük suç işlemiş. Atatürk düşmanlığının da gerçek kaynağı bu olsa gerek.

Sanki; milletle etnisite aynı şeymiş, dünyada etnik/ırk ortaklığı esasına göre kurulmuş bir devlet varmış, etnik kesimler  milletin birer  parçası ve çoğunluğa mensup değilmiş gibi. Bu durumda asıl, “ayrımcılık”, “bölücülük”,”asimilasyonculuk” ve “inkarcılık” Türk Milleti gerçeğinin reddi ve onun bir parçasını koparmaya kalkışmaktır.    

Evrensel hukuka bakıldığında milletler, çoğunluğa ve azınlığa mensup olmak üzere iki gruptan oluşmaktadır. Bu çerçevede düzen eşit vatandaş, bir millet ve milli devlet temelinde üçlü bir yapıya göre kurulmaktadır. Azınlığa mensup olanlar ise, kültürlerini ve inançlarını  bireysel planda hür olarak yaşayan, ülkenin eşit vatandaşlarıdırlar. Ayrımcılık yapamazlar, grup kimliği talep edemezler.

Etnik kesimlere gelince, bunlarla ilgili olarak  evrensel hukukta herhengi bir düzenleme yoktur, çoğunluğa mensup ve eşit haklara sahip vatandaşdırlar. Bizde olduğu gibi “kimliğimizin tanınmasını istiyoruz” şeklinde komik taleplerde bulunamazlar. Çünkü, buradaki kimlik, siyasi olmayıp toplumsaldır. Başka bir ifade ile, bir aileye veya aşirete mensubiyet yahut bir şehirden olmak, birilerinin kabul veya reddine bağlı olmayan objektif bir realitedir. Sade bir ifade ile aşiretler topluluğu diyebileceğimiz etnisite de aynı durumdadır. Bunların üzerine siyaset ve egemenlik iddiası inşa edilemez.    

İyi niyetliler için bir daha anlatalım. Büyük bir kültürün ve medeniyetin inşasını gerçekleştiren Selçuklu ve Osmanlı Cihan Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de Türk Milleti kurmuştur. Sahibi Türk Milletidir. Bu topraklarda binlerce yıldır kökeni ne olursa olsun birlikte yaşayan herkes, Türk Milleti’nin asli unsurudur. Hoşunuza gitse de, gitmese de bu yaşanmış bir gerçektir.   

İşte bunun inkar edilemez bir delili:

Sultan Abdülhamit döneminde yapılan 1876 Anayasasında, devletin ve kurucusu olan Türk Milletin’in kimliği şöyle tarif edilmiştir: “Devletin resmi dili Türkçedir, Türkçe okuma yazma bilmeyen mebus ve memur olamaz, devletin neresinden seçilmiş olursa olsun, herkese Osmanlı mebusu denir.” Dikkat edilirse, Türkçe bilenlerin sayıca az ve devletimizin en zayıf olduğu dönemde bile, devlet kimliği böyle tarif edilmiştir.

Cumhuriyet döneminde bu kimlik tarifi aynen korunmuştur.  1924 Anayasası ile 1876 Anayasası arasında hiçbir fark yoktur. Hatta bu güne kadar ki bütün anayasalarımız da aynıdır. İşinize gelince Osmanlı ile övünüyorsunuz, iyi de buyurun, Osmanlı’ya da, devleti Türk kimliğine göre kurduğu için, utanmadan inkarcı, ayırımcı, asimilasyoncu ve baskıcı iftirasını yapın. İki yüzlülüğün bu kadarına da pes doğrusu.

20. ALFABE DEĞİŞMEYECEK: Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu ve alfabesinin 29 harften oluştuğuna ilişkin Anayasal ve yasal düzenlemeler korunacak.

Müsterih olabiliriz. Alfabemiz değişmeyecekmiş. Acaba bu başarıyı neye borçluyuz? Peki alfabe değişsin veya değişmesin diyen var mı? PKK taleplerinde buna rastlamadık. Belki AB’nin  sözcüleri böyle şeyler söylemiş olabilirler. Ehh bu da dikkate alınmasa ne yazar, değil mi? Bir rest de biz çekelim olmaz mı?

İyi de, “PKK açılımı” için yapılacaklar listesine, yapılmayacaklar ne maksatla yazılıyor, doğrusu anlayamadık. Herhalde propaganda amacıyla konmuştur.

21. KÜRTÇE YAYINA YENİ DÜZEN:  RTÜK Yasası’nda yapılacak değişiklikle Kürtçe yayınlarla ilgili yeni düzenlemeler yapılacak. Özel televizyon ve radyoların Kürtçe yayın yapmasına izin verilecek.

Devlet televizyonunun 24 saat kurmanç lehçesinden yayınının yanında, bütün özel televizyon ve radyolar da 24 saat yayın yapacak. Bunun adına, asırlardır  müstakil bir dil olamayıp, bölge ve etnik lehçe durumunda kalan Kurmançcayı, zorlayarak, tepeden inme mühendislik metodlarıyla dil haline getirme gayreti denir.

Bu boşuna bir gayrettir, çünkü Farsça, Arapça ve Türkçe gibi büyük dil ve medeniyetlerin arasında kalmış olan bir lehçenin gelişmesi düşünülemez, muhafaza edilebilirse, ancak bugünkü kadar mümkün olabilir. Dillerin gelişmesi, her şeyden önce ihtiyacın şiddetine, sonra da sosyal ve kültürel gelişmişlik kapasitesine bağlıdır.

Öyleyse, AB ve PKK bunu niçin ısrarla istiyor? Gayet açık, örgütün, nazari planda da olsa farklı bir kimliğe ihtiyacı vardır. Bir de bu kimliği muhatabına kabul ettirebilirse, ayrı bir millet olduğu iddiasına, kendisi ve yandaşları inanacaklardır. Buna çok ihtiyaç vardır. Çünkü şu durumda, Türk Kültür ve medeniyet dairesinin içindedirler, temelde farklı oldukları, dil dahil hiçbir unsura dayanmamaktadırlar.

Buna rağmen bu mesele çok önemlidir. Çünkü terör örgütüne bu kadarı yeter. Konunun bir de, silahtan daha yıkıcı olan psikolojik mücadele tarafı vardır ki, Türkiye bu alanda yok denecek durumdadır. Bu dengesizliğe bir de özel Tv. ve radyoların etnik lehçeyle 24 saat yayın yapmasını, PKK’yı kullanan emperyalistlerin gelişmiş tekniklerle bu imkanı değerlendireceğini düşünelim. Zihinler nasıl karıştırılacak, mikrop ilaç gibi nasıl sunulacak, varın siz hesap edin.

Bu konuda bir de batı ülkelerine bakalım. Değerli bilim adamı İskender Öksüz beyin “En İyi Entegrasyon Asimilasyondur” başlıklı yazısının ilgili bölümü aynen şöyle;

“Geçtiğimiz hafta, 14 Bulgar parlamenter, Bulgaristan’da Bulgar Millî Televizyonunda, günde on dakikayla sınırlı Türkçe haber yayınının kaldırılması için kanun teklifi verdi. Berlin’den yayın yapan Radio Berlin-Brandenburg (RBB), 34 yıldır Multi-Kulti Radyosu adı altında sürdürdüğü Tükçe yayınları 2008 yılında kaldırdı.

Nordrhein-Westfalia eyaletine yayın yapan WDR’in Köln stüdyolarında hazırlandığı için Türklerin Köln Radyosu diye tanıdıkları Funkhaus Europa, şu anda Pazartesi-Cuma  arası saat 6.05-7.00 ve 19.20-20.00, Pazar 19.30-20.00 arasında olmak üzere haftada  toplam 10,5 saat Türkçe yayın yapar. 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren, sabah yayınları tamamen kaldırılarak Türkçe yayınlar haftada 5 saate indiriliyor.

Yine Almanya’da, Hessen eyaletine yayın yapan HR, WDR’de hazırlanan Türkçe yayınları sabahları orta dalga üzerinden aktarıyordu. HR, 1 Ocak 2010’dan itibaren Türkçe yayınları tamamen kaldırma kararı aldı.

Alman Haber Ajansı (DPA) 1 Ocak 2009’da başladığı Türkçe yayın servisini, 1 Nisan 2009’da kaldırdı. 

Fransa devlet radyo televizyonu Radio France Internationale (RFI) haftada toplam 1 saat Türkçe yayın yapıyordu. 2007 yılında kaldırdı. RFI’nin internet sitesindeki Türkçe bilgi bölümü de  1 Ocak 2010’dan itibaren kalkacak.

Belçika’da Flamanca yayın yapan  BRT televizyonu, Cumartesi günleri 30 dakika süreyle Babel (Babil) başlığıyla yaptığı Türkçe TV yayınını 1997’de kaldırdı.

Fransızca yayın yapan RTBF, aynı şekilde haftada yarım saat olan haber ağırlıklı  Türkçe yayınlarını 1992’de kaldırdı.

Sözde Çok Kültürlü!

 Hollanda resmi devlet yayın kurumu NOS/NPS, oradaki Türk toplumu için Radio 5 frekansından Cumartesi günleri saat 15.02-15.45 arası yayınlanan Türkçe haber programına 4 Eylül 2008 tarihinde son verdi.

Danimarka’da 1 Ocak 1980 tarihinde Radio Denemark (DR) ‘ta başlayan ve günde 15 dakikayla sınırlı Türkçe radyo yayını 2005 yılında  sonlandırıldı.

İsveç devlet radyosu haftalık 15 dakikalık Türkçe radyo yayınlarına 15 Ocak 2006 tarihinde son verdi.” (Prof. Dr. İskender Öksüz, Star Gzt. Açık Görüş 17.12.2009)

“Özgürlükçü” ve “demokrat” batı, bizim ensemizde boza pişirirken, kendisi “çok kültürlülüğe” nasıl bakıyor, dakikalarla sınırlı yayına bile izin vermiyor, işte örnekleri. Üstelik, dilleri ve kültürleri unutturularak asimile edilecek olan bu insanlar bizim vatandaşılarımızdır ve bulundukları ülkenin kimliğiyle herhangibir kimlik ihtilafları da yoktur. .

Bu örnekleri görünce güzel ülkemizin, uğradığı ihanete, sahipsizliğe, nankörce, sorumsuzca  ve hovardaca yönetilmesine nasıl yanmaz sınız?

22. ANADİLDE EĞİTİM YOK: Ancak anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak.

Önce bu eğitim ve öğretim işi devlet kurumlarında yapılacağına göre, Anayasa’nın “Başlangıç ilkelerine,” 3’üncü maddesindeki “Devletin dili Türkçe”, 42’inci maddedeki, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” hükümlerine aykırı olduğunu söyleyelim.

Sonra bunu kimler istiyor diye soralım? Tabii ki, AB-APO-PKK-DTP, hatta ABD.

Öte yandan ana dilin, adı üstünde anadan öğrenilen dil olduğunu, bunun önünde hiçbir engelin bulunmadığını ve bulunamayacağını belirtelim. Sıkca söylendiği gibi ana dillerin konuşulması yasak değildir. İsteyen istediği gibi konuşabilir, ihtiyaç duyduğu sürece de konuşacaktır. Eğer ileri sürüldüğü gibi yasak olsaydı, bin yıllık tarihimizde, Türkçe’den başka  dil mi kalırdı?

Buna rağmen neden anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak” deniliyor? Herhalde, burada kastedilen devletin öğretmesinin önündeki engellerdir. Evet engeller vardır. İlk engel Anayasamızın amir hükümleridir. İkinci engel evrensel çağdaş hukuktur. Burada da devletin ana dillerden, hem öğretim, hem de eğitim yapması kabul edilmiyor. Bunun için gelişmiş ülkelerde bunun örneği yoktur.

Eğer anayasayı çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. Başbakan Erdoğan da böyle düşündüğünü 1991 yılında RP Genel Başkanı Erbakan’a verdiği “Kürt meselesi” adlı raporda şöyle açıklıyor: “Ana dilde eğitim haklarını verelim. Türkiye’de dileyen herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesini savunmalıyız.”

AB’de 2000 yılından itibaren, Katılım Ortaklığı Belgesiyle” bunu istiyor. Yani iki dilli devlet gündeme getirilecektir. Zaten esas hedef de budur.

23. KÜRTÇE KURSA DÜZEN: Yasa değiştirilecek. Kürtçe kurs merkezleri birçok dilde eğitim verebilecek.

Bu düzenleme Anayasamızın ilgili maddelerine aykırıdır.
Geçmişte bu kursların özel olarak açılması serbest bırakılmıştı. Ancak katılım olmadığı için açılanlar zarar etmiş ve kapanmıştı. Bu deneme çok önemliydi. Çünkü halkın böyle bir ihtiyacının olmadığı açıkça ortaya çıkmıştı. Bunu, Türkiye’yi bölme projesinin gereği olarak PKK ve AB istiyordu. 

Kurslar böylece kendiliğinden kapanınca, bu defa AB parasını Türkiye’nin vermesini ve devlet tarafından açılmasını istedi. Şimdi yapılmak istenen de budur. Ayrıca başka  “birçok dilde eğitim”  vermek suretiyle, kurslar cazip hale getirilmek isteniyor.

Görüldüğü gibi etnik dil ve kimliğin oluşturulması amacıyla, akıl almaz zorlamalar yapılıyor. Bunlar yapıldıkça da terör örgütü güçlenecek ve iki dilli devlet hedefine yaklaşacaktır.

24. ENSTİTÜ KURULACAK: Artuklu ve Dicle Üniversiteleri bünyesinde Kürt Dili ve Edebiyatı ile Kürdoloji Enstitüsü kurulacak. Kürt tarihi ile ilgili araştırmalar yapacak birimler de oluşturulacak.

Bu düzenleme; Anayasa’nın “Başlangıç ilkelerine,” 3’üncü maddesindeki “Devletin dili Türkçe”, 42’inci maddedeki, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” hükümlerine aykırıdır.

Bu düzenlemeyi, AB ve PKK istiyor.

Araştırma enstitülerinin kurulması ve tarihimizin araştırılması elbette gereklidir. Ancak bu araştırma ve yayınları Türk diliyle yapılmalıdır. Hatta bugün yaşanan pek çok ihtilafın giderilmesine esaslı katkılar yapacaktır. Ancak, bir lehçeden bir dil inşasına dönük eğitim ve öğretim gayretleri milli birliğimizi bozmaktan, bilim, düşünce ve kültür hayatımızı zayıflatmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.

25. SEÇMELİ DERS ÇALIŞMASI: Milli Eğitim Bakanlığı müfredat değişikliğine giderek, İngilizce, Almanca gibi Kürtçeyi de seçmeli derslerden biri haline getirecek.

Bu düzenleme de, yukarıda belirtilen Anayasa maddelerine aykırıdır. Bunu bizden AB ve PKK istiyor.

Bazen bilerek veya bilmeyerek bazı çevreler, “Canım Arapça, İngilizce öğretiliyor da, kendi vatandaşımızın ana dilinden niçin korkuluyor” diyebiliyor. Burada gözden kaçan husus, medeniyet ve devlet diliyle, milletin bir parçası olan bir etnik kesimin ana dilinin aynı statüde olmadığı gerçeğidir.

Bir medeniyet dilini öğrenen bir kişinin önünde bir dünya açılır, ufku genişler. Bundan ülke de fayda sağlar. Ama millet bütünlüğü içindeki bir etnik kesimin dili, kendi haline bırakılmaz da, devlet eliyle ısrarla öğretilmeye çalışılırsa, zayıf da olsa  paralel bir dil oluşur, millet birliği zarar görür; dil-kültür yapısı  zedelenir, yabancılaşma ve ayrışma ortamı beslenir. Kişinin kendini geliştirmesi, dünyayı anlaması imkansız hale gelir, toplum geriler.

Bu konu sadece bizim değil, bütün insanlığın meselesidir. Oralardaki çağdaş çözüm şöyledir: Milli devlet, bir millet ve eşit vatandaş yapısı esastır. Her şey bu yapıya göre şekillendirilir.  Milli devletin dili, bir olan milletin dilidir, bu resmi alanda vatandaşlar için de geçerlidir. Milletin içinde var olan farklı kesimlerin, başta dilleri olmak üzere diğer özellikleri devletin  hukukuna sokulmaz. Kişiler, özel hayatlarında, kendi kültür, dil gibi farklılıklarını sebestçe yaşarlar.

Gelişmiş hukuk ve demokrasi ülkelerine bakalım. Mesela; ABD, Almanya, Fransa, Finlandiya, Japonya, Danimarka, İsveç, hatta Yunanistan’da devletin dili tekdir. Devlet etnik dillerden kurs açmaz, seçmeli ders vermez vb.

Asırların tecrübesi ve bilimin gösterdiği bu gerçek dikkate alınmaz da, etnik diller devlet hukukuna sokulursa, zamanla paralel dil duygusu doğar, bunun sonucu olarak  farklılaşma, yabancılaşma ve ayrışmanın önü açılmış olur. 

Milleti bölecek, iç çatışmaya yol açacak  böyle bir hatayı hiçbir devlet yapmaz.


26. HALK EĞİTİM MERKEZLERİNDE KÜRTÇE: Kürtçe öğrenmek isteyen vatandaşlara Halk Eğitim Merkezlerinde Kürtçe okuma yazma kursları açılacak.

Yukarıda etnik dillerle ilgili olarak yaptığımız açıklamalar, bu düzenleme için de geçerlidir.  Bu işi devletin yapması Anayasaya aykırıdır. PKK ve AB istedi diye birliğimizi ve huzurumuzu bozacak, dünyada eşi olmayan düzenlemelerden kaçınmalıyız.

Özellikle bölge insanının can-mal güvenliği, iş, aş, adalet, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçları karşılanmazken PKK’nın devletin kuruluş esaslarını değiştirip  Türkiye’yi bölmeyi hedef alan şartlarına göre yapılan düzenlemelerin yapılmak istenmesi, asla kabul edilemez. 

GENEL DEĞERLENDİRME

26 maddelik paketin; 11 maddesinin etnik dil, kimlik ve bilinç inşasına, 9 maddesinin cezaevlerinin boşaltılması ve dışarıdaki bölücülerin ve teröristlerin yurda getirilmesine, 1 maddesinin iç çatışmayı kışkırtmaya,  3 maddesinin milli bilinci ve devlet yapısını çökertmeye göre düzenlendiği anlaşılıyor.

Bu düzenlemeyi; çağdaş anlayışa uygun olarak, bir millet esasına göre kurulmuş olan milli devlet yapımızın yıkılması, milletin içinden başka bir millet çıkararak bölünmesi ve “etnik temelde 2 ortaklı devlet” kurulması planı olarak da tarif edebiliriz.

Başbakan Erdoğan bu konudaki görüşlerini, taa 1991 yılında RP Genel Başkanı Sayın Erbakan’a verdiği “Kürt meselesi” raporuyla belli olmuştur. Buna göre: “Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt kültürünün geliştirilmesi.. herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesi…eşit siyasal, sosyal ve kültürel haklar temelinde gönüllü bir birlikteliği esas alan yeni bir hukuk devleti anlayışının ön plana çıkartılması…” gerekmektedir.

Burada dikkat çeken husus; “Kürt kimliğinin tanınması, Kürt kültürünün geliştirilmesi…ana dilde eğitim..birlikteliği esas alan yeni bir hukuk devleti..” ifadeleridir ki; bu PKK’nın, 2 kimlikli, 2 dilli devlet rejimiyle örtüşüyor.

Tam bu noktada ABD’nin BOP’unu hatırlamalıyız. Bu Haçlı projesinin iki haritası var; malum; biri bölünmüş Ortadoğu, diğeri bölünmüş Türkiye. Bölünmüş Türkiye hedefine ulaşmak için iki yoldan yürümektedir.  Birincisi AB kıskacı, ikincisi PKK terör makinasıdır. Bu iki tuzak omuz omuza çalışmaktadır.  

Buraya kadar  “PKK açılımı”nın sadece kısa vadeye ait 26 maddesini tanıttık. Yetkililerin açıklamalarına göre, bu dönemde yapılacaklar bu kadarla da  sınırlı değildir.   Bunun bir de orta ve uzun vadeli olanları vardır ki; sayın Başbakan Erdoğan’ın ifadesiyle bu dönemde, anayasa değişiklikleri ve diğer bazı önemli konularla ilgili düzenlemeler yapılacaktır.

Eğer böylesine temellere yönelen düzenlemeler yapılabilirse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş esasları değiştirilmiş ve Türk Milleti bin yıllık egemenliğini kaybetmiş olacaktır. Mesele burada da bitmeyecek, devamında, “Büyük Kürdistan” projesi gündeme getirilecektir.Yani ipin ucu kaçarsa, başımız beladan kurtulmayacak demektir.

Bütün bunları nereden mi biliyoruz? Hemen söyleyelim; BOP’un Türkiye bölümü dediğimiz “Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması)” adındaki proje kitaptan.

320 sayfadan oluşan, 1998 yılında (1999’da AB’ye aday ülke olduk)  PKK’nın yan kuruluşu gibi çalışan İnsan Hakları Derneği’nin imzasını taşıyan bu kitabın; bir nüshasının o sırada Türkiye’de bulunan AB Genişlemeden Sorumlu Komiser Günter Verheugen’a verildiği, Temmuz 2000’de basımının yapıldığı, Giriş bölümünde anlatılıyor. 

Burada bir tespit yapalım; AB tarafından Türkiye’nin önüne konulan uyum taleplerinin tamamı, Verheugen’a verilen  bu proje kitaptan alınmıştır. Dolayısıyla, TBMM’de bu güne kadar yasalaştırılan AB taleplerinin hepsi ve sırada bekleyenler bu kitapta mevcuttur.

Hemen belirtmeliyiz ki, AB’ye uyum adı altında Türkiye’ye yaptırılanların tamamına yakını, ya Kopenhag Kriterleri ve AB müktesebatına aykırı, ya da hiçbir ilgisi yoktur..

Bir başka tespit de şöyledir. Önemli olduğu için tekrarlayalım;“PKK açılımı” nın kısa döneme ait maddeleri ile orta ve uzun vadedeki, (Anayasa değişiklikleri dahil) düzenlemeleri bu kitapta  ayrıntılarıyla yer almaktadır. AB’ye uyum (!) düzenlemeleri gibi, PKK açılımının kaynağı da, yine PKK’ya ait olan bu proje kitaptır.

BOP’un Türkiye bölümü olarak gördüğümüz bu Proje kitap ile, kendisine BOP’un eşbaşkanı diyen sayın  Erdoğan arasında bir bağ olabilir mi? Bu soruya cevap arayanlara yardımcı olmak düşüncesiyle,  büyük bir parantez açalım ve sayın Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanlığı görevinin ne olduğunu doğru olarak anlayabilmek için, kendi ifadesine, sadece iki örnekle müracaat edelim.

Birincisi; “Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları bellidir ve o amaçların içerisinde Türkiye’nin üstlendiği görev de bellidir. BOP Ortadoğu barışına yönelik olarak kurulmuş ve bunun yanında ekonomik kalkınmasına yönelik, oradaki özgürlüğe yönelik, kadın haklarına yönelik, eğitim özgürlüğünü daha ileri safhalara taşımak için kurulmuş ve atılmış bir adımdır ve burada Türkiye’ye ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik.” (13.01.2009 TBMM Grup konuşması)

İkincisi; “Amerika’nın ’Büyük Ortadoğu Projesi’ var ya, “Genişletilmiş Ortadoğu yani, bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir, bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım.” (18.2.2004 Hürriyet)

Bütün bu bilgilerin ışığında,  sayın Başbakan Erdoğan’a verilen BOP eşbaşkanlığı  göreviyle,  bu yaşananların; Irak’ın mahvedilmesi ve PKK bölücü terör örgütünün nasıl bir   bağlantısının olabileceğini düşünmeli ve açıklığa kavuşturmalıyız. Çünkü bu husus çok önemlidir.

“PKK AÇILIMI” VE KAFA KARIŞTIRAN TARTIŞMALAR

İktidar sahipleri ve yandaşlarının iddia ettiği; “PKK açılıma karşıdır. Tasfiye olacağını anladığı için terör yoluyla provakasyon yapıyor” şeklindeki değerlendirmelerin yanlış ve tehlikeli olduğunu söylemeliyiz.

PKK şartlarını kabul ettirdikçe, meşruiyet ve güç kazanmaktadır. Açılım paketinin gereği yapıldığında devletin hukuna dahil olacak ve etnik kimliğiyle temsil noktasına çıkacaktır. Bu kazanımlarla düşman saydığı Türkiye’yi gerilettiğine,  vura vura mevzileri  düşürdüğüne inanarak daha büyük boyutlu saldırıları düşünecektir. Kandil’den inen teröristlerin Habur’da zafer işareti yapmaları bunun bir delilidir. Terör örgütünün kazandığını düşündüğü bir sırada saldırıları durdurmasını beklemek, safça bir davranış olur. 

Onun için iddia edildiği gibi örgüt  “provakasyon” yapmıyor, aksine saldırılarını artırıyor.  Hatırlayalım, PKK’lılar TRT-6 yayına başladığında, özetle; “Vura vura dilimizi aldık. Yarın da toprağımızı alacağız” dememiş miydi?  Örgütün mantığı böyledir. Siz bunu anlayamazsanız, çook, çok kan akar.

Hiç şüphe yok ki, PKK hedeflerine ulaşıncaya kadar teröre devam edecektir. Bu gerçek iyi bilinmelidir. İlk hedefi Türkiye Cumhuriyeti’ne ortak olmaktır. Sonra 1978 kuruluş bildirisi 1’inci maddesinde açıkladığı gibi; “Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti” nin kuruluşuna geçmektir. 

PKK örgütlenmesini de buna göre yapmaktadır. Teröristbaşının talimatıyla Türkiye, Irak, İran ve Suriye topraklarını esas alan konfederal bir sistemi gerçekleştirmek  amacıyla kurulan KCK, (PKK’nın Türkiye Meclisi) şehirlerde kaos çıkarmayı ve bölgelerde özerk yasama, yürütme ve yargı sistemi oluşturmaya çalışmaktadır.   Son zamanlarda sokakları ateşe veren KCK,  “şehir terörü”nü tırmandırarak, kalkışma günü için ortam  hazırlamaktadır.

Bu gelişmelere bakınca, Irak’ın kuzeyi ile bütünleşmenin zamanı gelmiştir diyebiliriz. Bu konuda, ABD’nin desteğiyle Suriye vizesinin kaldırılması, Bağdat’ta iki ülke bakanlarının “ortak hükümet” toplantısı yapma maskaralığı gibi gelişmeler, sanki Barzani yönetimiyle ilişkilerin ve Güneydoğumuzla bütünleşmenin  psikolojik alt yapısını  hazırlıyor.

Bu konuda daha da ileri giden AKP milletvekili Mir Dengir Fırat bakınız neler söylüyor; “Irak halkı federal bir yapıyı tercih etti, oranın adı Kuzey Irak değil Kürdistan’dır, saygılı olmalıyı. Kürdistan’a vize kaldırılmalı. Erbil’den sonra  Süleymaniye’de de konsolosluk açmalıyız. Banka şubeleri açılmalı, ticareti artırmalıyız.. vs.

Adam, şairin dediği gibi, herkesi kör, alemi sersem sanıyor. Meğer Irak Anayasası’nı işgalci ABD değil de, Irak halkı yapmış ve federal bir yapıyı kabul etmiş. Biz de buna saygılı olmalıymışız. Demik ki kardeş Irak’ta, 1.5 milyon Müslüman boşuna öldürülmüş, iğrenç işkence ve tecavüzler boşuna yapılmış, Irak boşuna mahvedilmiş, yüzbinlerce namuslu kadın boşuna pazarlara düşmüş, ülke boşuna  kanlı bir arenaya döndürülmüş, Türkmenler boşuna toplu katliama maruz kalmış, liderleri boşuna suikastlara kurban gitmiş ve boşuna Barzani’nin azınlığı yapılmış.

Şu hale bakınız, yaşanan bu facialar adamın umurunda değil. Bunların insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, kardeşlikten, barıştan anladıkları belki de bu..

Zannedersiniz ki adam, kurulacak “Birleşik devletin” başına oturtulacak. Ne de olsa Kommagene Krallığından geliyor değil mi?

Evet meselenin geldiği nokta böyle olmalı ki; PKK yandaşlarının meydan okumaları da akıl almaz boyutlara tırmandırılmıştır. Diyarbakır Belediye Başkanı’nın devletimize ve hükümetimize alenen küfretmesi, herkese laf yetiştiren Başbakanın bunu sineye çeker gibi susması, elebaşlarının televizyonlara çıkıp, “ya ortak devlete razı olursunuz, ya da Türkiye bölünecektir”  şeklinde savurdukları tehditleri, Haçlı projesinin geldiği aşamayı gösteriyor olmalıdır. Hatırlanacak olursa, teröristbaşı da Türkiye’ye 2009 sonuna kadar süre tanımıştı.

ÜLKEMİZİ KORUMAKLA GÖREVLİ YÖNETİCİLERİMİZ NE YAPIYOR?

Aziz vatanımızda böylesine vahim durumlar yaşanırken, siyasi iktidar ne yapıyor diye soralım ve manzarayı görmeye çalışalım.

1- Bölücü teröre karşı “demokratikleşme” ve “özgürleşme” çerçevesinde başlatılan “PKK açılımı” ile “iki kimlikli”, “iki dilli”  devlet  düzenine doğru adımlar atılıyor.
2- Terör örgütü şehirleri ateşe verirken,   güvenlik güçleri ya ortalarda görünmüyor, vatandaşın mal-can güvenliği teröristlerin insafına terkediyor, yada yetersiz güçle müdahale edildiğinden polisimiz çok zor durumda kalıp panzerleri yakılıyor ve  canını kaçarak  kurtarmaya çalışıyor.
3- Ankara’da; yerli ve yabancı güçler tarafından, devletin beyni diyebileceğimiz en tepedeki organ ve kurumların kuşatılması sürüyor ve  güven bunalımı derinleşiyor, karar alma mekanizması zayıflıyor; Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay,  bazı mahkemeler, hakim ve savcılar, Türk Silahlı Kuvvetleri ve bazı etkili kişilere karşı, müthiş bir baskı ve medya kampanyası desteğinde yıpratma programı uygulanıyor.
4- Borç batağındaki, üretim gücü gerileyen ülke ekonomisi çöküntüye sürükleniyor. 

Evet son dönemin manzarası böylece özetlenebilir. Bütün dünya; devletimizin içinde bulunduğu bu durumu, kendini devlet zanneden bazı iktidar sahiplerinin rolünü, bölgede  kanun hakimiyetinin kurulamadığını, buna karşılık örgüt otoritesinin güçlendirildiğini seyrediyor. Sonunda da bir takım değerlendirmeler yapıp, politikalar belirliyor.

ÇAREMİZ VARDIR

Bu ağır tablo karşısında seyirci kalınamaz, her halde yapılacak çok şeyler vardır. Kimse dur bakalım, bekleyip görelim diyemez. Çünkü yok olmanın denemesi de olmaz. Aynen ölümün denemesinin olmadığı gibi.

O halde ayağa kalkarak kurtuluşun da, çarenin de kendimizde olduğunu görmeliyiz. Her şeyden önce, bu milletin de, bu devletin de çok güçlü olduğuna inanmalıyız. Çare bu gücün  harekete geçirilmesindedir. Bunun ilk şartı da, milletimizin gerçekleri bilmesine bağlıdır.

Bu görev de gerçeği bilenlere, felaketin farkında olanlara düşmektedir. 

Tabii felaketin farkında olduğu halde; iktidardan nemalananlar, dünyalığını tutanlar ve beklentileri olanlardan, tuzu kurulardan, sırça köşkten etrafa “aman iktidarı sıkıntıya sokacak işler yapmayın” fetvası yayanlardan, mevkii, dünya görüşü ne olursa olsun medet umulamaz. 

Onun için bu mukaddes görev, felaketi farkında olan namus erbabının omuzlarındadır.  Namus erbabı; durmadan, dinlenmeden vatandaşa, “PKK Açılımı” nın gerçek yüzünü, bu aziz vatanı bölmek isteyen Son Haçlı Seferi olduğunu anlatmak zorundadır. Demokrasilerde partilerin, en çok korktukları gücün vatandaşın oyu ve sandık olduğu bilinciyle, her vesileyle sorumlu  AKP yöneticilerine, sesini yükselterek uyarmanın yolunu bulmalıdır. 

Bu yolda vebalin en büyüğü ise,   AKP’li bakan, milletvekili ve parti yöneticilerindedir. Bu sorumlular ilk önce; Parti ve hükümet  yetkililerine, kökeni ne olursa olsun hepimizin Türk Milleti’nin eşit ve şerefli evladı olduğumuzu, etnisite/ırk kümelerine göre ayrıştırmanın, yok olmak anlamına geldiğini izah etmelidirler. Bu çerçevede  açıkça, her zeminde ve her fırsatta, PKK terörüyle gerçekten ve Türk Devleti’ne yakışan ciddiyetle, topyekün mücadelenin zaruretini anlatmalıdırlar.

Tabii herşeyden evvel de, “PKK açılımı”nın acilen durdurulması için çalışmalıdırlar. Bu yanlıştan dönülmezse, ülkemizin kanlı bir kargaşanın içine sürükleneceğini açık bir dille anlatmalıdırlar.

Özetlenen bu demokratik çalışmalar yapılabilirse, ülkemizin büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş olacağına şüphe yoktur.. Hem de en kestirme yoldan.

Eğer bu demokratik çalışmalardan beklenen sonuç alınamazsa, kesin çözümün tarihi  önümüzdeki milletvekili seçimleri olacaktır.. Seçmen vatandaşlar tereddüdü bırakarak, ülkemizi ağır bir çıkmaza sürükleyenleri, yüzümüze karşı ve  çekinmeden, hala “Bize BOP’un eş başkanlığı görevi verildi” diye övünenleri, sandıkta azletmelidir. Verilen mukaddes emanet geri alınmalıdır.

Vebalden kurtulmanın da, milletimizin selamete çıkmasının da yolu bu kadar açık ve kolaydır. O halde buyurun bu milli göreve.

    Sadi SOMUNCUOĞLU
     MİLLİ DİŞÜNCE MERKEZİ BAŞKANI
                                                                                    




 ***