Türkiyenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiyenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Haziran 2019 Cumartesi

Türkiye’nin En Zayıf Halkasına Saldırı

Türkiye’nin En Zayıf Halkasına Saldırı.,


Türkiye’nin En Zayıf Halkasına Saldırı



Cahit Armağan Dilek  
21 Haziran 2019

İçerideki seçim odaklı belirsizlik durumunu biliyoruz. Dava adı altında kişi ve parti çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının önüne geçmiş durumda.

İç cephedeki bu dağılmayı ve hedef birliğinin kaybolduğunu gören düşmanlar ya da rakipler ise kendi çıkarlarını gerçekleştirmek üzere uzun süredir de Türkiye’ye karşı saldırıya geçmiş durumdalar.

Stratejik durum muhakemesi yaptığınızda düşmanınızın ağırlık merkezini (yani kendine hareket serbestisi sağlayan alan, bel kemiği), zayıf ve kuvvetli tarafları, hassas noktalarını tespit edersiniz.

Bunu niye yaparsınız? Düşmanınıza nereden saldıracaksınız, hangi konuları istismar edip nasıl bertaraf edeceksiniz sorularının yanıtlarını bulmak için.

Daha önce defalarca yazdık. ABD ve Batı Türkiye’yi analiz ettiğinde ağırlık merkezinin Türk Ordusu olduğunu hep görmüştür. Yeni dünya düzeni içinde bölgenin yeniden dizaynında Türkiye’ye biçtikleri rolün gereği Türk Ordusunun etkisizleştirilmesi gerekiyordu.

Ve Türk Ordusuna yönelik saldırılar 2003’te Süleymaniye’de çuval geçirmeyle başladı, kumpas süreçleri ve davalarıyla ve sonunda 15 Temmuz FETÖ’cü kalkışmayla devam etti.

Atatürk’ün dediği gibi “Zaferleri ve geçmişi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber uygarlık nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu”  tabi ki yıkılmadı. Ama çok önemli darbeler aldı. Yıprandı. 15 Temmuz sonrasında TSK’nın yeniden yapılanması adı altında harp prensiplerine aykırı uygulama ve düzenlemeler durumu daha da ağırlaştırdı.

Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak, Türkiye’nin yönetişim hataları, 16 Nisan anayasa değişiklikleriyle zirve yaptı. Yönetilemeyen bir Türkiye’nin en zayıf noktası ekonomisi oldu. Bir ülkenin ana hayat damarının ekonomi olduğunu düşündüğümüzde neden bahsettiğimiz daha iyi anlaşılır.

Ekonominin şuanda en zayıf nokta olduğunu ben söylemiyorum.  Ama Ekonomik krizi hep birlikte en ciddi şekilde yaşıyoruz hissediyoruz.

İstatistikler, veriler, Raporlar da bunu teyit ediyor. Yabancı ülkelerin de stratejik analizlerinde bunu tespit ettiği anlaşılıyor. Bunun ilk örneğini geçen yıl yaz aylarında ABD’li papazın serbest bırakılması sürecinde gördük. Trump’ın Türk ekonomisiyle dalga geçen twiti ve sonrasında “Türkiye’nin ekonomisini mahvederiz” twiti geldi.

Trump öyle öz bir ifadeyi twit atacak kadar Türkiye’yi tanıyan, donanımlı birisi değil. Amerikan devletinin kendine verdiği bir bilgiyi tehdide dönüştüren bir twitlemiştir.

Şimdilerde ABD ile yaşanan S400-F35 krizinde de durum gelip Türk ekonomisine dayanmıştır. İyi yönetilemeyen S400 alımı projesi TSK’yı daha da olumsuz etkileyecek askeri yaptırımlar çoktan başlamıştır. Bu genel bir askeri yaptırıma evrilmek üzeredir.

Pentagon’dan gelen tehdit mektubu bu askeri yaptırımları ifade etmesinin yanında S400 krizinin Türk ekonomisine can yakıcı etkileri olacağı tehdidiyle bitmektedir.

Dış güçlerin Türkiye’nin ağırlık merkezi, bel kemiği olan TSK’yı etkisiz hale getirme süreciyle eş zamanlı olarak ekonomisi de en zayıf halkaya dönmüş durumda ve saldırılar bu halkayı koparma veya koparma tehdidiyle Türkiye’ye tavizler dayatma noktasındadır.

ABD’den sonra GKRY ve Yunanistan da bu tehdit, yaptırım dayatma stratejisine sarılmış durumda.

Bu hafta AB’nin dışişleri bakanları ve liderlerinin zirvesi var. Hem GKRY hem de Yunan liderleri bu toplantılarda AB’yi Kıbrıs batısındaki sondaj çalışmaları devam ederse Türkiye’ye yaptırım uygulama kararı aldırmaya çağırdı.

Bakın Yunan Savunma Bakanı önceki gün bir röportajda bu yaptırımların etkili olup olmayacağı sorusuna ne cevap vermiş: Türkiye'nin ekonomisi çok hassas bir durumda. Sanıyorum bu şekilde devam ederlerse özellikle Avrupa Birliği'nin alacağı yaptırım kararları ile Türkiye'nin ekonomisi can yakıcı bir duruma düşecektir.

Ağırlık merkezi TSK etkisizleştirilerek ABD ve Rusya eksenli olarak çifte askeri çevrelenmeye maruz kalmış Türkiye, kriz-çatışma, ikili-üçlü ittifaklar, sözde müzakere süreçleriyle üç ayrı düzlemde dört bir taraftan da kuşatılmıştır.

Türkiye şimdi de ABD’den sonra Rum-Yunan eksenli AB yaptırımları ve S400 üzerinden gelişebilecek potansiyel Rus yaptırımlarıyla da en zayıf halkası olan ekonomisi üzerinden ülkenin bağımsızlığına yönelik büyük bir saldırı altında.

İdeali hem ordunun hem ekonomin güçlü olması. Maalesef Türkiye tam aksi konumunda.

Türkiye’yi yönetenlerin halen bu gerçeği göremeyip bir belediye başkanlığı seçimini tek gündem olarak dayatmaları ülkeye yapılan en büyük kötülüklerden biri olacaktır.

Bu aşamada gelin Atatürk’ün şu sözlerini hatırlayalım: "Bir milletin doğrudan doğruya yaşantısıyla ilgili olan, o milletin ekonomik durumudur. Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalan bu hakikat, bizim milli yaşantımızda ve milli tarihimizde, tamamen kendisini göstermiştir. Gerçekten de Türk tarihi incelenecek olursa, gerileme ve yıkılma nedenlerinin, ekonomik problemlerden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır."

https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/turkiye-nin-en-zayif-halkasina-saldiri

***







16 Haziran 2016 Perşembe

Türkiye’nin Gayri Milli Suriye Politikası




Türkiye’nin Gayri Milli Suriye Politikası



Yazar: Ümit Özdağ
02 OCAK 2014  PERŞEMBE,

Türkiye’nin Gayri Milli Suriye Politikası

        Erdoğan ve Davutoğlu’nun Türkiye’nin milli menfaatlerini ve reel politik kurallarını yansıtmayan Suriye politikası ülkemizi sürekli olarak bir bataklığın içine çekiyor. AKP iktidarının Suriye’de Müslüman Kardeşleri iktidara getirmek için giriştiği Suudi Arabistan ve Katar destekli, ABD ve AB onaylı macera bu koalisyonun dağılması üzerine Türkiye için bir tehdit oluşturmaya başladığı gibi, ABD ve AB ile Türkiye’nin arasının açılmasına neden olmuştur. Ankara’nın Müslüman Kardeşlerin silahlı unsurlarının bir değeri olmadığını anlaması üzerine silah desteğini El Kaide’ye kaydırması, Suriye’nin kuzeyinde bir El Kaide”istan” oluşmasına neden olmuştur.
      Bir süreden buyana Batı ile bu konuda gerginlik yaşayan AKP Hükümetinin önünde şimdi bir başka ağır sınav vardır.  1 Ocak 2014’de Hatay’da bir MİT mensubunun eşliğinde silah sevkiyatı yapan bir TIR’ın Jandarma tarafından durdurulmasına rağmen aranmasına MİT tarafından izin verilmemesi ile olanlar Türkiye’yi uluslararası bir ceza yaptırımı sürecinin içine sokabilir.  Türkiye gerçekten kendi milli ve reel politik menfaatlerini temsil etmesi kaydı ile Suriye’deki veya bir başka ülkedeki politik-askeri güçlere (tabii daha ustaca) askeri yardım yapabilir. Ancak Suriye politikamızın milli-reel değil, partici-mezhepçi bir çizgiye oturduğunu, Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Suriye konusunda Milliyet gazetesinden Fikret  Bila’ya yaptığı açıklamaları bir kez daha göstermiştir.
        Ortadoğu’da sınırların dış müdahaleler ile değiştirilmesi ve milli-devletlerin yıkılarak yeniden şekillenmesi sürecinin yaşandığı bir dönemde Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “(Ortadoğu’da Ü.Ö.)Sınırları Propaganda filmine benzetiyorum. (Sinan Çetin’in yapımcısı olduğu Kemal Sunal’ın ve Metin Akpınar’ın başrollerini paylaştığı film) Kamışlı ile Musul birbirinden ayrı düşer. Yanlış örülmüş duvarlar o sınırları belirlemiş. Saygı duyalım. Ama Avrupa’daki sınırlar gibi önemsiz kılalım. Ekonomik ve kültürel sınırlar doğallaşmalı” demektedir.
          Bu açıklama eğer Suriye’nin kuzeyine el koymak için hazırlıklarını ilerleten, Irak Ordusu’nun Musul Vilayeti ile Kamışlı bölgelerinin karşı karşıya olduğu Suriye-Irak sınırını aşarak illegal geçişleri engellemek için konuşlanmasını engelleyen Barzani tarafından yapılsa kendi içinde makul karşılanabilir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri bakanının böyle bir açıklama yaparak sınırların değerini böyle bir zaman diliminde göreceleştirmesi neresinden bakılır ise bakılsın stratejik bir körlüktür. Üstelik bu stratejik körlük nedeni ile Türkiye’nin izlediği politika Suriye’nin kuzeyinin doğusunda “PKK devletinin” batısında “El Kaide devletinin” kurulmasına neden olmuştur.  
        Davutoğlu, PKK’nın Suriye’nin kuzeyine yerleşmesi ve buradan Türkiye’ye yönelik terör eylemleri düzenlemesi konusunda ise “Herhangi bir terör unsurunun sınır boylarımızda olmasına izin vermeyiz. Meşru müdafaa sebebi sayılır. Her türlü tedbiri almak bizim hakkımız” cevabını vermiştir. Herhalde Kuzey Irak’tan sınır boylarımızdan hemen 1 ile 10 kilometre kadar uzaklıktaki PKK kamplarında yerleşik olan ve Başbakan Erdoğan’ın sınıra gittiği zaman çömelmesine neden olan PKK kamplarındaki PKK’lılar bu açıklama üzerine çok korkmuşlardır. Irak’taki PKK kamplarına karşı meşru müdafaa hakkımızı savunmayan AKP Hükümetinin Suriye’de meşru müdafaa hakkımızı savunacağına inanmak oldukça zordur.
          Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun açıklamasının kabul edilemez ikinci noktası Halep ile ilgili olan boyutudur. Davutoğlu, Halep’in demografik-etnik yapısı ile ilgili olarak: “Nüfusun yüzde 80’i Sunni Arap, yüzde 10’u Kürt, kalanı Hristiyan vb. unsurlardır” demektedir. Bu inanılır gibi bir açıklama değildir. Suriye nüfusunun yüzde 8-10’nunu oluşturan Suriye Türkleri’nin sayısı (Türkçe bilen, konuşan ve Türk olduğunu bilen) 1.5-2 milyon arasındadır. Suriye Türklerinin belkemiğini Halep Türkleri oluşturur.



         Dış İşleri Bakanlığı ile yakın temas içinde olan Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) tarafından hazırlanan “Suriye’de Değişimin Ortaya Çıkardığı Toplum: Suriye Türkmenleri” başlıklı  raporda “Halep’te  Şehir merkezinde Hüllük, Kadı Asker, Hayderiyye ve Eşrefiyye önemli Türkmen mahalleleridir. Şehir merkezinde bulunan mahallelere ilaveten; Kurdağı, Azez, Bab, Münbiç, Carablus Kazalarında olmak üzere Halep Bölgesinde toplam 145 Türkmen köyü mevcuttur” denmektedir. Rapora göre Halep’de Türk sayısı 975.000’dir.
        Ahmet Davutoğlu bu açıklaması ile Halep’in Türk kimliğini ve yarısına yaklaşan Türk nüfusunu inkâr etmiştir. Yarın Suriye’de siyasal yapı tekrar şekillenirken Türklerin siyasal haklarını inkâr etmek isteyenler, Davutoğlu’nun bu açıklamasını masanın üzerine koyacaklardır. Türkiye’nin Türk kimliğini reddeden bir siyasi geleneğin bakanı olan Davutoğlu’nun Suriye’deki Türkmenleri unutması aslında çok da doğaldır. Bundan dolayı Suriye iç savaşı boyunca defalarca Ankara’ya gelmelerine ve yalvarmalarına rağmen Türkmen gruplar Ankara’dan hiçbir ciddi yardım alamamışlardır. Tarık Sülo Cevizci’ninwww.21yyte.org 'da yazdığı “Suriye Türkmen Hareketinin Başarısızlığı ve Nedenleri” başlıkta yazdığı gibi Suriye Türkmenlerinin başarılı olamamasının bazı iç nedenleri de vardır. Ancak en önemli neden hiç şüphesiz Ankara tarafından terk edilmiş, görmemezlikten gelinmiş olmalarıdır.
          Stratejik körlük içindeki Suriye politikası hala devam etmekle birlikte hızla bir sona doğru yaklaşmaktadır. Bu son AKP Hükümetinin istediği son değildir.
http://www.21yyte.org/ sitesinden 16.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/01/02/7358/turkiyenin-gayri-milli-suriye-politikasi

..

2 Ekim 2015 Cuma

Sovyetler Birliği, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Çıkarmasını Desteklemişti !




Sovyetler Birliği, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Çıkarmasını Desteklemişti !



      Kiev’de üniversiteye başladığın yıl olan 1992, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı, düzensizliklerin başladığı, bütün dünyada yansımalarının yaşandığı bir dönemdi. Bütün dünya bundan etkilendi. Sovyet döneminin arşivleri açıldı ve bizde de olmak üzere her ülkede gündemler ve sansasyonlar yaşandı. Politik bir aileden çıkmış, politika merakları oluşan ve bu dönemi orada geçiren birisi olarak bu durum seni nasıl etkiledi? “Bu arşivlere bir de ben bakayım acaba Kıbrıs’la ilgili bir şeyler var mı” dediğin oldu mu?

Ulaş Gökçe: Her zaman oldu tabi. Çünkü Kıbrıs’ın da kendine göre politik anlamda bir Sovyet geçmişi vardı. Güneyde AKEL partisi, ideolojik ve politik gıdasını Sovyetler Birliği üzerinden alıyordu. Çok iç içe geçmiş bir durumları vardı. Ayni şekilde 1970’li yıllardan itibaren çöküş tarihi olan 1990’a kadar CTP’nin de Sovyet sistemine bir sempatisi vardı. Dev-İş’in oraya üniversiteye burslu öğrenci gönderme kontenjanı vardı. Konunun sadece bu yönü bile böyle bir merağın oluşmasına yeterliydi.



Bugün dönüp baktığımda AKEL’in pragmatist yöneticilerden oluşması ve Rus politikacıların ise çok akıllı olmaları sonucu, AKEL ile bu günkü Rus yönetimi arasında beklide dünyada örneğine az rastlanır şekilde sıkı ilişkiler devam ediyor. Bu nedenle başka ülkelerde yaşananlar Kıbrıs’ta yaşanmadı. Arşivlerdeki bilgiler etrafa saçılmadı. Hiçbir şey olmamış gibi devam ettiler. Ayrıca Sovyetlerin ilişkileri sadece AKEL ile sınırlı değildi. Makarios da önemli bir figürdü. Sonunda anladık ki, arşivler üzerinden AKEL ile Sovyetler Birliği ilişkilerini öğrenemeyeceğiz. 

Yine de işi tarih olanların şu anda açık olan arşivlerden bu ilişkileri inceleyip değerlendirmelerinde yarar var.

Elimizde bulunan birkaç belge, Bukovsky isimli bir Rus araştırmacının edindiği belgelerden ibarettir. Bukovsky’nin ilginç bir yaşam hikayesi var. Sovyet döneminde ünlü muhaliflerden birisi idi. Faaliyetleri sonucu yönetim tarafından tutuklanmıştı. Sonra Şili’de tutuklu olan Şili Komünist Partisi Genel Sekreteri ile takas edilerek batıya geçti. Şilili lider, ayni zamanda darbe ile devrilen Devlet Başkanı Salvador Allende’nin yardımcısı idi ve darbeden sonra Moskova’ya kaçmıştı. Moskova’da ona bir dizi estetik operasyonlar yapılarak ve başka bir kimliğe sokularak yeniden Şili’ye dönmesi sağlanmıştı. Partisini yeraltından yönetiyordu. Ancak yine de kimliği açığa çıkmış ve tutuklanmıştı. Bu iki kişi takas edildiler.
Bukovsky, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra geriye Rusya’ya döndü. Rus yöneticiler ona dediler ki, “buyur arşive gir ve dosyanı incele” Bu çalışmalar sırasında çok çeşitli ve sansasyonel konularda arşiv bilgilerine ulaştı ve bunları yayınladı.
Bu belgelerden bizim bilmemiz gereken, Türkiye Komünist Partisi’nin bolca para aldığı ve Kıbrıs’la çok yakın bir alakanın olduğudur. Hatta bu belgelere göre, Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974 faşist darbe öncesinde Sovyetler Birliği’nin korunma maksadı ile AKEL’e bazı silahlar gönderdiği bilgisi bile var.
Benim okuduklarımdan anladığım, o dönemin Yunan askeri militarizminin Sovyetler Birliği’ni çok rahatsız ettiğidir. Biliyorsunuz ki 1950’lerde Sovyetler Birliği Yunanistan’da sosyalist bir devrim beklentisi içindeydi. Çok kanlı bir iç savaş yaşanmış ve komünistler ile onlarla bağlaşıklık yapanlar çok ağır bedeller ödemişti. Yunanistan’da albaylar cuntasının darbe ile iktidara gelmesi, bu beklentileri ve hesapları bozmuştu. Bu nedenle ayni askeri unsurların Kıbrıs’taki demokratik sürece de müdahaleye hazırlanmaları ve sonra da darbe ile iktidara gelmeleri, Sovyetler için ciddi bir rahatsızlık konusuydu. Kaldı ki burada AKEL kendini tehlikede hissetmeye başlamıştı.
Bu göstergeler Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’nin Kıbrıs’ta darbeye karşı askeri müdahalede bulunmasına hem göz yummasına hem de fiilen destek vermesine neden oldu.
Poli: Geçtiğimiz ay, Kıbrıslı Rum gazeteci ve yazar Makarios Druşotis bir kitap yayınladı ve büyük tartışmalara neden oldu. Druşotis kitabında, 1974 yılında Yunan cuntasının Kıbrıs’ta darbe yapması sonrası Türkiye’nin adaya askeri operasyon düzenlemesi sırasında, Sovyetler Birliği’nin yardımcı bir rol oynadığını ileri sürdü. Tepkiler, Rus büyükelçisinin yalanlayıcı açıklama yapmasına sebep oldu ve Başkan Anastasiadis siyasi danışmanı da olan Druşotis’i görevinden almak zorunda kaldı.



Elinizdeki bulgular bu iddiayı destekliyor mu?

Ulaş Gökçe: Bay Makarios’a kesinlikle katılıyorum. Çok doğru tespitlerde bulundu. Okuduğum resmi belgeler, askerlerin ve siyasilerin yayınlanmış anıları şunu gösteriyor ki; 20 Temmuz, Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs’ta yaşamları tehlike altına girmiş yoldaşlarının korunması için bir fırsattı ve bu fırsatı değerlendirerek bu operasyonu destekledi. Bu iddiayı Türk, Yunan ve İngiliz kaynaklarından da teyit edebiliriz.

15 Temmuz darbesinden sonra Akdeniz’de bulunan Sovyet gemileri hızlı bir şekilde Kıbrıs’a yöneldiler. Sovyetler Birliği Kıbrıs’ın etrafına aralarında nükleer silahlarla donanmış denizaltılar da dahil olmak üzere 80 adet savaş gemisinden oluşan bir filo gönderdi. Daha sonra yayınlanan belgelerde mesela http://cruiser.patosin.ru/oldsite/Zapiski/1974/ adresinde, bu gemilerin sınıfları, özellikleri ve ne tür görevler üstlendikleri açıklandı. Bu gemiler vasıtası ile Türk gemilerinin hareketlenmeleri, limanlardan çıkmaları ve rotaları an be an izlendi ve Moskova’ya rapor edildi. Ayni anda İngiliz istihbaratının haberleşmesine de ulaşıldı. Komutanların okuduğum anılarından anladığım kadarı ile, Sovyet gemileri, İngiliz gemilerinin Türk gemilerine yönelik herhangi bir müdahalesine karşı da hazırlıklıydılar.
Bir başka durum da vardır ki bu durum bay Makarios’un kitabında da yer aldı. Üç Yunan gemisi rotasını Kıbrıs’a yöneltip hareketlenince, Sovyet gemileri onları Girit açıklarında karşıladı. Bu gemilere, eğer Kıbrıs’a gider ve herhangi bir müdahalede bulunurlarsa, kendilerini engelleyici emirler aldıkları hatırlatıldı. Yani Moskova sadece göz yummakla sınırlı kalmadı, bu işe fiilen katıldı. Göz yumdular diye algılanmasının sebebi, herhangi bir sıcak çatışmanın olmamış olmasıdır. Eğer Yunan veya İngiliz gemilerinin bir müdahalesi olmuş olsaydı, mutlaka sıcak bir çatışma olacaktı çünkü Sovyet gemilerinin aldıkları emirler bu yönde idi.
Poli: Bu kadar çok ayrıntıyı anlatan belgeler mi var?
Ulaş Gökçe: Tabi ki var. Bir araştırmacı, Rus gemilerinin hem kendi aralarındaki konuşmaların,  hem de gemilerle Moskova arasındaki haberleşmelerin kayıtlarına ulaştı ve kitap olarak yayınladı. Bu anlattıklarıma şu adresten ancak Rusça olarak ulaşabilirsiniz. http://cruiser.patosin.ru/oldsite/Zapiski/1974/  Kısacası Sovyetler, Yunanistan’da askeri militarizmin sebep olduğu her ne olduysa Kıbrıs’ta da aynisinin olacağından çok korktu ve bu durumu önlemek istedi.
Poli: Bu durum ikinci harekat sırasında da sürdü mü?
Ulaş Gökçe: Bu konuda herhangi bir bulguya rastlamadım.
Poli: Bu savaşın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki ele alınış biçimine ve Sovyetlerin tutumuna dikkat ettiniz mi?
Ulaş Gökçe: Bu tür söylemleri çok da önemsememek lazım. Orada konjonktürel tutumlar takınılıyor. Ben size ikinci dünya savaşı sonrası varılan bazı uzlaşmalardan bahsetmek istiyorum. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra galipler arasında konferanslar düzenlenmişti. Yalta ve Tahran konferansları. Buralarda Churchill, Rosevelt ve Stalin bir araya gelip savaştan sonra yeni dünya düzeninin nasıl oluşacağını ve paylaşım konularını konuştular. Kıbrıs bu konferanslarda Batı etkisi altında bırakılan yerlerden bir tanesi oldu. Ancak bu anlaşmalara rağmen taraflar, yeni kurulan rejimleri rahatsız edecek hareketleri göreceli olarak desteklediler. Kıbrıs’ta AKEL örneğinde olduğu gibi. Ne zaman ki AKEL’in varlığı tehlikeye girdi, Sovyetler Birliği açık tutum takınmaktan çekinmedi.
Bence Türkiye’nin 1974 askersel müdahalesi ile Sovyetler Birliği Kıbrıs’ta maksimum hedeflerine ulaşmış oldu. Adanın bölünmüş olması çok da dikkate aldıkları bir konu olmadı çünkü Kıbrıs’ta zaten üsleri vasıtası ile fiilen İngiliz varlığı devam ediyordu.
8 Temmuz 1974 tarihli bu belgeye göre,Sovyetler Birliği’nin merkezi  istihbarat örgütü KGB, Komünist Parti Merkez Komitesi’ne yazdığı yazıda şöyle diyor:

“Merkez Komite 19 Temmuz 1971 yılında KGB’ye Kıbrıslı dostlarımıza yasa dışı olarak bir parti tabanca, uzun namlulu silah ve mühimmat gönderilmesini emir vermişti. KGB bu operasyonu herhangi bir zamanda yerine getirmeye hazırdır. Ancak AKEL Genel Sekreteri Papayuannu’nun ricası üzerine bu operasyon ertelenmişti.
1974 yılının Haziran ayında Kıbrıs’taki siyasi durumun hızlı bir şekilde kritik hale gelmesi ile yoldaş Papayuannu ısrarlı bir istekte bulundu ve kişisel güvenlik, parti yönetimi ile ilerici devlet ve diğer parti yöneticilerinin EOKA 2’nin terör ve provakasyonlarından korunması amacı ile söz konusu silahların gönderilmesini rica etti. Yoldaş Papayuannu’nun bu ricasını dikkate alarak KGB, 13 Haziran 1974 tarihinde yasa dışı bir şekilde 100 adet Walter tabanca ile 2500 mermiyi Kıbrıs’a gönderdi ve 4 Temmuz 1974 tarihinde arkadaşlara verdi.
İmza: Andropov

(Dönemin Devlet Güvenlik Örgütü KGB’nin Başkanı olan Yuri Andropov, 1982 yılında  Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı oldu.)


“Hayallerimin peşinden Ukrayna’ya gittim”

Poli: Senin yaşıtların üniversite eğitimi için Avrupa, Amerika veya en kötü ihtimalle Türkiye’de iyi bir okul tutturmak için hayaller kurarken sen neden Ukrayna’yı seçtin? Nasıl bir gelecek planlaması yapmıştın?

Ulaş Gökçe: Türkiye’de okumayı hiç düşünmedim. Kimileri ve beklide sizin için de İstanbul, tarihi dokusu zengin, büyüleyici hatta şaşırtıcı bir şehir olmuş olabilir ama ben hiç o gözle bakmadım. Yüksek öğrenim için Türkiye’yi hiç hesaba katmadım. Hep başka ülkelerde olmayı planladım. Ukrayna’yı seçmemde Kiev’de üniversiteye devam eden yeğenimin büyük bir rolü oldu. O Dev-İş bursu ile önce Moskova’ya sonrada Kiev’e gitmişti ve onunla iletişimim vardı.
Bu arada ailem, özellikle babam okumaya, edebiyata, kültür ve sanata çok düşkündü. Bu durumun bende etkisi vardı ve ben de Rus edebiyatına karşı ilgi oluştu. Oralara gider ve filoloji eğitimi alırsam hem bu ilgimi ilerletir hem de bu ilgi üzerinden geleceğimi oluştururum diye düşündüm. Bu tür rahat bir seçim yapmamda ve hayallerimin peşine düşebilme imkanı bulmamda büyük bir ihtimalle ailemin maddi durumunun iyi olmasının da bir rolü olmuştu sanırım. Çünkü beni tezelden hayata sokma yönünde bir telkinde veya yönlendirmede bulunmadılar.

Kiev’e İstanbul, Bulgaristan ve Romanya üzerinden birkaç gün süren bir otobüs yolculuğu sonrası ulaşabildim. Gittiğim 1992 yılı, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü ve alt üstlük yaşanan bir dönemdi ama Kiev’in mükemmel denebilecek derecede güzel bir şehir olması, yaşayabileceğim zorlukların çoğunu örtmüş oldu.
Filolojinin kapsamı öncelikle dil, edebiyat ve her ikisinin tarihsel süreç içerisindeki konumu üzerinedir. Bu bölümler eskiden Türkiye’de de vardı ancak pragmatizm galip geldi ve sadece dil üzerine eğitime yönenildi. Türkiye’deki bu bölümleri Almanya’da Nazi döneminden kaçan yabancılar kurmuştu. Mesela Can Yücel, klasik filoloji eğitimi almıştı. Yani Latince ve eski Yunan dili ve edebiyatının tarihsel süreçleri üzerine çalışmıştı.

Ben daha çok Slav filolojisine ilgi gösterdim. Ugraynaca’yı öğrendim. Rus dilini eski Slavca’yı, bütün Slav dillerinin merkezinde olan Bulgarca’yı çalıştık. Liseyi batı kültürünün bir parçası olan kolejde bitirmiştim ama doğu toplumlarına daha yakın bir konuma gelmiş oldum. 

Halen Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde dil bilimci olarak öğretim üyeliği ve Mağusa İnsiyatifi isimli sivil toplum kuruluşunda aktivist olarak göre yapmaktayım.

http://www.havadiskibris.com/Ekler/poli/206/sovyetler-birligi-turkiye-nin-1974-kibris-cikarmasini-desteklemisti/2043


..

10 Ocak 2015 Cumartesi

Türkiye’nin ilk Silah Fabrikatörü: Şakir Zümre





Türkiye’nin ilk Silah Fabrikatörü: Şakir Zümre


Şakir Zümre’nin girişimcilik serüveni sanayi tarihimizin ibret verici bir öyküsüdür. Türkiye’nin ilk özel silah ve cephane fabrikasını nasıl kurdu? Tarım aletleri üretimine ve sonrasında soba üretimine nasıl yöneldi? ABD’nin silah yardım programı ve Marshall Yardımı’nın etkisi neydi?



08 Temmuz 2013 Pazartesi 22:18


HÜSEYİN IRMAK

Yaşı 50’nin üstü olanlar, Şakir Zümre ismini sobalarından dolayı bilir. Çeşitli modellerde üretilen dönemin en kaliteli ve meşhur sobalarıydı bunlar. Şakir Zümre, yakın dönem toplumsal hafızasında sobalarıyla yer alsa da, yakın dönem tarihimizdeki yeri bu kadarla sınırlı değildir.
Zümrezade Ahmet Şakir, aslında ülkemizin ilk silah fabrikatörüdür. İstanbul Haliç’inin Karaağaç mevkiinde I. Dünya Savaşı döneminde ordunun ihtiyacı için silah ve cephane üretimi yapan Tapa Fabrikası’ndan geriye kalan yıkıntıların üzerine 1925 yılında kurduğu fabrika, savunma sanayiinde Türkiye’nin ilk özel sektör fabrikasıydı.

İLK TÜRK MOTORUNU ÜRETTİ

Günümüzde bu yanını pek kimsenin bilmediği Şakir Zümre’nin fabrikasında kadın-erkek çok sayıda işçi çalışıyor, fabrikanın ciddi bir de spor takımı bulunuyor ve bu kadro, uçak bombaları, top mermisi, el bombası, canavar düdüğünden, İş Bankası’nın o meşhur kumbarasına, tarım aletlerinden sobalara kadar yoğun bir üretimin altına imza atıyordu. Şakir Zümre, fabrikasında ilk Türk motorunu da yapmayı başarıyor ve bu başarısı, dönemin İktisat Dergisi’ne “mazot ile müteharrik motor beş beygir kuvvetinde ve 550 derelidir. Araba üzerine bindirilmiş olduğundan köylerimiz için ideal bir enerji kaynağıdır”cümleleriyle yansıyordu.




YUNANİSTAN’A 1.5 MİLYON LİRALIK BOMBA ATTI

Kısa süre içinde Yunanistan, Bulgaristan, Polonya, Mısır, Ürdün, Suriye gibi çeşitli ülkelere ihracata başlayan Şakir Zümre Silah Fabrikası’nın Yunanistan’a sattığı mühimmat “Harp Sanayiimizin Büyük Bir Zaferi. Yunanistan bizden 1,5 milyon liralık bomba satın alıyor” başlığıyla gazetelere haber oluyordu.
Personel sayısı II. Dünya Savaşı döneminde zaman zaman iki bin kişiye kadar çıkan ve çok önemli hizmetlerde de bulunan fabrika, savaş sonrası döneminde Amerikan hükümeti tarafından başlatılan “silah yardımı” nedeniyle silah ve cephane üretimine son vermek zorunda kalır. Tarım aletleri üretimine yönelen fabrikayı bu defa da Marshall Yardımı vurur. Bu yardım çerçevesinde bol miktarda tarım aletleri ithal edilir ve Şakir Zümre yaptığı yatırımdan büyük zarar görür.


KUZİNE SOBASIYLA MEŞHUR


Fabrikasını ayakta tutma mücadelesine giren Şakir Zümre, bu defa pik malzemeden sıhhi tesisat ve elektrik kofraları üretmeye başlar. İş Bankası kumbaraları yapar. Toplumsal hafızamızda yer eden soba üretimini de bu dönemde ağırlık verilir. Bölgelerin ihtiyaçlarına göre farklı biçimlere sahip olan sobalar, Zonguldak, Zümre, Ağaçlı, Alman, Çiftlik ve Köylü isimli modellere sahiptir. Kuzine sobası da çok meşhurdur.

1970 YILINDA KAPANDI

İşletmesini 1946 yılında anonim şirket haline çeviren Şakir Zümre, hükümetin gerekli desteği göstermediğini söylemektedir. Çeşitli yerlerde ifade ettiği bu konudaki görüşlerini 1949 yılında Ticaret Bakanı’nın da katıldığı bir toplantıda onun yüzüne de söyler.
II. Dünya Savaşı sonrası ülkede oluşan siyasal koşullarda hareket alanı giderek daralan ve ayakta kalma mücadelesi vererek yaşayan fabrika, Şakir Zümre’nin 16 Haziran 1966’da vefatıyla son aşamaya gelir. Ve 1970’li yıllarda kapanır.
Sanayi tarihimizde önemli bir yeri bulunan ve mutlaka incelenmesi gereken Şakir Zümre, anılarını ayrıntılı biçimde yazmamış biridir. Yaşadıkları, tanık olduğu önemli olaylar bugüne kadar hiç araştırılmamış bir isimdir.

13 YIL EVRAK-I METRUKEYİ TOPLADI

Zümrezade Şakir Bey olarak Sofya’da başlayan macerası; ilk olarak, sanayi tarihi araştırmacısı koleksiyoner-yazar Atilla Oral tarafından ele alındı. Oral, araştırmasına 13 yıl önce sahaflara düşen çok sayıda Şakir Zümre evrakını görerek başladı. Çeşitli yerlerde dağınık olarak rastladığı ve hemen satın alıp toplamaya başladığı evrak-ı metrukenin nereden piyasaya düştüğünü de merak etti. Şakir Zümre’nin ikinci eşi Ataca Zümre’nin vefat etmesi üzerine oturduğu evin varisler tarafından boşaltılmasıydı neden. Evdeki bazı mobilya ve eşyalar eskicilere verilmiş, belge ve fotoğraflar da böylece eskicilere gelmiş, buradan çeşitli sahaflarca satın alınarak dağılmıştı. Dağılanların peşine düşen Atilla Oral, tam 13 yılda bunları bir araya toplayabildi. Derlediklerini bir kitaba konu etmek üzere çalışma başlatınca Şakir Zümre’nin kimi aile bireyleri de tanışır. Onlardan yeni bilgiler edinir ve kendinden olmayan bazı belgeleri sorar, aile soyağacı bilgisine ulaşır.

GÖLGEDE KALANLARI ÖĞRENMEK İÇİN…

Böylece ilk baskısını Ocak 2012’de yaptığı “Türk Savunma Sanayii’nde Öncü İlk Türk Girişimcisi... İlk Silah Fabrikatörü Şakir Zümre” isimli eserini Demkar Yayınevi’nden çıkarır. Kuşe kağıdına toplam 272 sayfa olarak çıkan kitap, oğlu Devrim Oral tarafından yapılmış güzel tasarım ile rahat okunabilen sıcak bir çalışma olarak okuyucusuyla buluşmuş.
Sanayi tarihimizin ibret verici bir öyküsünü daha öğrenmek, tarihimizin gölgede kalan ya da bırakılan yanlarına zihninizde ışık tutmak istiyorsanız bu kitabı mutlaka edinmeli ve okumalısınız. Gerek zengin görseli gerekse özenle hazırlanmış metniyle önemli bir kaynak kitap olduğuna emin olabilirsiniz.

TARİHE IŞIK TUTAN ARAŞTIRMALAR

Atilla Oral’ın bu alanda yaptığı tüm çalışmaları takip etmenizi de salık vermek zorundayım. Çünkü Oral, yakın dönem tarihimiz açısından önemli konuları kitaplarına konu ediniyor. Atatürk’ün Tarih Kurumu tarafından sansürlenen mektubunu yazdığı kitabı, İstanbul İşgal Komutanı General Harington’u ve anılarını incelediği kitabı, Balkan Savaşı’nı cepheden gün gün fotoğraflayan ve bunları 1912’de Londra’da yayınlayan Herbert F. Baldwin’in kitabının Türkçe’ye çevrilerek yaptığı baskısı gibi önemli çalışmaların yanı sıra Enver Paşa’nın kardeşi, silah fabrikatörü Nuri Dilligil’in mercek altına aldığı kitabı, Kazım Özalp ve Selim Sırrı Paşa monografileri de ihmal edilecek kitaplar değil.

ŞAKİR ZÜMRE’NİN HAYATI ROMAN

Şakir Zümre’nin 1885’de Varna’da doğumu, Cenevre Lisesi ve Cenevre Hukuk Fakültesi’ndeki eğitiminden, dönemin Bulgaristan’ına, Şakir Bey’in Bulgaristan Parlamentosu’ndaki mebusluğuna, Atatürk ile tanışması ve geliştirdiği dostluğa, Türkiye’ye yerleşimi, dönemin ekonomik modasına uyup ithalatçılık ve komisyonculuk yapmak yerine ağır sanayi üretimine yönelmesine, Cumhuriyetin güçlü ismi Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile akraba olmasına rağmen bu ilişkiyi hiç kullanmaması ve ölümüne kadar nasıl bir macera yaşadığına kadar her şeyi somut bilgi ve belgeye dayalı olarak okumak istiyorsanız, görsel malzemeyle oldukça zenginleştirilmiş bu keyifli ama bir o kadar da hüzün veren çalışmayı edinmelisiniz. Yukarıda Şakir Zümre fabrikası ile ilgili aktardığım tüm bilgiler, bu sayfalarda size sunduğumuz tüm görseller bu çalışmadan size aktarılmıştır. Atilla Oral’a teşekkürlerimle.
….

Görseller, kitap kapağı ve kupürlerin hepsi Atilla Oral Arşivi’nden alınmıştır.