Hilmi Özkök etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hilmi Özkök etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2016 Perşembe

Güçsüz Ordu Güçsüz Türkiye



Güçsüz Ordu Güçsüz Türkiye




Ali Özsoy
Sayı 252, 
07/09/2009

Tayyip Erdoğan - Hilmi Özkök Gül - Büyükanıt

 (  _ Hilmi Özkök döneminde Ordu’ya yönelik ilk saldırılar başlamıştı. ABD’den çekinen politika nedeniyle PKK meselesinde ve Kıbrıs’ta çok ciddi tavizler verildi. 
Ancak Özkök’e göre hava hoştu. Çünkü kendisinin AKP’yle arası şiir gibiydi. Özkök’ten sonra gelen Büyükanıt ise “son kale” denilen Çankaya’nın Gül’e verilmesine karşı  çıkmadı. Kepenkleri kapatan Büyükanıt, sessizliğinin ödülünü daha sonra Gül’den aldı.  )

Durum Saptaması

30 Ağustos Zafer Bayramı’nda bu sene her yer Türk Silahlı Kuvvetleri’nin afişleriyle donandı. Slogan şuydu: “ Güçlü Ordu Güçlü Türkiye…”

Güçlü Ordu Güçlü Türkiye ” Sloganı oldukça anlamlı ve doğru bir slogan… Peki, ama “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” sloganını TSK neden bu sene ön plana çıkardı. Kimilerine göre bu TSK’ya yönelik yürütülen son günlerin deyimiyle “asimetrik psikolojik savaşa” karşı verilmiş bir yanıt.

O zaman akla gelen ilk soru şu oluyor. “ Güçlü Ordu Güçlü Türkiye ” acaba Türkiye’nin şu anki durumunun bir saptaması mı? Yoksa daha çok bir temenni mi? Belki de ulaşmamız gereken bir hedef.

Söz konusu olan durum saptamasıysa biz “ Güçlü Ordu Güçlü Türkiye ” sloganının Türkiye’nin şu anki gerçekliğini yansıtmadığı düşüncesindeyiz. Hatta ne yazık ki Türkiye tam tersi bir konumda… Şu anda ülkemizin yaşadığı tüm acıların ve zorlukların kaynağını araştırmak gerekirse belki de en temel sorun olarak şu gerçekliği saptayabiliriz: “ Güçsüz Ordu, Güçsüz Türkiye…”

Tek Suçlu AKP mi?

Türkiye AKP iktidarını yaşadığı 7 yıl boyunca son derece tehlikeli bir uçuruma sürüklendi. Herkes doğal olarak bu süreçten AKP’yi sorumlu tutuyor. Ancak gözden kaçırılan bir olgu var. Bir ülkenin ulusal savunması sadece sivil iktidarın, parlamenter hükümetin sorumluluğunda değildir. Ulusal bağımsızlığın, çıkarların, sınırların ve rejimin müdafaasında en az hükümetler kadar sorumlu bir kurum vardır ki, o da Ulusal Ordu’dur.

Türkiye’de ve Türkiye gibi ezilen ülkelerde Batıcı siyasi partilerin kabineleri genellikle ulusal çıkarlara saldırır. Parlamento ve kabineye göre Batıya karşı bağımsızlığını göreceli olarak koruyan Ordu ise hükümetleri hep uyarır, gerektiğinde frene basar hatta tüm ağırlığını koyar ve ülkeyi savunur.

Bu denge bozulduğu an ülke birden bire felakete sürüklenebilir. Türkiye bugün bu kadar güçsüzse bunun sorumlusu Tayyip’ten çok, onu önce meclise sokan, sonra başbakan yapan sonra da bugünlere kadar gelmesine izin verenlerdir.

Sakarya Savunması ve Balkan hezimeti Tayyip-Gül- İlker Başbuğ

(  _Başbuğ’un AKP ile son Zamanlardaki uyumu Gözden Kaçmıyor.  )


Askeriyede ordular geri çekildiğinde durum genel bir bozgun halini almasın diye genellikle hoş bir terim kullanılır: “ Cepheyi Düzeltmek…

Elbette ki savunmanın önemli bir unsuru “cepheyi düzeltmektir”. Ancak hiçbir ordu sürekli savunma konumunda kalmayı kaldıramaz. Amaç stratejik savunmadan stratejik taarruza geçebilmektir. Eğer cephe hattında bazı gerilemeler olursa da bunun tek nedeni ileriki aşamada stratejik taarruz anında daha elverişli bir konumda olabilmektir.

Hatta büyük dahi Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi’nde geri çekilişin kendisini taarruza dönüştüren diyalektik bir strateji üretmiştir: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh ise tüm vatan topraklarıdır.”

Yani belli bir anda cephenin bir kısmı düzeltilirken bu, tüm Ordunun geri çekilmesini ve pek çok elverişli mevziyi savaşsız bir şekilde düşmana teslim etmesini gerektirmez. Sakarya’da bu tez uygulanmış ve işgal ordusu cephede yok edilmiştir. Çünkü cephe olarak bir çizgi değil, tüm vatan kabul edilmişti. Dolayısıyla bir birlik çekilirken yanındaki birlik olduğu yerde kalıyor, hatta taarruz imkânlarını zorluyordu. Bu ise tali geri çekilişlerin asla asli hâle gelmemesini sağlıyordu. İnisiyatif savunma anında bile hep karargâhta kalıyordu.

2002 yılından itibaren Türkiye’de ulusal güçlerin sürekli geri çekildiğini görüyoruz. Ancak ulusal güçlerin bu geri çekilişi gittikçe uğursuz ve düzeltilemez bir vaziyete dönüşmüştür. Çünkü ulusal güçlerin sıklet merkezi veya karargâhı olarak görülen Türk Ordusu’nun komutası ne yazık ki, Sakarya stratejisini değil, adeta Balkan Savaşlarının taktiksizliğini uygulamaktadır.

Bu geri çekilişte Hilmi Özkök gibi doğrudan Amerikancı ve AKP işbirlikçisi komutanların büyük sorumluluğu vardır. Ancak ulusalcı veya Amerikancı, Atatürkçü veya gerici komutan fark etmiyor. Ordu’yu ve Türkiye’yi güçsüz düşüren stratejideki hatalı bakışın uzun süredir, çok farklı komutanlarca paylaşılan ortak bir görüş olduğu saptanabilir.

İlk Saldırı İlk geri Çekiliş

İlk baştan başlayalım. AKP iktidarının ve gericiliğin egemenliğinin temelinde 28 Şubat gibi son derece doğru ve ilerici bir hamle bulunmaktadır. Çünkü stratejik taarruz anında bile Ordu düşmanı tamamen dağıtmayı değil, tersine yenik düşmanla uzlaşmayı ve “ Normalleşmeyi ” seçti. İktidar DSP-MHP-ANAP’a yani Amerikancı ve AB’ci sağcılara teslim edildi. Bunların ise Türkiye’yi AKP’ye teslim etmesi kaçınılmazdı.

2002 yazında Kürt-İslam faşizminin 28 Şubat’tan sonra ilk stratejik saldırısı gerçekleştiği anda ise Türk Ordusu ne yazık ki direnemedi. Oysa ilk saldırıya sert ve kararlı bir yanıt verilseydi, 2002 Kasım’ında AKP iktidara asla gelemezdi.

2002 yazında Türkiye, TÜSİAD-AB-ABD darbesini yaşadı. AB ya da bölünme yasaları adı altında meclis dışından bir darbe başladı. Sonunda darbe meclise de yansıdı. DSP bölündü, MHP inine çekildi ve Apo’ya af yasası meclise geldi.

Burada iki yanlış tavır süreci belirledi. Birincisi TSK, “ Apo’nun affedilmesi konusunda biz tarafız. ” dedi ancak taraf olmanın gereğini yerine getiremedi.

İkincisi TSK ve tüm siyasi partiler erken seçim konusunda anlaştılar. Oysa erken seçim demek AKP iktidarı demekti. TSK’nın Irak’ın işgalinden önce mutlaka buna direnmesi gerekiyordu.

Yine aynı süreçte Irak konusunda ABD dayatmalarına karşı daha iyi direnebilmek için dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılmasının gündeme geldiği bugün bilinmektedir. Ancak başta MHP olmak üzere Amerikancı güçler buna karşı çıktı. Aslında Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ağırlığını koymasıyla hem erken seçimlerin hem de Hilmi Özkök’ün Genel Kurmay Başkanlığının ertelenebileceği bugün görülmektedir.

Ancak karargâh o anda direnme inisiyatifini gösteremedi. Ve 2002 Kasımına geldiğimizde Kürt-İslam taarruzunun cepheye hâkim konumda iki büyük mevziyi düşürdüğünü görüyoruz. Bir tarafta tamamen Amerikancı, dinci ve Kürtçü bir kabine, diğer tarafta yine tamamen Amerikancı bir Hilmi Özkök. TÜSİAD-AB-ABD darbesi başarılı olmuştu. ABD tüm kontrolü eline geçirdi. Artık PKK yeniden canlanabilirdi.

Irak’ta hayati hata

Bundan sonraki süreçte ABD’nin esas dayanak noktası AKP’nin tek başına iktidarı kadar, Hilmi Özkök’ün uzlaşmacı politikasıydı.

İlk olarak Irak’a saldırıdan önce hemen Tayyip Erdoğan’ın yasadışı bir şekilde meclise sokulması ve başbakan yapılması gerekiyordu. Tayyip hiçbir sıfatı olmadan George W. Bush’un huzuruna çıktı. ABD Türk Devletini değil, Tayyip’i tanıdığını belirtmiş oldu. Bu noktada ABD’ye karşı direnmenin ilk yolu Tayyip’i etkisiz bırakmaktı. Nitekim Tayyipsiz AKP’nin meclisten tezkereyi bile çıkaramadığı daha sonra görüldü. Bu durumda Türk Ordusu güçlenecek ve AKP zayıflayacaktı.

Ancak Hilmi Özkök, Baykal ve dönemin ulusalcıları Tayyip’in mutlaka başbakan olması gerektiğini savundular. Böylelikle güya halkın Tayyip’e desteği azalacaktı. İşler “ Normalleşecekti. ”

Oysa Tayyip başbakan seçilir seçilmez buna imkân tanıyan Ordu’ya saldırdı. Irak tezkeresinin meclisten geçmemesinin sorumlusu olarak TSK’daki komutanların olumsuz tavrını gösterdi. Ama işin en vahimi Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün de Tayyip’in bu tezini desteklemesiydi. Hilmi Özkök tezkerenin geçmemesini “ Olumsuz ” bir gelişme olarak değerlendirdi. Böylelikle akla gelen ilk soru Hilmi Özkök ile komutanlar arasında bir ayrılık olduğuydu.

Hilmi Özkök cephesi ise güya suçu AKP’nin üstüne atıp, ABD’yi Ordu’ya yakınlaştırdık tezini işliyordu. Bazı ulusalcılar da bunu savundular. Oysa çok değil birkaç ay içinde Ordu’ya karşı açıkça ABD-AKP-Hilmi Özkök cephesinin kurulduğu görüldü. Süleymaniye’de ABD askerleri ile peşmergelerin Türk askerlerine saldırması ve çuval olayı, ABD’nin AKP’yi değil, Türk Ordusu’nu düşman bellediğini çok net gösterdi.

Burada Türk Ordusu’nun direniş göstermemesi her şeyi bitirdi. Hilmi Özkök “en kötü ihtimal ABD ile savaşmaktır” diyerek “kötünün iyisi” demek olan ABD’ye teslimiyeti seçmesi, ABD saldırılarına karşı direniş imkânını sıfırladı. Çünkü ilk saldırıda karşılık verilmeyeceğinin garantisi bizzat karargâhın başı tarafından belirtildi.

Atatürk Sakarya’da işgalciyi her karış toprak için ayrı bir muharebeye zorluyordu. Oysa bir çuval olayı koskoca bir Ordunun bütün Kuzey Irak’tan çekilmesine yetti ve arttı. Çünkü teslim bayrağını bizzat Hilmi Özkök çekti.

Hilmi Özkök’ün bahanesi ABD düşmanlığını kışkırtmamaktı. Çünkü ABD ordusu dünyanın en donanımlı ve tehlikeli ordusuydu. Oysa bu kolay geri çekiliş ABD’yi çok daha fütursuzca düşmanlığa cesaretlendirdi. Bugünkü ABD-AKP-PKK cephesi bu sayede kolaylıkla kuruldu. Eğer düşmanlığın bir bedeli yoksa elbette düşman olmak ABD’ye çekici gelecektir. Olan da kısaca buydu. Şimdi ABD mayın ve mermileriyle saldıran PKK terörüne verdiğimiz her şehit bu stratejik hatanın kurbanıdır.

Kıbrıs’ta Tüm sorumlu Hilmi Özkök mü?

Geri çekilişler burada bitmedi. Sivil ve askeri cephede müsait ortamı bulan ABD ve AB bu sefer Kıbrıs cephesinden saldırdı.

Kıbrıs cephesinde AKP iktidarının gidip geldiğini bugün öğreniyoruz. Annan Planı Referandumundan önce Tayyip ve Abdullah cephesi iktidarlarının gerçekten sarsıldığını hissetmişler. Özellikle Ergenekon Soruşturması ve iddianamesi bu ruh halini iyi yansıtıyor.

Hatırlanacağı gibi AKP iktidarı o günlerde tamamen tecrit olmuştu. Halkın Kıbrıs’ta teslimiyete karşı büyük bir tepkisi vardı. Ancak AKP iktidarının yardımına ne yazık ki yine MGK koştu. MGK, Rauf Denktaş’ı Annan Sürecine ve referanduma zorladı. Referandumdan hemen önce ise Hilmi Özkök, Annan Planı’na “Türk kesiminden evet yanıtının verilmesinin en olumlu kombinasyonu yaratacağını” savunarak bizzat Tayyip’i ve Talat’ı destekledi.

O günlerde Hilmi Özkök’e rağmen kuvvet komutanlarının sürece hayır diyeceğini ve hatta istifa ederek Tayyip ve Hilmi’yi devirecek bir süreç başlatacaklarını bugün öğreniyoruz. Ulusalcı denen bu komutanlar tehlikeyi görmüşler. Ancak ne yazık ki yine gereğini yerine getirememişler. Eğer istifa etselerdi tarihe milli kahramanlar olarak geçecekler ve 2004’te AKP sürecini bitireceklerdi. Oysa şimdi sanık konumundalar. Bu olay hatanın sadece Hilmi Özkök gibilerde olmadığını açıkça gösteriyor.

Her Mevzide geri Çekiliş

Savaşta öyle anlar vardır ki, bir tepenin kaybedilmemesi için yüz bin kayıp göze alınmak zorunda kalınabilir. Bu kayıpları elverişsiz gören komutana sağduyulu değil, gafil denir. Çünkü yarın tüm vatan kayıp olabilir.

Kabine Tayyip’e, K. Irak PKK’ya, Kıbrıs ise Talat şahsında ABD’ye teslim edildi. Bundan sonra savaş alanına hâkim tek bir tepe kalmıştı. Orası ise Çankaya’ydı. Başta burası için direnildi. Ancak temel strateji AKP’yi yıkmak değil, “Çankaya’da uzlaşma” istemek olunca direnişin hezimetle sonuçlanması kaçınılmaz oldu. “Ne mutlu Türk’üm diyene diyemeyen herkes düşmanımızdır” diyen Yaşar Büyükanıt, bizzat böyle birinin Cumhurbaşkanı olarak düzenlediği ilk protokolde kendisine sorulan soruya “Kepenkleri kapattık” diyerek yanıt verdi.

Elbette herhangi bir komutanın “kepenkleri kapatması” vatana yönelik saldırıları bitirmiyor. Düşmanlar hiçbir zaman tatil yapmıyor.

Nitekim 2007 Temmuzundan sonra AKP’nin ikinci iktidar dönemi, bazılarının umduğu gibi uzlaşmanın değil, Türkiye’ye yönelik çok daha pervasız ve haince saldırıların dönemi oldu.

Önce yüzbaşılarla başlandı. Sonunda kuvvet komutanlarına kadar Atatürkçü ve ulusalcı tüm subaylar birer birer tutuklanmaya başlandı. Başta direnmeyen karargâh sonunda işin ucunun en tepeye kadar dayanmasına engel olamadı. Türk Ordusu ne yazık ki, kendi subaylarını kendi elleriyle gericiliğe ve bölücülüğe teslim eden bir ordu haline geldi. En sonunda İlker Başbuğ Ordu’ya yönelik Ergenekon saldırılarına bir ad taktı: “ Asimetrik psikolojik harp.”

Oysa olay asimetri boyutunu ve “ Psikolojik ” çerçeveyi çoktan aşmıştı.

Bugün AKP., TRT - Kürtçe TV Açıyor. MGK destekliyor. AKP kukla “ Kürdistan ”ı tanıyor. MGK Destekliyor. AKP Kürt açılımı yapıyor. MGK destekliyor. Bu aşamada artık “ Asimetrik ” saldırının hedefi olan Ordu’nun çoktan mevzileri terk ettiğini, halkın işgalcilerin insafına terk edildiğini herkes ister istemez düşünüyor.

Bu bir Felakettir. Çünkü iç Cephede Zaaf Atatürk’e göre en büyük Zaaftır:

“İç ve görünürdeki cephe... Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği bir cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat bu durum hiç bir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüz yıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten, kaleyi içinden almak dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir.”

Siz güçsüzseniz Türkiye güçsüz olur

En büyük temennimiz gerçekten de Güçlü Ordu’nun yeniden tavrını belli etmesi ve Güçlü Türkiye’nin kurulması.

Ancak bugün Türkiye güçsüz ise bunun bir numaralı nedeni Türk Ordusu’nun güçsüzleştirilmiş olmasıdır. Sorunun kaynağı çok net saptanmalıdır.

MGK tasfiye edildi, direnmediler. Apo affedildi, direnmediler. Kıbrıs teslim edildi, direnmediler. ABD Irak’a girdi, kukla Kürt devletini kurdu, direnmediler. Üniversiteler ve yargı kuşatıldı, direnmediler. Çankaya düşürüldü, direnmediler. Subaylar hapislere sürüklendi, direnmediler. Bölünme yasaları çıktı, direnmediler. İşte güçsüz düşmemizin nedeni bu...

Sonunda Apo ve Tayyip’in elinde oyuncak olmuş bir ülke ortaya çıktı.

Şimdi belki de hatadan dönmek için “ Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye ” deniyor. Her tarafta boy boy afişler asılıyor. Tank, denizaltı, uçak resimleriyle Ordu’nun gücü vurgulanmak isteniyor.

Oysa bakın Atatürk Ordu’nun gücünü tanklarda, toplarda değil nerede buluyordu:

“Bildiğiniz gibi savaş ve muharebe demek; yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla bütün maddî ve manevî kuvvetleriyle, biri biriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bunun içindir ki, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi silâhla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.”

Atatürk Ordu’nun gücünü halktan aldığı destek ve Türk milletiyle kurduğu kopmaz bağlarda görüyordu. Ne parada ne de silah gücünde değil. Çünkü halk bunları yaratacak yegâne güçtür. Atatürk, zamanının en büyük, en muzaffer ve en güçlü ordularını vatan topraklarından bu bakış açısıyla kovdu.

Komutanlar önce “iç cepheyi” kuvvetlendirmelidir. Halkın isteklerinden ve vatan savunmasından kopmamalıdırlar. Yoksa en güçlü silahlar bile en ağır ve utanç verici yenilgileri engelleyemez.

30 Ağustos Kutlamaları sırasında genç bir Türk kızı İlker Başbuğ’a isyan duygularıyla Sesleniyor. “ Kürt Açılımına Karşıyız, bu ülkeyi Böldürtmeyin ” diye hıçkırıklarla ağlıyor. İlker Başbuğ kızı teselli etmeye çalışıyor. Ama acaba ikna edici olabiliyor mu?

Ordumuz güçlü olacaksa, önce o kızı Ağlatmamayı ve Türk insanını ihanet uğramayacağına kesin olarak ikna etmeyi başarmalıdır. O zaman hiçbir ordu Türk Ordusu’nu ve Türkiye’yi yenemez. Bunun için komutanların Osmanlı gözlüğünü çıkarıp, Atatürk gözlüğünü takması şarttır.

Evet, “Güçlü Türkiye” için önce “Güçlü İç Cephe”…

Bunun için “Güçlü Ordu”…

Ama Güçlü Ordu için her şeyden önce Güçlü Komutan ve Atatürkçü Karargâh…


(Sayı 252, 07/09/2009)



http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeordu5.htm

Türk Ordusu Hangi Tarafta?






Türk Ordusu Hangi Tarafta?


Ali Özsoy


İlker Başbuğ

  (  _ Abdullah Gül ve şürekasının “ Ordu da bizi Destekliyor ” iddiasına ve son bir aydır devam eden federasyon ve anayasa tartışmalarına rağmen konuyla ilgili Türkiye’de tek bir açıklama yapmayan İlker Başbuğ, sonunda ABD’de konuştu. ABD Genelkurmay Başkanı Mullen ile katıldığı bir toplantıda Başbuğ şunları söyledi: “ Irak’ın kuzeyi, Aralık 2007 tarihinden bu yana, PKK için güvenli sığınak olma özelliğini yitirdi. PKK’ya yönelik uluslararası destek de ciddi biçimde azaldı. 
Terör örgütü, amaçlarını silahlı mücadele yoluyla kazanıp kazanamayacağını tartışmaya ve Irak’ın geleceğinde kendilerine yer olmadığını görmeye başladı.” Evet, açıklama bu. Tam da AKP ve CHP tarafından PKK’nın aslında silah bırakmak ve af karşılığı siyasileşmek istediği iddialarıyla eş zamanlı bir açıklama.  )


Konuşma veya Konuşmama meselesi

Türkiye’de siyasette her zaman merak edilen soru şudur: Acaba asker bu konuda ne düşünüyor?

Bu sorunun sorulması çok doğal çünkü sivil siyaset olarak tarif edilen parlamenter iktidar ve muhalefetin ne düşündüğünü çok merak etmeye gerek yoktur. İktidarın da muhalefetin de ne savunacağı ABD tarafından belirlenir. Şu son “Kürt açılımı” bunun en bariz kanıtı. Obama Türkiye’ye geldi sadece AKP değil, CHP dahil tüm partiler PKK ağzıyla konuşmaya başladı.

Türkiye’de siyasi partiler hep Batıcı uydu yapının taşeronları olmuştur. Bu yüzden meclis ve hükümet ulusal çıkarların savunulduğu değil, pazarlandığı alanlar olagelmiştir. Bundan dolayı ulusal çıkar denince akla hep Türk Ordusu gelir. Düzenin denkleminde tek farklı değişken odur. Bu yüzden her zaman “acaba Ordu’nun bu konudaki görüşü ne?” sorusu sivil siyasetin baş gündem maddesidir.

Askerin gücü tabii ki silahlı kuvvet olmasından kaynaklanıyor. Söyledikleri bu yüzden önemli ancak sadece bundan dolayı değil. Türk Ordusu sivil siyasetin hiyerarşisini oluşturan ABD kaynaklı emir komuta zincirinin içine girmiyor. Türk Ordusu’nun İstiklâl Savaşı’ndan ve Atatürk döneminden kalan bir misyonu var. Bu misyonu taşıyan tek kurum olarak sık sık ulusal güvenliğimizi ve rejimi tehdit eden “sivil alandaki” gelişmelere fren koymak zorunda kalıyor.

Ancak son yıllarda bu askerin konuşma veya konuşmama meselesi son derece çetrefilleşti.

Eskiden Genel Kurmay Başkanları çok az konuşurlardı. Ancak konuştukları zaman tüm dengeler değişirdi. Ku­rum son sözünü söylemiş olurdu. Ne bir tankı sokakta görürdünüz ne de bir uçağın kalkıp Kuzey Irak’a uçması gerekirdi. Ama mesaj yerini bulurdu.

Zaten “ Savaş Sanatı ” silah kullanmak kadar kullanmamaya da dayanır. Askeri güç kullanılmadan caydırıyorsa çok daha güçlüdür. Bu yüzden “askerin konuşması” denen mesele stratejik bir meseledir. Bazen on cümlelik bir açıklama o kadar caydırıcıdır ki, bir savaşı engeller. Veya iç düşmanı hayallerinden uyandırır. Bazen hiç konuşmamak bile bir tercihtir ve daha da etkili olabilir.

Paşalarımızın Huyları

Ancak şimdilerde Türk Ordusu bu en önemli silahını yani konuşmak veya konuşmamayı ne yazık ki kullanamıyor.

Değişen her Genel Kurmay Başkanıyla bu sorun daha da derinleşiyor. Her yeni Genel Kurmay Başkanı için işbirlikçi medyada bazı karakter analizleri yapılıyor. Sert mizaçlı mıdır, iyi huylu mudur, çok mu konuşur, az mı vs..

Tabii bu önemli çünkü 28 Şubat’ın yarattığı “konuşma adabı ve geleneği” onlara çok fazla işbirliği ve ihanet alanı bırakmıyordu. Karadayı ve Kıvrıkoğlu dönemi böyleydi.

Sonra Hilmi Özkök geldi. Kendisinin ne kadar yumuşak huylu, demokrat karakterli ve az konuşan biri olduğu üzerine pek çok methiyeler döküldü. Bu paşa iyiydi çünkü olur olmaz konuşup AKP’yi rahatsız etmeyecekti.

Sonra “çok konuşmayı sevmem” diyen Hilmi Paşa’nın belki de TSK tarihinin gördüğü en ağzı kalabalık komutanı olduğuna hep birlikte tanık olduk. Ama konuştukça da AKP’yi sevindiriyordu. Vatandaş her olumsuz gelişmede paşayı bekliyordu. Paşa sonunda bir konuşuyordu… Meğersem Kıbrıs’ta da, Irak’ta da AKP doğru ya­pıyormuş. Şiir gibi geçiniyorlarmış. Vatandaş bu sefer “keşke sussa” noktasına geldi.

En sonunda emekli oldu ama yine de sahnelerden uzak kalamadı. Ergenekon savcısına Bursa’da tam 8 saatlik ifade vererek ne kadar az (!) konuşmayı seven biri olduğunu tekrar kanıtladı bu en “sivil” paşamız.

Sonra yerine Büyükanıt Paşamız geldi. Neler denmedi ki? Bu paşa çok müdahale edecek, lafını esirgemeyecek, konuşmaları ve demeçleriyle AKP’yi çok zorlayacak.

Gerçekten de başlangıçta Büyükanıt Paşa bazı tarihi açıklamalara ve konuşmalara imza attı. Ama sonra birden “ Kepengi kapattı.” Ve iddiaların tam tersine en suskun paşa oldu. Hilmi Pa­şa “ Suskundu ”, konuşma rekoru kırdı. Büyükanıt Paşa ise “ Konuşkandı ” ama susma rekoru kırdı.

Sonunda sıra İlker Başbuğ’a geldi. Yine karakter analizleri başladı. Bu paşa çok ciddidir. Futbol muhabbetinden hoşlanmaz. Çok az, kısa ama öz konuşur. Vesaire…

Çok az, kısa ve öz konuşan paşamız ise 4 saat süren sosyoloji tebliğleri sunan biri olarak karşımıza çıktı. Hem de saç baş yolduran cinsten. Konuşmasında tam 5 kez Obama’ya gönderme yapan paşamıza göre Türk halkı demek bölücülükmüş ama Türkiye halkı demek değilmiş. Sonra işler iyice sapa sardı. Açıklama yanlış anlaşılınca bir açıklama daha yapıldı. Bu sefer açıklamanın açıklamasıydı yapılan.

AKP Ordu adına Konuşabilir mi?

Oysa “Türk halkı” komutanlarımızdan o kadar çok konuşmalarını da istemiyor. Hele özgün (!) sosyoloji tezleriyle sunumlar yapmalarını hiç beklemiyoruz. Tek istediğimiz bu ülkenin ulusal güvenliği ve Cumhuriyetin temelleri konusunda tavizsiz tavır. Çok kısa ama öz bir demeç ve o demecin arkasında durulması. Yani kısaca kırmızı çizgilerin çiğnetilmemesi.

Sonunda Türk milletini öyle bir noktaya getirdiler ki, neredeyse “aman Paşam konuşma” der olduk.

Üniter devleti parçalayan her adımda ne yazık ki karargâhtan ya hiç ses çıkmıyor ya da yanlış ses çıkıyor. Anayasa’ya rağmen Kürtçe TV kuruluyor, İlker Başbuğ destekliyor. PKK’ya ve Apo’ya aftan bahsediliyor, tepeden gelen ses sert tepki göstereceğine teröristlerin insanlığından bahsediyor.

Ve hepsinden önemlisi artık asker konuşmayınca onun adına AKP konuşmaya başladı. Bilindiği gibi en son AKP’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir açıklama yaptı. Kürt konusunda çok güzel şeyler olacak dedi. Ve sözlerine ekledi. “Bu konuda asker, sivil, bürokrat tüm devlet erkânı hepimiz ilk defa hemfikiriz…”

Ve ardından neler sıralandı? Tüyleri diken diken eden ve açıkça üniter devleti parçalayan bir süreçten bahsediliyor.

Peki her konuda hemen açıklama yapan Genelkurmay’dan ses var mı? Yok. O zaman Abdullah Gül doğru mu söylüyor? Onun fikirleri askerleri de bağlıyor mu?

Gündemin ikinci bir önemli konusu Suriye sınırlarındaki mayınlı arazinin temizlenmesi… AKP İsrail’in toplam yüzölçümünün üçte ikisi kadar bir toprağı yarım asırlığına İsraillilere vermek istiyor. Türkiye ayağa kalkıyor. Herkes bir fikir beyan ediyor. Asker susuyor.

Ama onun yerine kim konuşuyor? Tayyip Erdoğan. Recep Tayyip bölgeye ilk mayını yerleştiren emekli bir Türk albayı konuyla ilgili demeç verdi diye saygısızca Türk subayını paylıyor. Diyor ki; “Biz Genelkurmayla kuvvet komutanlarıyla konuştuk. Sen emekli bir yarbaysın sana ne oluyor. Otur bir köşede.”

Böylelikle artık ulusal güvenliğimizi tehdit eden her ciddi konuda askerin tavrını ya Abdullah Gül’den ya da Recep Tayyip’ten öğreniyoruz.

Hani Taraftınız?

İşin geldiği noktaya bakın. Bir kurumun haysiyeti söz konusu… Söz konusu olan AKP’nin zabıtası değil, Atatürk’ün Ordusu.

Paşalarımızın artık çok konuşmak istememelerini anlayabiliyoruz. Hatta belki de olumludur bu. Ama Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü “ilkellik” olarak suçlayan biri çıkıp sizin adınıza konuşuyor. PKK’yla masaya oturmaktan bile bahsediliyor.

Diğer taraftan “ Halkı kin ve Nefrete Tahrikten ” hapis yatmış biri şerefli bir Türk subayına hakaret ederken, sizin adınızı kullanıyor. “ Paşalar beni destekliyor.” diyor.

Susmaksa Onaylamaktır.

İnanılmaz teklifler gündeme getirildi. Apo’nun muhatap alınmasından tutun, PKK’lılara genel af çıkarılmasına kadar. Anayasa’dan “ Türk Ulusu ” ifadesi çıkarılsın, özerklik getirilsin deniyor.

Vatan için şehit olmuş binlerce Mehmetçiğin kanı yerde. Utanmadan diyorlar ki, asker Güneydoğu’da dağa taşa çizdiği Türk bayraklarını ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazılarını silecek.

Tek bir İtiraz, tek bir Açıklama Yok.

Artık askerin tavrının ne olduğunu AKP’lilerden mi öğreneceğiz?

Ne zaman bir “ Kürt açılımı ” gündeme gelse askerin net bir açıklaması vardır: “ Biz bu konuda tarafız.

Şimdi soruyoruz. Hâlâ taraf mısınız?

Eğer öyleyse Abdullah Gül’ü yalanlamanız şart. Çünkü atılan her bölücü adıma sizi de ortak etmiş oldu.

Ne mutlu Türk’üm diyene ” Sözünü “ İlkellik ” kabul edenlerden yana mısınız, yoksa onlara karşı mısınız? Artık İlker Başbuğ’un bu konuda bir açıklama yapmak zorundadır. Çünkü işler çığırından çıkmak üzeridir.

7 Şehit ve ABD Gezisi

Tüm bu gelişmeler devam ederken güneydoğuda kahpe teröre yeni şehitler kurban verdik. 7 Askerimiz ABD kaynaklı mayınlarla PKK tarafından şehit edildi.

Gündem çok değişmedi. Medya mensupları şehitleri görmezden geldi. Terörist elebaşı Karayılan için PKK lideri denmeye devam edildi. Son açıklamalarının ne kadar “umut verici ve barışçıl” olduğundan bahsedildi. Evet, tam yedi şehidimizin kanı üzerinde bunlar konuşuldu.

Aynı günlerde Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ ABD’ye gitti. Kuzey Irak’ı PKK için cennetten bir köşe haline getiren, terör örgütüne silah ve mayın temin eden Pentagon’dan “Onur Madalyası” aldı.

Hadi bunların hepsine “ Resmi ikili ilişkiler ” diyelim. Ama bizi asıl rahatsız eden İlker Başbuğ’un “konuştuğu” an söyledikleridir. Abdullah Gül ve destekçilerinin “Ordu da bizi destekliyor” iddiasına ve son bir aydır devam eden federasyon ve anayasa tartışmalarına rağmen konuyla ilgili Türkiye’de tek bir açıklama yapmayan İlker Başbuğ, sonunda ABD’de konuştu. ABD Genel Kurmay Başkanı Mullen ile katıldığı bir toplantıda Başbuğ şunları söyledi:

“ Irak’ın kuzeyi, Aralık 2007 tarihinden bu yana, PKK için güvenli sığınak olma özelliğini yitirdi. PKK’ya yönelik uluslararası destek de ciddi biçimde azaldı. Terör örgütü, amaçlarını silahlı mücadele yoluyla kazanıp kazanamayacağını tartışmaya ve Irak’ın geleceğinde kendilerine yer olmadığını görmeye başladı.”

Evet, açıklama bu. Tam da AKP ve CHP tarafından PKK’nın aslında silah bırakmak ve af karşılığı siyasileşmek istediği iddialarıyla eş zamanlı bir açıklama. Varsayım şu. PKK aslında silah bırakmak istiyor ve Kuzey Irak’ta artık barınamıyor. Bu yüzden biz de açılım yapalım ve işlerini kolaylaştıralım. Ama bu iddianın ortaya atıldığı hafta Kuzey Irak kaynaklı mayınlar 7 erimizi şehit ediyor.

Peki ya Abdullah Gül ve AKP’nin o Meşhur “ Kürt Açılımı.” İlker Başbuğ bu konuda hiçbir yorum yapmıyor.

Ama şöyle söylüyor:

“Terörizme karşı savaşın, devlet tarafından güvenlik, ekonomik, sosyo-kültürel, propaganda ve uluslararası ilişkiler alanlarında da organize edilmiş koordineli faaliyetlerin bir kombinasyonu olduğuna inanıyoruz. Ancak terör örgütü bir yandan silahlı teröristlerini muhafaza ederken, sadece ekonomik ve sosyo-kültürel alanlarda alınan tedbirlerle terörizmin bitirilebileceğini düşünmek bir hatadır.”

Sosyo-kültürel alan ne demek? Açık değil. Son açılımlar bu alana girer mi? Düşman bölücü terör, ama bölücü terör dağdaki silahlı teröristlerden ibaret değil ki. Kandil’de temsili olarak birkaç yüz PKK’lı silah bıraksa ne olacak? Bölücülük bitecek mi yoksa daha da mı tehlikeli olacak? Bu sorulara yanıt yok. Abdullah Gül’ün Ordu’nun adını vererek konuştuğu konularda da bir açıklık yok.


ABD’li Memnun.,  Ama biz değiliz

İlker Başbuğ PKK terörüne karşı ABD ile işbirliğinin ilerlediğini ancak ABD’nin daha fazlasını da yapabileceğini belirtti. ABD’li meslektaş Oramiral Mullen, İlker Başbuğ’un konuşmasından memnun kaldı. Konuşması ilginçti. Türkiye’de görev yapmış bir subay olarak Türkiye’yi çok sevdiğini söyledi ama ifadeleri Türkiye’ye yönelik karmaşık duygular içeriyordu:

“1970’lerde İzmir’de görev yaptım. Çok zor ve karışık dönemlerdi. 2004 yılında İlker ile tanıştığımdaki ilişkiler çok kötü bir dönemden geçiyordu. ABD-Türkiye ilişkilerini neden eski haline getirmek zorunda olduğumuzu anladım.”

Muhtemelen 1970’lerde İzmir’de sokağa bile çıkamıyordu. Çünkü “çok zor ve karışık” dediği dönemlerde Al­tıncı Filo askerlerini İstanbul ve İzmir’de sokaklarda kovalayan devrimci gençler vardı.

2004 yılı ise tezkere ve çuval krizinin yaşandığı ve PKK terörünün ABD desteğiyle yeniden hortladığı yıl olarak değerlendirilebilir.

1970 ve 2004 yılından farklı olarak Mullen şu anda daha memnun. İlker Başbuğ’u “sıcak, cömert ve kararlı” bulduğunu söylüyor.

Bizim tek düşündüğümüz ise ülkemizin bölünmez bütünlüğü ve şehitlerimizin yerde kalan kanı… Mullen memnun olduğu için biz endişeliyiz.

Şimdi konuşma zamanı

“ Kürt açılımları ” başladı. Daha doğrusu resmi bölünme adımları.

ABD memnun, Talabani memnun, PKK memnun, AKP memnun, Abdullah Gül memnun, Mullen memnun…

İlk olarak Apo’nun idamının affı gündeme geldiğinde, TÜRKSOLU uyarmıştı. Bu yolun sonunda Apo’yu başbakan yapmak var demişti. O günlerde asker “bu konuda tarafız” demiş ve idamın kaldırılmasına karşı çıktıklarını ima etmişti. Ancak taraf olmaları bir şey değiştirmedi. Apo’nun affı gerçekleşti.

Şimdi ise Abdullah Gül asker de bizimle aynı tarafta diyor. Artık konuşma zamanı geldi.

Doğru mu yanlış mı?

Türk dağlarından “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözleri silinecek mi?

Türk kentlerinin ismi Kürtleşecek mi?

Apo ve PKK’lı diğer teröristler affedilecek mi?

Türkiye Irak mı olacak?

Artık istesiniz de konuşmamazlık edemezsiniz. Çünkü Abdullah Gül sizin adınıza konuştu.

Öğrenelim.

Hâlâ taraf mısınız?

Tarafsanız bunu belli edecek misiniz?

Taraf olmanın gereğini yerine getirecek misiniz?

Tarih isminizi hangi tarafta yazacak?

Kapalı kapılar ardında ne konuşulur bilemeyiz ama herkesin tavrını bir de Türk halkı öğrensin ki, bizim de tavrımız belli olsun.

Çünkü elbette ki vatanı savunacaklar çıkacaktır.

Kimler bu tarafta duruyor bilelim.

(Sayı 239, 08/06/2009)

http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeordu2.htm

22 Şubat 2016 Pazartesi

ÇUVAL OLAYI VE ARKASINDAKİ GERÇEK



ÇUVAL OLAYI VE ARKASINDAKİ GERÇEK..,





Yarım yüzyılı aşkın müttefiklik tarihinde ABD ile Türkiye arasında yaşanan en büyük kriz olarak tarihe geçen ' Çuval olayı'nın perde arkası yine gizli belgeler
T24 - Wikileaks'in Türkiye konulu belgelerini yayımlayan Taraf gazetesi, 4 Temmuz 2003'te dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson'ın Washington'a ilettiği kriptoyu yayımladı. Kriptoda ABD ile Türkiye arasında yaşanan en büyük kriz olarak gösterilen ' Çuval geçirme olayı ' yer aldı. 

Taraf gazetesinde "Türkler Kerkük Vadisi'ni vuracaktı" başlığıyla yayımlanan (4 Nisan 2011) birebir çevrilen Wikileaks kriptosu şöyle: 

Türkler Kerkük Vadisi'ni vuracaktı,

4 Temmuz 2003’te Türk Özel Kuvvetleri’nin Süleymaniye’deki karargâhını basan Amerikan güçlerinin bunu niye yaptıklarının cevabı, ABD kriptolarına yansıdı: Bir Türk askeri de Kerkük Valisi’ni öldürme planının parçasıydı.

Taraf’ ın 30 Mart Çarşamba günkü sürmanşetinde “ Çuval baskını ‘geliyorum’ demiş ” ifadesi vardı. O gün yayımladığımız “ WikiLeaks Belgeleri,” 22-23 Nisan 2003’te Kuzey Irak’ta meydana gelen olay sonrasında, Türk ve Amerikan Özel Kuvvetler komutanları arasında yapılan toplantının zabıt tutanağına geçen kararları da içeriyordu.

22 Nisan 2003 günü, Erbil’deki Özel Kuvvetler Komutanlığı Karargâhı’nda görev yapan Türk askerleri, “Türkiye’den gelen bir insani yardım konvoyuna eskortluk etmek üzere” gittikleri Kerkük’te gözaltına alınmış, ertesi gün de Amerikan askerî personeli eşliğinde Türkiye’ye gönderilerek, Irak’tan sınırdışı edilmişlerdi. Bir hafta sonra, 30 Nisan 2003’te yapılan askerî toplantıda, iki tarafın da altına imza koyduğu kararlarla, Irak’taki Türk askerî personelinin her zaman üzerinde kimlik ve üniforma taşıması gerektiği Türkiye’ye tebliğ ediliyor ve bu kurala uymayan askerlerin gözaltına alınacağı kayda geçiriliyordu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün “ Ültimatom benzeri ” diyerek eleştirdiği ancak geçerliliğine kimsenin resmen itiraz etmediği bu kararların üzerinden iki ay geçtikten sonra, 4 Temmuz 2003’te, “ Çuval Olayı ” yaşandı.

Süleymaniye baskınında, ABD’liler Türk Özel Kuvvetleri’ne mensup, üçü subay, sekizi astsubay on bir Türk askerini gözaltına aldılar; bu askerlerin üzerinde üniforma ve kimlik yoktu.

Tabii, hadise iki taraf için de bu kadar “ Basit ” değil. Süleymaniye olayı, Türkiye’nin toplumsal hafızasına, “ ABD’nin Türk askerlerinin başına ‘çuval’ geçirmesi ” olarak kazındı. Amerikan tarafı ise, Türk Özel Kuvvetleri’nin de katılımıyla Kerkük Valisi’ne yönelik bir suikast gerçekleştirilmesinin, ABD askerlerince son anda önlediğini savundu ve bu tezinden bugüne kadar vazgeçmedi.
Gerçek neydi? Ve “ Çuval Olayı”nın yaşandığı günlerdeki ikili temaslar gerçeği ne kadar anlatıyordu? Taraflar birbirlerine neyi, nasıl söylemişlerdi? Bugün, bu soruların cevabını arayarak, “ WikiLeaks Türkiye Belgeleri ” kapsamındaki “çuval” telgraflarını dikkatinize sunuyoruz.

Elçilik, bu baskını Türklerden öğrendi
4Temmuz 2003’te “GİZLİ” ibareli, “Türkiye, Kuzey Irak’taki Özel Kuvvetler Personeli’nin Derhal Serbest Bırakılmasını Talep Ediyor” başlıklı, Büyükelçi W. Robert Pearson’ın onayıyla gönderilen telgrafı, ABD Büyükelçiliği Başmüsteşarı Robert Deutsch kaleme almış. Telgrafı aynen aktarıyoruz:
(1) Bağdat’ın da asgari düzeyde bilgilendirilmesi elzemdir.
(2) Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Vekili Baki İlkin, aktarıldığı üzere, Türk Özel Kuvvetleri’nin Irak’ın Süleymaniye şehrinde ABD güçlerince gözaltına alınmasını(telgrafın bu cümlesinde “reported” –aktarılan– ifadesi kullanılarak, gözaltı olayının bir olgu değil, bir iddia olduğu ima ediliyor) resmen protesto etmek için, 4 temmuz akşamı Başmüsteşar’ı(Robert Deutsch) davet etti.

150 ABD askeri Türk karargâhında,

İlkin’e göre, 4 temmuz günü saat 14:30 civarında, 150 ABD askeri, tesiste arama yapmak üzere Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetler Karargâhı’na geldi. Bu noktadan itibaren, Türk Özel Kuvvetleri’nin kendi üstleriyle iletişimleri engellendi. Tesisin dışındaki bir görgü tanığının, binanın arandığını, hatta altının üstüne getirildiğini, Özel Kuvvetler birim komutanının ofisindeki Türk bayrağının yırtılarak indirildiğini ve 18 Türk Özel Kuvvet mensubunun prangalanarak götürüldüğünü Özel Kuvvetler’e anlattığı anlaşılıyor. Bundan kısa bir süre sonra, ABD askerleri, Süleymaniye’deki Irak Türkmen Cephesi ofisine de gitmişler ve Türkmenler gözaltına alınmış. Başlarına çuval geçirilerek, prangalanarak ve kelepçelenerek götürülmüşler. Bu noktada, dışarıdaki görgü tanığıyla iletişim de kesilmiş. Dahası, Süleymaniye’deki Türkmen radyo istasyonunun yayını durdurulmuş.

Saddam’ın Fedaisi gibi davrandılar,

(3) İlkin, her iki grubun da Kerkük’te bir cezaevine götürüldüklerini aktardı. Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri’ne karşı başka hareketler de yapıldığına ilişkin teyit edilmemiş haberler olduğunu ilave etti ve bu haberlerin doğru olmadığını umduğunu söyledi. İlkin, Türklere davranılma biçiminin acınası olduğunu, Saddam’ın Fedaileri’ne de aynı böyle davranıldığını ve kuşkusuz bir müttefiğe davranma biçiminin bu olmaması gerektiğini söyledi.
(Irak’ta 1995’ten itibaren etkinleşen “Fedayiin” adlı paramiliter grup, Baas rejimine bağlı özel muhafızlardı. Irak Savaşı’nın 1 Mayıs 2003’te bittiği resmen ilan edilen muharip safhasından sonra, Haziran 2003’te “Yarımada Operasyonu” adıyla daha sınırlı bir harekât başlatan ABD askerleri, Fedayiin’in karargâhına girdiler ve birçok Iraklı milisi öldürdüler. Büyükelçi İlkin’in, Süleymaniye’deki olayı, ABD’nin Saddam’ın Fedaileri’ne karşı tavrına benzetmesi, “Yarımada Operasyonu”nun o an itibariyle “taze” olan kanlı imajına atıf yapması bakımından özellikle çarpıcı.)

“ Kerkük bugün kurtuldu ” dediler

İlkin, Türklerin bu tür bir eyleme girişilmesine kimin karar verdiğini bilmediklerini anlattı ve bu olgunun konuyla ilgili olup olmadığını bilmemekle birlikte, daha önce kendisiyle zorluklar yaşadıkları 101. Hava İndirme Tümeni’nden Albay (William)Mayville’in de 4 temmuzda, Süleymaniye’de olduğunu anladıklarını belirtti. İlkin, Türk hükümetinin daha önce Albay Mayville’in tavır ve hareketlerinden şikâyetçi olduğunu da kaydetti. Türk hükümeti, yetkililerle ve Ankara ile Washington arasındaki iletişim, tatil (ABD’nin Bağımsızlık Günü tatili) nedeniyle aksayacağı için, bu eylemin 4 temmuzda yapılmış olabileceğinden kuşkulanıyor. İlkin, Kerkük-Süleymaniye bölgesinde bazı şahısların “Kerkük bugün kurtarıldı” dediği haberleşmelerin tespit edildiğini de kaydetti. (Yorum: bunun, olaydaki Türk aleyhtarı niyeti teyit ettiğini ima ederek.)

“Askerlerimizi derhal bırakın”

(4) İlkin, bu olayın şimdiden basına sızdığını (bunu teyit etmeyi başaramadık) ve Cumhurbaşkanı Sezer’le Başbakan Erdoğan’ın da haberdar edildiğini söyledi. Eğer sorunlarla derhal ilgilenilmezse, bu olayın, iki tarafın da yeniden sağlam bir zemine oturtmak için çalıştığı ABD -Türkiye ilişkisinde ciddi olumsuz yansımaları olacaktı. Türk hükümetinin, olayın çözüme kavuşturulması için, şu hususları da içerecek şekilde, hızla harekete geçilmesini talep ettiğini bildirdi:
— Gözaltına alınanların derhal serbest bırakılması,
— Olayın tümüyle soruşturulması,
— Kararın sorumlularının belirlenmesi ve gerekli tedbirin alınması,
— Soruşturmanın sonuçlarının Türk hükümetiyle paylaşılması.
(5) YORUM: Büyükelçilik, iddia olunan bu olayı, Türk Genelkurmayı ve Dışişleri kaynaklarından 4 temmuz günü ikindi saatlerinde öğrendi. Konuyla ilgili herhangi bir faaliyet olup olmadığını askerî ve sivil kanallardan (EUCOM - Avrupa Kuvvetleri Komutanlığı, CENTCOM - Merkezî Kuvvetler Komutanlığı, ABD Dışişleri, OCPA - Bağdat’ta Saddam Hüseyin’in Cumhuriyet Sarayı’nda karargâh kuran ve o sıradaki başkanı ABD’li Paul Bremer olan Geçici Koalisyon İdaresi) teyit etmeye çalıştık. Olayı teyit edebilmemiz altı yedi saat aldı ve Büyükelçi Pearson (bakanlığa çağrılmamızdan hemen önce) Müsteşar İlkin’e, üzerlerinde kimlik ve üniforma olmadığı için sivil oldukları varsayılan 23 kişiyi gözaltına aldığımızı bildirdi.

Söyleyin, Türklere ne anlatalım...

(6) EYLEM TALEBİ: İlişkimiz açısından yaratabileceği ciddi potansiyel sonuçlar düşünüldüğünde, bu olayı mümkün olan en hızlı şekilde çözüme kavuşturmamız gerekmektedir. Ankara saatiyle 5 temmuzda (saat farkı nedeniyle Ankara’da günün Washington’dakinden yedi saat önce değiştiği gözönünde tutularak yapılan bir vurgu) Türk hükümetine vermek üzere mümkün olan en fazla ayrıntıyı içeren bir cevap talep ediyoruz. Bu adımı niye attığımızı çok hızlı bir şekilde, en somut ve mümkün olan en ikna edici ifadelerle Türklere anlatmamız gerekiyor. Enformasyonun hassasiyeti ve gizliliği düşünüldüğünde bu konudaki brifingi en uygun olacak kanallardan vermeliyiz.

İki sis bombası atıp içeri girdiler

WikiLeaks Belgeleri arasında “çuval” konusuna ayrılmış ikinci yazışma ise, 5 Temmuz 2003’te yine Başmüsteşar Robert Deutsch tarafından kaleme alındığı anlaşılan “GİZLİ” ibareli telgraf. “Türk Özel Kuvvetleri’nin Yakalanması Sınırı Kapatır” başlığını taşıyan telgrafın tam metni şöyle:

(1) Bağdat’ın da asgari düzeyde bilgilendirilmesi elzemdir.
(2) Büyükelçi (Pearson), 5 temmuz sabahı Dışişleri Müsteşar Vekili Baki İlkin’le, Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri’nin gözaltına alınması hakkında konuştu. 

İlkin, Kuzey Irak’taki ABD askerî yetkililerinin, kimliği belirlenemeyen bir grup Türk’ün gözaltına alındığını ve kimliklerinin belirlenmesi ve serbest bırakılmalarının diplomatik kanallardan istenmesi halinde bu kişilerin salıverileceğini, 173. (173. Hava İndirme Tugayı kastediliyor) ile ilişkili Türk İrtibat Timi’ne bildirdiklerini söyledi. İlkin, olaya karışan Amerikan biriminin cuma sabahı Kerkük’te binalara hücum eğitimi yaparken görüldüğünü anlattı. Bunu birkaç kez tekrar ettikten sonra, KYB (Kürdistan Yurtsever Birliği) güvenlikçilerinin eşliğinde, toplam kırk civarında araç içeren bir konvoyla Süleymaniye’ye doğru yola çıkmışlar. Türk Özel Kuvvetleri’ni barındıran binaya, içeri iki sis bombası attıktan sonra girmişler.

Kerkük Valisi’ne karşı bir Türk

(3) OCPA (Irak’taki Geçici Koalisyon İdaresi) yetkilisiyle görüşen Büyükelçi, kimliklerinin tesbiti durumunda şüphelilerin serbest bırakılacakları yönünde Türk İrtibat Timi’ne yapıldığı iddia olunan teklifi teyit edemedi. Bağdat’tan anlıyoruz ki, Türk Özel Kuvvetleri’nin bir mensubunun Kerkük Belediye Başkanı’nı (telgrafta böyle yazıyor ama kastedilen ‘belediye başkanı’ değil Kerkük Valisi) öldürme planının parçası olduğu iddiasına ilişkin soruşturma devam ediyor.

Habur Kapısı kapanıverdi...

(4) ABD askerî kaynaklarından, 10 Türk Özel Kuvvetler mensubunun daha gözaltına alındığı başka bir baskının da 5 temmuz sabahı gerçekleşmiş olabileceğinin işaretini aldık. Ayrıca, bu olayın bir sonucu olarak Türklerin Habur Kapısı’nı kapattıklarını ve silahlı muhafızlarla güvenceye aldıklarını da anlıyoruz. Türk Özel Kuvvetler Komutan Yardımcısı Tuğgeneral (Abdullah) Kılıçarslan üç otomobilde 16 kişilik bir heyetle, Kürdistan Yurtsever Birliği “Başbakanı” Barham Salih’le görüşüp durumu denetlemek üzere Süleymaniye’ye gidiyor.

TSK: Suikast iddiası saçmalık

(5) Anaakım Türk gazetesi Hürriyet bu sabah birinci sayfasında, bu olayla ilgili, ABD’nin suikast planıyla ilgili iddialarını da not eden bir manşet habere yer verdi. Başbakan Erdoğan olayı “fevkalâde üzücü” ve “kabul edilemez” diye nitelendirdi. Genelkurmay İkinci Başkanı General Büyükanıt, haberin maalesef doğru olduğunu açıkladı. Türklerin Kerkük Valisi’ni öldürmeyi planladıkları iddiasını ise saçmalık olarak nitelendirdi. Bir haber, Bakan (Colin) Powell’ın (Abdullah) Gül’e gereken herşeyin yapılacağını söylediğini duyurdu. Bir başkası, bunun sonucunda ABD yetkililerinin Türk ordusuna Irak’tan çekilmesi yönünde baskı yaptığını öne sürdü. Gazeteciler bir tepki için Büyükelçiliği sıkıştırmaya başladılar.

Bu iş pazartesi mutlaka bitmeli

(6) YORUM: 4 temmuz akşamı Dışişleri Bakanı Gül ile Dışişleri Bakanı (Powell),Genelkurmay Başkanı General (Hilmi) Özkök ile Avrupa Kuvvetleri Komutanı General(James) Jones arasındaki görüşmelere dayanarak, Türk yönetimi, Amerikan üst düzey yönetiminin bu olayı hızlı biçimde çözüme kavuşturmak için çalıştığına inanıyor. Bu beklenti ve haftasonu olmasının verdiği nisbî sükûnet, bu olayın bir sonuca ulaştırılması için kısa bir süre tanıyor. Ancak, eğer bu olay çözüme kavuşturulmaz ve Türk Özel Kuvvetleri pazartesi sabahına kadar serbest bırakılmazsa, ABD-Türk ilişkilerine ciddi biçimde zarar verecek ve çok geniş yansımaları olacak bir siyasi ve toplumsal tepki Türkiye’de hızla ivme kazanacaktır. Ankara Büyükelçiliği, bu meseleyi önümüzdeki kırk sekiz saat içinde çözüme kavuşturmaya katkıda bulunacak her türlü harekete hazırdır.

Manşetlere bakın, öfkeyi anlayın

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, 7 temmuz pazartesi sabahı Washington’a, Türk Özel Kuvvetleri’nin gözaltına alınmasına ilişkin olarak basında çıkan haberlere geniş yer veren bir telgraf gönderdi. Telgrafın başlangıcında, ABD’nin temsilcilikleri önünde gösteriler düzenlendiği ve Türk yetkililerinin giderek daha yüksek tonda açıklamalar yaptıkları kayda geçirildi. Telgrafın şu paragrafı, günün atmosferini hatırlamamıza yardımcı olabilir:
6 temmuzdaki başlıca Türk gazetelerinin manşetleri –“ Çirkin Amerikalı ” (Milliyet): “ Bu Ne Biçim Stratejik Ortak ” (Radikal)– buradaki basının genel tonunu yansıtıyor. Öfkenin büyük bölümü, birçok kişinin Süleymaniye’deki ABD operasyonunu yönettiğini varsaydığı Albay William Mayville’e yönelmiş durumda. Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet ’in birinci sayfasındaki bir başlıkta, “bu adama haddini bildirin” ifadesi var. Sabah ise Albay Mayville’in Kuzey Irak’ta Türkmenler ve Araplara karşı sistematik olarak Kürtleri kayırdığına ilişkin bir “ Kanıt ” listesini ayrıntılarıyla yansıttı.

Telgrafta ayrıca, gazetelerin, Süleymaniye baskınının Türk askerlerini Kuzey Irak’tan tamamen atma amacıyla düzenlendiğine ilişkin iddialarına da mesafeli bir dille yer verilmiş. Bir Hürriyet yazarının “ ABD, Türk Özel Kuvvetleri’nin üç ay içinde Irak’tan çıkmasını istedi” diye yazdığı yine teyit edilmeksizin aktarılıyor. Süleymaniye baskınında, Celal Talabani liderliğindeki KYB’den gelen istihbarata dayanıldığına ilişkin haberler ile Cumhuriyet gazetesinin, Kürt grupların ABD’yi Türkiye’ye karşı kışkırttığını savunan yorumları da telgrafta yer almış. Sabah’ın, Washington kaynaklı haberinde, Süleymaniye baskınının ABD Dışişleri Bakanlığı, Beyaz Ev ve Irak’taki sivil yetkililerin bilgisi dışında gerçekleştirildiğini yazdığı; buna karşın, Radikal’den Murat Yetkin’in, olayla ilgili olarak Türk tarafına resmen bilgi verilmesinin geciktirilmesini, bu baskının yerel bir askerî inisyatiften ziyade, “ABD devlet politikasının parçası ” olmasına bağladığı da, telgrafın Türk basınındaki çelişkili yorumlara verdiği örnekler arasında.



..

4 Aralık 2014 Perşembe

"12 Eylül" ve Amcalarınız






"12 Eylül" ve Amcalarınız 
Serdar Ant

Behiç Gürcihan'a Hatırlatma :
24.09.2012

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

(Açık İstihbarat : Tabi ki o kadar basit değil fakat eleştirilen yazının kapsamı çerçevesinde Serdar Ant'ın aşağıdaki yazısında haklı olarak dile getirdiği konular ele alınmamıştır. Yoksa TSK'nın Mustafa Kemal'in askerlerinden NATO'nun ordusuna evriminin ele alınması gereken yüzlerce miladı sayılabilir.)


Behiç Gürcihan’ın “Tolga Örnek'e Açık Mektup: Her Sakallıyı Hacı; Her Üniformalıyı Amca Zannetme” (Açık İstihbarat, 22.9.2012) başlıklı yazısını kâh içim burkularak kâh gülümseyerek okudum.

Öncelikle belirtmeliyim ki Behiç Gürcihan’ı tanımam. Bir kere bile olsa bir araya gelip konuşmuşluğumuz, herhangi bir tanışıklığımız yok. Açık İstihbarat isimli sitede yayınlanan yazılarını okurum ara sıra… Gazeteci Fatma Sibel Yüksek ile evli olduğunu, Ergenekon davası kapsamında bir ara gözaltına alınıp bir süre tutuklu kaldığını, ama şu anda tutuksuz yargılandığını biliyorum, o kadar… Onun Tolga Örnek’le olduğu gibi, kendisiyle bir ortak geçmişimiz de yok tabii… 

Benim de babam bir askerdi, ama ben “paşa çocuğu” değilim. Geçmişte babamın görevi nedeniyle yurtdışında, mesela Napoli’de bulunma imkânına sahip olamadığım için, “İtalya’nın nimetlerinin peşinden koşma” gibi bir durumum da olmadı hiç… Ama çocukluk ve gençliğimin tamamı Gölcük gibi bir ortamda geçtiğinden askeriyeyi biraz da olsa bilirim. Bu bağlamda Tolga Örnek’i ve ailesini, uzaktan da olsa tanıdığımı söyleyebilirim.

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e açık mektubunu yazarken Napoli günlerinden ve eski Yugoslavya’nın parçalandığı dönemden bahsediyor. 

Öyle anlaşılıyor ki tanışmaları ve arkadaşlıkları o yıllara dayanıyor. Yani 1990’lı senelere… O yılları 20’li yaşlarda delikanlılar olarak yaşamış olmalılar. Gürcihan, 

“Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken, bizim güle oynaya İtalya'nın nimetlerinin peşinde koştuğumuz günler…” 

dediğine göre, o dönemde dünyada olan bitene karşı kaygısız kaldıklarını, daha doğrusu bugün olduğu gibi bir bilince sahip olmadıklarını da itiraf etmiş oluyor bir bakıma. Bir tür özeleştiri yapıyor kendince… Bunu eleştirmek için yinelemiyorum. 

Ama çocukluk ve gençlik yıllarımızda hangimizin dünya umurundaydı ki? Hele ki “İtalya’nın nimetleri” ayaklarınızın altına serilmişken kim takar Yugoslavya’yı? Babanız Washington’da askeri ateşe ise, Türkiye’de olup bitenler sizi çok mu ilgilendirir sanki? Neyse…

Benim Tolga Örnek’i ve ailesini “tanımam” ise daha eskiye dayanıyor. 

1970’li yılların ikinci yarısı, 1980’lerin başına… 12 Eylül öncesi ve sonrasının karanlık yıllarına yani… Aslında buna “tanımak” denilebilir mi, bilmiyorum. Tolga Örnek daha kısa pantolonla dolaşırken, aynı mahallede ve aynı apartmanda oturmuştuk Örnek ailesiyle… Ben ve kardeşim, Tolga ve Burak’tan 5-6 yaş kadar büyüktük, ama aynı okula aynı askeri servislerle gittik, Yüzbaşılar Mahallesi’nin sokaklarında koşturduk durduk, bağlardan kiraz aşırdık, 8. Sokak’ın o ünlü deresinde oyuncak “kayık” yarıştırdık. Dünyadan bîhaber olduğumuz çocukluğumuzun o avare yıllarında, yaşamımız kısa bir dönem de olsa çakıştı Tolgalarla...

Özden Örnek, daha o yıllarda parmakla gösterilen bir subaydı. 

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, o seneler binbaşı ya da yarbay idi galiba, ama geleceğin Deniz Kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirdi hep… Öyle derlerdi, biz çocuklar da büyüklerimizin konuşmalarından duyardık bu lafları. Kimi günler, gecenin bir saatinde apartmanın kapısı önünde bir askeri aracın durduğunu ve o saatte Özden binbaşıyı alıp gittiğini görürdük. Kısacası parlak bir subaydı, soyadı gibi “örnek” bir askerdi.

Eşi “Sevil teyze” de anımsayabildiğim kadarıyla “burnu Kaf dağında” bir insan değildi. Sonradan bu alçakgönüllü yapısı değişti mi, bilmiyorum. Ama askerlerin dünyasında subay ve astsubay aileleri arasında nasıl bir “uçurum” olduğunu o ortamda yaşayanlar gayet iyi bilirler. Buna rağmen benim anımsadığım “Sevil teyze” böyle bir insan değildi. Annemlerle görüşürler, karşılıklı ev gezmelerine gelip giderlerdi. Bayramlarda ziyaretimize de gelirlerdi, aradaki rütbe farkına falan bakmadan…

Biz çocuklar, böyle bir ortamda büyüdük işte… Türkiye kan ve ateş denizinde çalkalanır, her gün 15—20 kişi “anarşi ve terör” ortamında can verirken, bizler böyle bir sahte cennette yaşıyorduk. 

Ne “sağ”dan haberimiz vardı, ne “sol”dan… 

Hatta Türkiye’de olup bitenleri bile bilmezdik. Hem yaşımız böyle şeyleri anlamak için çok küçüktü, hem de yaşadığımız ortam bunların bize ulaşmasını engelliyordu. 

Türkiye’nin içine sürüklendiği bu batağın, Behiç Gürcihan ve Tolga Örnek’in babalarının 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” yaşananların bir ön habercisi, belki de bir provası olduğunu o yıllarda nereden bilebilirdik ki? 

Türkiye’nin bir “istikrarsızlaştırma operasyonu” ile nasıl faşizme sürüklendiğini, generallerin müdahale için koşulların olgunlaşmasını nasıl sabırla beklediklerini, 12 Eylül darbesiyle olacaklardan, darbenin gerçekleşmesinden çok önce Amerikan askeri kaynaklarında nasıl bahsedildiğini yıllar geçtikten sonra öğrenebildik ancak…

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

Behiç Gürcihan, bugün, 1990’larda olduğu gibi “İtalya’nın imkânlarının peşinde koştuğu” yıllarda değil artık. Dediği gibi, “o günler geride kaldı.” Belki o yıllarda, bugün olduğu kadar bilinçli ve duyarlı bir insan değildi. Ama bugünkü Behiç Gürcihan için aynı şey söylenebilir mi? 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül’de nasıl bir rol oynadığını görmezden gelerek “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” şeklindeki sığ bir değerlendirmeyle gelişmeleri açıklamaya çalışmak, Tolga Örnek’a “açık mektup” yazan Behiç Gürcihan’ı inandırıcılıktan yoksun kılar, o kadar... 

Hatta ne 12 Eylül’ü, TSK’nın bitiriliş öyküsünü çok daha gerilere uzatmak da olasıdır. Ve eminim ki bu sürecin dönüm noktalarını Behiç Gürcihan da en az benim kadar iyi bilmektedir.

Dünya askeri darbeler literatürüne “bizim çocuklar” (our boys) olarak geçen 12 Eylül’ün faşist generalleri kimi temsil ediyorlardı ki?

12 Eylül akşamı ABD Başkanı Carter’ı arayan Dışişleri Bakanı, 

“Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimler müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti” derken, kimi kastediyordu acaba?

6 Kasım 1983 seçimlerinden hemen önce Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig, Org. Evren ile 14 Mayıs 1982’de yaptığı görüşmede 

“Türkiye, NATO’nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki, Washington’da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim de başarımız sayılır” derken ne demek istiyordu acaba?

ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, 1985’in Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir’e söylediği 

“Asıl zorlandığım konu, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin, iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 Harekâtı olmasaydı, bu mümkün olmazdı” şeklindeki sözleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne zaman bitirildiği konusunda bir fikir vermiyor mu acaba?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bitirilmesi ve “milletin ordusu” olmaktan çıkıp bir “NATO kuvveti” haline gelmesini içeren süreçte, Behiç Gürcihan için 90’lı yıllar öncesinin bir önemi yok mu peki? 

Tolga Örnek’e seslenirken Hilmi Özkök’ten, Yaşar Büyükanıt’tan, Çevik Bir’den bahsediyor ve bu generallerin oynadığı rolü eleştiriyor. İyi de bu paşalar 90’lı yıllar öncesinde ne yapıyorlardı? Ay’da mı yaşıyorlardı!

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Harekât Başkanlığı’nda çalışıyordu. Ne yapıyordu orada? 

Darbenin nasıl yapılacağı, kimlerin gözaltına alınacağı, nerelerde işkence tezgâhları kurulacağı, kimlerin vatandaşlıktan çıkarılacağı, milletin anadilinin nasıl yasaklanacağı ve daha böyle bir sürü “ince” işin planlamasıyla mı ilgileniyordu acaba? 

“Bizim çocukların” lideri Kenan Paşa, yıllar sonra gazeteci Yavuz Donat ile yaptığı söyleşide Yaşar Büyükanıt hakkında şunları söylüyordu:

“Henüz ihtilal yapmamıştık... Ben Genelkurmay Başkanıydım... Yaşar Paşa, yarbay rütbesi ile Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda çalışıyordu... Dikkatimi çekti... Ve yanımdaki komutanlara dedim ki: Bu yarbaya dikkat edin... İstikbal vaat ediyor... İleride büyük komutan olacak."

Kenan Paşa’nın, Behiç Gürcihan’ın hedef tahtasında olan Hilmi Özkök için verdiği referans da sağlam:

“1980'de biz ihtilali yaptığımızda, Hilmi Paşa, yarbay rütbesindeydi... Milli Güvenlik Kurulu'nda görev yaptı. Çok sevdiğim bir komutan... Çalışkan, bilgili... İyi yabancı dili var. Deneyimli.”

Çevik Bir’e ise hiç değinmiyorum. 12 Eylül döneminde Kenan Evren’in yaveri olarak görev yaptığını gösteren fotoğrafları daha birkaç ay önce basında hepimiz gördük.

Behiç Gürcihan Tolga Örnek’e yazdığı mektupta, 1990’lı yılları kastederek “Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” diyor… 1990’da bunları yapan babalarınız, 1980 darbesinde neler yapıyordu peki?

Behiç Gürcihan, bu konuda bir açıklama yapar mı bilmiyorum, ama 12 Eylül öncesi ve sonrasında, örneğin Özden Örnek’in hangi görevlerde bulunduğunu özgeçmişinden öğrenebiliyoruz:

“1978'den itibaren iki yıl süre ile Donanma Komutanlığı Harekât ve Eğitim Şube Müdürü olarak çalıştı. 1982'de ABD Deniz Komuta Kolejinden mezun oldu. 1982'de yılında Albay olan Örnek, aynı yıl Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Şube Müdürlüğüne atandı.”

Hiçbir yorum yapmıyorum!

Bugün Balyoz operasyonu ve davası ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir temizlik yapıldığından ve “Mustafa Kemal’in askerleri”nin Türk ordusundan tasfiye edildiğinden, “kangren olan kolun” kesildiğinden bahsediliyor. Gel de sorma şimdi:

Kimdir bu “Mustafa Kemal’in askeri” olanlar?

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Hilmi Özkök, Çevik Bir gibi geleceğin “parlak” subaylarıyla beraber aynı kurmay kadrosunu oluşturanlar mı? 

ABD’nin “bizim çocuklar” (our boys) olarak tanımladığı beş generalin, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözü kulağı, eli ayağı değil miydi bu kişiler? 

Balyoz davasında yargılananların ya da 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'nın parçalanmasında” görev alanların, 12 Eylül döneminde nerelerde, neler yaptığına bir bakılsa, oldukça çarpıcı sonuçlara ulaşılır herhalde… 

Örneğin, birkaç yıl önce Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan Org. Işık Koşaner’in 1978’de Kara Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı emrinde kurmay subay olarak çalışması gibi… 

Ne ilginçtir ki, 12 Eylül ve darbe soruşturması yapanlar, Işık Paşa’nın o yıllardaki deneyimlerine ve tanıklığına başvurmuyorlar nedense…

Bugünlerde bir “Mustafa Kemal’in askerleri” lafıdır gidiyor. 

İyi de “Mustafa Kemal’in askeri” olarak tanımlanan bu generallerin ağzından en son ne zaman “ya istiklal ya ölüm” sözünü duydunuz? 

Bu paşaların görev yaptıkları süre içinde, Anadolu’nun göbeğine kurulmuş Amerikan üslerine karşı en ufak bir tepkisi oldu mu? 

“NATO’ya karşı en ufak bir eleştirileri oldu mu?” diye sormuyorum, çünkü hepsi NATO karargâhlarında görev yaparak, ABD’deki Askeri Kolejlerde ya da Kraliyet Akademilerinde eğitim alarak yükseldiler ordu içinde… 

Türkiye’nin AB’ye üye yapılacağı masalıyla ekonomide, siyasette, hukukta, dış politikada, kısacası yaşamın her alanında ödün üstüne ödün vererek AB kapısında uşak yapılmasına karşı en ufak bir karşı çıkışı oldu mu, bu “Mustafa Kemal’in askerlerinin”? 

Türkiye ekonomisi Dünya Bankası memurlarına teslim edilip IMF reçetelerinin uygulanması sonucu milyonlarca insan açlık ve sefalet denizinde kulaç atar hale düştüğünde, başta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ana ikmal kaynağı olan TÜPRAŞ olmak üzere kamu varlıkları bir avuç asalağa peşkeş çekilirken bu paşaların aklına “Mustafa Kemal’in askeri” olmanın gerektirdiği sorumluluk geldi mi hiç? 

MGK toplantılarında bu konularda eleştirel tek söz ettiler mi mesela? 

OYAKBANK satılırken bile susulmadı mı? 

“Mustafa Kemal’in askeri” olanlar, silah arkadaşları Org. Bitlis’in kuşkulu bir kaza ile yaşama veda etmesine hiç tepki gösterdiler mi?

Muavenet batırıldığında neden mezar gibi sessizdiler? Kuzey Irak’taki kukla devleti kuran Çekiç Güç, Anadolu’nun göbeğinde konuşlandığında, her 6 ayda bir, bu emperyalist kuvvetin görev süresinin uzatılması için MGK’da onay verenler bu “Mustafa Kemal’in askerleri” değil miydi? 

Türk askerinin terörist yatağı Kuzey Irak’a adımını atması yasaklanmışken, Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada ABD’ye taşeronluk yapmasını sineye çekenler kimlerdi?

Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir tasfiyeden bahsediliyor.

Peki, 12 Eylül döneminde, Atatürkçü ve solcu kaç subay atıldı TSK’den? 

Bugün gerçekleşen tasfiyeyi şimdi birileri nasıl seyrediyorsa, Yaşar Büyükanıtlar, Hilmi Özkökler, Çevik Birler de 12 Eylül döneminde Atatürkçü ve solcu subay kıyımını seyretmediler mi? 

Büyük bir ihtimalle o listelerin hazırlanmasında bile rol oynamışlardır!

İşte şimdi tasfiye edilenler de, 12 Eylül’de Özköklerin, Büyükanıtların silah ve dönem arkadaşı olan kurmaylar değil miydi? Bugün de tasfiye edenler tasfiye ediliyor! 

Kısacası sustunuz, sıra size de geldi en sonunda!

Ve bütün bu olanlara rağmen, Behiç Gürcihan “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” diyor! 

Hangi 10 sene? Bilgi dağarcığınızda ve belleğinizde “12 Eylül” diye bir olay yok mu sizin?

Atatürk, 

“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir” 

diyordu. Oysa artık Yugoslavya’dan Afganistan’a, Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada emperyalizme hizmet sunan Türk Silahlı Kuvvetleri, sadece son 10 yıldır değil, çok daha uzun bir süredir milletin ordusu değildir ne yazık ki… 

“İstilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti” haline getirilmiştir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “milli ordu” olmaktan çıkışı, Behiç Gürcihan ile Tolga Örnek’in “İtalya yıllarının” da, hatta benim çocukluk dönemimin de gerisine uzanır. 

Ama bugünkü iktidar savaşını yerli yerine oturtmamızı sağlayacak bu arka planı görmezden gelir ve hikâyeyi sadece 10 yıl öncesinden başlatırsanız, sonunda “amcalarınıza” tepki göstermenin de ötesine geçemezsiniz! Oysa bütün o “amcalar”, ABD’nin “bizim çocuklar” takımının üyesidirler.

Madem babalarınızın Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynadığını kabul edecek kadar gerçekçi bir bakışa eriştiniz, o zaman o “amcalar” ve 12 Eylül döneminde silah arkadaşı olan günümüzün “Mustafa Kemal’in askerileri”(!) o dönemde neler yaptıklarının, daha doğrusu ne tür olayların yapılmasına tanık ve aracı olduklarının da hesabını versinler.

Açık İstihbarat @ 2012
Kaynak: Serdar Ant - bellek2009.blogspot.com

 http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=10175