Ali Özsoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali Özsoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2017 Salı

CHP Atatürk’ün Partisi mi,? BÖLÜM 2


CHP Atatürk’ün Partisi mi,?  
BÖLÜM 2



Ali Özsoy

10 Mayıs 2010

Şu Meşhur 1989 Kürt Raporu,

CHP Programında Atatürkçülüğe ve Atatürk milliyetçiliğine aykırı Kürtçü tavizler bu yaptığımız alıntılarla sınırlı değil ve çok daha fazla uzatılabilir. Şu açık ki CHP bu alanda AKP ile yarışmaktadır. Ancak bir olguyu daha belirtmek zorundayız. O da 2008 CHP Programının çok açık bir şekilde 1989 SHP Kürt Raporu’na gönderme yapmasıdır.

Bilindiği gibi Tayyip Erdoğan meşhur Kürt açılımını ilan ettiğinde kamuoyu ilginç bir tartışmaya şahit olmuştu. AKP ve CHP’liler kimin daha çok Kürt dostu olduğunu ispat etmeye çalışmıştı. CHP’nin 1989’daki Kürt Raporunu öne sürmesi ise çelişkili bir durum yaratmıştı. “Kürt dostluğu” açısından bu rapor iyi bir kanıttı ama aynı zamanda AKP Kürt açılımını kat kat aşan bölücü tavizler içerdiği için rapor CHP’yi zor durumda bırakmıştı.

2008 Programı raporu açıkça savunmakta ve 1989 Kürt Raporu’na programatik bir içerik kazandırmaktadır:“CHP daha 1989 yılında Kürt kökenli yurttaşlarımızın karşılaştıkları sorunları acık yüreklilikle ortaya koymuş; etnik köken farklılıklarına, kültürel çoğulculuğa, bireysel kültürel haklara olan saygımız, demokratik değerlere, eşitliğe ve hoşgörüye olan bağlılığımız çerçevesinde toplumumuza, üniter devlet ve ulus devlet temeli dikkate alınarak kısıtlamaların kaldırılması ve çağdaş, kalıcı çözümler bulunması için politikalarını sunmuştur.”

Bugün CHP’nin internet sitesine girildiğinde bu rapor ve 1999 Tunceli Raporu en başköşede bulunmaktadır. Geçmişte yazılan her türlü raporu sitesine koyan CHP ne hikmetse 1930’larda Atatürk’ün emriyle İnönü ve Bayar’ın yazdığı doğu raporlarını yayınlamamaktadır.

1989 Kürt Raporu ise AKP ve hatta PKK uzantısı BDP’ye parmak ısırttıracak talepler içermektedir. Bu raporda sorun terör sorunu değil, “Kürt sorunu”dur denmektedir. Bu 1989’da Türkiye’de bir tek PKK’nın kullandığı bir kavramdır. Rapor “Kürt halkı” yerine “yöre halkı” tanımı kullanılmakta ama aynı anlamı vermektedir:

“Yöre halkının meşru taleplerini istismar edenlerin itibarları ve güçlerinin ellerinden alınması” ile “Kürtlerin eskiden olduğu gibi yeniden CHP’ye yönelecek ve Cumhuriyet ilkeleri ışığında entegrasyona uyum sağlayacak”tır.

“Kürt halkının meşru talepleri” ise bakın nasıl karşılanacak: Kürtçe eğitim, Kürtçe yayın, üniversitelerde Kürt akademileri, Kürt Dili ve Edebiyatı fakültelerinin kurulması, PKK’nın silahlı kadrosuna yönelik “kısmi af”, Anayasa’da Kürt kimliğinin tanınması, Türk vatandaşlığı kavramının terk edilmesi, yerine “Türkiyelilik” veya “Türkiye vatandaşlığı” kavramının konması...

Bu inanılmaz rapordan kısa bir süre sonra bilindiği gibi SHP-HADEP ittifakı kurulmuş ve solun oyları %20’lere kadar düşmüş, bunun karşılığında ise PKK meclise taşınmıştı.

Eğer bu rapor CHP 2008 Programının 46. sayfasında belirtildiği gibi program düzeyinde kabul ediliyorsa, ki Baykal ve Kılıçdaroğlu defalarca bu raporu kamuoyunda savunmuştur; o zaman CHP bırakın Atatürk partisi olarak adlandırılmayı, üniter devleti bile savunamayan bir parti konumuna düşer.

Bu rapor hakkında Tayyip Erdoğan’ın söyledikleri ne yazık ki doğrudur: “Maşallah, çok ileri. Biz o raporda yer alan bazı şeyleri hayal bile edemiyoruz.” Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en gerici ve en bölücü iktidarı olan AKP iktidarı bile daha bu raporun sınırlarına ulaşamamıştır.

1999 Tunceli Raporu’ndan bahis bile etmiyoruz. Bu rapor adeta TİKKO, PKK ağzıyla yazılmış, terör örgütünün ne kadar iddia ve talebi varsa hepsi CHP adına savunulmuştur. Bu rapor da CHP sitesinde var. İsteyen okuyabilir. Ancak 2008 Programı bu rapordan bahsetmiyor. O yüzden CHP Tunceli Örgütü’nün bir “hatası” deyip geçelim.

Kürtçülükte Türkiye Yetmedi K. Irak

2008 CHP Programı Türkiye’nin bölünme tehlikesiyle ilgili değil tek bir çözümü olmadığı gibi bir tespiti bile bulunmuyor. Programda bölücülük kelimesi bir kez bile geçmiyor. CHP liderleri nerede yaşıyor? Tüm Türkiye’nin bölücü terörü tartıştığı yerde CHP “kültürel çoğulculuk” diye tutturmuş. Peki bu ülkede terör ve bölücülük sorunu hakkında bu partinin tek bir önerisi yok mu? İktidara gelirlerse ulusal birliği nasıl savunacaklar?

Bölücülük konusunda CHP’nin naif tavrının en ilginç göstergelerinden biri olarak programdaki şu cümle örnek olarak gösterebilir:

“Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye’ye Ilımlı İslam kimliği dayatılmasına kararlılıkla karşı çıkılacaktır. Türkiye’nin laik kimliği her koşulda korunacaktır.”

Oysa BOP’un simgesi “Büyük Kürdistan”dır. BOP haritasını artık ilkokul çocuklarının bile bildiği bir ülkede yaşıyoruz. BOP K. Irak merkezli bir kukla Kürt devletinin Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den toprak almasını öngörmektedir. Ama CHP ABD emperyalizmi ve BOP’un yarattığı bu tehlikeyi yok saydığı gibi, BOP’un bir numaralı piyonu kukla Kürt devletini desteklemek için akıl almaz öneriler sunmaktadır. 2008 CHP Programı sayfa 292’de Kürtçülükte ülke sınırlarını aşıyor:

“Kuzey Irak Türkiye’ye dost bir bölge haline dönüştürülecektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bölgesel kalkınmayı sağlamak ve bölgede kalıcı barışın zeminini güçlendirmek için başta Kuzey Irak olmak üzere komşu ülkelere Yeni Bir Pencere açılacaktır...

Kuzey Irak’lı gençlere Türkiye’de eğitim ve staj olanağı sağlanacaktır. Bölge ile iletişimde acılım yapılarak, kültürlerin buluşturulması sağlanacaktır. Kuzey Irak Bölgesi’ne yönelik Kürtçe, Arapça yayın yapılması karşılıklı uyum içinde yürütülecektir.”

Bu kadar Barzani dostluğunu Tayyip Erdoğan bile akıl edemezdi. Bu maddeyle her şeyden önce CHP K. Irak diye ayrı bir devleti tanımış oluyor. PKK’nın üssü haline gelen ve Türkiye için ulusal bir tehdit olan kukla Kürt devletçiğinin kadrolarını da bir de biz yetiştireceğiz. Üstelik CHP K. Irak’ta var olan ve Kürt saldırılarıyla her gün katledilen Türk nüfustan ya bihaber ya da onları insandan saymıyor. Bölge için “Kürtçe ve Arapça” yayın düşünülmüş. Ama Türkçe yine yasak...

“Atatürk’ün partisi” bunları yapacaksa, AKP’yi devirmeye ne gerek var? Her konuda aynı düşünen, Kürtçülüğe aynı tavizleri veren ve Türk kimliğini aşındıran iki parti... Koalisyon yapsınlar daha iyi.

Halkçılık Yerine Sosyal Demokrat İşbirlikçilik

2008 CHP Programının Halkçılık ile ilgili maddesi sadece iki cümleden oluşuyor. Bu iki cümle ise esas olarak hiçbir şey ifade etmiyor.

Halkçılık CHP’nin belki de en köklü ilkesidir. Daha 1. TBMM’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Grubu kurulmadan önce 1920 Eylül’ünde Atatürk Halkçılık Beyannamesi’yle yeni devletin ve devrimin siyasal temelini dünyaya ilan etti.

Atatürk’ün Halkçılık ilkesi liberalizm ve Marksizm’e alternatif yeni bir dünya perspektifidir. Liberalizm burjuvazinin egemenliğini savunur ve bunu piyasanın tek doğal düzen olmasıyla açıklar. Marksizmin sol kanadı ve Atatürk döneminde TBMM’de de çok tartışılan Bolşevizm sınıf mücadelesini ve proletaryanın başta burjuvazi olmak üzere diğer sınıflar üzerinde diktatörlüğünü savunur.

CHP’nin bugün savunduğu sosyal demokrasi ise başta Markizmin sağ kanadında yer almış, giderek Marksizmden de kopmuştur. Ancak gelenek olarak Batı sosyalizmi içindedir. Sosyal demokrasi piyasayı kabul eder dolayısıyla burjuva egemenliği açısından liberalizme taviz verir. Ancak Batılı burjuvalarla proleterlerin işbirliğini savunur. Bu işbirliği sömürgelerden sömürgeci Batı’ya aktarılan kaynaklarla mümkün olur. Ancak Türkiye gibi ülkelerde sömürgelerden gelen zenginlik olmadığı için bugünkü CHP’nin savunduğu sınıf işbirliği ve “sosyal refah devleti” imkânsızdır. Sosyal demokrat model bir tek emperyalist ülkelerde söz konusu olabilir.

Atatürk tamamıyla Batılı toplumlar için olan tüm bu teorileri reddetmiş ve Halkçılık akımını savunmuştur. Bolşevizm ile emperyalizme karşı savaş noktasında birleştiğimizi ancak bizim Halkçı ve milliyetçi olduğumuzu belirtmiştir:

“Bizim görüşlerimiz, bizim prensiplerimiz herkesçe bilinir ki, Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve girişimde bulunmadık. Bizim inancımıza göre, milletimizin hayatının sağlanması ve yükselmesi kendi kararlılık yeteneğiyle uygun olan görüşlerle olacaktır. Fakat esas itibariyle incelenirse bizim görüşlerimiz –ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir prensibidir. Elbette böyle bir prensip Bolşevik prensipleriyle zıt olmaz. Gerçekte bize millîyetsever derler. Fakat biz öyle millîyetseverleriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün millîyetlerinin gereklerini tanırız... Özellikle Bolşevizm millet içinde ezilen, zarar görmüş olan bir sınıf halkı dikkate alır. Bizim milletimiz ise bütünüyle zarar görmüş ve zulme uğramıştır. Bu açıdan bile bizim milletimiz insanlığı kurtarmaya girişen kuvvetler tarafından korunmaya uygundur.”

Atatürk’ün 1920’de Meclis’te yaptığı bu açıklama yeni bir dünya analizidir. Atatürk’e göre bizim gibi mazlum uluslarda sınıf çelişmesi önemli değildir. Çünkü emperyalizm tüm milleti topyekun ezmektedir. Çelişki ezilen uluslarla ezen uluslar arasındadır. Bu yüzden kapitalizmi yıkmak için proleter mücadeleyi öne çıkaran Bolşevizm ve kapitalizmi reform ederek düzeltmek için sendikal-parlamenter mücadeleyi esas alan sosyal demokrasiden, Kemalizm çok farklı bir yol izler. Kemalizm’in yolu kapitalizme ve emperyalizme karşı milli mücadele vermek ve sömürgeciliği yıkmaktır. Atatürk’ün deyimiyle:

“Efendiler! Biz bu hakkımızı saklı bulundurmak, bağımsızlığımızı güven altına almak için toplumumuzca, milletimizce bizi yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız.”

CHP’nin 2008 Programı asla böyle bir perspektife sahip değildir. Programda yeni sömürgecilikten başka bir şey olmayan küreselleşme birkaç kez açıkça savunulmaktadır.

Ayrıca CHP, Atatürk’ün ifadesiyle “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir toplum” hedefini de Halkçılık maddesinden dışlamıştır. Atatürk devrimden sonra bu ilkeyi kapitalist gelişmeye ve sınıflaşmaya alternatif olarak önermişti. Böylelikle Halkçı düzen korunacak ve emperyalizmin ülkemize sızması, sınıf çatışmalarına yol açarak ulusu parçalaması engellenecekti.

Bilindiği gibi Atatürk öldükten sonra hem de İnönü döneminden başlayarak Türkiye yeniden sınıflı ve imtiyazlı bir ülke haline geldi. O zaman bugün Atatürkçü bir parti eğer Halkçılık İlkesini savunuyorsa, bu sınıflı ve emperyalist uydusu düzeni yıkmak ve yeniden “sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış” bir Türk toplumu yaratmak gerekliliğini mutlaka programında savunmalıdır.

Ancak sosyal demokrasi kanalıyla kapitalizmi ve dolayısıyla emperyalizmi ve küreselleşmeyi savunan 2008 CHP’si elbette ki böyle bir hedefe sahip değildir.

Piyasacı “Devletçilik”(!)

CHP’nin soldan kopuşunun en temel göstergesi Devletçiliği artık savunmamasıdır. Devletçilik emekten, bağımsızlıktan ve kalkınmadan yana ekonomik ve toplumsal düzenin tüm dünya tarihinde asla değişmeyen tek reçetesidir. CHP zaten Atatürk geleneğinden, soldan ve halktan Devletçiliği terk ederek kopmuştur.

CHP’nin 2008 Programındaki Devletçilik maddesi ise tıpkı Milliyetçilik maddesi gibidir. Madde neden Devletçi olmadıklarını adeta açıklamak için yazılmıştır. Maddenin ilk iki cümlesine bakalım:

“CHP Devletçidir: CHP’nin devletçiliği, devletin halka hizmet için yapılanmasını, katılımcı yönetimi, demokratik hukuk devletini öngörür...

(...)Yurttaş, devlet için değil; devlet, yurttaş için, anlayışının yaşama geçirilmesidir.”

Bu cümleler liberalizmin ve burjuvazinin Atatürk Devletçiliğine ve genel olarak devletçiliğe yönelik suçlamalarına ve kara çalmalarına karşı kendini sağlama alma cümleleridir. Nedir liberal suçlama? Devletçilik halka karşıdır, katılımcı değildir, demokrasiye aykırıdır, yurttaşı esas almaz, devleti esas alır...

CHP Programı kısacık Devletçilik maddesinde ciddi bir tanım yapacağına işi gücü bırakmış kendini adeta TÜSİAD’a şirin göstermeyle uğraşmıştır. Bununla bitmiyor. Bir türlü Devletçilik nedir öğrenemiyoruz. Ama Devletçilik ne değildir, CHP yine programında buna değinmiş:

“(Devletçilik...) Örgütlü sosyal piyasa ekonomisine karşı değildir.”

Mükemmel! Piyasa ekonomisini savunan bir tür Devletçilik... İyi de zaten Devletçilik piyasa ekonomisine alternatif bir düzen demektir. CHP Devletçiliği “balans ayarı” olarak görüyor:

“Özel yararlarla toplumsal yararlar arasındaki dengenin sağlıklı oluşması için getirilmiş bir güvencedir.”

Tamam da bu kadarını dünyanın en liberal ülkesi ABD’nin hükümeti de yapıyor. Buna Devletçilik değil tekelci devlet kapitalizmi denir.

Atatürk ve Devletleştirme

Devletçilik milli ve kamusal yararın gereklerinin devletçe ve planlı olarak saptanmasıdır. Piyasaca değil. Bakın 1935 Programı bu konuda ne kadar açık:

“Devletin fiili olarak hangi işleri yapacağının belirtilmesi ulusun genel ve yüksek asığlarına (çıkarlarına) bağlıdır. Bu lüzum üzerine devletin fiili olarak kendi yapmaya karar verdiği iş, eğer özel bir girişit elinde bulunuyorsa onun her defasında özgü bir kanun çıkarılmasına bağlıdır. Bu kanunda özel girişitin uğrayacağı zararın devlet tarafından ödem şekli gösterilecektir. Bu zarar oranlanırken gelecekteki kazanç ihtimalleri hesaba katılmaz.”

Atatürk’ün 1935 programındaki bu paragraf çok önemlidir. Çünkü 1931 programındaki devletçilik ilkesi bazı iş çevrelerine yakın CHP’liler tarafından çok eleştirildiği gibi hep çarpıtıldı. “Devlet ancak fertlerin yapamayacağını yapar” tekerlemesi devletçiliği sınırlamak için slogan haline geldi.

Atatürk bu yüzden 1935 programında Devletçiliğin sınırının ferdin yapamayacakları olarak değil, kamunun yararı ne gerektirirse her alanı içermesini yani adeta sınırsız olarak saptanmasını istedi.

Bu eklemenin diğer bir özelliği ise açıkça devletleştirmeden bahsetmesidir. Nitekim 1930’lar sadece devlet öncülüğünde kurulan kamu işletmeleri açısından değil, çok yoğun millileştirme ve kamulaştırmalar açısından da tam bir sol iktisadi fırtınanın yaşandığı yıllardır.

1935 CHP Programı kamulaştırmaların bedelinin 1930’larda zaten çuvallamış olan özel sektör için bir kazanç kapısı olmaması için de çok kesin ifadeler içermiştir.

Bugünkü CHP Özelleştirmeci

Peki, sol bir parti olduğunu eden 2010 CHP’si ne durumdadır? Bugünkü CHP açıkça programında özelleştirmeyi savunmaktadır. Hem de 2010 yılında özelleştirmenin ne büyük bir emperyalist talan, yoksulluk ve işsizlik kaynağı olduğu toplumun her kesiminde bu kadar ayyuka çıkmış olmasına rağmen.

2008 CHP Programını üşenmedik, karadık. Tam 22 kere özelleştirme kelimesi geçiyor. Bu kadar çok özelleştirmeden AKP programı bile bahsetmez. Çünkü zaten her şeyi sattılar. CHP ise zaten elde kalmayan fabrikaları nasıl özelleştireceklerini, özelleştirirken kamuyu nasıl zarara uğratmayacaklarını, nasıl insanlara istihdam sağlayacaklarını sayfalar dolusu yazmışlar. Beyler, atı alan Üsküdar’ı geçti. Daha ne hikâye anlatıyorsunuz?

Peki, sosyal demokrat partimizin programında kamulaştırma, millileştirme veya devletleştirme ifadesi kaç kez geçmektedir? Yine üşenmedik, saydık. Sonuç: kocaman bir sıfır...

İnsaf! Çok örnek aldığınız AB’deki merkez sol partilerin programları bile bu kadar sağ değildir. 12 Eylül Anayasası’nda bile kamulaştırmayı düzenleyen maddeler var.

Bakın daha Türkiye’yi kurtarmadan önce 1 Mart 1922’de Atatürk Meclis’te ne diyordu:

“Genel yararı doğrudan doğruya ilgilendirecek kurumlar ve iktisadî girişimler malî gücümüzün ve teknoloji izni oranında devletleştirilmelidir.”

Atatürk’ü aştıklarını ve böylece solcu olduklarını zanneden, “çağdaş” CHP’lilerimiz 1922’nin gerisinde, 1800’lerde vahşi kapitalizm çağında yaşamaktadırlar.

CHP 2008 Programında, tıpkı bugün Kılıçdaroğlu’nun papağan gibi tekrarladığı bir tekerleme sürekli yineleniyor: “işsizliği bitireceğiz.”

İyi de her şeyi piyasaya ve vahşi kapitalizme teslim eden, bir kez bile kamu girişimi, planlama ve kamulaştırmadan bahsetmeyen bir CHP nereden istihdam yaratacak? Tayyip Erdoğan “atıyorsunuz” derken haklı değil mi? Çıkıp “Tayyip senin sattıklarını geri alacağız, millete iş vereceğiz” diyebiliyor musunuz? Hep halktan bahsediyorsunuz. Var mı siz de halk için uluslararası sermayeye karşı çıkma cesareti?

Devletleştirmeyi ve Devletçiliği savunmayan bir CHP nasıl olurda Atatürk’ün partisi olabilir?

2010’da CHP’de Devrimcilik: AKP Sağ Olsun!

Altı Ok’un son ilkesine Devrimciliğe geliyoruz. Atatürk devrimciydi çünkü eski düzeni devrimle yıkıp yeni düzeni devrimlerle kurdu. 1935 CHP Programı Devrimcilik ilkesini açıklıyorken reformistliğe ve düzenle uzlaşmaya şu cümleyle tokat atmaktadır, hem de devrimin 16. yılında:

“Parti devlet yönetiminde tedbir bulmak için derecel ve evrimsel prensiple kendini bağlı tutmaz.”

Bugünkü Türkiye’nin düzeni açıkça Atatürkçülük karşıtı bir düzendir. Emperyalist uydusu, gerici ve bölücü bir düzendir. Bu yüzden Atatürkçülük ve Devrimcilik ilkesi ilk başta düzeni devrimle yıkmak ve yeniden Atatürkçülüğü egemen kılmayı gerektirir.

Oysa 2008 CHP Programı devrimciliği değil, küreselleşmecilerin ve Cumhuriyet düşmanlarının bir numaralı sloganı olan değişim söylemini savunmaktadır. Aşağıdaki trajikomik alıntı Devrimcilik İlkesini sözde açıklayan sayfa 17’dendir:

“CHP 9 Eylül 1992’de onurlu ve tarihsel misyonu doğrultusunda siyasi yaşamına yeniden başlamış ve 1994’de kabul edilen YENİ HEDEFLER, YENİ TURKİYE Programı ile temel amaçlarını ortaya koymuştur. O programda öngörülen birçok hedefin 14 yıl içinde çeşitli hükümetler zamanında fiilen gerçekleşmiş olması partimizin uzak görüşlülüğünü kanıtlamıştır. Ancak geçen zaman içinde ülkemizde ve dünyada meydana gelen değişimler programımızın yenilenmesini zorunlu hale getirmiştir. ÇAĞDAŞ TURKİYE İCİN DEĞİŞİM PROGRAMI işte bu ihtiyaçtan doğmuştur.”

Bir parti düşünün! Kendi programı başka partilerin hükümetleri tarafından uygulanıyor. Ve bu parti bununla gurur duyuyor. Ve hatta bunu uzak görüşlülük olarak tanımlıyor. İnsaf! O zaman senin parti olarak varlığına ne gerek var? Zaten iktidarların yaptıkları ile senin programının aynıymış!

Ayrıca 1994 ile 2010 arasında geçen 16 yılda Türkiye’yi kimler yönetti. Refah-DYP-ANAP-DSP-MHP ve tam 8 yıl için AKP... Atatürk düşmanı, liberal, gerici, bölücü partiler iktidar olmuş ve hep beraber CHP’nin 1994 Programını uygulamış. “Atatürk’ün partisi” de bundan gurur duyuyor. Şimdi anlaşılıyor 2008 Programları ile AKP politikaları neden bu kadar örtüşüyor. Demek adamların kendileri ilelebet muhalefette kalmaya mahkûm ama fikirleri iktidarda! Gericilik, bölücülük ve emperyalizm bu kadar mı içselleştirilir?

Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin yıkılma aşamasına geldiği son 16 yıla CHP’nin itirazı olmadığı gibi bu süreci “değişim”, “çağdaşlaşma” olarak görüyorlar. Ve utanmadan bunu da Devrimcilik İlkesi altında savunuyorlar.

Atatürk bugün yaşasa tek bir söz söylerdi: “Gafiller!”

Tam Bağımsızlık Sizlere Ömür

2008 CHP Programında çok alakasız bazı yerlerde “Tam Bağımsızlık”, “emperyalizme karşı olmak” gibi ifadeler geçiyor. Ancak CHP Programı emperyalist düzenin Türkiye’yi zincirleyen tüm kurumlarını savunuyor. Türkiye’yi neredeyse parçalanma ve sömürge olma noktasına getiren AB üyeliği açıkça destekleniyor, hem de Atatürkçülük adına:

“CHP başından beri Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektedir. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefi, Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaşlaşma devriminin, modernleşme vizyonunun doğal uzantısı olan bir toplumsal değişim projesidir. AB ile ilişkilerimizde koşulumuz; eşit koşullu, Cumhuriyetimizin kuruluş değerlerine saygılı, onurlu tam üyeliktir. CHP bunun dışındaki hiçbir seçeneği kabul etmez.”

Bu cümleler kimin? Tayyip Erdoğan’ın mı? CHP’nin mi? Atatürkçülüğe bundan daha büyük bir tahribat olabilir mi? Atatürkçülük eşittir çağdaşlaşma, çağdaşlaşma eşittir Batılılaşma, Batılılaşma eşittir AB tam üyeliği... Tam üyelikten asla taviz vermeyiz. Tam üyelik için de her tavizi veririz.

Nerede kaldı o zaman emperyalizm karşıtlığı ve tam bağımsızlık. Atatürk’ün memleketten kovduğu emperyalist devletlerin hepsini içeren emperyalist bir birliğe siyasi, ekonomik, kültürel, askeri her türlü egemenliğimizi ve hatta sınırlarımızın çizgilerini değiştirme hakkını bile teslim edeceğiz. Ve bu 19. yy’dan kalma gerici sömürgeci anlayışın adı “çağdaşlaşma” olacak.

Oysa bakın Atatürk bağımsızlığı nasıl tanımlıyor:

“Tam istiklâl demek, elbette, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel v.b. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden yoksun kalmak, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün istiklâlinden yoksun kalması demektir.”

CHP tam bağımsızlığın bu unsurlarından değil bir tanesinden, hemen hepsinden taviz veriyor.

Bununla bitmiyor. CHP ABD ve NATO’ya olan esaretimizi de kutsuyor:

“CHP bütün ülkelerle dostluk ve işbirliği ilişkilerinin geliştirilmesini savunur. Amerika ve diğer NATO müttefiklerimizle karşılıklı saygı, dayanışma ve işbirliğine dayanan ilişkiler geliştirilmesini destekler...

CHP, NATO örgütüyle ilişkilerimizin güçlendirilerek devam etmesini; NATO’nun caydırıcı bir güç olarak, barış ve istikrarın sürdürülmesine yönelik görevini etkin olarak yerine getirmesine ve günümüz koşullarında konumunun yeniden belirlenmesine aktif katkımızın sürdürülmesini amaçlar.”

Dünyadaki Amerikan düşmanlığının en yüksek oranda olduğu millet Türk milleti. Türk milleti ABD ve NATO’yu düşman ve terörün kaynağı olarak görüyor. CHP ise işi gücü bırakmış programında NATO’ya akıl öğretiyor. Sayfa 120’ye göre NATO’nun üye sayısı artmalıymış, bu emperyalist saldırganlık makinesi daha da genişlemeliymiş.

Atatürk döneminde herhangi biri Türk Ordusunu düşman bir emperyalist devletin ordusunun komutası altına vermekten bahsetse herhalde Atatürk bu kimseyi İhaneti Vataniye Kanunun da yargılanması için İstiklâl Mahkemesine gönderirdi.

Bugünkü CHP’lilere sorsanız, zamanlar artık çok değişti. Zaten “Devrimcilik İlkesi” bunun için değil mi? “Çağdaşlığa” ayak uydurmak için tüm Atatürk İlkelerini böylelikle çöpe atabilirler.

İyi de o zaman Atatürk neden Kurtuluş Savaşı verdi. Mandayı kabul etseydik. O kadar “çağdaşlığı” Atatürk düşünemiyor muydu?

2010 CHP’sinin “çağdaşlık” adı altında yürüttüğü bu Atatürk karşıtı şarlatanlık artık iyice sırıtmaktadır. Atatürk İstiklâl Savaşı’nın bir numaralı hedeflerinden biri olarak kapitülasyonları kaldırmayı belirtmekteydi. Oysa bugünkü CHP Programı modern kapitülasyonlar olan Gümrük Birliği ve uluslar arası tahkim antlaşmalarını reddetmiyor. CHP, Avrupa Birliği, NATO, IMF gibi emperyalist kurumlara karşı çıkmadığı gibi açıkça en çağdışı sömürgeciliğin hortlamış hali olan küreselleşmeyi savunmaktadır.

CHP Programına göre küreselleşme “değişim”, “ekonomik fırsat” ve “teknolojik ilerleme” demektir. Oysa hem emperyalizm hem de 2010’un işbirlikçi CHP’si 1923’ün Atatürk’den iki yüz yıl geridir. Daha ulus devlet aşamasına gelememiş bir CHP nasıl Atatürkçü olduğunu savunabilir?

Kılıçdaroğlu ile Anti-Kemalizm

Bu araştırmada CHP’nin 2008 Programının metnine sadık kaldık. Oysa işin bir de programın dışında olan güncel siyasi çizgi boyutu vardır ki CHP bu açıdan çok daha geride ve içler acısı bir durumdadır.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasıyla CHP’nin anti-Kemalist yönelimi çok daha fazla hız kazanmıştır. Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildiği kongrenin ilk gününden itibaren ve öncesinden tüm olgular bu yöndedir. Kongre konuşmasında bir kez bile Atatürkçülük, Kemalizm ve Atatürk’ten bahsetmeyen Kılıçdaroğlu’nun bu tavrı basın mensuplarını bile şaşırtmış ve bu hususun sorulmasına neden olmuştur. Kılıçdaroğlu ise “halk dedik ya, Atatürk de halk derdi” gibi ilginç bir yanıt vermiştir. Daha sonra da “halk” diyen Kılıçdaroğul koşa koşa TÜSİAD’ı ziyaret etmiş ve ilk sınavını burada vermiştir.

Kılıçdaroğlu AB büyükelçilerine verdiği yemekte ise Türkiye’yi ve Cumhuriyeti yok etme noktasına getiren AB sürecini bakın nasıl savunmuştur:

“CHP'ye yönelik olarak bugüne kadar yaptıkları eleştiriler, CHP'nin AB konusunda sanki olumsuz bir tutumu varmış gibi ortaya çıkan algının ne kadar yanlış bir algı olduğunu ifade ettik. Bugüne kadar parlamentoya gelen AB ile uyum sürecini öngören yasal değişikliklere destek verdiğimizi, daha önceki anayasa değişikliklerini desteklediğimizi ifade ettik. CHP’nin yönünün Batı uygarlığı içinde olduğunu belirttik.”

Bu AB kanunlarının Laikliği ve üniter devleti yıkmak adına Türkiye’ye ne büyük darbeler vurduğunu hepimiz gördük. CHP’nin tüm bu kanunların geçmesinde AKP’ye destek olması övünç değil ancak utanç kaynağı olabilir.

Kılıçdaroğlu bununla da kalmadı CIA’nin bir yan kuruluşu olan ve muhalefet partilerinden 6 yıldır randevu alamayan Amerikan-Türk Konseyi’nin Başkanı Armitage’la ve ardından ABD Büyükelçisiyle çok özel görüşmeler yaptı. Armitage’ın yaptığı açıklamaya göre Kılıçdaroğlu’yla bizzat Türkiye’de yükselen ABD düşmanlığını ve eksen kayması konuşmuşlar. Zaten Kılıçdaroğlu tam da bu ABD karşıtı ulusalcı yükselişi frenlemek ve uysallaştırmak için bulunmuş bir isimdir.

İki Kemal

“Atatürk’ün Partisi” olduğunu iddia eden bir partinin yeni bir lideri var. Adı Kemal.

Ve “Atatürk’ün partisinin” bu yeni lideri bugüne kadar bir kez bile “ben Atatürkçü”yüm demedi.

Hatta ben Türk’üm de demedi. Kendisine “Türk müsünüz” diye soranlara “biz bunları aştık” dedi.

CHP’li samimi Atatürkçülere sorumuz şu. İki Kemal var. Biri Mustafa Kemal, diğeri çakma Gandi Kemal. Hangisini takip edeceksiniz.

Mustafa Kemal Devletçiydi ve devletleştirirdi. Diğer Kemal hep işsizlikten bahsediyor ama ağzına bir kez bile Devletçilik ve kamulaştırmayı almıyor. Eğer satılan fabrikaları devlet geri almazsa kime nasıl iş bulacak?

Mustafa Kemal emperyalist uşağı isyancıları, bölücüleri, gericileri bastırır, liderlerini asardı. Diğer Kemal açıkça “genel affı” savunuyor.

Mustafa Kemal hainleri asıyordu, bu Kemal affediyor.

Mustafa Kemal mürteci-bölücü hainlere karşı “Milletlin elinden tutmaya lüzum vardır, devrimi başlatan tamamlayacaktır!” kararlılığıyla dikiliyor, Cumhuriyeti sonuna kadar ve her imkânla savunuyordu. Diğer Kemal terörle uzlaşmaktan bahsediyor “kanı kanla yıkayamazsınız” diyor.

Mustafa Kemal Diyarbakır’da, Ağrı’da, Dersim’de hain bölücüyü ezmiş. Bu Kemal “Dersim’de insanlık trajedisi oldu” diyor.

Mustafa Kemal Türk kadınını kurtardı. Laikliği getirdi. Bu Kemal CHP’de çarşaf açılımı rezaletinin mimarlarından, “üniversitede türban sorununu çözeceğiz” diyor.

Mustafa Kemal’in özü sözü bir... Diğer Kemal doğuda başka batıda başka... Hep söylediklerini düzeltiyor. Bir dediği öbürünü tutmuyor.

Mustafa Kemal kimsenin kökenine bakmaksızın “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyor. Diğer Kemal bu anlayışı kavrayamayacak kadar etnik kompleksli.

Mustafa Kemal emperyalizmi yere çaldı. Mazlum uluslar için yeni bir çağ açtı. Bu Kemal ABD’ye AB’ye kendini beğendirme derdinde, dış projelerin koltuk heveslisi...

Bu CHP çok uzun süredir “Atatürk’ün partisi” değil. Atatürk Gençliğe Hitabesi’nde bırakın CHP’nin, kendi kurduğu devletin bile başına geçecek kişilerin “Gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde” olabileceklerini söylememiş miydi?

Biz ne zaman Atatürk desek, “ Zaman değişti, O’nu Putlaştırmayın ” diyen “ Çağdaş ” sosyal demokratlarımız neden başları sıkışınca utanmadan hemen “ Atatürk’ün partisiyiz” derler? Hani putlaştırmamak lâzımdı.

Atatürkçüler... Seçim yapmak zamanı geldi. Artık CHP’yi kurtarmak Türkiye’yi kurtarmaktan çok daha zor ve hatta imkânsız...

Türkiye’yi kurtarmak ise aslında çok kolay: Yeter ki Atatürkçü ve Atatürk gibi devrimci olmaya karar verin! Ulusal Parti bu kararın partisidir.

http://www.turksolu.com.tr/ileri/45/ozsoy45.htm

22 Şubat 2017 Çarşamba

Annana da.., Planına da HAYIR



Annana da..,  Planına da HAYIR


Ali Özsoy
05.04.2004/Sayı:53





Annan Planı kimseyi bağlamaz

Kıbrıs'ta oynanan oyun son aşamasına geldi. 24 Nisan'da gerçekleştirilmesine karar verilen referandumla yalnız Kıbrıs Türkünün değil, Türkiye’nin de kaderi oylanacak. Referanduma yönelik ilk kampanyayı Tayyip başlattı. Görüşmelerden Türk tarafının zaferle ayrıldığını ilan eden Tayyip, referandumda evet tercihinden yana tavır koyacaklarını da daha ilk geceden duyurdu.

Daha kimsenin okumadığı, Türkçesi bile yazılmamış, TBMM'ye getirilmemiş bir anlaşmayı kabul ettiğini ilan etti. Oysa kendisi bile plana İsviçre'de imza atmamıştı. Plan, Türk -Yunan mutabakatı olarak değil, Annan’ın son önerisi olarak referanduma sunulacak. Bu bile nasıl büyük bir dayatmanın sözkonusu olduğunu ortaya koyuyor.

Kıbrıs’ta planın referanduma götürülmesi dahi hem Türkiye Cumhuriyeti hem de KKTC’nin yasalarına aykırı. Annan Planı referandumla onaylansa bile TBMM’ye getirilemez çünkü 24 Nisan’da onaylanması durumunda 1000’lerce sayfalık “ana hatları” belirlenmiş plana yeni ekler yapılacak. Daha yazılmamış bir uluslararası anlaşmayı peşinen kabul etmek anayasaya göre imkansız. Buna cüret edecek iktidar ve meclis sadece geleceğin İstiklâl Mahkemeleri'nde yargılanacak suçlarına bir yenisini eklemiş olur.

Türkler asla varolmayan bir anlaşma uğruna varlıklarını oylayacaklar. Çünkü AB derogasyonları kabul etmeyeceğini şimdiden açıkladı. De Soto ve Prodi en yetkili ağızlardan AB hukukunun gelecekte Annan Planı’nı devre dışı bırakacağını açıkladı.

Bu noktadan sonra “olmazsa olmaz”ların, “kırmızı çizgi”lerin, “kazanım”ların ve “taviz”lerin hepsi çöpe atılabilir. AB’nin hukuken tanımadığı bir anlaşma Türk tarafına kendi eliyle içirilen bir zehirden başka hiçbir anlam taşımıyor.

Nazi generali Verheugen24 Nisan'da plan değil, Türk'ün idam kararı oylanacak

Tayyip ve Batılı güçler Annan Planı’nın hiçbir hukuki değeri olmadığını bildiği için, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve yasalarının plana izin vermemesini hiç önemsemiyor. Annan Planı’nı AB hukukunun saf dışı edeceğini bilen Tayyip, herhalde gelecekte de kendisini Türk hukukundan AB hukukunun kurtarmasını umuyor.

Olacakları bugünden görmek için Annan’a, Prodi’ye ve De Soto’ya kulak vermek yeter. AB hukuku Annan Planı’nı tanımak zorunda değil. Yani bu planı kabul ettirerek KKTC’yi ortadan kaldıracaklar, Kıbrıs’ı anavatandan koparacaklar, Türk Ordusu’nun Kıbrıs Türkünü korumasını imkansız hale getirecekler, gerisi de AB’ye kalacak.

Kıbrıs Türkünün bütün kazanımları ortadan kaldırıldıktan ve Kıbrıs AB’ye üye olduktan sonra AB’nin de tanımak zorunda olmadığı bir planın sunduğu garantilerin elbette ki hiç bir anlamı kalmayacak.

Bu noktadan sonra Talat’ın planın AB’ce uygulanması için Yunanistan Dışişleri Bakanı Moliviatis'ten söz aldığını, Gül’ün ise AB'nin Annan’a söz verdiğini açıklamasının tek bir anlamı var. Yalanlarına bin bir kez şahit olduğumuz Batı ve piyonları 24 Nisan için yeni Rum propagandaları üretiyor.

Dünyanın neresinde bir takım “sözler vererek” bir halk ortadan kaldırılmaya cüret edilebilir? 24 Nisan'da oylanacak olan Annan Planı değil Türk milletini adadan atma planıdır. Acil eylem planı da Türk milletini adadan kovmakta acele edeceklerini göstermektedir. Bu durumda AKP iktidarının Kıbrıs’ın satışını 1 Mayıs’a yetiştirme telaşı son derece haincedir. Kıbrıs Türkü yok edilmeye çalışılırken iktidarın en aciz işbirlikçilerden bile beklenecek bir direnci göstermemesi, tersine, bu işi çabuklaştırmak için çalışmasını tarih kaydedecektir.

Evet denirse Türk askeri ve Kıbrıs Türkü adadan kovulacak

Yalanlarla dolu referandum propagandası başladı. İşin tuhafı kampanyayı Annan veya Rumları değil içimizdeki Rumlar başlattı.

Annan Planı’nın Türk tarafı için mükemmel bir plan olduğu uyduruluyor. Oysa Türkiye'nin olmazsa olmazlarının başında gelen derogasyonlar AB tarafından tanınmadıktan başka, planın mükemmel denilen maddeleri 25 Nisan sabahı Türkleri adadan atmanın ilk adımı olarak uygulanmaktır.

Yere göğe sığdırılamayan plan eğer referandumla bir kez onaylanırsa 25 Nisan günü olacaklar nelerdir?

Türklerin adadaki bağımsız ve egemen devleti KKTC yıkılacak, Türkler AB tebaası olarak yıllarca kendilerini katleden ve bu katliamlara göz yuman Rumlara ve Batılılara teslim edilecek.

100 bin Türk evlerini, topraklarını, köylerini terk edecek ve göçmen konumuna düşecek. De Soto’nun deyimiyle ilk aşamada 100 bin Rum kuzeye akacak.

100'e yakın Türk köyü ve yerleşim birimi Rumlara teslim edilecek.

KKTC'nin su yatakları, en verimli tarım havzaları Rumların egemenliğine geçecek.

Rumlar sadece ilk aşamada kuzeyde mülkiyet iddialarının 3'te 1'ini anında elde edecek. Geri kalanı tazminat olarak ödenecek.

30 bine yakın Türk askeri adadan atılacak. İlk aşamada 6000, sonra 600 ve en sonunda 0 Türk askeri adada kalacak. Adadaki Türk milleti Rumların, AB ordusunun ve BM güçlerinin,onların deyimiyle “korumasına”, ama aslında insafına ve emrine terk edilecek. Adada geçici olarak kalan Türk birlikleri kışlalarından dışarı çıkamayacak. Temsili bir güç olarak adadan çıkarılacakları günü bekleyecek. Adada Rumların, AB ordusu içindeki Yunanistan'ın, İngiltere'nin ve pek yakında ABD'nin dahil her ülkenin gücü olacak. Türkiye hariç.

Türkiye'nin adadaki garantörlük hakları ortadan kalkacak. Annan’ın metnindeki temsili hak, bugün bile AB tarafından tanınmazken, yarın kendi ellerimizle kabul etteğimiz bir palandan sonra niye tanınsın. Adada askeri güç kullanma hakkı olmayan bir ülke adada garantör olsa ne ne olur, olmasa ne olur?

Annan planı geçici esas plan 2 Mayıs’tan sonra

Tüm bu maddeleri Annan Planı’nı tartışmak için saymıyoruz. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu plan AB ve Rumlar istediği sürece var. KKTC ortadan kaldırıldıktan sonra istedikleri an Annan Planı’nı çöpe atacaklar. Rumlara kuzeye göç etme ve mal edinmeye yönelik getirilen sözde kısıtlamalar tek bir Rum’un Avrupa Mahkemelerinde kolaylıkla kazanacağı bir davayla sona erecek.

Bugün adada egemenken ve bizi bağlayan hiçbir koşul yokken bile AKP iktidarı Rumlara tazminat ödeyebiliyor. Yarın AB Annan Planı’nı kendi hukukuna uymadığı için iptal ettiğinde artık AB tebaası haline gelen Kıbrıs Türklerini kurtarmanın hiçbir imkanı olmayacak.

Çatı devlet adı altında kurulan ve tüm adayı yönetecek yeni Rum devletinin egemenliği altında, Türklere tanınacak sözde siyasi temsil hakları tıpkı 1960 anlaşmasını hatırlatıyor. 1960’dan sonra yaşadığımız gibi bu anlaşma da gelecekte hiçbir şekilde uygulanmayacak ama Türklere verilen sözde haklar ve imzalanan anlaşma, Rumların egemen tek güç olarak başlatacakları yeni katliamlara meşruluk kaynağı olacak. Üstelik bu anlaşma 60’ın da fersah fersah gerisinde.

O zaman Annan Planı'nı sadece Batı'nın geçici bir planı olarak değerlendirmeliyiz. Plan, 2 Mayıs günü KKTC'yi yıkmak ve Türk Ordusu'nu adadan silmek isteyenlerin elindeki bir silah. Dolayısıyla planı Rumlar beğenmedi biz beğendik, biz beğenmedik Rumlar beğendi şeklindeki tartışmaların hepsi Türk milletinin kafasını bulandırmaya yönelik boş laflar.

Rumlar nasılsa hayır oyu kullanacak, biz evet diyelim denerek, Kıbrıs Türk halkı kendi devletini yıkmaya ikna edilmek isteniyor. Oysa sorun Rumlara evet veya hayır dedirtmek değil. Onlar ne derse desin 1 Mayıs’ta AB'de. Amaç Türk milletini tuzağa düşürmek. Bir kez Türk milleti tuzağa düşürüldükten sonra, Rumlar için gerekirse kırk defa daha referandum yapılabilir.

Annan’ın kendisi ve AB zaten referandumun tekrar edilmesi olasılığını dile getirmeye başladı. Nasılsa Türk milleti kendi varlığını oylama noktasında kapana bir kez kıstırıldı. Bu oyun gelecekte sadece Kıbrıs’ta değil, güneydoğumuzda, İstanbul’da, tüm Türkiye’de tekrar tekrar sahneye konulacak.

Buna engel olmak için eğer 24 Nisan’da referandum gerçekleşirse Kıbrıs Türk halkı Annan Planı’na hayır demelidir.

Türkiye’de ise millete ve devlete düşen görev daha referanduma gidilmeden Türk’ü önce Kıbrıs’ta sonra Anadolu’da imha etmeye yönelik Batının acil eylem planını durdurmaktır.

Herkes kendi bayrağı altına

Rauf Denktaş’ın açıklamalarında ve MGK’nın kararlarında Türk tarafının olmazsa olmazları defalarca ortaya kondu. Tayyip ve Gül bunlara uyacaklarını defalarca taahhüt etmek zorunda kaldılar.

Neydi bunlar?

Türk Ordusu’nun adada kalıcı varlığı, Türkiye’nin sadece sözde değil fiili garantörlüğü, iki egemen devletin ve iki kesimliliğin korunması, iki eşit ve egemen halkın kabul edilmesi, Akdeniz’de Türkiye Yunanistan dengesinin korunması...

Eğer Batı ve AKP başarılı olursa 2 Mayıs günü bunlardan hangisi korunmuş olacak?

Hiçbiri.

Türk askeri adadan kovulacak. Türk egemen devleti yıkılacak yerine belediyelerden az yetkilere sahip ve Rumların kısa sürede çoğunluk olarak ele geçireceği “parça devlet” kurulacak. Rumlar kuzeye akacak, bu konuda az sayıdaki kısıtlamalar kısa sürede kalkacak. Kıbrıs tam bir Rum adası olacak.

Bu haliyle bile Annan Planı bir kaç ayda tüm adadan Türk varlığını tasfiye etmeye yeterli. Rumlar daha fazlasını istiyor. Sadece bastırırlarsa daha fazlasını alabileceklerini bildiklerinden. Nasılsa Tayyip bir adım önde gitmeye zaten kararlı olduğunu ilan etti.

Tüm bunlar ortadayken Tayyip planı zafer ilan edip, planın onaylanamaz olduğunu söyleyen KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ı tehdit etti ve “Kimse köstek olmasın... Tarih affetmez” dedi.

Şimdi tarihin ve Türk milletinin önünde Tayyip’in ve işbirlikçilerin tek bir soruya cevap vermeleri gerekiyor. Zafer dedikleri belgenin Türkiye’nin tek bir “olmazsa olmazını” içermediği açıkça ortada. Ya millete yalan söylediğinizi kabul edin ve Annan Planı’nın tek bir istediğimizi bile karşılamadığını itiraf edin ya da açıkça safınızın Rum safı olduğunu belli edin, “olmazsa olmazların bizim için önemi yoktur” deyin, Türk çıkarlarını ABD, AB ve Rum çıkarlarına kurban etmek pahasına referandumda “evet”çi olduğunuzu ilan edin.

Artık oyun bitti. Denktaş hayır kampanyasını başlatınca Tayyip ve yandaşları ABD ve AB kervanına katılıp Rum kampanyasının sözcülüğünü yapmak zorunda kalacak. O zaman herkes kendi bayrağı altında toplanmak zorunda. Tayyip ve tüm işbirlikçiler Rumlarla birlikte 12 yıldızlı Haçlı bayrağı altında, Kıbrıs ve Türkiye’de Türk milleti ay yıldızlı bayrak altında, Denktaş’ın safında.

Vatanı savunamayan rejimi savunamaz

AKP’nin rejim karşıtlığıyla ilgili devletin zirvesinde çok şey söylendi, duyarlılıklar gösterildi, bazen kapalı kapılar ardından, bazen de açıktan gerekli uyarılar yapıldı. Ancak rejimin bugün en büyük saldırıyla karşı karşıya olduğu gerçeği algılanmak zorunda.

Cumhuriyet rejimi vatan savunması ile emperyalizme karşı kuruldu. Türk vatanını sonsuza kadar korumak ve yükseltmek için rejimin ilkeleri emperyalizme ve gericiliğe karşı Atatürk tarafından ortaya kondu.

Rejim vatanın savunulması demektir. Sınırlarını koruyamayan rejimler yıkılmaya mahkumdur. Vatanı savunamayan rejim, hakkında sömürgecilerin ve gericilerin vermiş olduğu idam kararını peşinen kabul etmiş demektir.

Kıbrıs’ta adadaki Türk varlığı değil Cumhuriyet yenilgiye uğratılmak isteniyor. Zaten ABD ve AB, açıklamalarıyla Kıbrıs’tan sonra devlete karşı atacakları diğer adımları sıraladı. Kemalist anayasal düzeni Türkiye’de baş düşman ilan eden Oastlender’in hazırladığı ve AB’ce onaylanan yeni AB raporu Türkiye’de laiklik ilkesinin antidemokratik olduğunu, azınlıkların hâlâ özgürlüklerini kullanamadığını duyurdu.

Tayyip’in Büyük Ortadoğu Projesi’nde bölünen, parçalanan ve ABD’ye bağlanan Türkiye ve Ortadoğu’da Halife olma hayalleri ABD tarafından öylesine destekleniyor ki ABD Dışişleri Bakanı Powell Türkiye’yi daha bugünden müttefik bir “İslam cumhuriyeti” olarak nitelendirdi.

Kıbrıs’ta süngüsü düşen ve referandum sandıklarında vatan toprağını tehlikeye atan Türk devletinin önüne aynı sandık Diyarbakır’da da konacaktır.

Türk milleti ve devleti Kıbrıs nezdinde Türkiye Cumhuriyeti’nin saldırı altında olduğunu görmeli. İçteki düşman güçleri tecrit etmeli, Kıbrıs’ta Denktaş’ın elini güçlendirecek her türlü önlemi almalı. Kıbrıs’ta kazanılacak ilk zafer rejime karşı Batıdan ve gericilikten gelen tehdide ilk ciddi tokat olacaktır.

Annan'a da planına da hayır

Türk milletini ve devletini bu denli büyük bir tehditle karşı karşıya bırakan esas neden Batıya bağlanmanın Türkiye için onurlu ve kazançlı olabilecek bir yolunun bulanabileceğini düşünen yanlış stratejilerdir.

Bu düşünceyle savunulmaya çalışılan milli çıkarlar tek tek teslim edildi. İşbirlikçi cephe tutarlı bir şekilde her türlü maske ve taktiği kullanarak Türkiye’yi teslim etmek için çalışırken, Türk cephesi Batılıların masasına oturarak daha fazla vatanı savunamaz.

Annan Planı olmasa ve KKTC tamamen egemen bir devlet olarak Türkiyesiz veya Türkiyeli AB’ye girse bile sonuç aynı olacaktı. Tarih boyunca Batı Türk milletini anlaşma maddelerine dayanarak değil parayla, silahla, zorla katletti, topraklarını gasbetti. Egemenliğinden ve bağımsızlığından vazgeçen bir millet için en iyi anlaşmalar bile köleliğin üstünü geçici olarak örten süsler olmaktan öteye geçemez.

Türkiye AB üyeliği adında bu yola zorla sokuldu. Şimdi bu yoldan çıkmak için bir fırsatı bize Kıbrıs veriyor. Denktaş İsviçre’ye gitmeyerek ve gerekirse anlaşmayı veto edeceğini duyurarak başından oyunu onların kurallarına göre oynamayacağını ortaya koydu. Şimdi Türk devletinin zirvesindekilerin görevini yapması şarttır.

Cumhurbaşkanı Sezer Anayasa üzerindeki hassasiyetini hatırlamalı ve Annan Planı’nın referanduma götürülemeyeceğini, zira 24 Nisan’da çıkacak bir evet oyunun dahi Anayasa göre TBMM’de oylanamayacağını açıklamalıdır.

Ne KKTC ve Türkiye’nin ne de Rum tarafı ve Yunanistan’ın imzalamadığı Annan Planı uluslararası bir anlaşma değildir. Hem referanduma götürülmesi hem de Meclis’e götürülmesi yasadışıdır. Cumhurbaşkanını göreve çağırıyoruz.

Eğer referandum konusunda gerekli olan yapılmazsa Türk milleti, Batının Türkleri imha için kurduğu sandığı bir daha kurulmamak üzere parçalamak için birleşmelidir.

Kıbrıs’ta vatan savunması için açtığımız cephe Türkiye’nin Annan Planı dahil Batıya her türlü esareti reddetmesi için bir fırsat doğurmuştur. Eğer bu fırsat doğru değerlendirilirse, Türk milletinin Kıbrıs’taki tavrının seçimlerde kendisine altı puana mal olmasından yakınan Tayyip’e gerçek bedeli nasıl ödeyeceğini göstermesi çok yakın olacaktır.

ÖZEL NOT;  BUGÜN 22 ŞUBAT 2017 VE KIBRIS TÜRKİYENİN ELİNDEN KAYDI GİTTİ.. YUKARIDAKİ YAZI TARİHİ 13 SENE ÖNCE KALEME ALINDI AMAMAALESEF SİYASETÇİLERİN BECERİKSİZLİĞİ BUGÜNLERİ YAŞADIK..

http://www.turksolu.com.tr/53/ozsoy53.htm

***

25 Şubat 2016 Perşembe

Güçsüz Ordu Güçsüz Türkiye



Güçsüz Ordu Güçsüz Türkiye




Ali Özsoy
Sayı 252, 
07/09/2009

Tayyip Erdoğan - Hilmi Özkök Gül - Büyükanıt

 (  _ Hilmi Özkök döneminde Ordu’ya yönelik ilk saldırılar başlamıştı. ABD’den çekinen politika nedeniyle PKK meselesinde ve Kıbrıs’ta çok ciddi tavizler verildi. 
Ancak Özkök’e göre hava hoştu. Çünkü kendisinin AKP’yle arası şiir gibiydi. Özkök’ten sonra gelen Büyükanıt ise “son kale” denilen Çankaya’nın Gül’e verilmesine karşı  çıkmadı. Kepenkleri kapatan Büyükanıt, sessizliğinin ödülünü daha sonra Gül’den aldı.  )

Durum Saptaması

30 Ağustos Zafer Bayramı’nda bu sene her yer Türk Silahlı Kuvvetleri’nin afişleriyle donandı. Slogan şuydu: “ Güçlü Ordu Güçlü Türkiye…”

Güçlü Ordu Güçlü Türkiye ” Sloganı oldukça anlamlı ve doğru bir slogan… Peki, ama “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” sloganını TSK neden bu sene ön plana çıkardı. Kimilerine göre bu TSK’ya yönelik yürütülen son günlerin deyimiyle “asimetrik psikolojik savaşa” karşı verilmiş bir yanıt.

O zaman akla gelen ilk soru şu oluyor. “ Güçlü Ordu Güçlü Türkiye ” acaba Türkiye’nin şu anki durumunun bir saptaması mı? Yoksa daha çok bir temenni mi? Belki de ulaşmamız gereken bir hedef.

Söz konusu olan durum saptamasıysa biz “ Güçlü Ordu Güçlü Türkiye ” sloganının Türkiye’nin şu anki gerçekliğini yansıtmadığı düşüncesindeyiz. Hatta ne yazık ki Türkiye tam tersi bir konumda… Şu anda ülkemizin yaşadığı tüm acıların ve zorlukların kaynağını araştırmak gerekirse belki de en temel sorun olarak şu gerçekliği saptayabiliriz: “ Güçsüz Ordu, Güçsüz Türkiye…”

Tek Suçlu AKP mi?

Türkiye AKP iktidarını yaşadığı 7 yıl boyunca son derece tehlikeli bir uçuruma sürüklendi. Herkes doğal olarak bu süreçten AKP’yi sorumlu tutuyor. Ancak gözden kaçırılan bir olgu var. Bir ülkenin ulusal savunması sadece sivil iktidarın, parlamenter hükümetin sorumluluğunda değildir. Ulusal bağımsızlığın, çıkarların, sınırların ve rejimin müdafaasında en az hükümetler kadar sorumlu bir kurum vardır ki, o da Ulusal Ordu’dur.

Türkiye’de ve Türkiye gibi ezilen ülkelerde Batıcı siyasi partilerin kabineleri genellikle ulusal çıkarlara saldırır. Parlamento ve kabineye göre Batıya karşı bağımsızlığını göreceli olarak koruyan Ordu ise hükümetleri hep uyarır, gerektiğinde frene basar hatta tüm ağırlığını koyar ve ülkeyi savunur.

Bu denge bozulduğu an ülke birden bire felakete sürüklenebilir. Türkiye bugün bu kadar güçsüzse bunun sorumlusu Tayyip’ten çok, onu önce meclise sokan, sonra başbakan yapan sonra da bugünlere kadar gelmesine izin verenlerdir.

Sakarya Savunması ve Balkan hezimeti Tayyip-Gül- İlker Başbuğ

(  _Başbuğ’un AKP ile son Zamanlardaki uyumu Gözden Kaçmıyor.  )


Askeriyede ordular geri çekildiğinde durum genel bir bozgun halini almasın diye genellikle hoş bir terim kullanılır: “ Cepheyi Düzeltmek…

Elbette ki savunmanın önemli bir unsuru “cepheyi düzeltmektir”. Ancak hiçbir ordu sürekli savunma konumunda kalmayı kaldıramaz. Amaç stratejik savunmadan stratejik taarruza geçebilmektir. Eğer cephe hattında bazı gerilemeler olursa da bunun tek nedeni ileriki aşamada stratejik taarruz anında daha elverişli bir konumda olabilmektir.

Hatta büyük dahi Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi’nde geri çekilişin kendisini taarruza dönüştüren diyalektik bir strateji üretmiştir: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh ise tüm vatan topraklarıdır.”

Yani belli bir anda cephenin bir kısmı düzeltilirken bu, tüm Ordunun geri çekilmesini ve pek çok elverişli mevziyi savaşsız bir şekilde düşmana teslim etmesini gerektirmez. Sakarya’da bu tez uygulanmış ve işgal ordusu cephede yok edilmiştir. Çünkü cephe olarak bir çizgi değil, tüm vatan kabul edilmişti. Dolayısıyla bir birlik çekilirken yanındaki birlik olduğu yerde kalıyor, hatta taarruz imkânlarını zorluyordu. Bu ise tali geri çekilişlerin asla asli hâle gelmemesini sağlıyordu. İnisiyatif savunma anında bile hep karargâhta kalıyordu.

2002 yılından itibaren Türkiye’de ulusal güçlerin sürekli geri çekildiğini görüyoruz. Ancak ulusal güçlerin bu geri çekilişi gittikçe uğursuz ve düzeltilemez bir vaziyete dönüşmüştür. Çünkü ulusal güçlerin sıklet merkezi veya karargâhı olarak görülen Türk Ordusu’nun komutası ne yazık ki, Sakarya stratejisini değil, adeta Balkan Savaşlarının taktiksizliğini uygulamaktadır.

Bu geri çekilişte Hilmi Özkök gibi doğrudan Amerikancı ve AKP işbirlikçisi komutanların büyük sorumluluğu vardır. Ancak ulusalcı veya Amerikancı, Atatürkçü veya gerici komutan fark etmiyor. Ordu’yu ve Türkiye’yi güçsüz düşüren stratejideki hatalı bakışın uzun süredir, çok farklı komutanlarca paylaşılan ortak bir görüş olduğu saptanabilir.

İlk Saldırı İlk geri Çekiliş

İlk baştan başlayalım. AKP iktidarının ve gericiliğin egemenliğinin temelinde 28 Şubat gibi son derece doğru ve ilerici bir hamle bulunmaktadır. Çünkü stratejik taarruz anında bile Ordu düşmanı tamamen dağıtmayı değil, tersine yenik düşmanla uzlaşmayı ve “ Normalleşmeyi ” seçti. İktidar DSP-MHP-ANAP’a yani Amerikancı ve AB’ci sağcılara teslim edildi. Bunların ise Türkiye’yi AKP’ye teslim etmesi kaçınılmazdı.

2002 yazında Kürt-İslam faşizminin 28 Şubat’tan sonra ilk stratejik saldırısı gerçekleştiği anda ise Türk Ordusu ne yazık ki direnemedi. Oysa ilk saldırıya sert ve kararlı bir yanıt verilseydi, 2002 Kasım’ında AKP iktidara asla gelemezdi.

2002 yazında Türkiye, TÜSİAD-AB-ABD darbesini yaşadı. AB ya da bölünme yasaları adı altında meclis dışından bir darbe başladı. Sonunda darbe meclise de yansıdı. DSP bölündü, MHP inine çekildi ve Apo’ya af yasası meclise geldi.

Burada iki yanlış tavır süreci belirledi. Birincisi TSK, “ Apo’nun affedilmesi konusunda biz tarafız. ” dedi ancak taraf olmanın gereğini yerine getiremedi.

İkincisi TSK ve tüm siyasi partiler erken seçim konusunda anlaştılar. Oysa erken seçim demek AKP iktidarı demekti. TSK’nın Irak’ın işgalinden önce mutlaka buna direnmesi gerekiyordu.

Yine aynı süreçte Irak konusunda ABD dayatmalarına karşı daha iyi direnebilmek için dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılmasının gündeme geldiği bugün bilinmektedir. Ancak başta MHP olmak üzere Amerikancı güçler buna karşı çıktı. Aslında Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ağırlığını koymasıyla hem erken seçimlerin hem de Hilmi Özkök’ün Genel Kurmay Başkanlığının ertelenebileceği bugün görülmektedir.

Ancak karargâh o anda direnme inisiyatifini gösteremedi. Ve 2002 Kasımına geldiğimizde Kürt-İslam taarruzunun cepheye hâkim konumda iki büyük mevziyi düşürdüğünü görüyoruz. Bir tarafta tamamen Amerikancı, dinci ve Kürtçü bir kabine, diğer tarafta yine tamamen Amerikancı bir Hilmi Özkök. TÜSİAD-AB-ABD darbesi başarılı olmuştu. ABD tüm kontrolü eline geçirdi. Artık PKK yeniden canlanabilirdi.

Irak’ta hayati hata

Bundan sonraki süreçte ABD’nin esas dayanak noktası AKP’nin tek başına iktidarı kadar, Hilmi Özkök’ün uzlaşmacı politikasıydı.

İlk olarak Irak’a saldırıdan önce hemen Tayyip Erdoğan’ın yasadışı bir şekilde meclise sokulması ve başbakan yapılması gerekiyordu. Tayyip hiçbir sıfatı olmadan George W. Bush’un huzuruna çıktı. ABD Türk Devletini değil, Tayyip’i tanıdığını belirtmiş oldu. Bu noktada ABD’ye karşı direnmenin ilk yolu Tayyip’i etkisiz bırakmaktı. Nitekim Tayyipsiz AKP’nin meclisten tezkereyi bile çıkaramadığı daha sonra görüldü. Bu durumda Türk Ordusu güçlenecek ve AKP zayıflayacaktı.

Ancak Hilmi Özkök, Baykal ve dönemin ulusalcıları Tayyip’in mutlaka başbakan olması gerektiğini savundular. Böylelikle güya halkın Tayyip’e desteği azalacaktı. İşler “ Normalleşecekti. ”

Oysa Tayyip başbakan seçilir seçilmez buna imkân tanıyan Ordu’ya saldırdı. Irak tezkeresinin meclisten geçmemesinin sorumlusu olarak TSK’daki komutanların olumsuz tavrını gösterdi. Ama işin en vahimi Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün de Tayyip’in bu tezini desteklemesiydi. Hilmi Özkök tezkerenin geçmemesini “ Olumsuz ” bir gelişme olarak değerlendirdi. Böylelikle akla gelen ilk soru Hilmi Özkök ile komutanlar arasında bir ayrılık olduğuydu.

Hilmi Özkök cephesi ise güya suçu AKP’nin üstüne atıp, ABD’yi Ordu’ya yakınlaştırdık tezini işliyordu. Bazı ulusalcılar da bunu savundular. Oysa çok değil birkaç ay içinde Ordu’ya karşı açıkça ABD-AKP-Hilmi Özkök cephesinin kurulduğu görüldü. Süleymaniye’de ABD askerleri ile peşmergelerin Türk askerlerine saldırması ve çuval olayı, ABD’nin AKP’yi değil, Türk Ordusu’nu düşman bellediğini çok net gösterdi.

Burada Türk Ordusu’nun direniş göstermemesi her şeyi bitirdi. Hilmi Özkök “en kötü ihtimal ABD ile savaşmaktır” diyerek “kötünün iyisi” demek olan ABD’ye teslimiyeti seçmesi, ABD saldırılarına karşı direniş imkânını sıfırladı. Çünkü ilk saldırıda karşılık verilmeyeceğinin garantisi bizzat karargâhın başı tarafından belirtildi.

Atatürk Sakarya’da işgalciyi her karış toprak için ayrı bir muharebeye zorluyordu. Oysa bir çuval olayı koskoca bir Ordunun bütün Kuzey Irak’tan çekilmesine yetti ve arttı. Çünkü teslim bayrağını bizzat Hilmi Özkök çekti.

Hilmi Özkök’ün bahanesi ABD düşmanlığını kışkırtmamaktı. Çünkü ABD ordusu dünyanın en donanımlı ve tehlikeli ordusuydu. Oysa bu kolay geri çekiliş ABD’yi çok daha fütursuzca düşmanlığa cesaretlendirdi. Bugünkü ABD-AKP-PKK cephesi bu sayede kolaylıkla kuruldu. Eğer düşmanlığın bir bedeli yoksa elbette düşman olmak ABD’ye çekici gelecektir. Olan da kısaca buydu. Şimdi ABD mayın ve mermileriyle saldıran PKK terörüne verdiğimiz her şehit bu stratejik hatanın kurbanıdır.

Kıbrıs’ta Tüm sorumlu Hilmi Özkök mü?

Geri çekilişler burada bitmedi. Sivil ve askeri cephede müsait ortamı bulan ABD ve AB bu sefer Kıbrıs cephesinden saldırdı.

Kıbrıs cephesinde AKP iktidarının gidip geldiğini bugün öğreniyoruz. Annan Planı Referandumundan önce Tayyip ve Abdullah cephesi iktidarlarının gerçekten sarsıldığını hissetmişler. Özellikle Ergenekon Soruşturması ve iddianamesi bu ruh halini iyi yansıtıyor.

Hatırlanacağı gibi AKP iktidarı o günlerde tamamen tecrit olmuştu. Halkın Kıbrıs’ta teslimiyete karşı büyük bir tepkisi vardı. Ancak AKP iktidarının yardımına ne yazık ki yine MGK koştu. MGK, Rauf Denktaş’ı Annan Sürecine ve referanduma zorladı. Referandumdan hemen önce ise Hilmi Özkök, Annan Planı’na “Türk kesiminden evet yanıtının verilmesinin en olumlu kombinasyonu yaratacağını” savunarak bizzat Tayyip’i ve Talat’ı destekledi.

O günlerde Hilmi Özkök’e rağmen kuvvet komutanlarının sürece hayır diyeceğini ve hatta istifa ederek Tayyip ve Hilmi’yi devirecek bir süreç başlatacaklarını bugün öğreniyoruz. Ulusalcı denen bu komutanlar tehlikeyi görmüşler. Ancak ne yazık ki yine gereğini yerine getirememişler. Eğer istifa etselerdi tarihe milli kahramanlar olarak geçecekler ve 2004’te AKP sürecini bitireceklerdi. Oysa şimdi sanık konumundalar. Bu olay hatanın sadece Hilmi Özkök gibilerde olmadığını açıkça gösteriyor.

Her Mevzide geri Çekiliş

Savaşta öyle anlar vardır ki, bir tepenin kaybedilmemesi için yüz bin kayıp göze alınmak zorunda kalınabilir. Bu kayıpları elverişsiz gören komutana sağduyulu değil, gafil denir. Çünkü yarın tüm vatan kayıp olabilir.

Kabine Tayyip’e, K. Irak PKK’ya, Kıbrıs ise Talat şahsında ABD’ye teslim edildi. Bundan sonra savaş alanına hâkim tek bir tepe kalmıştı. Orası ise Çankaya’ydı. Başta burası için direnildi. Ancak temel strateji AKP’yi yıkmak değil, “Çankaya’da uzlaşma” istemek olunca direnişin hezimetle sonuçlanması kaçınılmaz oldu. “Ne mutlu Türk’üm diyene diyemeyen herkes düşmanımızdır” diyen Yaşar Büyükanıt, bizzat böyle birinin Cumhurbaşkanı olarak düzenlediği ilk protokolde kendisine sorulan soruya “Kepenkleri kapattık” diyerek yanıt verdi.

Elbette herhangi bir komutanın “kepenkleri kapatması” vatana yönelik saldırıları bitirmiyor. Düşmanlar hiçbir zaman tatil yapmıyor.

Nitekim 2007 Temmuzundan sonra AKP’nin ikinci iktidar dönemi, bazılarının umduğu gibi uzlaşmanın değil, Türkiye’ye yönelik çok daha pervasız ve haince saldırıların dönemi oldu.

Önce yüzbaşılarla başlandı. Sonunda kuvvet komutanlarına kadar Atatürkçü ve ulusalcı tüm subaylar birer birer tutuklanmaya başlandı. Başta direnmeyen karargâh sonunda işin ucunun en tepeye kadar dayanmasına engel olamadı. Türk Ordusu ne yazık ki, kendi subaylarını kendi elleriyle gericiliğe ve bölücülüğe teslim eden bir ordu haline geldi. En sonunda İlker Başbuğ Ordu’ya yönelik Ergenekon saldırılarına bir ad taktı: “ Asimetrik psikolojik harp.”

Oysa olay asimetri boyutunu ve “ Psikolojik ” çerçeveyi çoktan aşmıştı.

Bugün AKP., TRT - Kürtçe TV Açıyor. MGK destekliyor. AKP kukla “ Kürdistan ”ı tanıyor. MGK Destekliyor. AKP Kürt açılımı yapıyor. MGK destekliyor. Bu aşamada artık “ Asimetrik ” saldırının hedefi olan Ordu’nun çoktan mevzileri terk ettiğini, halkın işgalcilerin insafına terk edildiğini herkes ister istemez düşünüyor.

Bu bir Felakettir. Çünkü iç Cephede Zaaf Atatürk’e göre en büyük Zaaftır:

“İç ve görünürdeki cephe... Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği bir cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat bu durum hiç bir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüz yıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten, kaleyi içinden almak dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir.”

Siz güçsüzseniz Türkiye güçsüz olur

En büyük temennimiz gerçekten de Güçlü Ordu’nun yeniden tavrını belli etmesi ve Güçlü Türkiye’nin kurulması.

Ancak bugün Türkiye güçsüz ise bunun bir numaralı nedeni Türk Ordusu’nun güçsüzleştirilmiş olmasıdır. Sorunun kaynağı çok net saptanmalıdır.

MGK tasfiye edildi, direnmediler. Apo affedildi, direnmediler. Kıbrıs teslim edildi, direnmediler. ABD Irak’a girdi, kukla Kürt devletini kurdu, direnmediler. Üniversiteler ve yargı kuşatıldı, direnmediler. Çankaya düşürüldü, direnmediler. Subaylar hapislere sürüklendi, direnmediler. Bölünme yasaları çıktı, direnmediler. İşte güçsüz düşmemizin nedeni bu...

Sonunda Apo ve Tayyip’in elinde oyuncak olmuş bir ülke ortaya çıktı.

Şimdi belki de hatadan dönmek için “ Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye ” deniyor. Her tarafta boy boy afişler asılıyor. Tank, denizaltı, uçak resimleriyle Ordu’nun gücü vurgulanmak isteniyor.

Oysa bakın Atatürk Ordu’nun gücünü tanklarda, toplarda değil nerede buluyordu:

“Bildiğiniz gibi savaş ve muharebe demek; yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla bütün maddî ve manevî kuvvetleriyle, biri biriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bunun içindir ki, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi silâhla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.”

Atatürk Ordu’nun gücünü halktan aldığı destek ve Türk milletiyle kurduğu kopmaz bağlarda görüyordu. Ne parada ne de silah gücünde değil. Çünkü halk bunları yaratacak yegâne güçtür. Atatürk, zamanının en büyük, en muzaffer ve en güçlü ordularını vatan topraklarından bu bakış açısıyla kovdu.

Komutanlar önce “iç cepheyi” kuvvetlendirmelidir. Halkın isteklerinden ve vatan savunmasından kopmamalıdırlar. Yoksa en güçlü silahlar bile en ağır ve utanç verici yenilgileri engelleyemez.

30 Ağustos Kutlamaları sırasında genç bir Türk kızı İlker Başbuğ’a isyan duygularıyla Sesleniyor. “ Kürt Açılımına Karşıyız, bu ülkeyi Böldürtmeyin ” diye hıçkırıklarla ağlıyor. İlker Başbuğ kızı teselli etmeye çalışıyor. Ama acaba ikna edici olabiliyor mu?

Ordumuz güçlü olacaksa, önce o kızı Ağlatmamayı ve Türk insanını ihanet uğramayacağına kesin olarak ikna etmeyi başarmalıdır. O zaman hiçbir ordu Türk Ordusu’nu ve Türkiye’yi yenemez. Bunun için komutanların Osmanlı gözlüğünü çıkarıp, Atatürk gözlüğünü takması şarttır.

Evet, “Güçlü Türkiye” için önce “Güçlü İç Cephe”…

Bunun için “Güçlü Ordu”…

Ama Güçlü Ordu için her şeyden önce Güçlü Komutan ve Atatürkçü Karargâh…


(Sayı 252, 07/09/2009)



http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeordu5.htm