Analiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Analiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2019 Çarşamba

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2



  28 Nisan’da Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, yaptığı basın açıklamasında bildiriye sert tepki göstererek “Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Kuşkusuz, demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır. Öncelikle söylemek isteriz ki, Başbakan’a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez. Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri Anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumludur.” ifadelerini kullanmıştır. Aynı gün, Hürriyet “Gece Yarısı Açıklama”, Milliyet “Türkiye Kilitlendi”, Posta “Laiklik Muhtırası” Vatan “Gece Yarısı Bildirisi”, Akşam “Gece Yarısı Laiklik Uyarısı” şeklinde manşetlerle okuyucularının karşısına çıkmıştır. Bazı gazeteler de bildiriyi değil mecliste sağlanamayan 367 sayısını manşete taşımıştır. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs günü “367 şart!” kararı alarak Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal etmiş ve 4 Mayıs’ta erken seçim kararı alınmıştır. 

27 Nisan tarihli e-muhtırada bazı konular ön plana çıkarılmıştır. İlk olarak laiklik 
hassasiyetinden bahseden TSK, Kutlu Doğum faaliyetleri sırasında ortaya çıkan başörtülü kızların görüntülerinden ve ilahi okumalarından rahatsızlıklarını dile getirmiş, bu kutlamaların 23 Nisan ile aynı döneme denk gelmesini “(devletin) temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin” hususi gayretine bağlamıştır. Genelkurmay, böylelikle dini duyguların istismar edildiği tespitinde bulunmuştur. Bu gelişmelerden hareketle bildiri, 
cumhurbaşkanlığı seçimine ve “sözde değil özde rejime bağlılık” ilkesine vurgu yaparak siyasi iradeye müdahale etmiş ve bu şekliyle muhtıra hüviyeti kazanmıştır. Bildiri, laikliğin tartışılmasından endişe duyulduğunun ifadesiyle devam etmiş ve “Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” düşmanlaştırmasının altı çizilmiştir. Son olarak 
gerekli önlemler alınmadığında TSK’nın müdahalede bulanacağı konusunda kesin inanç taşıdığı ikazı ile bildiri noktalanmıştır.5 Son paragrafta “Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir” vurgusu yukarıda belirtilen ve uyarılan hususlar için gereğinin yapılmasını istemekte, aksi durumda kanunların kendisine verdiği “yönetime el koyma” yetkisini kullanacağına dair gözdağı vermektedir (Devran ve Özcan, 2016: 16). 

4. Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

1971 ve 2007 askeri muhtıraların bazı yönleriyle birbirine benzerken bazı yönleriyle de farklılıklar taşımaktadır. Tablo 1’de gösterildiği üzere bildiri metinlerinin içerikleri üzerinden bir karşılaştırma yapılmıştır. Bu karşılaştırma, bildirilerin amacı, niteliği ve içeriği açısından bir değerlendirme sağlamaktadır. 

Tablo 1: 1971 ve 2007 Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

Sonuç 

1971 ve 2007 muhtıraları, Türk demokrasisine yönelik askeri uyarılardır. Her iki muhtıra da ordu tarafından kaleme alınmış ve kamuoyuna deklare edilmiştir. Gerek 1971 gerekse 2007 muhtıraları iktidarı doğrudan ele geçirmeden önce hükümete yönelik son ikaz niteliği taşımaktadır. 

Bununla birlikte muhtıra metinlerinin ortak ve farklı yönleri bulunmaktadır. 1971 muhtırası öncesi toplumsal kaos ve kargaşa bildiri metnine yansımış olmasına rağmen, 2007 muhtırasında böyle bir gerekçe söz konusu değildir. İki bildiri arasında bir diğer fark 1971 muhtırası partiler üstü bir dille kaleme alınırken, 2007 muhtırasının doğrudan muhatabı irticai faaliyetlere destek verdiği gerekçesi ile AK Parti hükümeti ve siyasi lideridir. Her iki bildiride de ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e atıf bulunmasına rağmen, 1971 muhtırasında bu vurgu daha fazla konu edinilmiştir. Şöyle ki bildiride “Atatürk’ün muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ümidi kaybolmuş” ve “Atatürkçü görüş ve reformların yapılması” ifadeleri bu durumu desteklemektedir. Yine 1971 muhtırası mecliste ve TRT’de okunmuş ancak 2007 muhtırasında böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bildiri Genelkurmayın resmi internet sitesinden paylaşılmıştır. Son olarak 1971 muhtırasına karşı hükümet istifa ederken 2007 muhtırasında hükümet geri adım atmamış ve muhtırayı kabul etmediğini 
açıklamıştır. 

2007 muhtırasının, 1971 muhtırasından farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle 1971 muhtırasındaki temel gerekçe toplumsal huzursuzluk ve kaos iken 2007 muhtırasının ana gerekçesi irtica ve laiklik olmuştur. 1971 muhtırasında asker, partiler üstü bir noktada kendini konumlandırırken 2007 muhtırasında ordu bizatihi laikliği savunmak üzere taraf olmuş kendisini laiklik savunucuları arasında konumlandırmıştır. Buna bağlı olarak Cumhuriyetin temel değerleri ve 
laiklik ilkesine bağlığını vurgulamıştır. Yine 1971 muhtırasından farklı olarak bildiride düşman nitelendirmesi yapılmıştır. Bu durum, “Atatürk’ün Ne Mutlu Türküm Diyene sözüne karşı olan herkes TC düşmanıdır” şeklinde kaleme almıştır. 

1971 ve 2007 muhtıra metinlerinde öne çıkan bazı ortak başlıklar bulunmakta dır. Bunlar, Cumhuriyetin veya rejimin tehdit altında olduğu vurgusu, toplumsal huzursuzluk söylemi, TSK’nın ülkeyi koruma ve kollama yönünde sarsılmaz inanca sahip olduğu ve görevini yapmaktan çekinmeyeceği tehdididir. Yine her iki bildiri de siyasal iktidara ihtarda bulunma amacı taşımakta hükümeti doğrudan ele alma düşüncesi barındırmamaktadır. Bildirilerin ortaya çıkardığı sonuçlar açısından bakıldığında; 1971 muhtırasında hükümet istifa ederken 2007 muhtırasına karşı iktidar geri adım atmamıştır. Bu açıdan bakıldığında ilk muhtıranın amacına ulaşarak başarılı olduğu, ikinci muhtıranın ise başarısız olduğu söylenebilir. 

Sonuç olarak, demokrasilerde, ordu, yargı, bürokrasi, STK’lar, iş dünyası vb yapı ve kurumlar gerekli ve demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Ancak bu yapılar, anayasanın ve yasaların kendisini konumlandırdığı alanda ve çizdiği sınırlar içinde kalarak faaliyet yürütmelidir. 

Bu açıdan siyasal iktidarın, hükümet etme sürecinde bu çevrelerle iletişim ve etkileşim içinde olacağı muhakkaktır. Hatta bu yapı ve kurumların siyasal karar alma süreçlerinde etkili olma çabaları da demokrasi anlayışıyla çatışmaz. Ancak farklı argümanlarla güç devşiren çevrelerin siyasal iktidarı vesayet altına alma, iktidar üzerinde tahakküm oluşturma çabaları anti-demokratik bir anlayışın 
tezahürüdür. Bu durum, demokrasiyi sekteye uğrattığı gibi toplumda demokratik değerlerin yerleşmesine de engel olmaktadır. Peki bu sürecin önüne nasıl geçilebilir? Yani farklı vesayet odaklarına karşı demokrasi kazanımları korumak mümkün müdür? Bu sorulara sosyolojik, hukuki ve siyasal çerçevede cevap aranmalıdır. Özellikle Türkiye gibi asker-millet gibi sosyolojik bir öğretinin olduğu toplumlarda askerin sivil alana müdahalesi daha fazla olmaktadır. Nitekim askeri müdahalelerin bazıları halkın bir kısmı tarafından takdirle karşılanırken, askere yüklenen misyon demokrasinin çıkmaza girdiği dönemlerde yine bazı kesimlerce “ordu göreve!” şeklinde bir çağrıya dönüşmektedir. Vesayet geleneğinin önüne geçmek için kültürel kodlara yönelik demokrasi değerlerini ön plana çıkaran bir eğitim anlayışıyla başlamak gerekmektedir. İkinci olarak hukuki anlamda orduya müdahale alanı yaratacak boşlukların ortadan kaldırılması ve bunu engellemeye yönelik yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Demokrasilerde yasama, yürütme, yargı gibi devlet organlarının yanında basın, STK, Ordu vb yapıların da hukuki açıdan bir konumlandırmaya 
ihtiyacı bulunmaktadır. Yine benzer şekilde bu kurumların görev ve yetkileri demokratik ilkelere göre oluşturulmalıdır. Örneğin son dönemde TSK iç hizmet kanununun 35.maddesinin revize edilmesi, askeri yargının kaldırılması, TSK’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi reformlar askeri vesayete karşı oluşturulan yasal düzenlemelerdir. Son olarak siyasal açıdan bakıldığında halk tarafından seçilen temsilcilerin toplumun farklı kesimlerinden ortaya çıkacak olan seçkinci bir tahakküme karşı demokrasinin namusunu! koruma cesaretine sahip olması gerekmektedir. 

KAYNAKÇA 

Aristotales (2013), Atinalıların Devleti, (Çev. A Çokona) İş Bankası Kültür yayınları, İstanbul 

Alacadağlı Esmeray (2017), Darbeler, Ordu ve Siyaset, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 553-577 

Başaran Doğacan (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası Ve Türk Demokrasisi, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 111-130 

Beetham David (1988), Democracy: Key Principles, İnstitutions and Problems, Democracy: İts Principles and Achievement, Inter-Parliamentary Union Geneva, 21-31 

Devran Yusuf ve Özcan Faruk (2016), 1960’tan 2016’ya Askeri Darbe Ve Muhtıra Metinleri Anlamlar, Amaçlar, Niyetler Ve İdeolojiler, İnönü Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi 1-2 (7-20) 

Heywood Andrew (2014), Siyaset, Liberte Yayınları 

Karataş Murat (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası ve Partiler Üstü Hükümetler, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz) Yerdelen, Divan Kitap, 140-166 

Kurt Selim (2017), 27 Mayıs Darbesi Ve Cumhuriyet Dönemi Darbelerine Olası Etkileri, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 72-93 

Kuru Ahmet T. (2012), The Rise and Fall of Military Tutelage in Turkey: Fears of Islamism, Kurdism, and Communism, İnsight Turkey, 14-2, 37-57 

Krane Dale ve Marshall Garry (2003), Democracy and Public Policy, Encyclopedia of Public Administration and Public Policy, Third Edition 

Munck L. Gerardo (2014), What is democracy? A reconceptualization of the quality of democracy, Democratization, 12 

Uygun O.(2017) Devlet Teorisi, Onikilevha yayıncılık, İstanbul 

Yazıcı (2018) İnovasyon, Rekabet ve Devlet, Turkish Studies, c. 13-13, s. 67-86 

DİPNOTLAR;

1 URL1
2 Bu tarihte Yeniçeri Ocağı I.Mustafayı tahtan indirerek yerine II.Osman’ı getirmiştir.
3 URL2 
4 URL3 
5 URL3 


URL1:http://www.sjsu.edu/people/ken.nuger/courses/pols120/Ch-3-Principles-of-Democracy.pdf 

<Erişim Tarihi: 12.06.2018> 

URL2: http://darbeler.com/2015/05/18/12-mart-muhtirasi/ <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

URL3: http://darbeler.com/2015/05/18/27-nisan-e-muhtirasi/   <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

 ***

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 1

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 1


İsmail DURSUNOĞLU* 
Sinan YAZICI** 

* Dr. Öğr. Üyesi Bayburt Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, El-mek: idursunoglu@bayburt.edu.tr, 
** Dr. Öğr. Üyesi Bayburt Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, El-mek: syazıcı@bayburt.edu.tr, 


ÖZET 

En basit tanımıyla halkın yönetimi olan demokrasi, modern dünyanın en önemli kavramlarından biridir. Meşruiyetinin halka dayanması nedeniyle en saygın yönetim sistemidir. Bu sistem günümüzde, seçilen temsilciler aracılığıyla sürdürülmektedir. 
Demokrasilerde düzenli aralıklarla yapılan seçimlerde halk, iktidarı kullanacak olan yöneticileri seçmektedir. Seçilen bu kişiler belli dönemler içinde ve yasal çerçevede iktidarı kullanmaktadır. Hükümet etme sürecinde, siyasal partilerin veya temsilcilerin halka karşı sorumlulukları bulunmaktadır. Nitekim halk, iktidarın devamlılığı noktasında nihai ve tek karar merciidir. Bu yönüyle demokrasi, aynı zamanda hesap verilebilir bir anlayışı barındırmaktadır. Türkiye, eksikliklerine rağmen yüzyılı aşkın demokrasi geleneğini içselleştirmeyi başarmış bir ülkedir. 

Türkiye, demokrasi hayatı boyunca farklı vesayet odaklarının tehditlerine maruz kalmış, dönem dönem demokrasi askıya alınmış veya demokrasiye balans ayarı verilmiştir. Ancak bütün bu gelişmeler, devletin demokrasiye olan inancından ve bağlılığından bir sapma meydana getirmemiştir. Demokratik değerleri aşındıran bu süreçlerden, demokrasiye sarılarak çıkan ülkede, yaşanan anti-demokratik 
uygulamaların izlerini silmek için adımlar atılmaktadır. Başta anayasa değişiklikleri olmak üzere, siyasal, hukuksal ve sosyo-kültürel çerçevede 
yapılan reformlar bu amaca hizmet etmektedir. Demokratik düzenlemeleri yaparken, farklı vesayet odaklarına hareket imkânı kazandıran alanları bilmek ve bu alanları ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bunun için de tarihsel süreçte yaşanan vesayet girişimleri çok iyi analiz edilmelidir. Bu çalışma, Türkiye’de bir vesayet unsuru olan TSK’nın, 1971 ve 2007 yıllarında siyasal iktidarlara yönelik 
verdikleri muhtıraları konu edinmektedir. Çalışmanın amacı, muhtıra metinleri üzerinden asker-siyaset ilişkisinin irdelenmesidir. Çalışmada muhtıra öncesi yaşanan gelişmelere yer verilirken yöntem olarak içerik analizi yapılmış ve iki bildiri metni karşılaştırılarak muhtıraların ortak ve farklı yönleri belirlenmiştir. 

Giriş 

Demokrasi, insanların çeşitli yönetim sistemlerini tecrübe ederek ulaştıkları bir yönetim biçimidir. Günümüzde meşruiyeti en gerçekçi ve uygulanması en yaygın sistem olan demokrasi, toplumlar ve devletler tarafından ulaşılması hedeflenen, ulaşıldığında da korunması amaçlanan bir yönetim anlayışıdır. Demokrasi, Latince demo (halk) ve krasi (iktidar) kavramlarının bir araya gelmesiyle oluşan ve halkın iktidarı şeklinde tanımlanan bir kavramdır (Uygun, 2017:74). Kavramla ilgili en bilindik tanımı yapan Abraham Lincoln’e göre demokrasi, “halkın, halk için halk tarafından yönetimi”dir (Heywood, 2014:102). Tanımla ilgili en fazla dikkat çeken nokta, halk tarafından yönetim vurgusudur. Doğrudan demokrasi, ilk ortaya çıktığı Yunan şehir devleti Atina’da uygulama imkanı bulurken (Aristotales, 2013:3-4) günümüzde bunun mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Sanayi devrimi ile birlikte yaşanan gelişmelere paralel olarak devlet işlevlerinde meydana gelen değişimler ve devletler arasında var olan rekabet sürecinin siyasal ve yönetsel faaliyetleri etkin ve verimli şekilde yapma gereği (Yazıcı, 2018:73) gibi faktörler ve günümüzde insanlığın ulaştığı nokta 
(genel oy, nüfus vb) göz önüne alındığında demokrasi, ancak temsilciler aracılığıyla uygulanması mümkün olan bir sistem haline gelmiştir. Dolayısıyla günümüzde temsili demokrasi anlayışı söz konusudur. Demokrasi bugünkü anlamıyla şu unsurları içermektedir; 1 

. Vatandaşların karar alma süreçlerine katılımı 
. Temsil sistemi 
. Hukukun üstünlüğü 
. Bireyler arası eşitlik 
. Özgürlük 

Munck yaptığı çalışmada (2014:12), demokrasinin politik bir kavram olduğuna dikkat çekerken, bu kavramın siyasal özgürlük ve eşitlik değerleri ile yakından ilgili olduğunu belirtmiştir. Siyasal özgürlük karar alma süreçlerinde ve düşünce paylaşımlarında serbestliği ifade etmektedir. 
Eşitlik değerleri ise iktidarın tüm bireylere eşit mesafede olmasını ve hukuki eşitliği içermektedir. 
Beetham’a göre (1998:21) ise demokrasinin başlangıç noktası, insan onurunu koruyan bireysel haklardır. Bunun yanında halkın iktidar sürecine dahil olması, her bireye eşit saygı ve değer gösterilmesi ve siyasal anlamda eşitliğin ilke edinilmesi diğer prensipler olarak ortaya çıkmaktadır. 
Demokrasinin en önemli özelliği, siyasal süreçte bireyin/halkın referans alınmasıdır. Modern demokrasilerde halkın referans alınmasının en yaygın yöntemi ise seçimlerdir. Seçimler demokrasinin işleyişi ve sürdürülebilirliği açısından oldukça önemlidir (Krane ve Marshall, 2003:2). 
Seçimlerle oluşturulan parlamento ise demokrasiyi ve politik süreci yönetmek için yetkilendirilmiş bir kurumdur. Dolayısıyla parlamento veya hükümeti göz ardı edecek her anlayış veya çaba bir nevi halkın iradesini yok sayma anlamına gelecek ve bu durum vesayet olarak kabul edilecektir. 

Demokrasilerin en önemli özelliği yönetenlerin meşruiyetinin halka dayanması ve halkın otoritesi üzerinde herhangi bir güç veya vesayet odağına rıza gösterilmemesidir. Farklı siyasal rejimlerde görülen toplumsal, ekonomik veya askeri elitlerin/güçlerin siyasal otoriteyi doğrudan kullanma veya dolaylı şekilde bu otorite üzerinde tahakküm oluşturma anlayışı demokrasi düşüncesiyle bağdaşmaz. Demokrasi, yönetim anlayışında bireyi temel alan ve meşruiyetini yalnızca halka dayandıran bir sistemdir. Bu nedenle asker veya demokrasi tarafından tanımlanması gereken başkaca unsurların, demokrasiyi tanımlaması ve demokratik hayata müdahale etmesi düşünülemez. 

Batı Avrupa ve ABD dışında demokrasinin ilk yaşam alanlarından biri olan Türkiye, yüzyılı aşkın demokrasi tecrübesiyle, siyasal, hukuki ve toplumsal yapısında demokratik değerleri inşa etme çabası göstermiş ve farklı vesayet odaklarına rağmen bu konuda önemli mesafe almıştır. Bu çalışmada, son yıllara kadar Türkiye’de güçlü bir vesayet odağı olan TSK’nın, 1971 ve 2007 yıllarında siyasal iktidara yönelik verdiği muhtıraların içerik analizi yapılmış, benzer ve farklı yönler karşılaştırılmalı olarak sunulmuştur. Çalışmanın birinci bölümünde askeri vesayet kavramı, ikinci bölümünde 1971 muhtırası ve üçüncü bölümde 2007 e-muhtıra konu edinilmiştir. Son olarak dördüncü bölümde ise iki muhtıra tablo üzerinden karşılaştırılmıştır. 

1.Askeri Vesayet Kavramı 

Vesayet, kelime anlamı itibariyle vasiyet kavramından türetilmiştir. Bir ölünün veya kısıtlı birinin adına hareket etme ve onunla ilgili tasarruflarda bulunma anlamına gelmektedir. Bu yetkiyi kullanan kişi de hukuki literatürde vasi olarak ifade edilmektedir. Vesayet kavramını tanımladıktan sonra askeri vesayet anlayışını da askeri kurumların, çeşitli gerekçelerle rejim üzerinde baskı 
kurduğu ve siyaset alanına yönelik tasarruflarda bulunduğu bir anlayış olarak ifade etmek mümkündür. Yukarıda belirtilen çeşitli gerekçeler, bazı durumlarda toplumun, bazı durumlarda rejimin, bazı durumlarda da demokratik sistemin bizzat kendisinin korunması şeklinde ileri sürülebilir. Türkiye’deki askeri darbelerin gerekçelerine bakıldığında bahsedilen sebeplerin tamamının var olduğu görülmektedir. 

Türkiye’de demokrasisinin yerleşmemesinde doğrudan veya muhtıra biçiminde askeri müdahalelerin rolü bulunmaktadır (Kuru, 2012:38). Bu müdahalelerin gerekçeleri dönemlerine göre farklı olsa da irtica, komünizm, bölücülük, terör, anti-cumhuriyetçilik, toplumsal kaos vb kavramlar ordunun demokrasiye müdahalesi için öne sürdüğü başlıklar arasındadır. Nitekim bu gerekçeler, her 
müdahalede kaleme alınan darbe bildiri veya muhtıra metinlerine yansımakta, hangi gerekçeyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin üzerine düşen görevi! yaptığı belirtilmektedir. 

Askeri vesayetin veya askeri müdahale girişiminin demokratik sistemin kökleşmediği toplumlarda ve demokratik değerlerin dikkate alınmadığı yönetimlerde görülme olasılığı daha fazladır. Çünkü demokrasinin, kendi kendisini beslemediği, yüceltmediği ve korumadığı bir yerde farklı odakların demokrasi adına hareket etmesi kaçınılmazdır. Demokrasiye rağmen demokrasi için düşüncesiyle harekete geçen askeri müdahale, en nihayetinde demokrasiyi vesayet altına almaktan başka bir anlam taşımayacaktır. 

Türkiye tarihinde, 1618 yılında Yeniçeri Ocağıyla başlayan2 (Kurt, 2017:72) askeri müdahale geleneği, 15 Temmuz askeri darbe girişimine uzanan bir süreçte farklı tarihlerde ve farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de askerin siyasal iktidara yönelik doğrudan müdahalelerine bakıldığında sırasıyla 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909), 27 Nisan 1960 Darbesi, 12 Eylül 1980 Darbesi, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi görülmektedir. Bu darbelerden, sonuncusu hariç hepsi başarıya ulaşmıştır. Bu tarihler dışında, 28 Şubat 1997 yılında Milli Güvenlik Kuruluda kaleme alınan ve dönemin Refah-Yol hükümetine kabul ettirilen kararlar da siyasi otoriteler tarafından askeri bir müdahale olarak görülmekte ve teamül dışı bir yöntemle bu müdahale gerçekleştirildiği için post-
modern darbe olarak nitelendirilmektedir. Bütün bunların dışında Türkiye’de askerin doğrudan siyasi otoriteye müdahale etmediği ancak yaptığı uyarılarla iktidarı vesayet altına almaya çalıştığı iki önemli tarihi de askeri müdahale çerçevesinde ele almak gerekmektedir. Bunlardan ilki 12 Mart 1971 Muhtırası, ikincisi ise 27 Nisan 2007 E-Muhtıradır. 

2.1971 Muhtırası 

1971 muhtırasını anlamak ve anlamlandırmak için süreci 1960 darbesinden ele almak gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde başarılı olmuş ilk askeri darbe 27 Mayıs darbesidir. Bu dönemde ordu, anti-demokratik bir anlayışla yönetime el koymuş ve seçilmiş başbakan Adnan Menderes’i ve arkadaşlarını idam etmiştir. Ardından 1965 yılına kadar koalisyon hükümetleri ve başarısız darbe girişimleri (Talat Aydemir olayları) olmuştur. 1965 yılında yapılan seçimlerde halk 
nezdinde Demokrat Parti’nin devamı niteliğinde görülen Adalet Partisi birinci parti olmuş ve tek başına iktidara gelmiştir. 1969 seçimleri ise dünyada hakim olan “68 kuşağı” gençlik hareketlerinin gölgesinde yapılmış ve yine Adalet Partisi tek başına iktidarı ele geçirmiştir. 1961 anayasasının özgürlükçü yapısından da güç alan gençlik hareketleri bu dönemde daha da yoğunlaşmıştır. ODTÜ 
ziyaretinde bulunan ABD büyükelçisinin aracının yakılması, 16 Şubat 1969 tarihinde Taksimde 6. filoya karşı yapılan protesto gösterilerinde 2 kişinin ölümü (Kanlı Pazar), bu dönemdeki eylemlerin simgelerinden olmuştur. Yine benzer şekilde büyük işçi direnişi olarak kabul edilen 15-16 Haziran 1970 tarihli eylemlerde kan dökülmüş ve gösterilerin bastırılması için asker devreye girmiştir. Bu durum, bazı çevrelerce yaklaşan darbe öncesi askerin provası olarak nitelendirilmiştir. 1 Ocak 1971 tarihinde Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu’nun verdiği bir röportajda dile getirdiği “1961 Anayasasını bertaraf etmek gayesi güden aşırı ve zararlı akımlar mevcuttur” şeklindeki ifade yaşanan 
süreçlerden ordunun rahatsız olduğunu göstermektedir. 1971 yılının başlarında da bu olaylar devam etmiş toplumun birçok kesimi rahatsızlıklarını dile ‘getirmeye başlamış, sokak kavgaları, üniversite boykotları, adam kaçırma, banka soygunu gibi birçok olay bu dönemde yaşanmıştır. İktidar, sokak 
karşısında çaresiz, ordu perde arkasında hazır beklemektedir.3 Dönemin Genelkurmay Başkanının, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a söylediği ve daha sonra darbelerin ön söylemi olan “genç subaylar rahatsız” sözü bu durumu açıklamaktadır. 

1971 askeri muhtıra öncesi, 1960’lı yılların ortalarından itibaren gelişen öğrenci ve işçi eylemlerini görmek mümkündür. Bu eylemler, o dönem için kaos ortamı yaratmış ve orduya cumhuriyetin kazanımlarını muhafaza, toplumsal barış ve uzlaşı sağlama adına harekete geçme zeminini hazırlamıştır. 1971 Muhtırası öncesi siyasetin genel görünümü ise şu şekildedir. 1965 seçimlerini Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak görülen Adalet Partisi kazanmış (%52,9) ve tek 
başına iktidar olmuştur. Sağın bu başarısının yanında o dönem, sol hareket de kendi açısından başarılı bir sonuç almış ve Türkiye İşçi Partisi de 15 milletvekilliği kazanarak meclise girmiştir. Bu durum, sosyalistlerin mecliste ilk defa grup kurmasını sağlamıştır. TİP’in başarısı Türkiye’de sınıf mücadelesini öne çıkarmış ve sol-sosyalist görüşlerin önünü açmıştır. 1968 yılı dünya konjonktürüne paralel biçimde Türkiye’de görülen 68 kuşağının gençlik hareketleri politik bir görünüme dönüşmüştür. Bu hareketlere katılanlar aynı tarihlerde üniversite boykot ve işgalleriyle birlikte kendilerinde siyasal sistemi değiştirme gücü görmüşlerdir. 1969 seçimleri öğrenci hareketlerinin 
gölgesinde yapılmıştır. Ancak 1969 seçimlerinde sandıktan çıkan sonuç sokağın düşüncesini yansıtmamış Adalet Partisi (%46,6) yine tek başına iktidar olmuştur. Bu seçimlerde ortaya çıkan meclis görünümü, istedikleri sonucu alamayan bazı sol çevrelerin parlamenter sisteme olan inancını zayıflatmış ve yeni arayışların kapısını aralamıştır (Başaran, 2017:116-117). 

1960 darbesi sonrası yapılan seçimlerde Demokrat Parti geleneğine veya seçmen tabanına sahip Adalet Partisi’nin önemli başarılar kazanması, 1965 ve 1969 seçimlerinde tek başına iktidar olmasının bazı çevrelerce hoş karşılanmaması, 1961 anayasanın getirdiği özgürlükçü ortam nedeniyle toplumsal fikir ve düşüncelerin sokağa hakim olması, öğrenci olaylarının baş göstermesi, bu dönemde demokrasinin sürdürülmesini tehdit etmektedir. 1968 yılında dünyadaki öğrenci olaylarına paralel biçimde Türkiye’de de bu tür olayların baş göstermesi, bu olayların “sağ sol yok boykot var” sloganı ile zaman sonra anti emperyalizm ve anti Amerikancılığa evrilmesi devrim düşüncesinin doğmasına zemin hazırlamıştır. TİP, Yön/Devrim gibi sol çevrelerce bu düşünce 
gerçekleştirilmeye çalışılmış ve bu durum büyük kaosun kapılarını aralamıştır. Bu şekilde girilen 1969 seçimlerini, güç kaybetmesine rağmen yine Adalet partisi kazanmıştır. Ancak toplumsal olaylar son bulmamış ve artarak devam etmiştir. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel bu gelişmeleri 1961 anayasasının fazlaca özgür olmasına bağlamıştır. Ancak bütün bu gelişmeleri yakından takip eden 
ordu, tüm ülkeye yayılan ve artan olayları gerekçe göstererek, 1971 muhtırası ile seçilmiş iktidarı yönetimden uzaklaştırmıştır (Karataş, 2017:145-146). 

12 Mart müdahalesi, 27 Mayıs’tan farklı olarak doğrudan iktidara el koyma biçiminde olmamıştır. Genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanı tarafından imzalanan muhtıra başbakan ve meclis başkanına verilmiş ve TRT kanalı ile tüm ülkeye duyurulmuştur (Alacadağlı, 2017:564). 
Darbenin gerekçesi olarak yukarıda belirtildiği gibi; ülkede sürüp gitmekte olan anarşi, sokak olayları, ekonomik ve sosyal huzursuzluk öne sürülmüştür. Muhtırada dönemin hükümetinin bu sorunlar karşısında yetersiz kaldığı, bir an önce Atatürkçü bakış açısıyla reformlar yapılması gerektiği ifade edilmiştir. Bu adımlar atılmadığı zaman ise açıkça Türk Silahlı kuvvetlerinin yönetime el koyacağı belirtilmiştir. Muhtıraya ayrıca şu açıdan bakmak gerekmektedir; 12 Mart muhtırası aslında 27 Mayıs darbesinin önemli generallerinden Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği ve üç gün önce planlanan 9 Mart cuntasının deşifre olmasının bir sonucu olarak Genelkurmayca verilen bir muhtıradır. Verilen 12 Mart muhtırasıyla hem fiili bir darbe olarak tasarlanan 9 Mart darbesi önlenmiş hem de ordudaki genç subayların rahatsızlığı bir nebze giderilmiştir. Muhtıra 
sonrası, Başbakan Süleyman Demirel istifa etmiştir. 

12 Mart Muhtırası şu Maddelerden oluşmaktadır; 


1. Parlamento ve hükümet; süregelen tutum, görüş ve icraatı ile 
yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine 
sokmuş; Atatürk’ün bize verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini 
kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk 
ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine 
düşürülmüştür. 

2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim 
ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek partiler üstü bir 
anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve 
Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap 
kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik 
kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. 

3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı 
Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak 
ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya ele almaya 
kararlıdır. 

3. 2007 E-Muhtıra 

27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan bildiri, askeri vesayetin bir örneği kabul edilmekte ve e-muhtıra şeklinde tanımlanmaktadır. 
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM tarafından seçilme sürecine yönelik kaleme alınan bildiride “laiklik” vurgusu ön plana çıkmaktadır. Bildiride laikliğin tarafı ve kesin savunucusu olarak tartışmalarda kendini konumlandıran TSK’nın, bu konuda kararlılığını sürdüreceği ve gerektiğinde görevini eksiksiz yerine getireceği vurgulanmaktadır. Bu yönüyle bildiri, siyasi iktidara yönelik açık 
ve net bir müdahalenin öncesinde yapılmış uyarı niteliği taşımaktadır.4 

Ülkemiz siyasal hayatında, askeri muhtıralar verilmeden veya darbeler gerçekleşmeden önce sosyal ve siyasal hayatta yaşanan gelişmelerin, ortaya çıkan olumsuz durumların, tırmanan sosyal şiddetin ve tepkilerin, bilindik ve alışılagelmiş süreçler olduğu gözlemlenmektedir. Bu konudaki tecrübeler, askeri müdahalelerin hemen hepsinde bu süreçlerin bazen benzer bazen dönemin 
şartlarına uygun biçimde farklılaştırılarak sahneye konulduğunu göstermektedir. Bazen de kendiliğinden oluşan siyasal tepkilerle olaylar yönlendirilmeye çalışılmıştır. 2007 e-muhtırası öncesinde de Türkiye’de birtakım olaylar yaşanmış ve bildiride bizzat bu olaylara da atıflar yapılmıştır. Bildiride yer verilen bu olaylar ve Cumhurbaşkanlığı seçimi, e-muhtıranın gerekçesi olmuştur. 

2007 yılında 11.Cumhurbaşkanının seçilmesi sürecinde yaşanan bir takım gelişmeler e-muhtıra ile zirveye ulaşmıştır. Muhtıra öncesinde AK Parti içinden bir kişinin köşke çıkmasına karşı çıkan kimi çevrelerce tepkiler ortaya konulmuş tur. Bu dönemde ilk olarak Yargıtay Cumhuriyet Eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından 28 Aralık 2006 tarihinde “TBMM’deki oylamaya 367 milletvekili katılmazsa seçim iptal olur” şeklinde bir açıklama yapılmıştır. Bu, AK Parti’nin meclisteki sandalye sayısı göz önüne alındığında belli olan sonucun önceden iptalinin bir gerekçesi olarak ortaya atılmıştır. Nitekim bu söylem, seçimlerin iptal edilmesini sağlamış ve tarihe “367 krizi” şeklinde not düşürmüştür. Seçimler yaklaştıkça bazı çevreler laiklik ve cumhuriyetin 
savunuculuğuna soyunmuş ve gösteriler düzenlemişlerdir. Daha sonra Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından başlatılan cumhuriyet mitinglerinde hükümete karşı tepkiler ortaya konulmuştur. Siyasal partilere bakıldığında ise AK Parti 367 söylemine ve yapılan gösterilere tepki gösterirken; meclisin bir diğer partisi olan CHP’nin genel başkanı Deniz Baykal, 367 vurgusuna destek çıkmış ve dönemin 
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a aday olmaması çağrısında bulunmuştur. 10 Nisan’da MGK’da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in irticai akımlara dikkat çekmesi, Çankaya’yı da sürece dahil ederken, 12 Nisan’da Genelkurmay Başkanı yaptığı bir konuşmada “Cumhurbaşkanı, cumhuriyete sözde değil özde bağlı olmalıdır” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Daha sonra bu ifade bir biçimle e-
muhtırada yer almıştır. Bu süreçte Ankara Tandoğan Meydanında başlayan ve zamanla diğer illere de yayılan cumhuriyet mitinglerinde “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganları atılmıştır. Bu slogan, yaşanan krizin, laiklik eksenli bir kriz olduğuna işaret etmektedir. 14 Nisan’da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Harp akademilerinde yaptığı bir konuşmada “Rejim hiçbir dönem bu kadar 
tehdit altında olmadı” ifadeleri devletin en üst kademesinde krizin nasıl algılandığını göstermektedir. 

16 Nisan’da ADD Başkanı Şener Eruygur “Muhatapları algılarsa yeni mitinglere gerek kalmaz” diyerek cumhuriyet mitinglerinin amacını açık etmiştir. 23 Nisan’da Deniz Baykal, ilgili resepsiyona katılmayarak tepki göstermiştir. 24 Nisan’da ise AK Parti, Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül ismini kamuoyu ile paylaşmıştır. 27 Nisan’da yapılan oylamada Abdullah Gül, TBMM Genel 
kurulunda bulunan 361 milletvekilinden 357’sinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Oylamaya ANAP-DYP grubu katılmazken, CHP seçimleri Anayasa Mahkemesine taşımıştır. Aynı gün saat 23:17’de Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi sitesinde e-muhtıra yayınlanmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

4 Şubat 2016 Perşembe

DOĞU PERİNÇEK ' E CEVAP.. YIL (1991)


DOĞU  PERİNÇEK ' E  CEVAP.. YIL  (1991)



28/6/1991 - 11:00 - Atin




(1991'de Mehmet Eymür'ün " Analiz " İsimli Kitabı piyasaya çıkmadan önce, bazı bölümleri Milliyet Gazetesi'nde yayınlanmıştı. Bunun üzerine Doğu Perinçek gazeteye uzunca bir açıklama yolladı. Aşağıdaki yazı, Perinçek'in bu açıklamalarına karşın Eymür'ün verdiği cevaptır.)


Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğüne


Gazetenizde 10-11-12 Haziran günü yayınlanan ''Doğu Perinçek'in Yanıtı'na karşı ekte hazırlamış olduğum cevabın yayınlanmasını saygı ile arzederim. 28 .06.1991

Mehmet EYMÜR

Gazetenizde 10,11 ve 12 Haziran tarihinde ''Doğu Perinçek'in Yanıtı '' yayınlanmıştır .

Esasında daha anılarım Milliyet'te yayınlanırken maskelerinin düşmesinden ve kimlere hangi amaçla hizmet ettiklerinin ortaya çıkmasından telaşlanan Fabrikatör Perinçek ve grubu yayın organları 2000'e Doğru mecmuasında bana 14 sayfalarını tahsis ederek kendilerini savunmaya çalışmış, benimle ilgili olarak ''Yavuz hırsız ev sahibini bastırır'' misali, hiç bir mesnede dayanmayan yalan ve iftiralara devam etmişlerdir.

Beni bir hayli eğlendiren bu telaşlı yayınlarına Fabrikatör ' ün kendi mecmuasında cevap vermeyi lüzumsuz saydım. Ancak Perinçek'in Milliyet gibi ciddi bir okuyucusu olan gazetede başkalarına çamur atarak kendini temize çıkarmaya çalışması üzerine bir kereye mahsus olmak üzere gereken cevabı vermeyi zaruri addettim.

Öncelikle Perinçek'e yayında ''Güney Sadık'' takma ismini, yayın hakkını verdiğim Milliyet Gazetesi takmıştır. Bu herhalde gazetenin gösterdiği mesleki nezaket dolayısıyladır. Gerçi, ''Sadık'' ismi Perinçek'e yakışmış, yabancı güçlere sadakatla hizmet etme görevine uygun düşmüştür.

Diğer taraftan Perinçek ve 2000'e Doğru benim anılarımı ellerine geçirmekle öğünüyorlar. Ellerine geçirdikleri nüsha, benim kasıtlı olarak kendilerine ulaşacağını bilerek kendilerine yakın olan kişilere verdiğim nushadır. Telaşlarından gazetedeki tefrikayı ve kitabımı beklemeden ele geçirdikleri nüshaları yayınlayarak kitabımda yer almayan konuları kendi dergilerinde neşretmek ve kendi kendilerini teşhir etmek gafletine erişmişlerdir .

Şimdi Perinçek'in Milliyet'teki yanıtındaki iddiaları tek tek gözden geçirelim :


- '' Biz Aydınlıkçılar Hiram Abas - Mehmet Eymür 'lerle ilk kez işkencehanelerde tanıştık'' diyor. Demegoji yapmasın, nerede, hangi işkencehanede karşılaşmış? Söylesin de biz de öğrenelim.

Ben Perincek'i sadece, eskiden Bahçelievler'de oturan bazı MİT peronelinden duymuştum. şimdi kapatılmış olan bir meyhanede sohbetlerini, onlarla ahbaplık kurma, ve onlara şirin gözükme çabalarını.

-''İkinci karşılaşmamız Lübnan Nahrel Bared'deki FKÖ Kampında


Dokuz arkadaşımız . MOSSAD ile işbirliği sonucu bir İsrail askeri baskınıyla şehit edildiler'' diyor . Kendisi o kampta memleket yararına faydalı işler yaparken biz İsrail askerleri ile kampı bastık ta öylemi karşılaştık acaba? Bunlara bir açıklık getirsin.

- ''1978, 79, 80 yıllarında Aydınlık gazetesinde Kontrgerilla kampanyalarıyla faaliyetlerini sergiledik. Bu üçüncü karşılaşma'' diyor. Yukarıdaki yalanlarına benzer yalanlar dışında neyi sergilemişler? Bunlar işkenceci, CIA, MOSSAD ajanı gibi hiç bir mesnede dayanmayan yuvarlak laflar, adice iddialar dışında bir tek somut olay ortaya koyabilmişler mi?

Perinçek ve hizmetkarlarını arkalarındaki karanlık güçle birlikte bu iddialarını somut örneklerle delillendirmeye, ispata davet ediyorum. İspat edemedikleri taktirde bu iftiraları yayanlar şerefsizdirler, satılıktırlar, sahibinin sesidirler.

- ''Dördüncü karşılaşma 12 Eylüı döneminde . Özellikle Kontrgerillayı açığa çıkardığımız için hapislere atıldık . Bir takım arkadaşlarımız işkence gördüler'' diyor, safsata ve laf salatasına devam ediyor.

- ''Beşinci karşılaşma MİT raporunu açığa çıkarmamız . Abas ve Eymür 'lerin meslek hayatlarına hiç olmazsa resmi planda son verdik'' diyor. Evet, her nedense MİT'in sivilize olmasını hiç istemeyen, her vesile ile emekçilerin menfaatini ön planda tuttuklarını ve haksızlıklara karşı olduklarını ilan eden Fabrikatör Perinçek grubu, Türkiye'de yeraltı dünyasındaki karışık menfaat ilişkilerini konu alan bir raporu açığa çıkarıp, bizleri görevimizden ettiği için böbürleniyor. Ne denli ikilem, ne denli sahtekarlık.

-''Altıncı karşılaşma Körfez krizi iıe başladı ve devam ediyor. Onlar gene ABD'nin Ortadoğu harekatının istihbarat elemanı ve biz gene ABD 'ye direnen yurtsever güçlerin parçasıyız'' diyor. Bir Amerika tutturmuş gidiyor . Sanki Amerika dışındaki bütün Avrupa ülkeleri, komşularımız Türkiye'nin canı, ciğeri.

Perinçek efendi, ben Türk'üm ve Türklüğüm ile iftahar ediyorum. Senin hoparlörü olduğun güç dahil her türlü yabancı gücün Türkiye üzerindeki oyunlarına karşıyım. Hep Amerika' yı ortaya atıp kendini maskeleyemezsin. ABD'ye direnen yurtsever güç, ezilen halklar teranelerini bırak. Söyleyebiliyorsan Türk olduğunu, Türklüğün ile iftahar ettiğini, bütün yabancı güçlerin, bütün karanlık ilişkilerin karşısında olduğunu söyle.

-"Aydınlık ' ta bizim Savaşman 'ı savunduğumuzu söylüyor Aydınlık bir gerçei ortaya çıkardı. CIA, en sadık, en çok gelecek vaat eden adamları Hiram Abas' ların yolunu açabilmek için Savaşman'ı feda etmiştir. Önemli bir CIA ajanının yükselmesi için ötekinin harcandığı bir CIA operasyonu. Aydınıık bu gerçeği saptadı ve yazdı'' diyor.

Olayları ters yüz etmek, işine geldiği gibi yorumlamak, gerçekleri saptırmak, önemli bir olayı önemsiz göstermekte ne kadar da başarılı. Kendisini yetiştirenler bayağı iyi eğitmişler. Şu mantığa bakın CIA bir adamını başarılı kılmak için diğerini yakalatıyor. Hatta CIA bu operasyonda o kadar ileri gidiyorki CIA' nın Ankara'daki temsilcisi Amerikalıyı da yakalatıyor . Şu mantığın, şu yorumun güzelliğine bakın.

Şimdi Perinçek' e soruyorum. Hiram Bey'in ''Batum'a, Atina ' ya 30.9.1968 ila 1.12.70 yılları arasında Beyrut'a gönderildiği'' gibi MİT içindeki personelin bile bilemeyeceği operasyonel bilgileri nasıl elde ediyor? Bunlar gizli bilgilerdir. Gizli bilgiler ancak gizli faaliyetlerle elde edilir. Bu işleri de istihbarat teşkilatları yaparlar. Yabancı istihbarat teşkilatları bu tip bilgileri MİT içindeki Savaşman gibi bir ajanından alır, Perinçek gibilerine de vererek kullandırır. Bunun başka şekli yoktur. Bu tamamiyle bir casusuluk faaliyetidir.

- '' Turan Çağlar Kontrgerilla yayını sırasında Aydınıık'a bilgi veren yüzlerce kaynaktan biriydi. Çağlar daha sonra arkasında büyük kuşkular bırakan bir şekilde cezaevinde öldü. Olay tarihi 1983. Aydınıık generaller tarafından kapatılmış. Aydınlıkçılar ya hapiste, ya aranıyor. Aslında bu bile Eymür 'ün iftirasını çürütmeye yeter'' diyor . Perinçek bu konuda kaçamamış ve itirafta bulunmuş. İftiharla, gururla bahsettiği ''Kontrgerilla'' yayınını hazırlayan, bilgi verenlere bakın. Yıllarca İngilizlere ve Amerikalılara hizmet etmiş (dikkat ederseniz Perinçek'in sadece CIA deyip geçiştirdiği gibi değil. O da Savaşman gibi hem İngilizlere, hem Amerikalılara hizmet etmiş), ihtilal hareketleri içinde bulunmuş bir kişi. Nedense Perinçek'lerin yanında hep casuslar gözüküyor. Perinçek acaba kaynakları Turan Çağlar'dan ne gibi bilgiler alıp yayınladıklarını açıklayabilir mi? Hala bir İngiliz/Amerikan ajanından alıp yayınladıkları bilgilerin tarafsız ve doğru olduğunu, bunu yurtsever duygularla yaptıklarını iddia edebilir mi? Perinçek bu. Bunun da bir yolunu bulur elbet.

-'' Aydınlık'ın sorumlu müdürü Aydoğan Büyüközden'in 12 Mart 1971 darbesinde ''Robert Kolej 'de görevli bir İngiıiz'e ait lojmanda telsizlerle ve başında perukla yakalandığını söylüyor. Yalan. Bir kez A.Büyüközden o lojmanda yakalanmadı.İkincisi o lıojman İngiliz'e ait değildi. Robert Kolejin'di'' diyor. Perinçek'in karışık ve karanlık hayatı hafızasını da karıştırmış . Aydoğan Büyüközden'in İngiliz'e ait eve geldiğinde başında perukla yakalandığı ve hatta ilk önceleri sağar ve dilsiz numarası yaptığı doğrudur. Lojmanın Robert Koleje ait olması neyi değiştirir ki. Ev öğretim görevlisi olan İngiliz'e tahsis edilmişti ve İngiliz oturuyordu. Aynı evde alıcı verici telsizlerde bulundu.

-''Bir istihbarat örgütüne sempati duymayı şerefsizıik sayan bir ideolojiye ve pratiğe sahibim'' diyor. Diyor ama yaptıkları ve faaliyetleri söylediklerine uymuyor. Herşey açıkça belli. O zaman Perinçek'i ne şekilde adlandırmak lazım?

- '' Ben ve arkadaşlarım, 1970, 1980, ve 1990' larda son üç kuşakla işkencehaneleri ve hapishaneleri paylaşan az sayıda insanlar arasındayız. 25 yılıık çizgisi ve mücadelesi belli bir hayattır bu'' diyor . Herhalde çok öğündüğü bu dönemler, cezaevinde '' Yaşasın Cezaevi '' , '' Yaşasın Türk Silahlı Kuvvetleri '' diye bağırdıktan sonra mahkemede ''Yaşasın TİİKP'' diye nasıl bağrıdıklarını iddia ettikleri, duruşmalarda ''kravat takmama eylemi'' için diğer gruplara baskı yaparken TİİKP duruşmalarında dik yakalı kazakların altına gravat takarak nasıl duruşmalara çıktıkları dönemler olmalı . Onun ve peyklerinin bu şakrabanlıklarını onlarla aynı dönemde cezaevlerinde yatan herkes biliyor ve anlatıyor.

Perinçek şu gözaltına alındığı dönemlerde işkencehanelerde, kahramanca direnerek zor altında verdiği sayfalarca ifadelerini de bir kitap haline getirse veya tefrika halinde kendi dergisinde yayınlasa ne iyi olur. Herkes onun nasıl bir devrimci, ne denli bir kahraman olduğunu bir kez daha anlar.

Perinçek'i eski kader arkadaşlarından, cezaevinde birlikte kaldığı kişilerden, yakın çevresinde bulunanlardan dinledim. Onun, 12 Mart sonrası özel minübüsü ile Söke'ye Beşparmak dağlarına taşıyan Ferit Özcan ile Hikmet ve Mehmet Süleyman Cengiz'in Perinçek'in devrimcilikle bağdaşmayan gayri ahlaki tutumu nedeniyle TIIKP'den ayrılmaları üzerine nasıl hain ilan edildiklerini, partinin ''gümüş bağışlama'' kampanyasını organize ettikten sonra evindeki gümüşleri babasının evine nasıl taşıdığını, 1974'de oy kullanmayı devrimci harekete ihanet sayarken seçim sonrası mahkemeye verilen dilekçede ''halkın serbest bırakılmayı istediğini'' nasıl beyan ettiğini, onun ne denli bir sahtekar olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Onu yakından tanıyanların birleştiği nokta Perinçek'in sol faaliyetler içine sızmış bir batı ajanı ve sahte bir devrimci olduğuydu. Çizgilerinin sık sık değişmesi, ahlaki kurallara pek bağlı kalmayışı da bu sebebe bağlanıyordu.

Perinçek'in 25 yıllık değişmeyen çizgisini Başyardakçılarından Hasan Yalçın'la 26 Temmuz 1989'da yaptığım bir görüşmenin teyp bandından pasajlarla incelemek istiyorum. O tarihlerde Hasan Yalçın'a, israrla benimle tanışmak arzusu üzerine randevu vermiş ve karşılıklı teype almak koşuluyla büromda konuşmuştum.

Kendisiyle mülakaat yapmayacağımı bildiği için hiç bir şekilde yayınlamamak şartıyla benimle görüşmek, beni tanımak istediğini belirtmişti. Ben yine de güvenmediğimden ve bunların sahtekarca taktiklerini bildiğimden karşılıklı teype alma şartını koştum. Tahminimde yanılmadım. Bir müddet sonra bu görüşmenin belli pasajlarını birbirine monte edip saptırarak, yorumlar getirerek her zamanki gazetecilik anlayışlarına uygun bir şekilde kullanmaya çalıştılar.

Hasan Yalçın daha sonraki yıllarda da bütün terslememe rağmen benimle diyalog kurma çabalarına devam etti. Bana dergilerine gelen bazı sözde ihbarları fakslayarak, zaman zaman telefonla arayarak ilişkilerini sıklaştırmaya çalıştı. Aklınca beni yönlendirmeye, bir şeyler söyletmeye çalıştı. Hiram Bey'in ölümünden sonra yaptıkları ve hiç bir ahlak kuralına uymayan yayınlarından sonra telefonda hakaret etmeme, aşağılamama rağmen dahi aldırmadan büroma gelip izahat vermeye çalıştı, Hatta daha da ötesi ''MİT'e hizmet etmeyi dünyanın en büyük şerefsizliği ve alçaklığı'' sayan bu zihniyetin Ankara Temsilcisi Hasan Yalçın, MİT'in gazetecilerle toplantılarına kendilerinin çağrılmadığından yakınarak kendilerini MİT'ten arkadaşlarımla tanıştırmamı istedi. şimdi ben bu eski görüşmeden pasajlarla Perinçek'in ''25 yıllık çizgisini ve mücadelesini'' incelemek istiyorum.

M.Eymür- 2000'e doğrunun çizgisi nedir? Amaçları nedir, ideolojik yelpaze içinde yeri nedir? Bunu Aydınlık zamanından alalım. Bundan bazı başka suallere geçmek istiyorum. Nedir yani çizginiz. Bu günki ile başlangıç çizginiz arasında farklılaşma var. Yakın tarihte bir özeleştiriniz filan da oldu. Saçak'ta çıkan. Bir oturmamışlık görüyorum ben çizgilerinizde.

H.Yalçın- Hi hi hi (gülüyor)


M.Eymür- En azından bu günki konum nedir? Bugün ideolojik yelpaze içindeki yeriniz tam nedir, gazetecilik anlayışınız nedir?

H.Yalçın- Şimdi çizgi olarak solcu. En geniş anlamda solculuk. Sırf bir Aydınlıkçılık veya sırf bir Mao düşüncesinin temsili değil genel anlamda Türkiye'nin, Türkiye'de yaşayan bütün insaların menfaatini savunmaya ve özellikle emekçilerin menfaatlerine dayanan bir solculuk.Eski çizgiyi söylüyorsunuz da. 1978'de Sovyetler Birliğinden gelmekte olan bir tehlike gördük Türkiye'de. Buna MİT'den de fazla karşı çıktık, Genel Kurmay'dan da fazla karşı çıktık. Fazla karşı çıktığımız için hata yaptık. Çok fazla. Tehlike o kadar büyük değilmiş.

M.Eymür- Şimdi ben de ona değinmek istiyorum. Hatırlıyorum ilk yıllarınızı. Sokaklarda yazılar görüyordum ''Ne Amerika, ne Rusya'' . Herhalde dedim yeni bir milliyetçi akım doğdu. Sonra bir baktım daha ziyade bir Mao'ist çizgi içinde yeni bir akım başladı. Esasında bizim yapamadığımızı, Batı Devletlerinin yapamadığı bir misyonu üstlendiniz. Yapılan işin niteliği dolayısıyla bunlar acaba bir başka yere angaje olmuş bir grupmu.

H.Yalçın- Amerikancı demek istiyorsunuz.

M.Eymür- Amerikancı da demeyelim. Batı. Çünkü bir anti Sovyet yapınız vardı . Solu bizim başarmadığımız derecede bölmeyi.

H.Yalçın- Siz bizi sola mı şikayet etmek istiyorsunuz.

M.Eymür- Hayır hayır, Gerçekleri konuşuyorum. Söylediklerimde gerçek yoksa. Kendi öz eleştirinizi yaptığınız zaman birtakım hatalar yaptığınızı kabul ediyorsunuz.

H.Yalçın- Tabii.

M.Eymür- Yarın gene bir öz eleştiri yapıp bugünki faaliyetlerimizde hata yaptık diyebilirmisiniz.

H.Yalçın- Hata yapmamak mümkün değil. Hatalar yapılıyor. Meziyet hataları görüp düzeltmek, hata yaptık onu düzeltiyoruz demektir.

İşte Perinçek'in değişmeyen 25 yıllık çizgisi ve mücadelesi. Birgün Marksist, ertesi gün anti-Sovyet, bir başka gün Maoist olacak, dün kızdığı güçlerin, şiddetle saldırdığı PKK gibi örgütlerin bu gün yanında yer alacak, ondan sonra bir ''öz eleştiri'' ile geçiştirip hala utanmadan çizgilerim bellidir diyecek. Ama ona da hak vermek lazım. Ne yapsınki adam. Vazifesi bu.

-''Hiram Abas ve ekibi CIA'nın adamıydılar. Aydınlık ve 2000'e Doğru birçok haberiyle bu gerçeği kanıtladı. Fiıistin Devletinin Ankara Büyükeıçisi Abu Firas, Hiram Abas'ın CIA ve MOSSAD ile ilişkilerini kanıtlarıyla 2000'e DOGRU'ya. Bizzat bana anlatmıştı. Biz o zaman da söyledik, şimdi de söylüyoruz: Casusluktan nefret ederiz. Ezilen halkların yanındayız. Onların mücadelesini desteklemekten şeref duyarız'' diyor. Yine aynı görüşmeden pasajlar sunmak istiyorum.

M.Eymür- Şimdi Sati olayını ele alalım. Bunun Filistin'e karşı bir CIA, Mossad ve MİT ilişkisi olduğunu söylüyorsunuz. Büyük tenakuz burada başlıyor. Sati olayının failleri kimlerdi. Filistinli ama, itham edilenler kimlerdi.

H.Yalçın- Suriye'li

M.Eymür- Faaliyetin hedefi Suriye ve Abu Nidal grubuydu. Abu Nidal ve Suriye o tarihlerde FKÖ ile düşmandı. şimdi nasıl olurda böyle bir yargıya varabilir, FKÖ'nün düşmanına karşı yapılan bir faaliyetin FKÖ' ye karşı olduğunu söyleyebilirsiniz . Ben size mantıksal olarak açıklıyorum. Bu olay bir Suriye ve Abu Nidal faaliyetidir. Bunun bizim daima desteklediğimiz FKÖ ile en ufak ilişkisi yoktur. Türkiye'nin FKÖ ile iyi münasebetleri var.

H.Yalçın- Şimdi burada bizim yaptığımız iş şu. Şunu veya bunu korumak söz konusu değil. Biz Amerikaya karşı Viyetnam halkını, Sovyete karşı Afganistan halkını, İsrail'e karşı da Filistin'i koruruz. Çünkü Filistin mazlum bir ülke, mazlum bir halk. Zaten Türkiye'de Filistin mücadelesi yok.

M.Eymür- Ama ben de zaten Türkiye'nin genel politikasında FKÖ' ye sıcak bakılır diyorum.

H.Yalçın- Tabii, biz onuda bilmiyoruz.

İşte Perinçek'in saptırdığı ve her zamanki yalancı tavrı ile sanki varmış gibi ''kanıtlarıya'' dediği olay. Hep kanıtladık diyor ama nedense bir türlü bu kanıtları açıklayamıyor.

Hasan Yalçın'la görüşmemizdeki bir konuya daha yer vererekten Perinçek ve grubunun vatanseverlik maskesi altında hangi amaca hizmet ettiğini bir kez daha sergilemek istiyorum.

H.Yalçın- Şimdi Asil Nadir olayı var. Sizin hem bilgileriniz var, hem tahlilleriniz var. Biz bu mesleyi şöyle getirdik. Diyoruz ki bu Türkiye'nin güvenlik sorunu, Anglosakson sermayesinin ve Türkiye üzerindeki bazı operasyonların, Kürtler ayrılacak mı, bölünebilecek mi meselelerinin çapraşık bir hal aldığı bu dönemde bir taraftan Abramovits geliyor, bir taraftan da Asil Nadir babasının tarlasına dalar gibi Türkiye'ye dalıyor ve Gürvit'inden bilmem nesine kadar. Şimdi bu olayda biz göğsümüzü siper ediyoruz. Burada vatanseverlik filan tartışıyoruz. Hangisi vatanseverlik. Susuyorsunuz, ben bunu yazıyorum. Yalan yalnış yazıyorum. İstediğinizi söyleyin yazacağım diyorum.

M.Eymür- Esasında eski ünitedeki bazı arkadaşlarımla fikri ayrılıklarım var. Bence istihbarat bir aksiyona yönelik olmalı. Bunda biraz yavaş kalındığı kanısındayım.

H.Yalçın- Asil Nadir olayında.

M.Eymür- Genelde söylüyorum.

H.Yalçın- Bakın onu bile söyleyemiyorsunuz. Sizi biraz tahrik etmek istiyorum.

M.Eymür- Genelde söylüyorum, çünkü Asil Nadir konusunda çok fazla bilgi sahibi değilim.

H.Yalçın- Ama ilginizi çekmemişmidir. Gürvit Cumhurbaşkanlığındaki bilgileri buraya monte edecek bu çok açık değil mi? Yani şurda şu görülüyor. 2000'e Doğru en yurt sever tutumu almış oluyor bu Asil Nadir konusunda.

M.Eymür- Yanlışlıklarınız var.

H.Yalçın- Olabilir. Biz de şunu söylüyoruz. Bu yanlışlıkları buyrun düzeltin. Hem Hiram Abas, hem Mehmet Eymür. Bir zaman savaş yapsakta burada buluşabiliriz. Bizim yayınımızının neresi yanlış size göre.

M.Eymür- Daha iyi İncelenebilirdi.


H.Yalçın- Amerikanın İngiltere'nin en büyük kuvveti bu Türkiye'ye soktuğu Asil Nadir.
Vatanperver Perinçek grubunun '' İngiliz'lerin Türkiye'ye soktuğu en büyük kuvvet olarak nitelediği'' Asil Nadir'in sonradan İngiltere'de başına neler geldiği, Kıbrıs konusundaki tutumu ve sermayesini Türkiye'ye kaydırdığı için nasıl tevkif edildiği ve ne hallere düştüğü herkes tarafından bilinmektedir. Acaba vatansever Perinçek grubu yine yanlışlık yapmış, Türkiye yerine başka bir ülkeye mi çalışmışdı...

- '' Eymür ise '' Hiram Bey'in yükselme ihtimali olduğu tüm devrelerde'' diyor. Nefretlerinin kişisel sebebi budur. Eymür anılarında sadece Aydınııkçıları dinmez bir kinle karşısına alıyor'' diyor. Perinçek doğru söylüyor. Bu memleketi seven, bu memlekete hizmet vermiş benim gibilerinin, başkalarının maşası olup bu memleket aleyhine çalışan kişilere sempati ile bakması mümkün mü? Perinçek ve grubu, Hiram Abas'ın, Mahmut Dikler'in, Ilgız Aykutlu'nun, Hulusi Sayın'ın, İsmail Selen'in, askeri, polisi ve sivili ile daha nicelerinin ölümünde tetiği çekenler kadar ve hatta onlardan da daha fazla suçludur. Perinçek ve grubu kandırdıkları insanları cinayete azmettiren, sefil ve karanlık varlıklardır. Hizmet ettikleri yabancı güçlerin talimatıyla yalan haberler üretmiş, insanları teşhir etmiş, resimlerini, adreslerini yayınlamış ve onları tetiği çekenlere hazır bir hedef haline getirmişlerdir . İşte ben Perinçek ve yamaklarını son kez kamuoyu önünde cevaplıyor, yukarıda sunduğum nedenlerle vatana ihanet ve cinayete azmettirmekle suçluyorum.

Perinçek'in Hiram Bey ve benimle ilgili olarak senelerden beri ortaya attığı iddialara gelince. Yani CIA, MOSSAD ajanı, işkenceci iddiaları hukuken ağır cezaları gerektiren önemli iddialardır.

Bu güne kadar sahte devrimci Perinçek ve bilerek veya bilmeden onun izinden yürüyen yardakçıları tarafından ortaya atıldığı için hiç bir makam tarafından ciddiye alınmayan bu iddiaların herşeye rağmen adli makamlarca bir ihbar olarak dikkate alınmasını istiyor, Perinçek ve yardakçılarını da bu iddiaları ispata davet ediyorum.


Haydi bakalım ''Biz bunların ajanlığını, işkenceciliğini, provakasyonlarını ispat ettik'' gibi hiç bir mesnede dayanmayan yuvarlak laflarla geçiştirdiğiniz yalanlarınızı delilleriyle birlikte adalet önünde ispatlayın da görelim.

Mehmet Eymür


..