Cemil Çiçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemil Çiçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mart 2020 Pazar

SİNEKLERLE DEĞİL BATAKLIKLA MÜCADELE…

SİNEKLERLE DEĞİL BATAKLIKLA MÜCADELE…

Serdar Ant
 Christopher Columbus’dan 518 yıl sonra Türk medyası da Amerika’yı keşfetti! Wikileaks adlı internet sitesinin yayınladığı belgeler sadece ABD’nin değil, dünyanın dört bir tarafında ABD ile işbirliği içinde olan ve “büyük ağabey”in “deliğe süpürmeyip kullandığı” iktidarların da ne mal olduğunu ortaya koyuyor. 60 yılı aşkın bir süredir ABD’nin vazgeçilmez müttefiki olan Türkiye de bu ifşaattan payına düşeni alıyor tabii…
Ne var ki asıl şaşırtıcı olan, bugüne kadar ABD söz konusu olduğunda “kraldan çok daha kralcı” davrananların tavrı… Örneğin “Basında Güven” diyerek kendini pazarlayan Milliyet, “Amerika Çıplak” sürmanşetini çekmiş! “Bağımsız Günlük Gazete”(!) Vatan ise iç sayfalarından birinde “Hükümette ne oluyorsa ABD’nin haberi varmış!” diyor. (30.11.2010)

Bak sen şu işe… Meğer böyleymiş! Allah’tan Wikileaks var da Türkiye’yi yönetenler hakkında bilmediğimiz gerçekleri de öğreniyoruz!
 Başbakan Erdoğan’ın İsviçre Bankaları’nda 8 gizli hesabı varmış.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Londra’da konuştuğu bir grup yatırımcıya “Doğan hisselerini satın, çünkü onlar gidici” demiş.
Erdoğan, “petrol işlerini özelleştirirken kendine de pay alıyor”muş. Herhalde bu petrol işi denilen TÜPRAŞ’ın peşkeş çekilmesi olsa gerek.
Kürşat Tüzmen, Abdülkadir Aksu, Faruk Nafiz Özak gibi AKP’li bakanların ismi yolsuzluğa karışmış.
Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu, “ Olağanüstü tehlikeli biri” imiş, üstelik neo-Osmanlıcıymış.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise “Erdoğan’ın buldogu”ymuş.
 Fetullah Gülen’in Meclis’te 80 tane milletvekili varmış. Cemil Çiçek, Hüseyin Çelik gibi bakanlar ve önde gelen kimi AKP’liler meğer Fetullahçı imiş. Dahası AKP’li vekillerin çoğu da tarikat üyesiymiş… Nakşibendisi, Süleymancısı, İskenderpaşalısı…
 Gül, Erdoğan’ın altını oyuyormuş.
 AKP’nin Kürt Açmazı başarılı olamazmış.
 Türkiye AB’ye üye olamazmış.
CHP’liler “Bir avuç gürültücü elitist ”miş.
Başbakan Erdoğan “çok fazla gururlu” imiş, “Allah’ın kendisini Türkiye’yi yönetmek için seçtiğine” inanıyormuş, “maço imajlı”ymış, kadınlara güvenmiyor ve partinin üst yönetiminde kadınlara yer vermiyormuş.
Kısacası, ABD büyükelçilerinin, diplomatlarının ve ABD’ye yakın kimi kaynakların AKP’yi ve Türkiye’yi değerlendirirken kullandığı ifadeler bunlar…
İyi de yeni olan, bilinmeyen ne var bütün bu saptamalar arasında?
Başbakan’ın İsviçre Bankaları’ndaki gizli hesapları, çeşitli bakanların adının yolsuzluklara karışması mı bizleri şaşırtan?
Güldürmeyin adamı! Deniz Feneri yolsuzluğunun yaşandığı (ve benzerlerinin yaşanmaya devam ettiği), milletvekili dokunulmazlığı bahanesiyle TBMM’nin kanundan kaçanların sığınağı haline geldiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülkenin Başbakanı, devletin valisinden tulum peyniri, alabalık, kovan balı gibi temel tüketim maddelerini bile “hediye” olarak kabul eden bir kişi… Şimdi “petrol işlerini özelleştirirken kendine pay alıyor” ise ya da İsviçre Bankaları’nda 8 gizli hesabı varsa şaşırmak mı gerekiyor?
Asıl şaşırtıcı olan, yıllardan beri Erdoğan’ın malvarlığı gündeme geldiğinde ya da yolsuzluklarla dokunulmazlıklar arasındaki ilişkiye dikkat çekildiğinde “dut yemiş bülbüle” dönen anlı şanlı Türk medyasının şimdiki tavrı değil mi?
Ya da Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hakkında şu dile getirilenler... Mehmet Şimşek ve eşinin, yabancı bir ülkenin vatandaşı olduğu yönünde iddialar ya da Mehmet Şimşek’in ABD büyükelçiliğinde çalıştıktan sonra hızla yükselip uluslararası yatırım kuruluşlarında üst düzey yöneticilikten, birden paraşütle Türk ekonomisinin yönetimine indirilmesi karşısında ölüm sessizliğine bürünenler, şimdi Mehmet Şimşek’in “Doğan hisselerini satın, çünkü onlar gidici” dediği ortaya çıkınca neden yaygarayı basıyorlar?  
Veya Meclis’teki şu Fetullahçılar… Ya da AKP milletvekillerinin çoğunun tarikat üyesi olması… Yahut Davutoğlu’nun “neo-Osmanlıcı ve İslamcı” olması…
Evet, bütün bunlar bilinmeyen şeyler mi?
AKP’nin Kürt açılımının başarılı olamayacağının ya da Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak kabul edilmeyeceğinin anlaşılması için ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bu yönde görüş sahibi olduğunun ortaya çıkması mı gerekiyor?
“Gürültücü, elitist” CHP ile “maço” ve “gururlu” Erdoğan konusuna ise hiç girmiyorum. Görünen köy kılavuz istemez çünkü!
Ne var ki bütün bu açıklanan belgeler arasında 2007 yılında Genelkurmay İkinci Başkanı olan Org. Ergin Saygun ile yapılan bir görüşme de yer alıyor.  ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nancy Eldowney 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıradan sonra Org. Saygun ile yaptığı görüşmede, “Türkiye’de artan gerilim ve kutuplaşma konusunda temkinli hareket etme ve çatışma yaratmayacak şekilde davranılması” için uyarı yapıyor ve Org. Saygun şu yanıtı veriyor:
“Çatışma isteseydik, tankları sokağa indirirdik. Asıl AK Parti uzlaşmak için hiçbir çaba göstermiyor.”
İşte, al sana “laik-demokratik” Türkiye’nin teminatı bir NATO Paşası… AKP ile uzlaşma istediği konusunda ABD’ye garanti veren bir “sözde Atatürkçü”!
Kısacası bilinmeyen ve şaşırtıcı olan hiçbir şey yok bu açıklanan belgeler arasında…
Peki, bundan sonra ne olacak?
Cumhurbaşkanı Gül, “bundan sonra ne çıkacak görmemiz lazım” dediğine göre demek ki daha ortaya dökülecek çok kirli çamaşır var! Ama bundan sonra daha ne açıklanırsa açıklansın, değişen bir şey olmayacak, pişkinlik hüküm sürmeye devam edecektir.
Örneğin birileri çıkıp “Erdoğan’ın İsviçre’de 8 banka hesabı varmış” dediğinde, karşı taraftan başka birileri de “filanca liderin de yok muydu sanki? Hem falancanın da video kasetleri falan var işte…” diye yanıt verecektir! Siz filanca yolsuzluktan bahsedince, birileri “canım sizin zamanınızda da yolsuzluklar olmuyor muydu?” diyerek kendini savunduğunu sanacaktır.  “Gururlu” Başbakan’ın “maço” ve “pişkin”  nutuklarına, “gürültücü” CHP’nin laftan ibaret muhalefeti eşlik edecektir.
 “Petrol işlerini özelleştirirken kendine de pay alanlar”, yabancı ve yerli yatırımcıya tüyo verenler, önümüzdeki yıllarda otoyolları, köprüleri, barajları, Ziraat Bankası ve Milli Piyango gibi kuruluşları da özelleştirme adı altında yabancılara peşkeş çekmeye devam edeceklerdir. Önümüzdeki dönemde başka bakanların da adının çeşitli yozluluklara karıştığını öğreneceğiz muhtemelen… Ama milletvekilleri daha uzun yıllar “dokunulmaz” olarak kalacağı için yolsuzluk yapanlardan hiçbirine dokunulamayacak!
Çünkü Türkiye’nin sorunu ne Erdoğan’dır, ne Gül’dür, ne Mehmet Şimşek’tir, ne de Arınç’tır, Tüzmen’dir, Aksu’dur… İşte bu nedenle Türkiye’nin kurtuluşu “gürültücü” CHP ya da NATO Paşası, uzlaşmacı, “sözde Atatürkçüler” de değildir! 
Türkiye’nin asıl sorunu, bütün bu isimlerin temsil ettiği zihniyeti şu veya bu şekilde hoş görerek, meşru kabul ederek bu adamları başımıza getiren umursamazlıktır, kişiliksizliktir, omurgasızlıktır. İşte bu nedenle, son 30 yılda isimler sürekli değişmesine rağmen, bu toplumsal çürüme ve yozlaşma her geçen gün daha da derinleşmiş ve bugün açıklanan şu belgeler karşısında bile “dur bakalımbundan sonra ne çıkacak görmemiz lazım” diyenler ülke yönetime egemen olmuşlardır.
Türkiye 1980’lerde Özal ve ANAP’ı; 1990’larda Çiller- Yılmaz ekseninde ANAP-DYP çürümesini yaşadı. Gün, AKP’nin, Erdoğan’ın, Gül’ün günüdür!
Son 30 yıldır liderler de partiler de değişiyor sürekli… Millet, medyanın ve kamusal bilinci şekillendiren odakların da marifetiyle bir “yeni budalası” yapıldı. Özal gidip Çiller geliyor, Çiller gidiyor Yılmaz geliyor, o gidiyor Erdoğan geliyor. Günde 24 saat, yılda 365 gün ise, millete bir “yenileşme”den bahsediliyor sürekli... İşte o sözde “yenileşme”nin özünü Wikileaks’in açıkladığı belgelerde görüyoruz: çirkef!
Kuklalar değişiyor, ama kuklacı hep ABD…  
Partiler ve iktidarlar değişiyor, ama oynanan oyun hep aynı ve bu senaryoyu yazan da nasıl sahneye konulacağını söyleyen de hep ABD…
Açıklanan belgeler hakkında görüşü sorulan emekli büyükelçi İnal Batu, büyükelçilerin bulundukları ülkeler hakkında değerlendirmeler yaptıklarını, bu değerlendirmelerin önemli bir bölümünün de doğru olduğunu vurgulayarak “belgelere inanmamak herkesin işine gelir” diyor ve ekliyor:
 “Zannediyorum ülkeler içlerinden güceneceklerdir. Dünya liderlerine çok çirkin isimler, lakaplar da takılmış. Bunlar ciddiyetten uzak davranışlardır. Bunlara inanmamak ya da kişisel görüşler olduğuna inanmak herkesin işine gelecektir. Aksi takdirde yüz yüze bakamazsınız. Söz konusu olan ülke Amerika olunca herkes biraz daha anlamazlıktan gelir, göz yumar, doğrusu da budurAmerika’nın belgelerde geçen ülkelerle ilişkilerinde derin değişiklikler olacağına inanmıyorum.”

İşte diplomatça ifade edilen bu sakat zihniyet değişmediği sürece, yüzler hep değişecek, ama o yüzlerin gerçek sahibi hep aynı kalacaktır!

Özal, Çiller, Yılmaz, Gül, Erdoğan, Arınç, Öcalan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Şimşek, Derviş, Öztrak, Güneş, Baykal… Say, say bitmez… Ama hepsinin ortak paydası birdir:

A-B-D…
 İşin özü şudur ki sineklere değil bataklığa karşı mücadele edilmediği sürece sıtmadan kurtuluş yok…
 30.11.2010

--
www.bellek2009.blogspot.com

"Ya istiklal ya ölüm... İşte halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır."
Mustafa Kemal ATATÜRK


--
http://bertanonaran.blogspot.com

--

NE MUTLU, TÜRK'ÜM DİYENE!


https://groups.google.com/forum/#!search/SERDAR$20ANT%7Csort:relevance/erzincan-kemaliye-egin-grubu/Nzd09lfHl54/UU8bbPZGWCgJ

12 Haziran 2019 Çarşamba

10 Soruda: 17-25 Aralık Operasyonları

10 Soruda: 17-25 Aralık Operasyonları
17 ve 25 Aralık 2013'te gerçekleştirilen operasyonlar, aradan bir yıl geçmesine rağmen Türkiye kamuoyu gündemindeki yerini koruyor.
Operasyonlar hükümet ile muhalefet arasındaki en önemli gerilim başlıklarından.
Hükümet bu operasyonların bir "paralel örgüt" eliyle hükümeti yıkmayı amaçlayan siyasi operasyonlar olduğunu belirtmeye devam ediyor.
Muhalefet ise soruşturmalardaki takipsizlik kararıyla hükümet mensuplarının, ailelerinin ve hükümeti destekleyen kişilerin karıştığı büyük yolsuzlukların aklandığı kanısında.
Gülen Cemaati'ni hedef aldığı iddia edilen son gözaltı operasyonunun da 17 ve 25 Aralık operasyonlarına cevap niteliğinde olduğu yorumları yapılıyor,
Peki 17 Aralık ve 25 Aralık'ta ve sonrasında ne olmuştu? 
Yaşananları 10 soruda derledik.

17 Aralık 2013'te ne oldu?

17 Aralık 2013 sabahı, Cumhuriyet Savcısı Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç'in talimatıyla, birçok kişinin gözaltına alındığı büyük bir operasyon başlatıldı.
Gözaltına alınan kişilere, 'rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık' gibi suçlamalarının yöneltildiği operasyonu İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Zekeriya Öz koordine ediyordu.
O dönemdeki İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, işadamları Ali Ağaoğlu, Rıza Sarraf ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir'in de aralarında yer aldığı 89 kişi gözaltına alındı.

Gözaltına alınanlara ne oldu?

Bakan çocukları Barış Güler ve Salih Kaan Çağlayan, işadamı Rıza Sarraf ve Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan'ın da aralarında bulunduğu 26 kişi tutuklandı.
Telif hakkı
Bakan Bayraktar'ın oğlu, işadamı Ağaoğlu ve Fatih Belediye Başkanı Demir'in de aralarında olduğu diğer şüpheliler ise serbest kaldı.
Tutuklananlar ayrı ayrı dönemlerde serbest bırakıldı. Rıza Sarraf, Barış Güler, Salih Kaan Çağlayan 28 Şubat'ta salıverildi.

Hükümet nasıl tepki verdi?

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, başlatılan soruşturmayı hükümeti ve ekonomiyi hedef alan siyasi bir operasyon olarak yorumladı.
Hem Erdoğan hem de AKP hükümetinin önemli isimlerinin yaptığı açıklamalarda operasyonun Gülen Cemaati tarafından yürütüldüğü belirtildi.
Soruşturmanın ardından aralarında Erdoğan ve bazı bakanlar dahil birçok hükümet yetkilisine, bürokrata ve iş adamına ait olduğu iddia edilen ses kayıtları internet ortamında yayınlandı.
Bu süreç boyunca hükümet Gülen Cemaati'ne eleştirilerini artırdı ve devleti ele geçirmek isteyen bir 'Paralel Yapı'ya vurgu yaptı.
Operasyonlar ardından Egemen Bağış, Avrupa Birliği Bakanlığı görevinden alındı. İçişleri Bakanı Muammer Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ise bakanlık görevlerinden istifa ettiler.

25 Aralık'ta ne oldu?

25 Aralık'ta bu kez başka bir operasyon başladı.
Savcı Muammer Akkaş tarafından yürütülen soruşturmada 96 kişiye yöneltilen suçlamalar arasında 'suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek, ihaleye fesat karıştırmak ve rüşvet' bulunuyordu.
Savcı Akkaş, birçok iş adamının da aralarında bulunduğu 41 kişilik gözaltı listesi hazırladı, mahkemeden bazı iş adamlarının malvarlığına el koyma kararı çıkarttı.
Akkaş, Başbakan Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan için de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrı evrakı hazırladı. Ancak Emniyet, Savcı'nın talimatlarını yerine getirmedi.
96 şüpheliye yönelik suçlamalar arasında 'suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek, ihaleye fesat karıştırmak ve rüşvet' bulunuyordu.
Bilal Erdoğan ifadesini 5 Şubat'ta, soruşturmaya Akkaş'ın yerine atanan yeni savcılara verdi.

Soruşturmalar Emniyet yetkililerini nasıl etkiledi?

17 Aralık'tan hemen bir gün sonra emniyetin çeşitli kademelerinde görev değişiklikleri başladı. 18 Aralık'ta, aralarında operasyonu gerçekleştirenlerin de bulunduğu beş şube müdürü görevden alındı.
19 Aralık'ta İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın merkez valiliğine atandı.
20 Aralık'ta Emniyet'teki görevden almalar yayıldı.
6 Ocak'ta Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde gece yarısı büyük çapta görev değişikliği yapıldı. 350 polisin yeri değiştirildi. 8 Ocak'ta bir Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ile 15 ilin Emniyet müdürleri görevden alındı.
24 ile de yeni Emniyet müdürü atandı. 22 Ocak'ta Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde 470 amir, müdür yardımcısı ve memurun görev yeri değiştirildi.
Bu tarihten sonra da görev değişiklikleri devam etti. 17 Aralık'tan sonra yaklaşık 6 bin Emniyet mensubunun yerinin değiştirildiği tahmin ediliyor.

Soruşturmaların savcılarına ne oldu?

17 Aralık soruşturması, 29 Ocak 2014'te Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç'in elinden alındı.
Celal Kara, İstanbul 45. Asliye Ceza Mahkemesi'ne duruşma savcısı olarak atandı. Kara daha sonra Afyonkarahisar Cumhuriyet Savcılığı'na atandı.
Mehmet Yüzgeç, İstanbul 1. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi'ne duruşma savcısı oldu. Yüzgeç, Haziran ayında ise Kahramanmaraş Cumhuriyet Savcısı olarak atandı.
25 ARALIK SORUŞTURMASI DOSYASI ISE, 26 ARALIK'TA SAVCI MUAMMER AKKAŞ'TAN ALINDI.
Ocak 2014'te Bakırköy Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği görevine atanan Zekeriya Öz 11 Şubat'taki, 166 hakim ve savcının görev yerini değiştiren HSYK kararnamesi ile Bolu'ya savcı olarak atandı.
Telif hakkı

Adliye önünde yazılı basın açıklaması dağıtan Akkaş, "Soruşturma yapmam engellenmiştir" dedi. Başsavcı Turan Çolakkadı, bir basın toplantısı ile Savcı Akkaş'ı soruşturmanın gizliliğini ihlâl etmekle suçladı.
Çolakkadı'nın ardından HSYK (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu), oy çokluğu ile bir bildiri yayımladı ve soruşturmayı bir üst birime bildirmeyi mecbur kılan yeni Adli Kolluk Yönetmeliği'nin, davaların önünü tıkayacağını ve Anayasa'ya aykırı olduğunu savundu.
16 Ocak'ta İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı dahil, 19 savcı ve bir hâkimin yeri değişti.
Muammer Akkaş ise Tekirdağ'a atandı.
Kasım ayında HSYK Başmüfettişi Ömer Kara, 17 Aralık operasyonuyla ilgili hazırladığı soruşturma raporunda, Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç'in meslekten ihracını talep etti.
17 Aralık 2013'ten bu yana yapılan hakim ve savcı atamalarının ciddi bir bölümünün soruşturmalarla ilgili olduğu düşünülüyor.

Operasyonlar HSYK'yı nasıl etkiledi?

Hükümet, kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olan bir sürecin ardından HSYK'nın yapısında değişiklik öngören bir yasa çıkarttı.
Düzenlemeyle HSYK bünyesinde Adalet Bakanı'na hâkim, savcı ve adalet müfettişlerinin atanması ile disiplin soruşturmaları gibi birçok konuda geniş yetkiler verildi.
Yeni yasa hem ülke içindeki muhalefet hem de Avrupa Birliği tarafından eleştirildi.
ELEŞTIRILERIN ODAĞINDA, 'HÜKÜMETIN YARGININ BAĞIMSIZLIĞINI YOK ETTIĞI' IDDIASI VARDI.
Telif hakkı
Dönemin HSYK Başkanvekili Ahmet Hamsici, 66 sayfalık bir açıklama yaparak, değişikliğin Anayasa'ya aykırı olduğunu söyledi.
2014 yılının Eylül ve Ekim ayında yapılan seçimlerle 2018 yılına kadar görev yapacak HSYK üyeleri belirlendi.
AKP'nin seçimlerde Yargıda Birlik Platformu'na destek verdiği bildirildi.
Seçim sonuçları ve iktidarın HSYK'daki doğal üyeleri hesaplandığında hükümet, HSYK'da hem 15 olan toplantı yeter sayısına, hem de 12 olan karar yeter sayısına ulaşarak önemli bir güç elde etti.

17 Aralık soruşturmasının sonucu ne oldu?

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yaklaşık 11 ay süren incelemenin ardından, 17 Ekim 2014'te dosyayla ilgili takipsizlik kararı verdi.
Son olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Birimi savcılarından Ekrem Aydıner tarafından yürütülen soruşturmanın kararında 'soruşturma kapsamında usulüne uygun delil toplanmadığı, suçun unsurlarının oluşmadığı ve herhangi bir örgüte rastlanmadığı' belirtildi.
Eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan'ın eyleminin ise 'Yardım Toplama Kanunu'na muhalefet' niteliğinde değerlendirilmesinden dolayı dosyasının ayrılmasına ve hakkında işlem yapılması için İstanbul Valiliği'ne gönderilmesine karar verildi.
Aslan hakkındaki diğer tüm suçlamalarda takipsizlik kararı verildi.
Takipsizlik kararına yapılan itirazı değerlendiren İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği, 16 Aralık'ta 2014'te, yani 17 Aralık gözaltılarının yıldönümünden saatler önce itirazı reddetti.
Hakim Fevzi Keleş yaptığı açıklamada "53 şüpheli hakkında verilen takipsizlik kararı usule ve yasaya uygundur" dedi.

25 Aralık soruşturması nasıl sonuçlandı?

2 Eylül 2014'te, 25 Aralık soruşturmasıyla ilgili takipsizlik kararı verildi.
Bilal Erdoğan'ın da aralarında bulunduğu 96 şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığı belirtildi.
Kararda '96 şüpheli hakkında, örgüt kurmak ve örgüt üyesi olmak suçlarından kovuşturmaya yer olmadığı' ifade edildi.
Ayrıca kararda, soruşturmayı hazırlayanların 'Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya çalışmakla' suçlanması dikkat çekti.
Savcılar, '25 Aralık soruşturmasının hukuki bir soruşturma görünümü altında Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren ortadan kaldırmaya ve engellemeye yönelik bir teşebbüs' olduğunu belirtti.

TBMM'deki soruşturma ne durumda?


DÖRT ESKI BAKAN (MUAMMER GÜLER, ZAFER ÇAĞLAYAN, ERDOĞAN BAYRAKTAR VE EGEMEN BAĞIŞ) HAKKINDA HAZIRLANAN FEZLEKELER ÖNCE ADALET BAKANLIĞI'NA GÖNDERILDI.
Telif hakkı
Adalet Bakanlığı'ndan, "Meclis'e gönderilmesi gerektiği" gerekçesiyle geri gönderilen fezlekeler daha sonra TBMM'ye geldi.
19 Mart'ta TBMM'de fezleke gerilimi yaşandı.
TBMM Genel Kurulu, CHP'nin olağanüstü çağrısı üzerine dört eski bakan hakkında hazırlanan fezlekeleri görüşmek üzere toplandı.
Fezlekeler 'gizlilik kararı' gerekçesiyle okunmayınca, muhalefetten büyük tepki geldi. Fezlekelerle ilgili genel görüşme talebi meclis tarafından oylandı, reddedildi.
Bakanlar hakkındaki yolsuzluk ve rüşvet iddialarını incelemek için kurulan soruşturma komisyonu ise çalışmalarına Ekim ayında başladı.
Kasım ayında komisyonla ilgili haberlere yayın yasağı getirildi.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in başvurusu üzerine Ankara 7. Sulh Ceza Hakimliği'nin aldığı karar TBMM tarihinde bir ilk oldu. Basın meslek örgütleri ve muhalefet, yasağa sert tepki gösterdi.
***

13 Şubat 2019 Çarşamba

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2



  28 Nisan’da Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, yaptığı basın açıklamasında bildiriye sert tepki göstererek “Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Kuşkusuz, demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır. Öncelikle söylemek isteriz ki, Başbakan’a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez. Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri Anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumludur.” ifadelerini kullanmıştır. Aynı gün, Hürriyet “Gece Yarısı Açıklama”, Milliyet “Türkiye Kilitlendi”, Posta “Laiklik Muhtırası” Vatan “Gece Yarısı Bildirisi”, Akşam “Gece Yarısı Laiklik Uyarısı” şeklinde manşetlerle okuyucularının karşısına çıkmıştır. Bazı gazeteler de bildiriyi değil mecliste sağlanamayan 367 sayısını manşete taşımıştır. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs günü “367 şart!” kararı alarak Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal etmiş ve 4 Mayıs’ta erken seçim kararı alınmıştır. 

27 Nisan tarihli e-muhtırada bazı konular ön plana çıkarılmıştır. İlk olarak laiklik 
hassasiyetinden bahseden TSK, Kutlu Doğum faaliyetleri sırasında ortaya çıkan başörtülü kızların görüntülerinden ve ilahi okumalarından rahatsızlıklarını dile getirmiş, bu kutlamaların 23 Nisan ile aynı döneme denk gelmesini “(devletin) temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin” hususi gayretine bağlamıştır. Genelkurmay, böylelikle dini duyguların istismar edildiği tespitinde bulunmuştur. Bu gelişmelerden hareketle bildiri, 
cumhurbaşkanlığı seçimine ve “sözde değil özde rejime bağlılık” ilkesine vurgu yaparak siyasi iradeye müdahale etmiş ve bu şekliyle muhtıra hüviyeti kazanmıştır. Bildiri, laikliğin tartışılmasından endişe duyulduğunun ifadesiyle devam etmiş ve “Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” düşmanlaştırmasının altı çizilmiştir. Son olarak 
gerekli önlemler alınmadığında TSK’nın müdahalede bulanacağı konusunda kesin inanç taşıdığı ikazı ile bildiri noktalanmıştır.5 Son paragrafta “Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir” vurgusu yukarıda belirtilen ve uyarılan hususlar için gereğinin yapılmasını istemekte, aksi durumda kanunların kendisine verdiği “yönetime el koyma” yetkisini kullanacağına dair gözdağı vermektedir (Devran ve Özcan, 2016: 16). 

4. Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

1971 ve 2007 askeri muhtıraların bazı yönleriyle birbirine benzerken bazı yönleriyle de farklılıklar taşımaktadır. Tablo 1’de gösterildiği üzere bildiri metinlerinin içerikleri üzerinden bir karşılaştırma yapılmıştır. Bu karşılaştırma, bildirilerin amacı, niteliği ve içeriği açısından bir değerlendirme sağlamaktadır. 

Tablo 1: 1971 ve 2007 Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

Sonuç 

1971 ve 2007 muhtıraları, Türk demokrasisine yönelik askeri uyarılardır. Her iki muhtıra da ordu tarafından kaleme alınmış ve kamuoyuna deklare edilmiştir. Gerek 1971 gerekse 2007 muhtıraları iktidarı doğrudan ele geçirmeden önce hükümete yönelik son ikaz niteliği taşımaktadır. 

Bununla birlikte muhtıra metinlerinin ortak ve farklı yönleri bulunmaktadır. 1971 muhtırası öncesi toplumsal kaos ve kargaşa bildiri metnine yansımış olmasına rağmen, 2007 muhtırasında böyle bir gerekçe söz konusu değildir. İki bildiri arasında bir diğer fark 1971 muhtırası partiler üstü bir dille kaleme alınırken, 2007 muhtırasının doğrudan muhatabı irticai faaliyetlere destek verdiği gerekçesi ile AK Parti hükümeti ve siyasi lideridir. Her iki bildiride de ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e atıf bulunmasına rağmen, 1971 muhtırasında bu vurgu daha fazla konu edinilmiştir. Şöyle ki bildiride “Atatürk’ün muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ümidi kaybolmuş” ve “Atatürkçü görüş ve reformların yapılması” ifadeleri bu durumu desteklemektedir. Yine 1971 muhtırası mecliste ve TRT’de okunmuş ancak 2007 muhtırasında böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bildiri Genelkurmayın resmi internet sitesinden paylaşılmıştır. Son olarak 1971 muhtırasına karşı hükümet istifa ederken 2007 muhtırasında hükümet geri adım atmamış ve muhtırayı kabul etmediğini 
açıklamıştır. 

2007 muhtırasının, 1971 muhtırasından farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle 1971 muhtırasındaki temel gerekçe toplumsal huzursuzluk ve kaos iken 2007 muhtırasının ana gerekçesi irtica ve laiklik olmuştur. 1971 muhtırasında asker, partiler üstü bir noktada kendini konumlandırırken 2007 muhtırasında ordu bizatihi laikliği savunmak üzere taraf olmuş kendisini laiklik savunucuları arasında konumlandırmıştır. Buna bağlı olarak Cumhuriyetin temel değerleri ve 
laiklik ilkesine bağlığını vurgulamıştır. Yine 1971 muhtırasından farklı olarak bildiride düşman nitelendirmesi yapılmıştır. Bu durum, “Atatürk’ün Ne Mutlu Türküm Diyene sözüne karşı olan herkes TC düşmanıdır” şeklinde kaleme almıştır. 

1971 ve 2007 muhtıra metinlerinde öne çıkan bazı ortak başlıklar bulunmakta dır. Bunlar, Cumhuriyetin veya rejimin tehdit altında olduğu vurgusu, toplumsal huzursuzluk söylemi, TSK’nın ülkeyi koruma ve kollama yönünde sarsılmaz inanca sahip olduğu ve görevini yapmaktan çekinmeyeceği tehdididir. Yine her iki bildiri de siyasal iktidara ihtarda bulunma amacı taşımakta hükümeti doğrudan ele alma düşüncesi barındırmamaktadır. Bildirilerin ortaya çıkardığı sonuçlar açısından bakıldığında; 1971 muhtırasında hükümet istifa ederken 2007 muhtırasına karşı iktidar geri adım atmamıştır. Bu açıdan bakıldığında ilk muhtıranın amacına ulaşarak başarılı olduğu, ikinci muhtıranın ise başarısız olduğu söylenebilir. 

Sonuç olarak, demokrasilerde, ordu, yargı, bürokrasi, STK’lar, iş dünyası vb yapı ve kurumlar gerekli ve demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Ancak bu yapılar, anayasanın ve yasaların kendisini konumlandırdığı alanda ve çizdiği sınırlar içinde kalarak faaliyet yürütmelidir. 

Bu açıdan siyasal iktidarın, hükümet etme sürecinde bu çevrelerle iletişim ve etkileşim içinde olacağı muhakkaktır. Hatta bu yapı ve kurumların siyasal karar alma süreçlerinde etkili olma çabaları da demokrasi anlayışıyla çatışmaz. Ancak farklı argümanlarla güç devşiren çevrelerin siyasal iktidarı vesayet altına alma, iktidar üzerinde tahakküm oluşturma çabaları anti-demokratik bir anlayışın 
tezahürüdür. Bu durum, demokrasiyi sekteye uğrattığı gibi toplumda demokratik değerlerin yerleşmesine de engel olmaktadır. Peki bu sürecin önüne nasıl geçilebilir? Yani farklı vesayet odaklarına karşı demokrasi kazanımları korumak mümkün müdür? Bu sorulara sosyolojik, hukuki ve siyasal çerçevede cevap aranmalıdır. Özellikle Türkiye gibi asker-millet gibi sosyolojik bir öğretinin olduğu toplumlarda askerin sivil alana müdahalesi daha fazla olmaktadır. Nitekim askeri müdahalelerin bazıları halkın bir kısmı tarafından takdirle karşılanırken, askere yüklenen misyon demokrasinin çıkmaza girdiği dönemlerde yine bazı kesimlerce “ordu göreve!” şeklinde bir çağrıya dönüşmektedir. Vesayet geleneğinin önüne geçmek için kültürel kodlara yönelik demokrasi değerlerini ön plana çıkaran bir eğitim anlayışıyla başlamak gerekmektedir. İkinci olarak hukuki anlamda orduya müdahale alanı yaratacak boşlukların ortadan kaldırılması ve bunu engellemeye yönelik yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Demokrasilerde yasama, yürütme, yargı gibi devlet organlarının yanında basın, STK, Ordu vb yapıların da hukuki açıdan bir konumlandırmaya 
ihtiyacı bulunmaktadır. Yine benzer şekilde bu kurumların görev ve yetkileri demokratik ilkelere göre oluşturulmalıdır. Örneğin son dönemde TSK iç hizmet kanununun 35.maddesinin revize edilmesi, askeri yargının kaldırılması, TSK’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi reformlar askeri vesayete karşı oluşturulan yasal düzenlemelerdir. Son olarak siyasal açıdan bakıldığında halk tarafından seçilen temsilcilerin toplumun farklı kesimlerinden ortaya çıkacak olan seçkinci bir tahakküme karşı demokrasinin namusunu! koruma cesaretine sahip olması gerekmektedir. 

KAYNAKÇA 

Aristotales (2013), Atinalıların Devleti, (Çev. A Çokona) İş Bankası Kültür yayınları, İstanbul 

Alacadağlı Esmeray (2017), Darbeler, Ordu ve Siyaset, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 553-577 

Başaran Doğacan (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası Ve Türk Demokrasisi, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 111-130 

Beetham David (1988), Democracy: Key Principles, İnstitutions and Problems, Democracy: İts Principles and Achievement, Inter-Parliamentary Union Geneva, 21-31 

Devran Yusuf ve Özcan Faruk (2016), 1960’tan 2016’ya Askeri Darbe Ve Muhtıra Metinleri Anlamlar, Amaçlar, Niyetler Ve İdeolojiler, İnönü Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi 1-2 (7-20) 

Heywood Andrew (2014), Siyaset, Liberte Yayınları 

Karataş Murat (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası ve Partiler Üstü Hükümetler, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz) Yerdelen, Divan Kitap, 140-166 

Kurt Selim (2017), 27 Mayıs Darbesi Ve Cumhuriyet Dönemi Darbelerine Olası Etkileri, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 72-93 

Kuru Ahmet T. (2012), The Rise and Fall of Military Tutelage in Turkey: Fears of Islamism, Kurdism, and Communism, İnsight Turkey, 14-2, 37-57 

Krane Dale ve Marshall Garry (2003), Democracy and Public Policy, Encyclopedia of Public Administration and Public Policy, Third Edition 

Munck L. Gerardo (2014), What is democracy? A reconceptualization of the quality of democracy, Democratization, 12 

Uygun O.(2017) Devlet Teorisi, Onikilevha yayıncılık, İstanbul 

Yazıcı (2018) İnovasyon, Rekabet ve Devlet, Turkish Studies, c. 13-13, s. 67-86 

DİPNOTLAR;

1 URL1
2 Bu tarihte Yeniçeri Ocağı I.Mustafayı tahtan indirerek yerine II.Osman’ı getirmiştir.
3 URL2 
4 URL3 
5 URL3 


URL1:http://www.sjsu.edu/people/ken.nuger/courses/pols120/Ch-3-Principles-of-Democracy.pdf 

<Erişim Tarihi: 12.06.2018> 

URL2: http://darbeler.com/2015/05/18/12-mart-muhtirasi/ <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

URL3: http://darbeler.com/2015/05/18/27-nisan-e-muhtirasi/   <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

 ***