Ziya Gökalp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ziya Gökalp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2019 Pazar

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 BÖLÜM 2

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi,  Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963  BÖLÜM 2



Türkiye II. Dünya Savaşı sonrası yıllara bu koşullarda gelmiş, bu yılların dinamikleri ülkenin belli bir değişim sürecine girmesini gerekli kılmıştır. Tarih incelemelerinde “gereklilik” ya da “zorunluluk”, rahatlıkla kullanılmaması gereken kavramlardır, ama burada artık gereklilik ya da zorunluluk olarak ifade edebileceğimiz bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Türk tarih yazımında içsel ve dışsal dinamikler meselesi çok tartışılır.

Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçişinde içsel dinamikler mi, dışsal dinamikler mi etkili olmuştur? Ben bu tartışma konusunu da abesle iştigal olarak kabul ediyorum. Bir toplumun bu kadar köklü değişimler geçirmesi sadece içsel ya da sadece dışsal dinamikler tarafından belirlenemeyecek kadar ciddi bir meseledir. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler üzerinde hem içsel hem de dışsal dinamiklerin rolü olmuştur. Yeni kurulan dünya düzeni artık tek partili bir Türkiye’yi kendi içine kabul etmeye razı ve hazır değildir.

Türkiye’nin kendine çeki düzen vermesi lazımdır ve ilk konu da çok partili siyasal yaşama geçmektir. İçsel dinamikler açısından bakıldığı zaman ise uzun yıllar süren tek parti döneminin geniş toplumsal kitlelerde doğurmuş olduğu huzursuzluklar daha önce değişik biçimlerde ifade edilme olanağını bulmuştu. Serbest Fırka olayında geniş toplumsal kesimlerin bu partiye yönelişini biliyoruz. II. Dünya Savaşı döneminde hem geniş toplumsal kitlelerin bir yoksulluk süreci içerisine girmeleri, hem de belli ellerde sermaye birikiminin oluşması; bu toplumsal kesimlerin de kendi çıkarları doğrultusunda taleplerde bulunmaları
sonucunu doğurmuştur. Yeni gelişen ve sermayenin ellerinde biriktiği kesimler artık iktisadi yaşam üzerinde daha fazla belirleyici olmayı, daha fazla söz hakkını isterken; Demokrat Parti büyük ölçüde bu kesimlerin temsilcisi olarak siyasal yaşama atılacaktır. Geniş kitlelerin içinde bulunduğu kötü çalışma ve yaşama koşullarının da herhalde biraz rehabilite edilmesi gerekiyordu. 

Sosyal huzursuzlukları engellemek artık mümkün değildi; perişan olmuş
milyonlarca insandan oluşan bir kitlenin durumu rehabilite edilmeliydi. Böyle bir
rehabilitasyon savaş sonrasında sosyal düşünceler, akımlar aracılığıyla bütün Batı toplumlarında, İngiltere başta olmak üzere yaşanmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin de bu içsel dinamikler açısından bakıldığı zaman belli bir değişim sürecine zorlandığını söyleyebiliriz.

Bu koşullarda Türkiye çok partili siyasal yaşama geçiş yolunda önemli adımlar
atmıştır. Hukuksal açıdan bakıldığı zaman ilk aşama Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasına engel olan Cemiyetler Kanunu’nun değiştirilmesi ve oradaki ön izin sisteminin kaldırılmasıdır. Bu değişiklik 1946 yılının Haziran ayında yapılır, ama Demokrat Parti 1946’nın Ocak ayında çoktan kurulmuş durumdadır. Değişen toplumsal koşullar, hukuksal düzenlemeyi beklemeden, Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasını mümkün hale getirmiştir artık. Cemiyetler Kanunu değiştirilir, bu arada
sınıf esasına veya adına dayanan cemiyet kurma yasağı da kaldırılır. Bu da sendikaların ve sınıf esasına dayalı siyasal partilerin kurulmasını mümkün kılar. Hemen sendikalar ve sol siyasi partiler kurulmaya başlanır.

Şu noktayı çok açık bir biçimde ortaya koymak gerekir: Türkiye’nin 1946 yılında
geçtiği düzen Batılı anlamda çok partili, çoğulcu bir siyasal rejim değildir. Daha sonraki yıllardaki uygulamalar izlendiği zaman, bunun belki bir çoğunlukçu sistem olarak değerlendirilebileceği, bu çoğunlukçu sistemin iki temel siyasal partisi olan Demokrat Parti’nin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin de aslında rahmetli Bülent Tanör’ün deyimiyle “ikiz partiler” olduğu, yani birbirinden çok da farklı olmadığı belirtilmelidir. Osmanlı Bankası’nın çatısı altında hatırlamadan edemedim; bir zamanlar bankanın bir reklamı vardı: “Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankası’yız.” Bu ifade, hem benzerliği hem de farklılığı vurguluyordu, çok derin bir biçimde. 

Aynı şekilde Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti’nin de en azından çalışma hayatına, temel sorunlara ilişkin bakışları açısından aralarında ciddi bir fark yoktur. Demokrat Parti de tek parti döneminin halkçılık ilkesi çerçevesinde yoğunlaşan sınıfların yokluğu ve sınıf mücadelelerinin olmaması gerektiği, hatta
engellenmesi gerektiği düşüncesine sahip yöneticilerden oluşmuştur. Bunun aksini beklemek zaten yanlış olur; Demokrat Parti’nin yöneticileri Cumhuriyet Halk Partisi’nin eski yöneticileridir. Celal Bayar İş Yasası çıkarken iktisat vekili, Cemiyetler Kanunu çıkarken başvekildir. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin sınıflara yönelik bakış açısının Demokrat Parti’den farklı olması elbette beklenemez, ama farklılık yoktur demek de mümkün değildir. Demokrat Parti’nin ortaya çıkış sürecinde şöyle farklılıklar vardır: Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’ne muhalefetini ve kendi varlığını bir yerlere dayandırmak durumundaydı. Demokrasi, partinin kendisini ifade etmesinin temel zeminlerinden biri,
liberalizm de bir diğeri olmuştur.

Demokrasi anlayışı elbette temeldeki bütün benzerliklere karşın Demokrat Parti’nin çalışma hayatına ilişkin olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nden farklı bazı noktalara varmasına da yol açmıştır. Örneğin Cumhuriyet Halk Partisi çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra dahi işçilere grev hakkının tanınmasını şiddetle reddederken, Demokrat Parti 1949 yılında grev hakkını programına almıştır. Çünkü sizin kendinizi oturtmak istediğiniz zemin eğer demokrasi ise böyle bir zeminde grev hakkına yer vermemek elbette olmaz. Geniş kitlelerin oylarını alabilmek ihtiyacıyla da grev hakkı parti yöneticileri tarafından savunulmuştur.
Şimdi tekrar 1946 yılına dönecek olursak, Cemiyetler Kanunu değişmiş, hızla
sendikalar ve sol siyasal partiler kurulmaya başlanmıştır. Bunların içinde özellikle ikisi, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi önemli ve işçi hareketi içerisinde de etkindir. Bu iki partinin yönlendirdiği sendikalar kurulur, yöneticiler tekrar aynı kuşkular ve paranoya içerisinde bunu gözler. Evet, Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçilmiştir, ama bu her şeyin değişeceği anlamına gelmemektedir. Tek parti döneminden kalan korku ve kontrol etme kaygısıyla bütün toplumsal yaşamı kontrol eden Cumhuriyet
Halk Partisi bu kontrolü elinden kaçırmak istememektedir; ama bu kontrolün eski araçları artık geçerli değildir. Yasalardaki yasaklar geçersizdir artık, çok partili hayata geçilmiştir.
Yeni geçilen çok partili hayata uygun daha yumuşak, rafine, ama iktidara kontrol olanağını veren araçlar yasalaştırılacaktır. Bu araçlar yasalaşmadan önce gene otoriter bir biçimde 1946 yılının Aralık ayında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı bir tebliğle biraz önce ismini verdiğim iki siyasal partiyle o bölgedeki sendikaların büyük bölümünü ve bazı sendikal yayın organlarını kapatır. Daha sonra, biraz önce söylediğim daha rafine bir aygıt yaratmak kaygısı 1947 yılında bir Sendikalar Yasası çıkartılmasına neden olur. Bir sendikalar yasası çıkartılır,
çünkü bir otorite boşluğu vardır orada. Sendikalar kurulur, ama devletin sendikalar üzerinde kontrolünü sağlayacak mekanizmalar yoktur. Sendikalar Yasası çıkartılır, sendikaların kuruluşları ve faaliyetleri düzenlenir, ama bu yasa devlete sendikalar üzerinde çok etkili denetim mekanizmaları sağlar. Sadece yargısal denetim değil; geniş, güçlü ve derin bir idari denetim olanağı da sağlanır. Sendikalar Yasası’nda sendikalara mutlak olarak bir siyaset yasağı getirilir; siyasi faaliyet içerisine giremeyeceklerdir, çünkü mutlak anlamda bir yasak vardır; ayrıca sendikal örgütlerin Batı’daki benzerleriyle ilişki içerisine girerek kontrol dışına çıkmalarını engellemek için uluslararası kuruluşlara üyelikleri konusu Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanır. Sendikal hareketler üzerine çok ciddi sınırlamalar getiren bir yasayla Türkiye çok partili hayata başlar ve sendikalar 1963 yılına kadar bu yasanın demir cenderesi içerisinde
üyelerinin haklarını korumaya çalışırlar.

Bildiğiniz gibi 1950’de bir iktidar değişimi gerçekleşir. 1950’ye kadar Cumhuriyet
Halk Partisi’nin çalışma hayatına ilişkin bakışında çok fazla bir yumuşama olduğunu söylemek mümkün değildir. Çok partili yaşama geçilmiştir, Demokrat Parti’nin rekabeti söz konusudur ki çok ciddi bir rekabettir bu; Demokrat Parti diğer toplumsal kesimler içerisinde olduğu gibi işçi kesimi içerisinde de herhangi bir çaba göstermeye gerek kalmaksızın benimsenir. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetimine muhalif olan bütün toplumsal kesimler Demokrat Parti’ye kendiliğinden yönelir. 1950’de iktidar değişir, Demokrat Parti iktidara gelir. Demokrat Parti ilk yıllarında çalışma hayatına ilişkin daha sonraki yıllarda, özellikle 1955’ten sonraki uygulama ve görüşlerine göre çok daha esnek ve
hoşgörülü bir yaklaşım içerisindedir, ama daha sonra yavaş yavaş parti programında da yer alan grev hakkı konusundaki tartışmalar rafa kaldırılır.


Demokrat Parti zaman içerisinde değişik toplumsal kesimlerin muhalefetine karşı
bastırma girişimleri gösterirken; üniversiteler, basın, yargı organları, kendisine muhalif olan bütün toplumsal örgütlerin ve katmanların sesini kısmaya çalışırken aynı şekilde işçi hareketinin, işçi sendikalarının seslerini kısmak için gerekli uygulamalar da, yasanın devlete vermiş olduğu bütün olanaklar ve özellikle idari denetim mekanizmaları kullanılarak yerine getirilmiştir. Bu demek değildir ki Demokrat Parti döneminde işçiler lehinde düzenlemeler yapılmamıştır; toplu ilişkilere değgin olarak otoriter eğilimler içerisine girilirken, bireysel ilişkiler alanında Cumhuriyet Halk Partisi döneminin özellikle son yıllarında olduğu gibi
koruyucu önlemler alınmaya devam edilmiştir. Üstelik 1950’li yıllardaki bu koruyucu önlemler 1930’lu, 1940’lı yıllarla karşılaştırılamayacak kadar yoğundur. Öğle Dinlenmesi Kanunu, Yıllık Ücretli İzin Kanunu çıkartılmış, kamu kesiminde çalışanlara yılda bir maaş tutarında ilave ödeme yapılmasına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Bir başka açıdan, sosyal güvenlik alanında çok önemli yasalaştırma çabaları vardır. 1945 yılında kurulan İşçi Sigortaları Kurumu ve o kurum çerçevesinde yürütülen değişik sigorta kolları 1950’li yıllarda hızlanarak devam ettirilmiştir.


Burada kritik bir saptama yapmak gerekir. Acaba 1950’li yıllarda Demokrat Parti
yerine Cumhuriyet Halk Partisi iktidarda olsaydı, aynı düzenlemeler yapılır mıydı? Benim kanaatim büyük ölçüde olacağı yönünde; bunu salt Demokrat Parti’ye artı olarak yüklememek gerekir, çünkü dönemin getirdiği koşullar da söz konusudur. Artık çok partili hayata geçilmiştir, kitleler oy kullanmaktadır, toplumsal örgütler 1930’larla 40’larla karşılaştırılamayacak kadar çok ve etkindir; dolayısıyla bunun Demokrat Parti’den çok, dönemin değişen koşullarına bağlanması gereken bir gelişme olduğunu düşünüyorum.

Bütün bu gelişmelerin geniş kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarındaki ilerlemeyle de örtüştüğünü görüyoruz. Gerek kamu kesiminde gerekse özel kesimde işçi olarak çalışanların satın alma güçlerinde ve yaşam düzeylerinde önemli artışlar olmuştur. 1950’li yıllar tekil düzeyde bir işçi ya da bir işçi ailesi açısından çok da olumsuz yıllar değildir. Sosyal güvenlik önlemleri geliştirilmiş, reel ücretlerde, satın alma gücünde artışlar olmuştur. Dolayısıyla işçi
kesiminin en azından gelir düzeyi açısından 1950’li yılları kazançlarla kapattığından söz etmek mümkün olabilir. Aynı şey memurlar açısından geçerli değildir; memurlar bu yıllarda reel gelir kaybına uğramış, maaşların satın alma gücü zannediyorum % 25-30 dolaylarında azalmıştır. Bu, Demokrat Parti’nin tek parti döneminin yönetim aygıtı olarak gördüğü memurlara karşı takındığı olumsuz tavırdan kaynaklanmaktadır. Çünkü Demokrat Parti kurulduktan sonra bütün toplumsal kesimleri kucaklamaya çalışırken, hepsine yönelik sıcak
mesajlar verirken; tek parti yönetiminin aygıtı olarak nitelendirdiği kamu bürokrasisi ve özellikle üst düzey bürokratları oklarına hedef saymıştır. Bir açıdan, bu antipatinin memur kesiminin 1950’li yıllarda gelir kaybı üzerinde rol oynadığını düşünebiliriz. Tabii tek faktör bu olamaz; devletin bütçe olanaklarının sınırlılığı, memur maaşlarının belli dönemlerde yasalarla düzenlenmesi gerekliliği, piyasaya çabuk ayak uyduramaması gibi nedenlerden dolayı işçi kesiminin yaşam standartları gelişirken, 1950’li yıllarda memur kesiminin yaşam
standartlarında bir gerileme ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.

Çalışma hayatı açısından Demokrat Parti yıllarını özetlemek gerekirse, yasalaştırmalarla özellikle bireysel düzeyde işçilere tanınan hakların ciddi ölçüde geliştiği, ama toplu haklar, yani sendika hakkı, toplu pazarlık hakkı üzerinde ciddi sınırlamaların, otoriter eğilimlerin gözlendiği bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. 

Sendikaların DemokratParti döneminde yeterli ölçüde gelişme olanağına kavuşamamasının tek sebebi tabii ki partinin baskıları değildir; sendikalar bir taraftan Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında parsellenirken ve sendikal hareket iktidardan baskı görürken, diğer taraftan da sendikal hareketin gelişmesi için gerekli toplumsal, kültürel, eğitsel koşullar bulunmamaktadır. Birinci, ikinci kuşak işçilerin gelir ve eğitim düzeyleri düşüktür, liderlik kadroları yoktur. 

Bütün bunların üzerine bir de yönetimlerin baskısı eklendiği zaman, 1950’li yılları bazı olumlu gelişmeler olmakla beraber sendikaların varlıklarını koruma yönünde çaba gösterdikleri ama çok fazla gelişmedikleri bir dönem olarak nitelendirmek mümkündür.

Daha sonra 27 Mayıs İhtilâli’yle gelen ve 1961 Anayasası ile açılan yeni dönem sadece çalışma hayatında değil, Türkiye’nin siyasi ve iktisadi hayatında da önemlidönüşümlerin belirleyicilerinden biri olarak çok büyük açılımlar getirmiştir. 1936’dan 1963’e kadar Türkiye’de emek tarihi açısından belirleyici olan 1936 tarihli İş Kanunu ve onun grev - lokavt yasağı rejimidir. 1947’de Sendikalar Yasası çıkmış, sendikalar faaliyete geçmiştir, ama grev hakkının olmadığı bir hukuksal yapı içerisinde sendikalar devletle ve işverenle ilişkilerinde çalışma hayatını olumlu yönde etkileyici kazanımlar elde etme şansına sahip değillerdir. 

Kısacası Türkiye’de emek tarihinin omurgasını 1936 yılından 1963’e kadar 1936 tarihli İş Yasası çizmiştir. 
Bunun için İş Yasası Türkiye’nin salt emek tarihini değil, siyasi ve iktisadi tarihini algılama, anlamlandırma açısından da önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.


http://www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0809.html


***

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 BÖLÜM 1

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi,  Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963  BÖLÜM 1




Prof. Dr. Ahmet Makal
18 Ekim 2008



Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. Bu konuşma metinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya
veritabanlarında yer alamaz.

1 Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 Prof. Dr. Ahmet Makal 18 Ekim 2008

Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, araştırmacıların kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. 
Bu konuşmametinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya veritabanlarında yer alamaz.



1946-1963 yılları arasında Türkiye’de çalışma hayatındaki gelişmeleri değerlendirmeden önce kısaca tek parti dönemini özetlemekte fayda vardır; çünkü çok partili dönemdeki bütün değişimler tek partili dönemdeki zeminde meydana gelen değişiklikler üzerine oturmaktadır. 

Nedir tek partili dönemde olan? İktisadi açıdan bakıldığı zaman 1930 öncesi izlenen liberal iktisat politikalarının, yani özel kesime ağırlık veren iktisat
politikalarının başarısızlığı 1930’lu yıllarda devletçi iktisat politikalarına geçilmesini gerektirmiş, devlet özellikle iktisadi devlet teşekkülleri aracılığıyla yoğun bir biçimde Türkiye’nin sanayileşme çabalarına katkıda bulunmuştur. 

Bu döneme iktisadi açıdan bakıldığı zaman önemli bir büyüme oranı yakalanırken, çalışma hayatı açısından önemli sonuç, bir işçikitlesinin ortaya çıkması ve büyük sanayi kuruluşlarında toplanması olmuştur.

1930’ların Türkiye’si, 1920’lere göre, sanayileşme çabaları ile bunun çalışma hayatına yansıması ve bir ücretli emek olgusunun ortaya çıkması açısından ciddi 
ölçüde farklılaşır.

1930’lu yılların ortalarında sadece İş Yasası’na tâbi işçi sayısı 300 bine yaklaşmıştır. 1930’lu yılların sonu ile 40’lı yılların başında Türkiye’de, İş Yasası’na tâbi olmayanlar da dahil edildiği zaman 500 bin dolaylarında ücretli işçi vardır, ki bu çok önemli bir gelişmedir. Tabii ki bu çok önemli gelişmenin çalışma hayatında da önemli yansımaları olacak ve giderek gelişen çalışma hayatını organize etmek gerekliliği devletin karşısına bir sorun olarak çıkacaktır. 
1920’lerde bu tür gereklilikler yoktu; az sayıda işçinin olduğu, sosyal sorunun bütün boyutlarıyla hissedilmemiş olduğu bir tarım ülkesinde çalışma hayatına ilişkin kapsamlı düzenlemelerin devlet tarafından yapılmasına elbette ihtiyaç duyulmamak taydı, ama artık durum değişmiştir. Ortaya çıkabilecek sorunlar düzenlenme ihtiyacını doğurmaktadır. Bu noktada ise devletin Türkiye’de çalışma hayatının gelişmesine ilişkin korkuları vardır. Bu korkular büyük ölçüde Batı Avrupa toplumlarının endüstrileşme deneyiminin sonuçlarından kaynaklanır. Çünkü biliyoruz ki; Fransa’da, İngiltere’de, diğer Avrupa ülkelerinde yüzyıllarca süren kanlı sınıf savaşımları olmuştur. Tabii ki Batı’daki gelişmeler konusunda bilgisi olan Cumhuriyet yöneticileri “Acaba bizde de sanayileşme sonuçta bu tür kanlı sınıf savaşımlarını getirir mi?” korkusu içerisine girmişlerdir. Bunu bir paranoya olarak da değerlendirmek mümkündür. 

Niyazi Berkes bir kitabında “Bir yandan endüstrileşmek isteniyor, öbür yandan sanki Türkiye baştan başa işçileş miş de hani bugün yarın proleter ihtilâli kopacakmış gibi, bir işçi korkusu, bir emekçi düşmanlığı körükleniyordu” der.

Acaba II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yaşanan ve zaman zaman şiddet de içeren işçi hareketleri de bu korkuyu biraz pekiştirmiş midir? Bu işçi hareketleri, herhalde Batı Avrupa serüvenine ilişkin algıları pekiştirici yönde rol oynamıştır. Cumhuriyet yöneticilerinin kafasında, gereken önlemleri alarak Türkiye’de sınıf mücadelelerinin ortaya çıkmasına engel olma düşüncesi vardır; ancak buna teorik bir çerçeve de lazımdır. Bu teorik çerçeveyi de, Batı Avrupa’dan Osmanlı İmparatorluğu’na, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine sarkan ve dayanışmacı bir sosyolojik anlayış çerçevesinde şekillenen halkçılık ilkesi
sağlamaktadır. Nedir bunun özü? Türk toplumunda çıkarları birbirleriyle çelişen farklı toplumsal sınıflar yoktur, çıkarları birbirleriyle uyumlu ya da uyumlaştırıla bilecek olan, farklı işlerde çalışan değişik meslek erbabı vardır. Bu düşünce Ziya Gökalp’te açıkça ifadesini bulur. Atatürk’ün 1920’li yıllarda, özellikle 1923’te Türkiye’nin birçok yerinde yaptığı konuşmalarda da bu tarz bir sınıfsal analiz görülmektedir. Bu sınıfsal analiz, yani Türkiye’de toplumsal sınıfların olmadığı, ancak değişik meslek erbabının bulunduğu ve bunların çıkarlarının da birbirinden farklı olmadığı düşüncesi aynı zamanda tek parti yönetimine de mesnet kılınmaya çalışılmaktadır. Madem ki Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıflar
yoktur, o zaman Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıfların çıkarlarını temsil edecek siyasal partilere de gerek kalmamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi bütün toplumun, bütün meslek erbabının çıkarlarını temsil edebilecektir. O zaman Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilere de gerek yoktur.

Türkiye iki defa çok partili siyasal yaşama geçmeyi denemiş, bunlar başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Tek parti yönetiminin katılaşmasında da bu iki başarısızlık herhalde önemli bir rol oynamıştır. 1930’lu yıllarda gelişen çalışma hayatını düzenleme ihtiyacı ortaya çıktığı zaman halkçılık ilkesi, yani farklı toplumsal çıkarlara sahip olan sınıfların var olmayışı, çıkarların uyumlaştırıla bileceği düşüncesi çerçevesinde yasal düzenlemeler yapılarak bu tür hareketlerin yolu kesilmeye çalışılmıştır. Bunun en büyük aygıtı, ki bu hakikaten çok gelişkin
bir aygıttır, 1936 tarihli İş Yasası’dır. Tarih incelemelerinde hiçbir şey hiçbir şeyi bire bir yansıtmamakla birlikte, İş Kanunu döneminin koşullarını çok büyük ölçüde yansıtan bir yasa olmaktadır. Bu yasa işçi-işveren mücadeleleri, grev ve lokavtı açık bir biçimde yasaklamıştır.

Yasanın 72. maddesi aynen şöyledir: “Grev ve lokavt yasaktır.” Halbuki 1909 yılında Meşrutiyet sonrasında işçi hareketleri engellenmeye çalışılırken çıkartılan Tatil-i Eşgal Kanunu çok daha rafine düzenlemeler yapmaktadır. Dolaştırarak, incelterek, zarif düzenlemelerle işçi hareketlerini engellemeye çalışmaktadır; 1930’ ların ortasında ise artık buna da gerek duyulmamakta, açık bir biçimde grev ve lokavt yasaklanmakta, yani farklı toplumsal sınıflar arasındaki iş mücadelesi yolları yasal olarak tıkanmaktadır. Bu dönemde Tatil-i Eşgal Kanunu’nun sınırlamaları dışında hukuken sendika kurmak, işçilerin
sendikalarda örgütlenmesi yasak değildir, ama fiili bir durum vardır. Nasıl ki Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması da yasak değildir ama bu tür siyasi partilerin kurulmasının önünde fiili bir engel vardır, sendikalar konusunda da bir düzenleme yapılmamakta, bir işçi temsilciliği kurumu düzenlenmektedir. İşçi temsilcilerinin görevi işçi işveren uyuşmazlıklarını çözmektir; ama sonuçta bu da devletin başat olduğu hakem kurullarına ve mahkemelere ihale edilmektedir. Dolayısıyla devlet 1930’larda çalışma
hayatının iki tarafını, işçi ve işveren tarafını eliyle arka tarafa itmekte, kendisi ön plana çıkmakta ve aşağı yukarı çalışma hayatına ilişkin bütün belirlemeleri de üstlenmektedir.

Kanaatimce tarih incelemelerinde en büyük hendikaplar dan biri, bir dönemi siyah ya da beyaz olarak görme alışkanlığımızın varlığıdır. Genellikle bir dönem salt olumlu yönleriyle ya da salt olumsuz yönleriyle ele alınır. Tek parti dönemi de bunun en fazla yapıldığı dönemdir; siyasal angajmanlarımıza göre ya yüceltilir ya da yerin dibine batırılır. Ben her dönemi artılarıyla ve eksileriyle değerlendirmenin uygun olacağı kanaatindeyim. Bu sadece tek parti dönemi için değil, Demokrat Parti dönemi için de geçerlidir. Genellikle Türk aydınında Demokrat Parti dönemini aşağı yukarı bütün boyutlarda küçümseme ya da yok
sayma gibi bir eğilim vardır; ama Demokrat Parti dönemi de ak ya da kara değildir. Örneğin çalışma hayatı açısından bakıldığı zaman orada da birçok olumlu gelişme söz konusudur.

Çalışma hayatına ilişkin otoriter önlemler getiren İş Kanunu bireysel alanda bakıldığı zaman işçiyi koruyucu önlemler de içermektedir. 

Tek parti döneminde her ikisi, yani otoriter eğilimlerle koruyucu düzenlemeler bir arada var olmaktadır. 

Bence tek parti döneminin özü ancak bu ilk bakışta çelişkili gibi görülen durumdan hareketle kavranabilir. Buradan çözümlemelerimizi sürdürdüğümüz zaman, bu dönemin hem olumlu hem de olumsuz yönlerinin olduğunu saptayabiliriz. Olumluklar daha çok bireysel alanda, yani tekil düzeydeki
işçiyi koruma anlamında; otoriter eğilimler ise daha çok toplu ilişkiler alanındadır.

Bu dönemde henüz Cumhuriyet Halk Partisi dışında siyasal partilerin kurulmasının ya da sendikaların kurulmasının önünde hukuki bir engel yoktur, bu tür faaliyetleri engelleyen fiili bir durum vardır. 1938 yılında da meşhur Cemiyetler Kanunu çıkartılarak bu fiili durum hukuki hale dönüştürülmüştür. Sınıf esasına veya adına dayanan cemiyetler kurulması açık bir biçimde yasaklanarak hem sendikaların hem de bu esasa dayalı siyasal partilerin kurulması engellenmiştir; çünkü o dönemde siyasal partiler de Cemiyetler Kanunu’na tâbi birer cemiyettir. Cemiyetler Kanunu derneklerin kuruluşunda bir ön izin, tescil sistemi getirmiştir.

Buna göre, bir dernek ancak mülki idare amiri tarafından tescil edildikten sonra faaliyette bulunabilecektir. Tabii bu koşullarda daha önceki fiili durum, hukuki bir nitelik de kazanmış oluyor.

1946 yılına, yani çok partili yaşama geçilinceye kadar Türkiye’de gerek Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması, gerekse sınıf esasına dayalı sendikaların kurulması olanaksız durumdadır. II. Dünya Savaşı yılları bütün toplum açısından gerileme yıllarıdır. Gayrisafi milli hasıla % 60’lara düşmüş, milli gelirin dağılımında savaş koşullarının getirdiği bozulmalar baş göstermiştir. Bazı ellerde savaşın getirdiği olağanüstü ortamda haksız
kazançlardan oluşan servet birikimleri sağlanırken; gelir dağılımı daha da bozulmakta, bazı kesimler zarar görürken, bazı kesimlerin gelirlerindeki düşme milli gelirdeki kayıptan da fazla olmaktadır.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

24 Kasım 2017 Cuma

İttihatçı liderlerin yurt dışına gidişi: Vatana Veda

 İttihatçı liderlerin yurt dışına gidişi: Vatana Veda

Hikmet Çiçek 
yazdı 

Talat, Enver, Cemal, Dr. Nazım, Kara Kemal, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Rusuhi, Hacı Adil Bey, Ziya Gökalp, Mithat Şükrü... Hepsi oradalar. İttihat ve Terakki’nin son kongresi toplanıyor. Tarihler 1 Kasım 1918’i gösteriyor. Yer, Cemiyet’in Genel Merkezi Kırmızı Konak (Cumhuriyet gazetesinin eski yönetim binası). Bir devrin, bir partinin, bir tarihin sonuna gelinmiştir. Kongrenin üçüncü günü İttihatçı liderlerin yurt dışına kaçtıkları duyulacaktır.

2 Kasım’ı 3 Kasım’a (1918) bağlayan gece bir istimbot Enver Paşa’yı Kuruçeşme’deki yalısından alıyordu. Motor, Bebek koyundan Talat Paşa ve Bahattin Şakir’i alacaktı. Bahriye Nazırı Cemal Paşa da bir başka yerden alınacaktı. Beyrut Valisi Azmi Bey, eski Polis Müdürü Bedri Bey, Doktor Nâzım Bey ve Cemal Azmi Bey de Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan diğer kişilerdi.

ÖLÜNCEYE KADAR...

Hareket yeri İhsan Namık Bey’in (Poroy) Arnavutköy’deki evi olacaktı. İhsan Namık Bey, İttihatçı dostlarına son sofrayı hazırlamıştı. Masadaki pilaki, Talat Paşa’nın en sevdiği mezeydi.

Ayrılma günü, yeri, saati ve şekli, Doktor Nâzım tarafından Teşkilatı Mahsusa’nın bazı isimlerine bildirilmiş ve gereken önlemlerin alınması istenmişti. İttihatçıların ünlü ‘Küçük Efendi’si Kara Kemal’in teşkilatlandırdığı İstanbul mavnacılarının reislerinden Salih Reis eğildi, Talat Paşa’nın elini öptü, sonra sağ elini kalbinin üzerine koyarak ötekileri selamladı... Sağ elini kalbinin üzerine koymak, İttihatçılarda ‘ölünceye kadar beraberiz’ demenin işaretiydi. Salih Reis, “Vakittir beyim” diyerek kapının yanına çekildi. Vakit gelip çatmıştı. Bir devre damgasını vuranların son veda dakikalarıdır. Sanki bir daha görüşmeyeceklerini biliyor gibidirler.

O TABAKAYI SATMAK ZORUNDA KALDI

Hepsinin gözleri yaşlıydı, büyük üzüntü içindeydiler. Doğdukları, büyüdükleri, savaştıkları vatanlarını terk etmek zorunda kalmaları hepsine büyük bir acı veriyordu. Nereye gidiyorlardı? Paraları var mıydı? Gurbet ellerde ne yapacaklardı? Talat Paşa, Emanuel Karasu’dan 3 bin lira borç almıştı. Son kongre günü Sultan Reşat’ın hediyesi olan altın tabakasından bir sigara çıkarıp yakarken, yanındakilere bir latife yapmış, “Bu sabah tabakaya sigara korken düşündüm. Allah razı olsun Sultan Reşat’tan, parasız kaldığımız zaman bu tabaka hayli iş görür!” demişti. Gelecekte bu latife gerçek olacak, Talat Paşa bu tabakayı satmak zorunda kalacaktı. Talat Paşa da Osmanlı İmparatorluğu’nu on yıl yöneten diğer İttihatçı liderler gibiydi, onlar paraya pula, makama mevkiye, koltuğa sandalyeye metelik vermeyen insanlardı.

HİCRET!

Reklamdan sonra devam ediyor

Yurt dışına çıkmaya en güç ikna edilen, Talat Paşa olmuştu. Hep böyleydi Talat. 31 Mart gerici isyanında da yurt dışına kaçmayı reddetmiş, Dr. Nazım ile Şehzadebaşı’nda bir evde saklanmıştı. Bahattin Şakir, Talat Paşa’yı ikna etmek için Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretini hatırlatıyor, “Kaçmıyoruz, hicret ediyoruz!” diyordu.

Talat, Enver ve Cemal Paşalarla Merkezi Umumi üyelerinden Doktor Nâzım, Doktor Bahaddin Şakir ve Doktor Rusuhi (Diktürk) ve diğerlerinin İstanbul’da kalmaları, bile bile ölüme gitmek demekti. Divan-i Örfi kararları sonradan bunu gösterecekti. Memlekette kalanların herhangi bir sorguya tabi tutulmaksızın Malta’ya sürülmelerini yaşayacaklardı. Talat, memleketi terk etmeye şiddetle karşı koymuşsa da sonunda ikna edilmişti. Ortalık durgunlaşıp, memleket yabancı işgalinden kurtulduktan sonra tekrar İstanbul’a dönmek üzere bir süre için Berlin’e gitmeye ve olayların gelişmesini orada beklemeye razı olmuştu.

Küçük bir gemi, yolcuları aldı. Bu tür küçük gezinti gemilerine “Muş” deniyordu. Herkesin yanında yalnızca küçük bir bavul vardı. Geminin kamarasına girdiler ve hemen başlarındaki fesleri çıkararak birer şapka taktılar. Birkaç dakika sonra gemi ışıksız olarak denize açıldı. Gece yarısına doğru Tarabya önlerinde R-1 Torpidosuna yanaştı.

İttihatçıların bir denizaltıyla gittiklerini ileri süren Şevket Süreyya Aydemir’dir. Tarık Zafer Tunaya ise kaçan grup içinde bulunan Dr. Rusuhi Bey’in 1926 Ankara İstiklal Mahkemesi’nde “Torpido ile gittik” demesini esas almakta ve “Bizzat giden kişinin sözlerine inanmakta kendimizi haklı buluyoruz” demektedir.

Eskiden Rusların Karadeniz filosuna ait olan bu muhrip, birkaç haftadan beri Alman personeli ve bayrağı ile görev yapıyordu. Türk konuklarını mümkün olduğunca hızla Sivastopol’e götürüp karaya çıkarma emri almıştı. İstanbul’dan Sivastopol’a kadar olan yaklaşık 400 deniz mili yolu 24 saate gittiler. İttihatçı liderler, 3 Kasım 1918 Pazar günü Sivastopol limanına ulaştılar.

‘SELANİKLİ MUSTAFA’

Yurtdışına kaçış, Merkezi Umumi’de yapılan sınırlı sayıda kişinin katıldığı bir toplantıda kararlaştırılmıştı. Fikir Enver ve Cemal Paşalardan çıkmıştı. Sadrazam İzzet Paşa’nın da firardan bilgisi vardır. Hareketten önce Enver ve Talat, İzzet Paşa’ya ayrı ayrı mektup yazmış, gösterdiği dostluktan ötürü teşekkür etmişlerdir.

İttihatçı liderler yurt dışında yeni serüvenlere atılırken, Anadolu’da Mustafa Kemal’in, İttihatçıların biraz da küçümsemek için kullandıkları ifadeyle “Bizim Sarı”nın ya da “Selanikli Mustafa”nın önderliğinde Milli Mücadele başlamaktadır!

14 Haziran 2016 Salı

Türkiye Bölücülüğü Aşacak



Türkiye Bölücülüğü Aşacak





Yazar: Ümit Özdağ
26 KASIM 2013 SALI

         İçinden geçtiği günlerde vatandaşlarımızın çok büyük bir bölümü ülkemizin ve milletimizin geleceği ile ilgili büyük bir endişe içindedir. Bu endişelerin korkuların yersiz olduğunu söylemek mümkün değildir. 2. Viyana Kuşatmasının mağlubiyet ile bittiği 1683 ile Batı’dan Doğu’ya doğru çekilmemizin son tarihi olan Sakarya Savaşı’nın tarihi olan 1921 arasında yaşananlar sanki sosyal hafızamıza ve genlerimize kazınmış gibidir. 1990 sonrasında da gerek Türkiye’de gerek Türkiye’nin geniş çevresinde, SSCB, Balkanlar ve Ortadoğu’da yaşanan devlet parçalanmaları ile 1683-1921 arası karşılaştırılınca endişe ve korkuların beslenmesi ve güçlenmesi için haklı bir zemin oluşmaktadır.
         Özetle, kendilerini bilerek veya bilmeyerek sahte bir iyimserlik ile besleyenler ve ahmaklar ile alçakların dışındaki herkes için Türkiye’nin geleceği ile ilgili kızgınlık, korku ve umutsuzluk hiç de haksız duygular değildir. Burada sorulması gereken husus, bu kızgınlık ve korkuların yanında gelecek ile ilgili umutsuzluklarımız haklı mıdır? Bu soruya cevap vermenin en doğru yolu geçmişe bakmak ve geçmişten ders çıkarmaktır.
         Birinci Dünya Savaşı yenilgimiz ile bitmiştir. Ordularımız Kafkasya’ya Bakü’ye ve Dağıstan’a kadar ilerlemişlerdir ancak bugün üzerinde Suudi Arabistan, Sina Çölü, Lübnan, Ürdün, İsrail, Suriye’nin güney ve ortası ile Irak’ın orta ve güneyinin olduğu dev bir coğrafya kaybedilmiştir. Kudüs’e son Haçlı seferi ruhu ile giren Hıristiyan ordular şimdi de İngiliz başbakanının ifadesi ile “Asya’nın kızılderilileri olan Türklere, Kızılderililerin akıbetini” hazırlamaktadırlar. Ordumuz dağıtılmıştır. Ülke kaynakları tükenmiştir. Anadolu’da yaşayan insan sayısı 9 milyondur.  

         İşte böyle bir ortamda, 1918’in karanlık günlerinde Yahya Kemal şöyle demektedir:

Vatanda korkulu rü’ya içindeyiz gerçek,
Fakat bu çok sürmez, mutlaka şafak sökecek.
Ateş ve kanla siler, bir gün ordumuz lekeyi,
Bu insan oğluna  bir şeyn olan, Mütarekeyi.

      Yahya Kemal, 1918’in en karanlık günlerde gelecek ile ilgili inanç ve iman doludur.

         Sene 1920 Ziya Gökalp Malta Adasından İngiliz esaretinden kızlarına yazdığı mektuplarda Türk milletinin istiklalini kazanacağını yazıyor ve İstiklal sonrasında zengin ve güçlü bir Türkiye için kızlarına kendilerini nasıl geliştirmeleri gerektiğini öğütlüyor. Ziya Gökalp, İngiliz esaretinde uzaktan bin bir zorluk ile örgütlenen İstiklal Harbini izlerken, Türk Milleti’nin  geleceği ile ilgili esarette umut doludur.
         Tarihi yaşayan tarihçi Muhittin Nalbantoğlu’nu dinleyelim şimdi: Türk Ordusu Eskişehir-Kütahya muharebelerini kaybetmiş, geri çekilmiş, ordunun büyük bir bölümü firar etmiştir. Şimdi Sakarya ve Aras nehri arasına sıkışan ve anılan tarihte 300 milyon olan dünya Müslümanlarının ancak % 2.5’unu oluşturan tek özgür Müslümanlar olan Türkler. Sakarya Savaşı’na hazırlanmaktadır.

         22 Temmuz 1921’de Türk Ordusu Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmeye başlamış ve güneyden kuzeye bir hat üzerinde mevzilenmiştir. Türk Ordusu’nun çekilişinden sonra Yunan birlikleri 3 gün herhangi bir çatışma olmaksızın hızla ilerlemiş  ancak ilerleme istikametleri Türk birlikleri tarafından tespit edildiği için arzu ettikleri gibi bir  baskın saldırı yapamamışlardır. 14 Ağustos'ta Yunan ordusu tekrar ileri harekata geçmiş ve 23 Ağustos'tan itibaren Haymanave Mangal Dağı’nın  güneydoğusunda kuşatıcı taarruzu başarılı olamamıştır. Yunan ordusu Haymana istikametine yönelmiştir. Artık düşman Ankara istikametini zorlamaktadır. Top sesleri Ankara’dan duyulmaya başlamıştır. Büyük Millet Meclisi çalışmalarına devam ediyordu.

          26 Ağustos günü BMM’nin çalışmalarına kısa bir süre ara verdiği sırada Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’dan Adnan Adıvar’a muharebelerin Ankara’ya intikal edebileceği ve ilgili devlet kurumlarının Kayseri’ye intikali için gereken hazırlıklar ile alakalı çalışmaların yapılması konusunda bir telgraf gelmiştir. Telgrafı alan Adnan Adıvar, hiç vakit kaybetmeden Tacettin Dergahı’nda dinlenmekte olan Mehmet Akif Bey’in yanına gitmiş ve telgrafı kendisine uzatmıştır. Telgrafı okuyan Mehmet Akif Bey “Geleli 850 sene oldu” dedi. Evet, o gün, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Savaşı’nın 850. Yıldönümüdür. (Mehmet Akif Bey için Arnavut diyenler Onun milli bilincini kavrayamayacak kadar fikri sefaleti temsil etmektedirler. Mehmet Akif Bey, okuduğu en sarsıcı telgrafı okuduktan hemen sonra “geleli 850 sene oldu” diyebilecek bir milli kimliği temsil etmektedir.)

           Sonra Adnan Adıvar, Mehmet Akif Bey ile Tacettin Dergahı’ndan  çıkmışlardır. Yanlarında Hasan Basri Çantay ve Hamdullah Suphi Tanrıöver vardır. Top seslerinin yarattığı endişe içinde bir kısım halk Ankara’yı terk etmek üzere hazırlıklara başlamıştır. Mehmet Akif Bey bir at arabasının üzerine çıkarak, elinde Kuran-ı Kerim halka hitaben sakinleştirici kısa bir konuşma yapmıştır. “Ankara düşmeyecek” demiştir. “Çünkü Ankara’nın düşmeyeceği Kuran-ı Kerim’de yazıyor.” Diye eklemiştir. Halk sakinleşmiş, yatışmıştır.

             Öte yandan 2 Eylül'de Yunan birlikleri, Ankara'ya kadar en stratejik dağ olan Çal Dağı'nın tamamını ele geçirmiştir. Muharebeler Ankara’ya daha da yaklaşmıştır. Türk Ordusu Ankara’ya çekilmeden  Başkomutanın “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” emri ile alan savunmasına başlamıştır. Türk süvariler Yunan ikmal hatlarına saldırarak Yunan saldırısının hızını kesmiştir. Yunan ordusu bu sert Türk direnişi karşısında 9 Eylül'de saldırıları durdurmak ve savunma pozisyonuna geçmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal Paşa 10 Eylül’de karşı taarruza geçerek Yunan Ordusuna savunmada kalma fırsatı vermemiş ve geri çekilmeye zorlamıştır. Türk birlikleri ilk hamle de Çal Dağı geri almıştır. 13 Eylül’e kadar süren Türk saldırısı sonucunda Yunan Ordusu Eskişehir-Afyon hattının doğusuna çekilmiştir.

            Yahya Kemal, Ziya Gökalp ve Mehmet Akif, Türk İstiklal Savaşı’nın sonucunu görmeden önce, 13 Eylül 1683’de Viyana önünde başlayan geri çekilme süreci daha devam ederken, bütün dünya Müslümanları emperyalist devletlerin yönetimi altına girmiş sadece Sakarya ile Aras nehirleri arasına sıkışmış olanlar bir ölüm kalım savaşı verirken dahi geleceğe büyük bir inanç ve iman ile bakmışlardır.   
           Türk İstiklal Harbini görmüş, Türkiye Cumhuriyeti devletinin 90. Yılını, bağımsız soydaş Türk Cumhuriyetleri’nin 22 bağımsızlık yılını görmüş olan bizlerin, bu kadar büyük umutsuzluk içinde olması ne kadar doğru olabilir?

           Evet, karşı karşıya olduğumuz durum çok ağır ve zor bir durumdur. Ancak Mehmet Akif’in  “Ankara düşmeyecek. Çünkü Ankara’nın düşmeyeceği Kuran-ı Kerim’de yazıyor” derken dayandığı Hicr suresi 9. Ayet de yerinde durmaktadır. Hicr suresi 9. Ayette şöyle denmektedir: “Şüphe yok ki, o Kur’an’ı Biz indirdik. Biz;her halûkârda onu muhafaza edeceğiz!”Mehmet Akif, Ankara’nın düşmesinin Kur’an-ı Kerim’in korunmaması olduğunu düşündüğü için Ankara’nın düşmeyeceğinin Kur’an-ı Kerim’de yazdığını söylemiştir.

          Türk Milleti 26 Ağustos 1071’de Alparslan ile Romen Diyojen’den ve Bizans ordusundan aldığı Anadolu’nun egemenliğini A. Öcalan ve PKK ile paylaşmayacaktır. Devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “ Türkiye Cumhuriyeti ilelebed payidar kalacaktır. ”
http://www.21yyte.org/ sitesinden 14.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/11/26/7317/turkiye-boluculugu-asacak

..