Muhtıra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muhtıra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2019 Çarşamba

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2



  28 Nisan’da Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, yaptığı basın açıklamasında bildiriye sert tepki göstererek “Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Kuşkusuz, demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır. Öncelikle söylemek isteriz ki, Başbakan’a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez. Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri Anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumludur.” ifadelerini kullanmıştır. Aynı gün, Hürriyet “Gece Yarısı Açıklama”, Milliyet “Türkiye Kilitlendi”, Posta “Laiklik Muhtırası” Vatan “Gece Yarısı Bildirisi”, Akşam “Gece Yarısı Laiklik Uyarısı” şeklinde manşetlerle okuyucularının karşısına çıkmıştır. Bazı gazeteler de bildiriyi değil mecliste sağlanamayan 367 sayısını manşete taşımıştır. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs günü “367 şart!” kararı alarak Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal etmiş ve 4 Mayıs’ta erken seçim kararı alınmıştır. 

27 Nisan tarihli e-muhtırada bazı konular ön plana çıkarılmıştır. İlk olarak laiklik 
hassasiyetinden bahseden TSK, Kutlu Doğum faaliyetleri sırasında ortaya çıkan başörtülü kızların görüntülerinden ve ilahi okumalarından rahatsızlıklarını dile getirmiş, bu kutlamaların 23 Nisan ile aynı döneme denk gelmesini “(devletin) temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin” hususi gayretine bağlamıştır. Genelkurmay, böylelikle dini duyguların istismar edildiği tespitinde bulunmuştur. Bu gelişmelerden hareketle bildiri, 
cumhurbaşkanlığı seçimine ve “sözde değil özde rejime bağlılık” ilkesine vurgu yaparak siyasi iradeye müdahale etmiş ve bu şekliyle muhtıra hüviyeti kazanmıştır. Bildiri, laikliğin tartışılmasından endişe duyulduğunun ifadesiyle devam etmiş ve “Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” düşmanlaştırmasının altı çizilmiştir. Son olarak 
gerekli önlemler alınmadığında TSK’nın müdahalede bulanacağı konusunda kesin inanç taşıdığı ikazı ile bildiri noktalanmıştır.5 Son paragrafta “Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir” vurgusu yukarıda belirtilen ve uyarılan hususlar için gereğinin yapılmasını istemekte, aksi durumda kanunların kendisine verdiği “yönetime el koyma” yetkisini kullanacağına dair gözdağı vermektedir (Devran ve Özcan, 2016: 16). 

4. Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

1971 ve 2007 askeri muhtıraların bazı yönleriyle birbirine benzerken bazı yönleriyle de farklılıklar taşımaktadır. Tablo 1’de gösterildiği üzere bildiri metinlerinin içerikleri üzerinden bir karşılaştırma yapılmıştır. Bu karşılaştırma, bildirilerin amacı, niteliği ve içeriği açısından bir değerlendirme sağlamaktadır. 

Tablo 1: 1971 ve 2007 Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

Sonuç 

1971 ve 2007 muhtıraları, Türk demokrasisine yönelik askeri uyarılardır. Her iki muhtıra da ordu tarafından kaleme alınmış ve kamuoyuna deklare edilmiştir. Gerek 1971 gerekse 2007 muhtıraları iktidarı doğrudan ele geçirmeden önce hükümete yönelik son ikaz niteliği taşımaktadır. 

Bununla birlikte muhtıra metinlerinin ortak ve farklı yönleri bulunmaktadır. 1971 muhtırası öncesi toplumsal kaos ve kargaşa bildiri metnine yansımış olmasına rağmen, 2007 muhtırasında böyle bir gerekçe söz konusu değildir. İki bildiri arasında bir diğer fark 1971 muhtırası partiler üstü bir dille kaleme alınırken, 2007 muhtırasının doğrudan muhatabı irticai faaliyetlere destek verdiği gerekçesi ile AK Parti hükümeti ve siyasi lideridir. Her iki bildiride de ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e atıf bulunmasına rağmen, 1971 muhtırasında bu vurgu daha fazla konu edinilmiştir. Şöyle ki bildiride “Atatürk’ün muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ümidi kaybolmuş” ve “Atatürkçü görüş ve reformların yapılması” ifadeleri bu durumu desteklemektedir. Yine 1971 muhtırası mecliste ve TRT’de okunmuş ancak 2007 muhtırasında böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bildiri Genelkurmayın resmi internet sitesinden paylaşılmıştır. Son olarak 1971 muhtırasına karşı hükümet istifa ederken 2007 muhtırasında hükümet geri adım atmamış ve muhtırayı kabul etmediğini 
açıklamıştır. 

2007 muhtırasının, 1971 muhtırasından farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle 1971 muhtırasındaki temel gerekçe toplumsal huzursuzluk ve kaos iken 2007 muhtırasının ana gerekçesi irtica ve laiklik olmuştur. 1971 muhtırasında asker, partiler üstü bir noktada kendini konumlandırırken 2007 muhtırasında ordu bizatihi laikliği savunmak üzere taraf olmuş kendisini laiklik savunucuları arasında konumlandırmıştır. Buna bağlı olarak Cumhuriyetin temel değerleri ve 
laiklik ilkesine bağlığını vurgulamıştır. Yine 1971 muhtırasından farklı olarak bildiride düşman nitelendirmesi yapılmıştır. Bu durum, “Atatürk’ün Ne Mutlu Türküm Diyene sözüne karşı olan herkes TC düşmanıdır” şeklinde kaleme almıştır. 

1971 ve 2007 muhtıra metinlerinde öne çıkan bazı ortak başlıklar bulunmakta dır. Bunlar, Cumhuriyetin veya rejimin tehdit altında olduğu vurgusu, toplumsal huzursuzluk söylemi, TSK’nın ülkeyi koruma ve kollama yönünde sarsılmaz inanca sahip olduğu ve görevini yapmaktan çekinmeyeceği tehdididir. Yine her iki bildiri de siyasal iktidara ihtarda bulunma amacı taşımakta hükümeti doğrudan ele alma düşüncesi barındırmamaktadır. Bildirilerin ortaya çıkardığı sonuçlar açısından bakıldığında; 1971 muhtırasında hükümet istifa ederken 2007 muhtırasına karşı iktidar geri adım atmamıştır. Bu açıdan bakıldığında ilk muhtıranın amacına ulaşarak başarılı olduğu, ikinci muhtıranın ise başarısız olduğu söylenebilir. 

Sonuç olarak, demokrasilerde, ordu, yargı, bürokrasi, STK’lar, iş dünyası vb yapı ve kurumlar gerekli ve demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Ancak bu yapılar, anayasanın ve yasaların kendisini konumlandırdığı alanda ve çizdiği sınırlar içinde kalarak faaliyet yürütmelidir. 

Bu açıdan siyasal iktidarın, hükümet etme sürecinde bu çevrelerle iletişim ve etkileşim içinde olacağı muhakkaktır. Hatta bu yapı ve kurumların siyasal karar alma süreçlerinde etkili olma çabaları da demokrasi anlayışıyla çatışmaz. Ancak farklı argümanlarla güç devşiren çevrelerin siyasal iktidarı vesayet altına alma, iktidar üzerinde tahakküm oluşturma çabaları anti-demokratik bir anlayışın 
tezahürüdür. Bu durum, demokrasiyi sekteye uğrattığı gibi toplumda demokratik değerlerin yerleşmesine de engel olmaktadır. Peki bu sürecin önüne nasıl geçilebilir? Yani farklı vesayet odaklarına karşı demokrasi kazanımları korumak mümkün müdür? Bu sorulara sosyolojik, hukuki ve siyasal çerçevede cevap aranmalıdır. Özellikle Türkiye gibi asker-millet gibi sosyolojik bir öğretinin olduğu toplumlarda askerin sivil alana müdahalesi daha fazla olmaktadır. Nitekim askeri müdahalelerin bazıları halkın bir kısmı tarafından takdirle karşılanırken, askere yüklenen misyon demokrasinin çıkmaza girdiği dönemlerde yine bazı kesimlerce “ordu göreve!” şeklinde bir çağrıya dönüşmektedir. Vesayet geleneğinin önüne geçmek için kültürel kodlara yönelik demokrasi değerlerini ön plana çıkaran bir eğitim anlayışıyla başlamak gerekmektedir. İkinci olarak hukuki anlamda orduya müdahale alanı yaratacak boşlukların ortadan kaldırılması ve bunu engellemeye yönelik yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Demokrasilerde yasama, yürütme, yargı gibi devlet organlarının yanında basın, STK, Ordu vb yapıların da hukuki açıdan bir konumlandırmaya 
ihtiyacı bulunmaktadır. Yine benzer şekilde bu kurumların görev ve yetkileri demokratik ilkelere göre oluşturulmalıdır. Örneğin son dönemde TSK iç hizmet kanununun 35.maddesinin revize edilmesi, askeri yargının kaldırılması, TSK’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi reformlar askeri vesayete karşı oluşturulan yasal düzenlemelerdir. Son olarak siyasal açıdan bakıldığında halk tarafından seçilen temsilcilerin toplumun farklı kesimlerinden ortaya çıkacak olan seçkinci bir tahakküme karşı demokrasinin namusunu! koruma cesaretine sahip olması gerekmektedir. 

KAYNAKÇA 

Aristotales (2013), Atinalıların Devleti, (Çev. A Çokona) İş Bankası Kültür yayınları, İstanbul 

Alacadağlı Esmeray (2017), Darbeler, Ordu ve Siyaset, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 553-577 

Başaran Doğacan (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası Ve Türk Demokrasisi, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 111-130 

Beetham David (1988), Democracy: Key Principles, İnstitutions and Problems, Democracy: İts Principles and Achievement, Inter-Parliamentary Union Geneva, 21-31 

Devran Yusuf ve Özcan Faruk (2016), 1960’tan 2016’ya Askeri Darbe Ve Muhtıra Metinleri Anlamlar, Amaçlar, Niyetler Ve İdeolojiler, İnönü Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi 1-2 (7-20) 

Heywood Andrew (2014), Siyaset, Liberte Yayınları 

Karataş Murat (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası ve Partiler Üstü Hükümetler, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz) Yerdelen, Divan Kitap, 140-166 

Kurt Selim (2017), 27 Mayıs Darbesi Ve Cumhuriyet Dönemi Darbelerine Olası Etkileri, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 72-93 

Kuru Ahmet T. (2012), The Rise and Fall of Military Tutelage in Turkey: Fears of Islamism, Kurdism, and Communism, İnsight Turkey, 14-2, 37-57 

Krane Dale ve Marshall Garry (2003), Democracy and Public Policy, Encyclopedia of Public Administration and Public Policy, Third Edition 

Munck L. Gerardo (2014), What is democracy? A reconceptualization of the quality of democracy, Democratization, 12 

Uygun O.(2017) Devlet Teorisi, Onikilevha yayıncılık, İstanbul 

Yazıcı (2018) İnovasyon, Rekabet ve Devlet, Turkish Studies, c. 13-13, s. 67-86 

DİPNOTLAR;

1 URL1
2 Bu tarihte Yeniçeri Ocağı I.Mustafayı tahtan indirerek yerine II.Osman’ı getirmiştir.
3 URL2 
4 URL3 
5 URL3 


URL1:http://www.sjsu.edu/people/ken.nuger/courses/pols120/Ch-3-Principles-of-Democracy.pdf 

<Erişim Tarihi: 12.06.2018> 

URL2: http://darbeler.com/2015/05/18/12-mart-muhtirasi/ <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

URL3: http://darbeler.com/2015/05/18/27-nisan-e-muhtirasi/   <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

 ***

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 1

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 1


İsmail DURSUNOĞLU* 
Sinan YAZICI** 

* Dr. Öğr. Üyesi Bayburt Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, El-mek: idursunoglu@bayburt.edu.tr, 
** Dr. Öğr. Üyesi Bayburt Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, El-mek: syazıcı@bayburt.edu.tr, 


ÖZET 

En basit tanımıyla halkın yönetimi olan demokrasi, modern dünyanın en önemli kavramlarından biridir. Meşruiyetinin halka dayanması nedeniyle en saygın yönetim sistemidir. Bu sistem günümüzde, seçilen temsilciler aracılığıyla sürdürülmektedir. 
Demokrasilerde düzenli aralıklarla yapılan seçimlerde halk, iktidarı kullanacak olan yöneticileri seçmektedir. Seçilen bu kişiler belli dönemler içinde ve yasal çerçevede iktidarı kullanmaktadır. Hükümet etme sürecinde, siyasal partilerin veya temsilcilerin halka karşı sorumlulukları bulunmaktadır. Nitekim halk, iktidarın devamlılığı noktasında nihai ve tek karar merciidir. Bu yönüyle demokrasi, aynı zamanda hesap verilebilir bir anlayışı barındırmaktadır. Türkiye, eksikliklerine rağmen yüzyılı aşkın demokrasi geleneğini içselleştirmeyi başarmış bir ülkedir. 

Türkiye, demokrasi hayatı boyunca farklı vesayet odaklarının tehditlerine maruz kalmış, dönem dönem demokrasi askıya alınmış veya demokrasiye balans ayarı verilmiştir. Ancak bütün bu gelişmeler, devletin demokrasiye olan inancından ve bağlılığından bir sapma meydana getirmemiştir. Demokratik değerleri aşındıran bu süreçlerden, demokrasiye sarılarak çıkan ülkede, yaşanan anti-demokratik 
uygulamaların izlerini silmek için adımlar atılmaktadır. Başta anayasa değişiklikleri olmak üzere, siyasal, hukuksal ve sosyo-kültürel çerçevede 
yapılan reformlar bu amaca hizmet etmektedir. Demokratik düzenlemeleri yaparken, farklı vesayet odaklarına hareket imkânı kazandıran alanları bilmek ve bu alanları ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bunun için de tarihsel süreçte yaşanan vesayet girişimleri çok iyi analiz edilmelidir. Bu çalışma, Türkiye’de bir vesayet unsuru olan TSK’nın, 1971 ve 2007 yıllarında siyasal iktidarlara yönelik 
verdikleri muhtıraları konu edinmektedir. Çalışmanın amacı, muhtıra metinleri üzerinden asker-siyaset ilişkisinin irdelenmesidir. Çalışmada muhtıra öncesi yaşanan gelişmelere yer verilirken yöntem olarak içerik analizi yapılmış ve iki bildiri metni karşılaştırılarak muhtıraların ortak ve farklı yönleri belirlenmiştir. 

Giriş 

Demokrasi, insanların çeşitli yönetim sistemlerini tecrübe ederek ulaştıkları bir yönetim biçimidir. Günümüzde meşruiyeti en gerçekçi ve uygulanması en yaygın sistem olan demokrasi, toplumlar ve devletler tarafından ulaşılması hedeflenen, ulaşıldığında da korunması amaçlanan bir yönetim anlayışıdır. Demokrasi, Latince demo (halk) ve krasi (iktidar) kavramlarının bir araya gelmesiyle oluşan ve halkın iktidarı şeklinde tanımlanan bir kavramdır (Uygun, 2017:74). Kavramla ilgili en bilindik tanımı yapan Abraham Lincoln’e göre demokrasi, “halkın, halk için halk tarafından yönetimi”dir (Heywood, 2014:102). Tanımla ilgili en fazla dikkat çeken nokta, halk tarafından yönetim vurgusudur. Doğrudan demokrasi, ilk ortaya çıktığı Yunan şehir devleti Atina’da uygulama imkanı bulurken (Aristotales, 2013:3-4) günümüzde bunun mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Sanayi devrimi ile birlikte yaşanan gelişmelere paralel olarak devlet işlevlerinde meydana gelen değişimler ve devletler arasında var olan rekabet sürecinin siyasal ve yönetsel faaliyetleri etkin ve verimli şekilde yapma gereği (Yazıcı, 2018:73) gibi faktörler ve günümüzde insanlığın ulaştığı nokta 
(genel oy, nüfus vb) göz önüne alındığında demokrasi, ancak temsilciler aracılığıyla uygulanması mümkün olan bir sistem haline gelmiştir. Dolayısıyla günümüzde temsili demokrasi anlayışı söz konusudur. Demokrasi bugünkü anlamıyla şu unsurları içermektedir; 1 

. Vatandaşların karar alma süreçlerine katılımı 
. Temsil sistemi 
. Hukukun üstünlüğü 
. Bireyler arası eşitlik 
. Özgürlük 

Munck yaptığı çalışmada (2014:12), demokrasinin politik bir kavram olduğuna dikkat çekerken, bu kavramın siyasal özgürlük ve eşitlik değerleri ile yakından ilgili olduğunu belirtmiştir. Siyasal özgürlük karar alma süreçlerinde ve düşünce paylaşımlarında serbestliği ifade etmektedir. 
Eşitlik değerleri ise iktidarın tüm bireylere eşit mesafede olmasını ve hukuki eşitliği içermektedir. 
Beetham’a göre (1998:21) ise demokrasinin başlangıç noktası, insan onurunu koruyan bireysel haklardır. Bunun yanında halkın iktidar sürecine dahil olması, her bireye eşit saygı ve değer gösterilmesi ve siyasal anlamda eşitliğin ilke edinilmesi diğer prensipler olarak ortaya çıkmaktadır. 
Demokrasinin en önemli özelliği, siyasal süreçte bireyin/halkın referans alınmasıdır. Modern demokrasilerde halkın referans alınmasının en yaygın yöntemi ise seçimlerdir. Seçimler demokrasinin işleyişi ve sürdürülebilirliği açısından oldukça önemlidir (Krane ve Marshall, 2003:2). 
Seçimlerle oluşturulan parlamento ise demokrasiyi ve politik süreci yönetmek için yetkilendirilmiş bir kurumdur. Dolayısıyla parlamento veya hükümeti göz ardı edecek her anlayış veya çaba bir nevi halkın iradesini yok sayma anlamına gelecek ve bu durum vesayet olarak kabul edilecektir. 

Demokrasilerin en önemli özelliği yönetenlerin meşruiyetinin halka dayanması ve halkın otoritesi üzerinde herhangi bir güç veya vesayet odağına rıza gösterilmemesidir. Farklı siyasal rejimlerde görülen toplumsal, ekonomik veya askeri elitlerin/güçlerin siyasal otoriteyi doğrudan kullanma veya dolaylı şekilde bu otorite üzerinde tahakküm oluşturma anlayışı demokrasi düşüncesiyle bağdaşmaz. Demokrasi, yönetim anlayışında bireyi temel alan ve meşruiyetini yalnızca halka dayandıran bir sistemdir. Bu nedenle asker veya demokrasi tarafından tanımlanması gereken başkaca unsurların, demokrasiyi tanımlaması ve demokratik hayata müdahale etmesi düşünülemez. 

Batı Avrupa ve ABD dışında demokrasinin ilk yaşam alanlarından biri olan Türkiye, yüzyılı aşkın demokrasi tecrübesiyle, siyasal, hukuki ve toplumsal yapısında demokratik değerleri inşa etme çabası göstermiş ve farklı vesayet odaklarına rağmen bu konuda önemli mesafe almıştır. Bu çalışmada, son yıllara kadar Türkiye’de güçlü bir vesayet odağı olan TSK’nın, 1971 ve 2007 yıllarında siyasal iktidara yönelik verdiği muhtıraların içerik analizi yapılmış, benzer ve farklı yönler karşılaştırılmalı olarak sunulmuştur. Çalışmanın birinci bölümünde askeri vesayet kavramı, ikinci bölümünde 1971 muhtırası ve üçüncü bölümde 2007 e-muhtıra konu edinilmiştir. Son olarak dördüncü bölümde ise iki muhtıra tablo üzerinden karşılaştırılmıştır. 

1.Askeri Vesayet Kavramı 

Vesayet, kelime anlamı itibariyle vasiyet kavramından türetilmiştir. Bir ölünün veya kısıtlı birinin adına hareket etme ve onunla ilgili tasarruflarda bulunma anlamına gelmektedir. Bu yetkiyi kullanan kişi de hukuki literatürde vasi olarak ifade edilmektedir. Vesayet kavramını tanımladıktan sonra askeri vesayet anlayışını da askeri kurumların, çeşitli gerekçelerle rejim üzerinde baskı 
kurduğu ve siyaset alanına yönelik tasarruflarda bulunduğu bir anlayış olarak ifade etmek mümkündür. Yukarıda belirtilen çeşitli gerekçeler, bazı durumlarda toplumun, bazı durumlarda rejimin, bazı durumlarda da demokratik sistemin bizzat kendisinin korunması şeklinde ileri sürülebilir. Türkiye’deki askeri darbelerin gerekçelerine bakıldığında bahsedilen sebeplerin tamamının var olduğu görülmektedir. 

Türkiye’de demokrasisinin yerleşmemesinde doğrudan veya muhtıra biçiminde askeri müdahalelerin rolü bulunmaktadır (Kuru, 2012:38). Bu müdahalelerin gerekçeleri dönemlerine göre farklı olsa da irtica, komünizm, bölücülük, terör, anti-cumhuriyetçilik, toplumsal kaos vb kavramlar ordunun demokrasiye müdahalesi için öne sürdüğü başlıklar arasındadır. Nitekim bu gerekçeler, her 
müdahalede kaleme alınan darbe bildiri veya muhtıra metinlerine yansımakta, hangi gerekçeyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin üzerine düşen görevi! yaptığı belirtilmektedir. 

Askeri vesayetin veya askeri müdahale girişiminin demokratik sistemin kökleşmediği toplumlarda ve demokratik değerlerin dikkate alınmadığı yönetimlerde görülme olasılığı daha fazladır. Çünkü demokrasinin, kendi kendisini beslemediği, yüceltmediği ve korumadığı bir yerde farklı odakların demokrasi adına hareket etmesi kaçınılmazdır. Demokrasiye rağmen demokrasi için düşüncesiyle harekete geçen askeri müdahale, en nihayetinde demokrasiyi vesayet altına almaktan başka bir anlam taşımayacaktır. 

Türkiye tarihinde, 1618 yılında Yeniçeri Ocağıyla başlayan2 (Kurt, 2017:72) askeri müdahale geleneği, 15 Temmuz askeri darbe girişimine uzanan bir süreçte farklı tarihlerde ve farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de askerin siyasal iktidara yönelik doğrudan müdahalelerine bakıldığında sırasıyla 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909), 27 Nisan 1960 Darbesi, 12 Eylül 1980 Darbesi, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi görülmektedir. Bu darbelerden, sonuncusu hariç hepsi başarıya ulaşmıştır. Bu tarihler dışında, 28 Şubat 1997 yılında Milli Güvenlik Kuruluda kaleme alınan ve dönemin Refah-Yol hükümetine kabul ettirilen kararlar da siyasi otoriteler tarafından askeri bir müdahale olarak görülmekte ve teamül dışı bir yöntemle bu müdahale gerçekleştirildiği için post-
modern darbe olarak nitelendirilmektedir. Bütün bunların dışında Türkiye’de askerin doğrudan siyasi otoriteye müdahale etmediği ancak yaptığı uyarılarla iktidarı vesayet altına almaya çalıştığı iki önemli tarihi de askeri müdahale çerçevesinde ele almak gerekmektedir. Bunlardan ilki 12 Mart 1971 Muhtırası, ikincisi ise 27 Nisan 2007 E-Muhtıradır. 

2.1971 Muhtırası 

1971 muhtırasını anlamak ve anlamlandırmak için süreci 1960 darbesinden ele almak gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde başarılı olmuş ilk askeri darbe 27 Mayıs darbesidir. Bu dönemde ordu, anti-demokratik bir anlayışla yönetime el koymuş ve seçilmiş başbakan Adnan Menderes’i ve arkadaşlarını idam etmiştir. Ardından 1965 yılına kadar koalisyon hükümetleri ve başarısız darbe girişimleri (Talat Aydemir olayları) olmuştur. 1965 yılında yapılan seçimlerde halk 
nezdinde Demokrat Parti’nin devamı niteliğinde görülen Adalet Partisi birinci parti olmuş ve tek başına iktidara gelmiştir. 1969 seçimleri ise dünyada hakim olan “68 kuşağı” gençlik hareketlerinin gölgesinde yapılmış ve yine Adalet Partisi tek başına iktidarı ele geçirmiştir. 1961 anayasasının özgürlükçü yapısından da güç alan gençlik hareketleri bu dönemde daha da yoğunlaşmıştır. ODTÜ 
ziyaretinde bulunan ABD büyükelçisinin aracının yakılması, 16 Şubat 1969 tarihinde Taksimde 6. filoya karşı yapılan protesto gösterilerinde 2 kişinin ölümü (Kanlı Pazar), bu dönemdeki eylemlerin simgelerinden olmuştur. Yine benzer şekilde büyük işçi direnişi olarak kabul edilen 15-16 Haziran 1970 tarihli eylemlerde kan dökülmüş ve gösterilerin bastırılması için asker devreye girmiştir. Bu durum, bazı çevrelerce yaklaşan darbe öncesi askerin provası olarak nitelendirilmiştir. 1 Ocak 1971 tarihinde Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu’nun verdiği bir röportajda dile getirdiği “1961 Anayasasını bertaraf etmek gayesi güden aşırı ve zararlı akımlar mevcuttur” şeklindeki ifade yaşanan 
süreçlerden ordunun rahatsız olduğunu göstermektedir. 1971 yılının başlarında da bu olaylar devam etmiş toplumun birçok kesimi rahatsızlıklarını dile ‘getirmeye başlamış, sokak kavgaları, üniversite boykotları, adam kaçırma, banka soygunu gibi birçok olay bu dönemde yaşanmıştır. İktidar, sokak 
karşısında çaresiz, ordu perde arkasında hazır beklemektedir.3 Dönemin Genelkurmay Başkanının, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a söylediği ve daha sonra darbelerin ön söylemi olan “genç subaylar rahatsız” sözü bu durumu açıklamaktadır. 

1971 askeri muhtıra öncesi, 1960’lı yılların ortalarından itibaren gelişen öğrenci ve işçi eylemlerini görmek mümkündür. Bu eylemler, o dönem için kaos ortamı yaratmış ve orduya cumhuriyetin kazanımlarını muhafaza, toplumsal barış ve uzlaşı sağlama adına harekete geçme zeminini hazırlamıştır. 1971 Muhtırası öncesi siyasetin genel görünümü ise şu şekildedir. 1965 seçimlerini Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak görülen Adalet Partisi kazanmış (%52,9) ve tek 
başına iktidar olmuştur. Sağın bu başarısının yanında o dönem, sol hareket de kendi açısından başarılı bir sonuç almış ve Türkiye İşçi Partisi de 15 milletvekilliği kazanarak meclise girmiştir. Bu durum, sosyalistlerin mecliste ilk defa grup kurmasını sağlamıştır. TİP’in başarısı Türkiye’de sınıf mücadelesini öne çıkarmış ve sol-sosyalist görüşlerin önünü açmıştır. 1968 yılı dünya konjonktürüne paralel biçimde Türkiye’de görülen 68 kuşağının gençlik hareketleri politik bir görünüme dönüşmüştür. Bu hareketlere katılanlar aynı tarihlerde üniversite boykot ve işgalleriyle birlikte kendilerinde siyasal sistemi değiştirme gücü görmüşlerdir. 1969 seçimleri öğrenci hareketlerinin 
gölgesinde yapılmıştır. Ancak 1969 seçimlerinde sandıktan çıkan sonuç sokağın düşüncesini yansıtmamış Adalet Partisi (%46,6) yine tek başına iktidar olmuştur. Bu seçimlerde ortaya çıkan meclis görünümü, istedikleri sonucu alamayan bazı sol çevrelerin parlamenter sisteme olan inancını zayıflatmış ve yeni arayışların kapısını aralamıştır (Başaran, 2017:116-117). 

1960 darbesi sonrası yapılan seçimlerde Demokrat Parti geleneğine veya seçmen tabanına sahip Adalet Partisi’nin önemli başarılar kazanması, 1965 ve 1969 seçimlerinde tek başına iktidar olmasının bazı çevrelerce hoş karşılanmaması, 1961 anayasanın getirdiği özgürlükçü ortam nedeniyle toplumsal fikir ve düşüncelerin sokağa hakim olması, öğrenci olaylarının baş göstermesi, bu dönemde demokrasinin sürdürülmesini tehdit etmektedir. 1968 yılında dünyadaki öğrenci olaylarına paralel biçimde Türkiye’de de bu tür olayların baş göstermesi, bu olayların “sağ sol yok boykot var” sloganı ile zaman sonra anti emperyalizm ve anti Amerikancılığa evrilmesi devrim düşüncesinin doğmasına zemin hazırlamıştır. TİP, Yön/Devrim gibi sol çevrelerce bu düşünce 
gerçekleştirilmeye çalışılmış ve bu durum büyük kaosun kapılarını aralamıştır. Bu şekilde girilen 1969 seçimlerini, güç kaybetmesine rağmen yine Adalet partisi kazanmıştır. Ancak toplumsal olaylar son bulmamış ve artarak devam etmiştir. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel bu gelişmeleri 1961 anayasasının fazlaca özgür olmasına bağlamıştır. Ancak bütün bu gelişmeleri yakından takip eden 
ordu, tüm ülkeye yayılan ve artan olayları gerekçe göstererek, 1971 muhtırası ile seçilmiş iktidarı yönetimden uzaklaştırmıştır (Karataş, 2017:145-146). 

12 Mart müdahalesi, 27 Mayıs’tan farklı olarak doğrudan iktidara el koyma biçiminde olmamıştır. Genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanı tarafından imzalanan muhtıra başbakan ve meclis başkanına verilmiş ve TRT kanalı ile tüm ülkeye duyurulmuştur (Alacadağlı, 2017:564). 
Darbenin gerekçesi olarak yukarıda belirtildiği gibi; ülkede sürüp gitmekte olan anarşi, sokak olayları, ekonomik ve sosyal huzursuzluk öne sürülmüştür. Muhtırada dönemin hükümetinin bu sorunlar karşısında yetersiz kaldığı, bir an önce Atatürkçü bakış açısıyla reformlar yapılması gerektiği ifade edilmiştir. Bu adımlar atılmadığı zaman ise açıkça Türk Silahlı kuvvetlerinin yönetime el koyacağı belirtilmiştir. Muhtıraya ayrıca şu açıdan bakmak gerekmektedir; 12 Mart muhtırası aslında 27 Mayıs darbesinin önemli generallerinden Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği ve üç gün önce planlanan 9 Mart cuntasının deşifre olmasının bir sonucu olarak Genelkurmayca verilen bir muhtıradır. Verilen 12 Mart muhtırasıyla hem fiili bir darbe olarak tasarlanan 9 Mart darbesi önlenmiş hem de ordudaki genç subayların rahatsızlığı bir nebze giderilmiştir. Muhtıra 
sonrası, Başbakan Süleyman Demirel istifa etmiştir. 

12 Mart Muhtırası şu Maddelerden oluşmaktadır; 


1. Parlamento ve hükümet; süregelen tutum, görüş ve icraatı ile 
yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine 
sokmuş; Atatürk’ün bize verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini 
kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk 
ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine 
düşürülmüştür. 

2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim 
ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek partiler üstü bir 
anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve 
Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap 
kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik 
kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. 

3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı 
Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak 
ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya ele almaya 
kararlıdır. 

3. 2007 E-Muhtıra 

27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan bildiri, askeri vesayetin bir örneği kabul edilmekte ve e-muhtıra şeklinde tanımlanmaktadır. 
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM tarafından seçilme sürecine yönelik kaleme alınan bildiride “laiklik” vurgusu ön plana çıkmaktadır. Bildiride laikliğin tarafı ve kesin savunucusu olarak tartışmalarda kendini konumlandıran TSK’nın, bu konuda kararlılığını sürdüreceği ve gerektiğinde görevini eksiksiz yerine getireceği vurgulanmaktadır. Bu yönüyle bildiri, siyasi iktidara yönelik açık 
ve net bir müdahalenin öncesinde yapılmış uyarı niteliği taşımaktadır.4 

Ülkemiz siyasal hayatında, askeri muhtıralar verilmeden veya darbeler gerçekleşmeden önce sosyal ve siyasal hayatta yaşanan gelişmelerin, ortaya çıkan olumsuz durumların, tırmanan sosyal şiddetin ve tepkilerin, bilindik ve alışılagelmiş süreçler olduğu gözlemlenmektedir. Bu konudaki tecrübeler, askeri müdahalelerin hemen hepsinde bu süreçlerin bazen benzer bazen dönemin 
şartlarına uygun biçimde farklılaştırılarak sahneye konulduğunu göstermektedir. Bazen de kendiliğinden oluşan siyasal tepkilerle olaylar yönlendirilmeye çalışılmıştır. 2007 e-muhtırası öncesinde de Türkiye’de birtakım olaylar yaşanmış ve bildiride bizzat bu olaylara da atıflar yapılmıştır. Bildiride yer verilen bu olaylar ve Cumhurbaşkanlığı seçimi, e-muhtıranın gerekçesi olmuştur. 

2007 yılında 11.Cumhurbaşkanının seçilmesi sürecinde yaşanan bir takım gelişmeler e-muhtıra ile zirveye ulaşmıştır. Muhtıra öncesinde AK Parti içinden bir kişinin köşke çıkmasına karşı çıkan kimi çevrelerce tepkiler ortaya konulmuş tur. Bu dönemde ilk olarak Yargıtay Cumhuriyet Eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından 28 Aralık 2006 tarihinde “TBMM’deki oylamaya 367 milletvekili katılmazsa seçim iptal olur” şeklinde bir açıklama yapılmıştır. Bu, AK Parti’nin meclisteki sandalye sayısı göz önüne alındığında belli olan sonucun önceden iptalinin bir gerekçesi olarak ortaya atılmıştır. Nitekim bu söylem, seçimlerin iptal edilmesini sağlamış ve tarihe “367 krizi” şeklinde not düşürmüştür. Seçimler yaklaştıkça bazı çevreler laiklik ve cumhuriyetin 
savunuculuğuna soyunmuş ve gösteriler düzenlemişlerdir. Daha sonra Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından başlatılan cumhuriyet mitinglerinde hükümete karşı tepkiler ortaya konulmuştur. Siyasal partilere bakıldığında ise AK Parti 367 söylemine ve yapılan gösterilere tepki gösterirken; meclisin bir diğer partisi olan CHP’nin genel başkanı Deniz Baykal, 367 vurgusuna destek çıkmış ve dönemin 
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a aday olmaması çağrısında bulunmuştur. 10 Nisan’da MGK’da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in irticai akımlara dikkat çekmesi, Çankaya’yı da sürece dahil ederken, 12 Nisan’da Genelkurmay Başkanı yaptığı bir konuşmada “Cumhurbaşkanı, cumhuriyete sözde değil özde bağlı olmalıdır” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Daha sonra bu ifade bir biçimle e-
muhtırada yer almıştır. Bu süreçte Ankara Tandoğan Meydanında başlayan ve zamanla diğer illere de yayılan cumhuriyet mitinglerinde “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganları atılmıştır. Bu slogan, yaşanan krizin, laiklik eksenli bir kriz olduğuna işaret etmektedir. 14 Nisan’da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Harp akademilerinde yaptığı bir konuşmada “Rejim hiçbir dönem bu kadar 
tehdit altında olmadı” ifadeleri devletin en üst kademesinde krizin nasıl algılandığını göstermektedir. 

16 Nisan’da ADD Başkanı Şener Eruygur “Muhatapları algılarsa yeni mitinglere gerek kalmaz” diyerek cumhuriyet mitinglerinin amacını açık etmiştir. 23 Nisan’da Deniz Baykal, ilgili resepsiyona katılmayarak tepki göstermiştir. 24 Nisan’da ise AK Parti, Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül ismini kamuoyu ile paylaşmıştır. 27 Nisan’da yapılan oylamada Abdullah Gül, TBMM Genel 
kurulunda bulunan 361 milletvekilinden 357’sinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Oylamaya ANAP-DYP grubu katılmazken, CHP seçimleri Anayasa Mahkemesine taşımıştır. Aynı gün saat 23:17’de Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi sitesinde e-muhtıra yayınlanmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

6 Temmuz 2017 Perşembe

DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNA İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME


DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNA İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME 

Battal YILMAZ 

Ahi Evran Üniversitesi,İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü 

Öğretim Üyesi, Yrd.Doç.Dr. 

E-posta: battalyilmaz40@hotmail.com 

Özet 

Darbeleri araştırmak üzere TBMM’nin 11 Nisan 2012 günlü toplantısında 4 partinin önerisi ile darbeleri ve muhtıraları araştırmak üzere Anayasa’nın 
98.maddesi ile TBMM içtüzüğünün 104. ve 105. maddeleri gereğince bir meclis araştırma komisyonu kurulmuştur. Araştırma üç alt komisyon şeklinde yapılmış tır. Birinci alt komisyon “27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası” , İkinci alt komisyon “12 Eylül 1980 Darbesi” üçüncü alt komisyon ise 
“28 Şubat ve 27 Nisan Müdahale süreçlerini” incelemiştir. Komisyonun 1960’dan beri Türkiye’de temsili demokrasinin kesilmesine ve yara almasına neden olan demokrasi dışı müdahalelerin incelenmesi darbelerin siyasi hayattan izolasyonu hatta bir daha hiç gündeme gelmemesi için toplumsal ve siyasal bilincin oluşturulması, yakın tarihe ışık tutarak şeffaflaşmaya hizmet etmesi beklenmekte dir. Bu çerçevede Komisyon yaptığı incelemeler ve dinlediği 
tanıkların sonucunda nihai raporunu 28 Kasım 2012 tarihinde TBMM Başkanına sunmuştur. Ancak komisyonun yaptığı çalışmaların sonucunda hazırladığı sonuç 
raporu üzerinde tartışmalar devam etmektedir. 
Tartışmalar genellikle komisyonun darbelerin arka planını sunmaktan öte darbelere dayanak olarak iç siyasi gelişmeleri kronolojik olarak sıraladığı, sınırlı kapsamda dış dinamiklerin etkisini(ABD ve NATO) ortaya koyduğu ve darbelerin ekonomik gerekçelerini tüm yönleri ile sunmaktan uzak olduğu şeklindedir. Bu çerçevede çalışmanın konusunu Darbeleri Araştırma Komisyonu ile ilgili tüm bu iddia ve isnatları değerlendirmek oluşturmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Demokrasi, Şeffaflık, Darbeler, Araştırma Komisyonu. 


Giriş 

Askeri darbeler, hem gelişmekte olan demokrasilerde hem de totaliter rejimlerde çok yaygın olarak görülmektedir. Aynı zamanda askeri darbeler oldukça  karmaşık bir olgudur ve tek bir değişkenle açıklanması mümkün değildir. Askeri darbelerde tarihsel, politik, ekonomik, kişisel, askeri, etnik ve kültürel 
faktörler(Önder,2010) ile birlikte askeri yapı, örgütlenme biçimi ve eğitimle aşılanan amaçları ile bazı müdahale dürtüleri taşımakla birlikte, Türkiye’de 
varolan siyasal kültürde bunları destekler özelliklere sahiptir. Ancak, her darbe, bazı koşulların bu dürtüleri harekete geçirmesiyle gerçekleşmiştir. Türkiye’nin 
siyasal kültürü ve siyasal yönetimin meşruiyetini yitirmiş olması, bir yandan orduya hareket serbestisi sağlarken, diğer yandan şiddetli ve güçlü bir muhalefetle karşılaşmamasına yardımcı olmuştur(Örs, 1996; 97). 

Askeri darbelerin Türkiye’de ortaya çıkış gerekçelerini farklı biçimlerde değerlendirenler bulunmaktadır. Bunlardan Çiğdem, siyasal sistemin darbeye 
müsait bir yapı olduğunu ifade ederek, Türkiye’de yürürlükteki siyasal sistemin askeri-sivil bir bürokrasi ve bu tabakanın toplumsal destekçilerinin egemen 
olduğu patrimonyal bir vesayet rejimine dayandığını ifade etmektedir(Çiğdem, 2009; 95). 

İnsel(2006;56), paralel bir biçimde askeri darbeleri TSK’nın kendisini siyasal parti olarak görmesinin sonucu olarak değerlendirmektedir. Ona göre, Türkiye’de askeri darbeler TSK’nın ‘’kendisi için varolan pretoryan zümre’’ olarak görmesinin ve zaman zaman özgün bir siyasal parti görünümünde olmasının 
sonucudur. Söz konusu zümre otoriter özellikleri ağır basan cumhuriyet rejiminin nihai dayanağı işlevini görmekte ve bu rejim tarzının toplumsal tahayyülde hakim konumda yer almaya devam etmesini sağlamak gibi bir misyonu temsil etmektedir. Öztürk(2006;220-221) ise, TSK’nın siyasal görünüme sahip olmasını dış politika koşullarının sonucu olarak görmekte, NATO üyeliğinin ve bu çerçevede askeri veçhesi ağır basan Türk-Amerikan ilişkilerinin Türk iç ve dış 
politikalarındaki ağırlıklı yeri nedeniyle, TSK’nın ulusal sistem içinde etkin bir yere sahip olduğu ve bu etkinliğin TSK’ya sınırlı bir siyasal görünüm 
kazandırdığını ifade etmektedir. 

 Sözü edilen gerekçelerin yanısıra darbeleri araştırma komisyonu 27 Mayıs 1960’tan 27 Nisan e-muhtırasına kadar askeri darbeleri dönem tanıklarını 
dinlemek suretiyle rapora bağlamıştır. 

1. 27 Mayıs Darbesi 

Darbeleri araştırma komisyonu, 27 Mayıs 1960 darbesine ilişkin üçlü sacayağını (iç politikada kronolojik olarak sunulan olaylar silsilesi ile bu olaylarda iktidar ve muhalefetinin tutumu, ekonomik gerekçeler ve buna bağlı olarak dış politikada kısmen yaşanan eksen değişikliğini) gerekçe olarak belirtmiştir. 

Söz konusu rapor, Türkiye’de yaşanan bütün darbelerin aslında ekonomiyle önemli ölçüde iç içe olduğu tezi ile hareket etmiş (2012;135) ve 27 Mayıs 
darbesinin ekonomik gerekçesi olarak da 1954’ten itibaren Demokrat Partinin iktisadi kriz yaşamasını, krizin 1956’da ithalatın sıkıştığı, 1958’de devalüasyon ve 
istikrar politikasının uygulanmasına yol açan bir süreçle devamının ilk cuntaların kurulduğu döneme denk geldiğini ve Demokrat Partinin özellikle ekonomik krizi 
çözme yönündeki arayışlarını çeşitlendirme yönünde dış politikada attığı adımların darbe sürecini beraberinde getirdiğini ortaya koymuştur. 

Bu çerçevede 27 Mayıs darbesine gerekçe olarak söz konusu raporda(2012;255-256). dış politikada Sovyet Rusya ile yakınlaşma girişimlerini ve Menderes’in 
yapacağı deklare edilen Moskova ziyaretini Sander'in ekonomik zorluklara bağladığı, Ahmad'in ABD’ye tehlikeli şantaj olarak nitelendirdiği, nihai olarak 
Tunçay'ın ise ekonomik nedenlere bağlamakla birlikte ABD’nin darbeye sessiz kalışını doğrudan bu gerekçeye dayandırdığı belirtilmiştir. Nitekim darbeden 
sonra Milli Birlik Komitesinin ABD elçiliğine NATO ve CENTO’ya başta olmak üzere uluslararası yükümlerini getirme taahhüdünde bulunmasının ABD’nin 
kurulan hükümeti tanımasında etkili olduğu bilinmektedir(Akalın, 2000;183-184). 


Yine komisyon raporunda ifade edilen hususların(ekonomik ve dış politikaya bağlı gerekçeler ile kronolojik olarak sunulan iç politika gelişmelerinin) yanı sıra 
kimi gerekçelerin üzerinde fazlaca durulmadığı dikkati çekmektedir. 

Bu çerçevede farklı gerekçelerle darbelerin arka planını ortaya koyan Dursun(2001;37) yaptığı değerlendirmede, Türkiye’de varolan siyasal kültür, muhalefete tahammülsüzlük, halka güven duymamak, bir takım gelişmelerin ülkenin tehlikeye sürüklendiği şekilde değerlendirilmesi ve bu durumda kendi iradesiyle harekete geçilmesine inanılması ile siyasal elitin mevcut gelişmelerin ışığında geleceği iyi okuyamamaları ve uygun bir tavır sergileyememeleri ile Türk siyasal sisteminde merkez ile kenar arasında fay hattının karşıt değerler ve ilkeler üzerinde yükselmesi ve her iki kesimin temsilcileri arasında demokratik süreçlere ve değerlere öncelik tanıma konusunda farklı turumun darbeyi beslediğini iddia etmektedir. 

2. 12 Mart Muhtırası 

Askeri müdahalenin biçimi, amacı, askeri yönetim süresi gibi kriterlere göre sınıflayan E.Nordlinger’in sınıflamasından hareket eden Tachau ve  Heper (1983;19) 1971 muhtırasını ‘’arabulucu’’ tip askeri yönetime benzetmektedir. Ordunun sosyal ve ekonomik statükoyu korumak için sivil otoriteler üzerinde veto uygulama yetkisini kullanarak bazı yüzeysel değişiklikler yaptığını belirtmektedir. 

12 Mart Muhtırasına ilişkin darbeleri araştırma komisyonu raporunda dış politikanın rolüne ilişkin, Türkiye’de Sovyetler Birliği’nin iktisadi ve teknik 
yardımıyla pek çok büyük sanayi tesisi yapımının(Aliağa petrol rafinerisi, Seydişehir Aliminyum Tesisleri) ve Sovyetler ile soğuk savaş ortamında yapılan 
flörtün ABD’ce hoş karşılanmaması, ABD ile yaşanan haşhaş sorunu(tüm hükümetlerin ayak diremesine rağmen muhtıradan sonra kurulan hükümetce bir ay sonra yasaklandı), Filistin sorununda ABD’de ile farklı tutum geliştirme, ABD’nin altmışlı yıllarda zirve yapan Kıbrıs meselesindeki tutumundan 
kaynaklanan politikasının, Türk tarafında yarattığı güvensizlik, U-2 casus uçaklarının SSCB üzerinde yaptıkları uçuşların yasaklanmasının ABD’ce olumlu 
karşılanmaması gibi başlıklar gerekçe olarak ortaya konulmuştur(2012; 440-445). 

Dursun(2003;13), 12 Mart muhtırasına gerekçe olarak dış dinamiklerin etkisine ilişkin raporda belirtilen gerekçelerin yanı sıra Soğuk savaş dönemi devam 
etmekle birlikte bloklar arası detant(yumuşama) halinin verdiği iklimle birlikte Türkiye’nin bir yandan Batı ile ilişkilerini sürdürürken diğer yandan Sovyetler 
Birliği ile Ortadoğu, İslam Dünyası ve genelde üçüncü Dünya ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmesinin yani tek yanlı dış politika stratejisinden çok yönlü dış 
politika çizgisine geçişinin etkili olduğunu belirtmiştir. 

Komisyon raporunda dış politika gerekçelerinin yanında iç politika gerekçesi olarak eski DP’lilere af çıkarılması meselesine yer verilmiş ve bu çerçevede 
TBMM’de sürekli olarak tartışmalara neden olan af sorununun(Celal Bayar ve eski DP'li arkadaşlarının siyasal haklarına hukuken kavuşmaları) darbenin örtülü 
gerekçelerinden birini oluşturduğundan söz edilmiştir(2012;390). İç ve dış politika gerekçelerine ek olarak 12 Mart muhtırasında ekonomik gerekçe olarak 
1970 yılında yaşanan devalüasyona işaret edilmiş ve bu çerçevede askeri darbeler ile ekonomik krizler arasında doğrudan ilişki üzerinde durulmuştur (2012;650). 

3. 12 Eylül Darbesi 

Söz konusu raporda Türkiye'de bazı Latin Amerika ülkelerinde(Şili, Arjantin) görülen askeri darbelerde olduğu gibi askeri darbeler ile neoliberalizm olarak 
adlandırılan serbest piyasa odaklı iktisadi modele geçiş arasında bir ilişki olduğu üzerinde durulmuştur(2012; 650). Türkiye serbest piyasa ekonomisine 24 Ocak 
1980’de geçmiştir. 24 Ocak kararları, başlangıçta sadece ekonomiyi piyasa kanunlarına göre dönüştürmeyi amaçlamıştır. Ve bu süreçte sosyal kargaşanın 
yanı sıra, büyük şirketlerin hegemonyası ile birlikte küçük ve orta boy işletme lerin, tüketici ve ücretlilerin zarar görmesi beklenmiştir (Ahmad,1993;179). 
Piyasa dönüşümünün yanında 24 Ocak kararlarında sermaye birikim modelinde değişiklik yapılmakta ve ekonomiye istikrar kazandırmaya çalışılmıştır. Daha açık bir ifade ile ithal ikameci sanayileşme politikasından ihracata dayalı büyüme stratejisine geçilmiştir. Yeni sermaye birikim modeli ücretlerin reel olarak 
geriletilmesini gerektirdiği için yeni birikim modelinin mevcut siyasal yapı için oturtulması kolay değildir. Askeri darbe ile parlamenter demokrasi askıya alınıp 
siyasal örgütler(partiler, sendikalar vb.) işlevsizleştirerek asıl amacı bu olmasa da yeni birikim modelinin üzerinde yürüyeceği güzergah temizlenmiştir (Aydın,2007; 303-304). 

Komisyon raporunda darbenin dış politika ayağı ile ilgili olarak ABD’nin İran Devriminin sonucunda ortaya çıkan iktidar, Camp David anlaşması ile Arap 
Dünyasında yalnızlaşan Mısır’a Türkiye’nin destek olmasının beklenmesi, ülkedeki istikrarsızlığın Türkiye’yi Batı ittifakı dışına itecek bir siyasi dönüşüme 
yol açması yahut daha uzun ve derin bir karmaşaya sürükleyerek NATO’nun cephe ülkesini güç dengesi dışına itme riski, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali 
sonrası oluşan ortamda Çevik Kuvvet’e soğuk yaklaşılması, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne yönelik veto, ABD’nin çok önemsediği liberalleşme adımları 
topyekün olarak ABD’nin çekinceleri olarak ortaya konulmuştur. Yine 1970-1980’li yıllarda ABD’nin dahli ile yapılan askeri darbeler (Şili, Arjantin, Bolivya, 
Güney Kore, Pakistan) ile Türkiye’de yapılan darbe arasında benzer şüphelerden hareket edilerek CIA’nin Ankara istasyon şefi olan Paul Henze’nin ülkesine 
darbeyi, “our boys did it” sözleriyle duyurduğu iddiasına yer verilmiştir(2012; 653-658). 

Komisyon raporunda 12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili iç politika gerekçeleri olarak; 1977 yılından itibaren kötü ekonomik koşullar ve yaygın şiddet olaylarının 
hâkim olduğu ülkede sorunlara çözüm üretemeyen siyasal partilerin tutumlarıyla gergin, bunalımlı, karşılıklı inatlaşma boyutlarına ulaşmış, karşılıklı suçlayıcı 
açıklamalarla krizi daha da tırmandırdıkları, umutların tükenmekte olduğu bir tablo olduğu inancı(2012;724), 
6 Mart 1980’de görev süresi biten Cumhurbaşkanının yerine siyasi partilerin nafile turlar ile Cumhurbaşkanını seçememeleri ve böylece siyasi istikrarsızlığın devamına katkıda bulunarak darbeye gerekçe arayan TSK’nın adeta ekmeğine yağ sürmeleri sıralanabilir. 


4. 28 Şubat Darbesi 

28 Şubat süreci, Türkiye'de ordunun hükümete yapılacakları ve yapılmayacakları dikte etmek yoluyla askeri bürokrasinin demokratik sisteme müdahil olduğu bir 
post-modern darbeyi anlatmaktadır. Bu çerçevede 28 Şubat tartışmalarında genel olarak post-modern darbenin gerekçeleri ile ilgili bir konsensüs(oydaşma) 
bulunmadığından söz edilebilir. Örneğin Çaha(2004,114), Türkiye’de devletçi elit ile devlet rantından beslenen kesimlerin demokrasiyi kurmaktan çok rejimi 
kurtarmaya çalıştığını, demokrasi ile rejim arasında bir ayrım yaptığını ve bu rejim uğruna demokrasiyi rahatlıkla gözden çıkarabildiğini belirtmektedir.

Kocabaş(1998;12) ise 28 Şubat’a gerekçe olarak ekonomik temelli bir varsayımdan hareketle tekelci sermayenin pazar egemenliğini sağlayacak 
hükümeti kurulmasını göstermiş dayanak olarak da Behiç Kılıç’ın(21.12.1996 tarihli Akşam gazetesi) Atina’da Türk-Yunan İşadamları Ortak Konseyi 
toplantısında bir kısım Türk işadamlarının aldığı kararı açıklayan yazısında iş dünyasının birinci hedefinin hükümeti yıkmak, ikinci hedef tekelci sermayenin 
pazar egemenliğini sağlayacak hükümeti kurmak olduğunu ortaya koyduğuna işaret etmiştir. Şen (2000;117) ise gerekçe olarak uzun zamandır duyulan sermaye içi hiyerarşinin yeniden kurulma gereksinimi normal yollardan gerçekleştirilememesi olarak göstermiş ve çatışmanın sınıfsal boyutunu göstermiştir. Şen’e göre; 24 Ocak ve 12 Eylül sonrası uygulamalar sermayenin genel desteğini almakla birlikte, uygulanan politikalar kaçınılmaz olarak sermaye içi çatışmaları geliştirmiş ve dengeleri bozmuştur. Uzun zamandır duyulan sermaye içi hiyerarşinin yeniden kurulma gereksinimi normal yollardan 
gerçekleştirilememiştir. 1997, hiyerarşinin yeniden kurulma gereksiniminin aciliyet kazandığı bir yıl olmuştur. Olağan dışı mekanizmalarla süreç başlatıldıysa da, henüz tamamlanamamıştır. Hiyerarşinin yeniden kuruluşunda kendi konumunu güçlü kılmak isteyen çevreler, kitleleri bu mücadeleye alet etmeye çalışmışlardır. Kimi zaman kültürel, kimi zaman siyasal-ideolojik görüntü altında ortaya çıkan gerilimler üzerine yapılan değerlendirmelerde çatışmanın sınıfsal boyutu ihmal edilmiştir. Yaşanan kutuplaşmada kitlelerin karşı karşıya gelmesi, ordunun bu kez farklı bir tarzda müdahalede bulunmasına yol açmıştır. Ordu yönetime el koymasa da güçsüz hükümetler sayesinde etkili olmayı sürdürmüştür(Şen, 2000;117). 

Buna rağmen, komisyon raporunda darbenin arka planını ortaya koymak yerine 28 Şubat’a gelene dek iç politikada yaşanan gelişmeler kronolojik olarak 
belirtilmiş, medyanın sivil toplumun rolünden bahsetmiş, dışarıdan dönemin Refah-Yol hükümetine bakış üzerinde durulmuş ve ekonomik gerekçe olarak da 
sadece Refah-Yol hükümetinin 1996-1997 yıllarında uyguladığı ekonomi politikaları darbeye gerekçe oluşturan başlıklar olarak sıralanmıştır. 

Söz konusu komisyon raporunda ekonomik gerekçe olarak, kamu kaynaklarının nakit akışını düzenlemek amacıyla uygulamaya konulan havuz sisteminin rant 
üzerinden gelir elde edenleri rahatsız etmesi, memur maaşlarına %50 oranında zam yapılması, asgari ücrette artış yapılması ve bazı tarım ürünlerine de 
desteklemelerde ve karşılığında sunulan kaynak paketleri, ekonomik büyüme yanında enflasyonla mücadele, mali piyasalarda istikrarı sağlama ve vergi 
reformuna yönelik önlemler, reel borçlanma maliyetinin düşürülmesi amacıyla özellikle 1997 yılından itibaren hazinenin iç borçlanma politikalarında da yeni 
prensipler alma konusunda hazırlıklar uluslararası bazda İslam ülkeleri arasında ekonomik iş birliğini geliştirmek amacıyla en büyük 8 İslam ülkesi arasında D-8 
işbirliği olarak bilinen birliğin tesisine çalışılması ekonomik istikrarsızlığa bağlı olarak rant geliri elde eden kesimi rahatsız ettiği üzerinde durulmuştur(2012; 
1267-1269). 

Komisyon raporunda 28 Şubat sürecinin dış politika boyutu ile ilgili olarak ise (2012; 959) başta ABD olmak üzere dış güçlerin, resmi düzeyde Türkiye’den 
demokrasinin sekteye uğratılmaması koşuluyla, iktidarda bulunan Refah-Yol’un uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan rahatsızlıklarına dair 
açıklamalar yaparken, fiili bir darbeyi de destekleme eğiliminde olmadığı belirtilmiştir. Komisyon raporuna paralel bir biçimde Donat (1999;430) ; 28 
Şubat Kararlarının ardından Amerikan medyasının; askerlerin hükümeti sert şekilde uyardığını, askerlerin bundan sonraki uygulamaları izleyeceklerini 
belirttiğini, Türkiye ile Amerika arasında yürümekte olan pek çok işin ve bunların pek çoğunun askıya alındığını, sivil ve askeri otorite arasındaki çekişmenin 
sakıncalı olarak görüldüğünü nihai olarak Amerika’da Türkiye imajının pek düzgün olmadığını belirtmektedir. 

Yine 28 Şubat sürecinde dışardan bakışı anlatan Arcayürek (2003;572-574), RP’li hükümete olumsuz bakıldığını örneğin Chriac’ın Süleyman Demirel ve Mesut Yılmaz’a ‘’köktendinciliğin Türkiye’de gerçekleşmesinin Avrupa tarafından kabul edilmeyeceğini, hatta İran deneyimini bir daha yaşamak istemediklerini, 
İranda düştükleri hatayı bu sefer Türkiye’de tekrarlamayacağız’’ dediğini ifade etmektedir. 

Komisyon raporunda darbenin iç politika ayağı ile ilgili olarak da 28 Şubat döneminde hükümetin çeşitli sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partiler, medya 
ve askeri kesim tarafından da kabullenilmek istenmediği, dolayısıyla mevcut siyasi iktidarın gitmesi için çeşitli provokatif haberler, brifingler, ve bazı suni 
vakalar üretilerek çeşitli baskılar kurulduğundan bahsedilmiştir(2012;1269). Bunun sonucu olarak da 28 Şubat sürecinde, daha önce 1960, 1971, 1980 darbe ve muhtıralarında da görüldüğü üzere olası bir askeri müdahale plan ve uygulamaları için kamuoyu ve medya organlarının etkin rol oynadığı üzerinde 
durulmuştur(2012; 965). 

5. 27 Nisan E-Muhtırası 


Komisyon raporunda Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan e-muhtıra ve sonrasında yaşanan sürecin Türk siyasi 
tarihi bakımından bir kırılmayı ifade ettiği belirtilmektedir(2012;1262). Raporda e-muhtıra ile demokrasiye müdahale etmeye yönelik girişimin, hükümetin bu 
müdahale karşısındaki kararlı tutumunun sonucunda başarısız olduğu ifade edilmiştir(2012;1262-1263). Yine raporda Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 
demokrasiye müdahale olarak Genelkurmay Başkanlığının verdiği e-muhtıra dayanağının TSK’nın İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde yer alan 
Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin gerekçe olarak sunulmasının TSK içinde aynı içgüdünün halen var olduğunu ispatı anlamına geldiği ifade 
edilmiştir.(2012;1263). Dolayısıyla e-muhtıra sivil siyaset üzerinde askeri vesayetin devamının açık kanıtıdır. 

Raporda e-muhtıra dış politikadan gelen tepkilere de yer verilmiştir. Bu çerçevede ABD Dışişleri Bakanı ve sözcülerinin yaptığı iki açıklamayla demokrasiden ve anayasal süreçten yana olduğunu deklare ettiğini, Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise yaptığı açıklamada Türk ordusunun politika dışında kalması gerektiğinin belirterek, “Ordu, siyaseti seçilmiş kişilere bırakmalıdır” şeklinde tepki gösterdiği üzerinde durulmuştur (2012;1259). 

SONUÇ 

Türkiye’de demokratik sistemin demokrasi dışı müdahalelerle ya doğrudan(27 Mayıs ve 12 Eylül), ya da dolaylı(12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan) olarak kesintiye uğraması demokratik yaşam sicilimizin hiç de parlak olmadığını göstermektedir. Bu çerçevede demokrasi dışı müdahalelerin gerekçelerini ortaya koyarak sorumluların ortaya çıkarılması amacıyla Mecliste grubu bulunan 4 partinin mutakabatı ile kurulan Meclis Araştırma Komisyonu çalışmaları sonucunda hazırlanan rapor her şeyden önce sivil siyasete verilen değer itibariyle önem taşımaktadır. 

Askeri darbeler tek bir gerekçe ile açıklanamasa da Türkiye’de askeri darbelerde dış dinamiklerin önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Öncelikle belirtilmesi 
gereken husus, Türkiye’nin asker- sivil siyaset ilişkilerinin özellikle Soğuk Savaş döneminde ABD ve NATO olmadan düşünülemeyeceğidir. Soğuk savaş döneminde  ABD için bölgede savunma gücü, SSCB ile sınır ülke olması, Orta Doğu bölgesindeki tarihsel gücü ve ABD tarafından ekonomik olarak sistem 
içinde tutulması zorunlu ülke olduğundan hareketle stratejik önem taşıyan Türkiye ile işbirliğinin kesintisiz devamı gerekmektedir. ABD kendi savunma, dış politika ve ekonomik konseptinin dışına çıkma tehdidi her gördüğünde Türkiye’de sivil siyasete alternatif olarak stratejik işbirliğini yürütebileceği mekanizmalara 
yönelmiştir. Bu çerçevede askeri darbeleri sadece ABD ve NATO ile ilişkilere bağlamak yanlış olsa da darbelerdeki rolü yadsınamaz bir gerçekliktir. 

Ekonomik kriz dönemleri, sivil hükümetlerin halk nezdinde en çok irtifa kaybettiği ve askeri darbenin kendisine en çok gerekçe bulabildiği zamanlardır. 
Darbeleri araştırma komisyonu raporunda da söz konusu durumlara ilişkin dikkate değer atıflarda bulunulmuştur. Örneğin, 1958 ve 1970’de yaşanan 
devalüasyonların 27 Mayıs ve 12 Mart’a gerekçe oluşturduğu belirtilmiş yine 12 Eylül ile 24 Ocak Kararları(serbest piyasa ekonomisine ve neo-liberalizm geçiş) 
arasında bağ kurulmuş, 28 Şubatta dönem hükümetinin izlediği ekonomik politikalarla sermaye çevresini kızdırması gerekçe olarak sunulmuştur. Ancak 12 
Eylül’e gelinen süreçte 24 Ocak Kararlarının belki de en önemli gerekçe olduğu, yeni sermaye birikim modeline uygun dizayn edilecek siyasal partiler, sendika lar ve toplumsal yapı için 12 Eylül’ün kaçınılmaz son olduğu üzerinde yeterince durulmamıştır. Yine 28 Şubatta sermaye çevreleri arasında hiyerarşi kurulma  zorunluluğunun darbeye gerekçe olduğundan söz edilmemiş daha dar çerçevede dönemin analizi ortaya konulmuştur. 

Raporda yine 27 Nisan e-muhtırasında sınıfsal bir değerlendirmeye yer verilmemiştir. Bu çerçevede değişen merkez-çevre ilişkisine, yükselen yeni orta 
sınıfa karşı sosyo-ekonomik olarak iktidarı elinde tutan seçkinler arasındaki iktidar kavgasına değinilmemiştir. 

Raporda nihai olarak sivilleşme, demokratikleşme ve askeri vesayetin konjonktürel olarak değil yapısal olarak ortadan kaldırılması için atılacak 
adımlara yer verilmemiştir(MGK’nın anayasal konumu, İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin kaldırılması, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığına 
bağlanması vs.) Söz konusu adımların 4 partinin mutakabatı ile oluşturulmuş komisyon raporunda ortaya konulması siyasi partiler için bağlayıcı olmasa da 
partilerin irade beyanını kayıt altına almak için anlamlı bir duruş sayılabilecektir ancak yer verilmemiştir. 

Sonuç olarak tafsilatlı bir biçimde ortaya konan, bünyesinde pek çok gözden kaçırılan eksikler içeren söz konusu rapor, Türkiye’de sivilleşmeye, 
demokratikleşmeye, seçilmişlerin hareket alanını genişletmeye yönelik önemli bir adımı oluşturmaktadır. 

KAYNAKÇA 

2012. Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile 
Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu. 

Ahmad, Feroz, (1993), The Making of Modern Turkey, Routhledge, London. 

Akalın, Cüneyt,(2000), Askerler ve Dış Güçler, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul. 

Arcayürek, Cüneyt, (2003), 28 Şubat’a İlk Adım, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 

Aydın, M. Kemal, (2007), ‘’Türkiye Ekonomisinin Dönüşümü: ‘’İthal İkamecilik’’ten ‘’Dışa Açık’’ Birikim Modeline Savruluş’’, Dönüşüm 
Sürecindeki Türkiye, Ed. Davut Dursun, Burhanettin Duran, Hamza Al, Alfa Yayınevi, ss.303-324. 

Çaha, Ömer,(2004), Açık Toplum Yazıları, Liberte Yayınları, Ankara. 

Çiğdem, Ahmet,(2009), D’nin Halleri Din, Darbe, Demokrasi, İletişim Yayıncılık, İstanbul. 

Donat, Yavuz, (1999), Öncesi ve Sonrası ile 28 Şubat, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 

Dursun, Davut ,(2001), 27 Mayıs Darbesi, Şehir Yayınları, İstanbul. 

Dursun, Davut, (2003), 12 Mart Darbesi, Şehir Yayınları, İstanbul. 

İnsel, Ahmet, (2006), ‘’Bir toplumsal sınıf olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’’, Bir Zümre Bir parti Türkiye’de Ordu, Der. Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu , Birikim 
Yayınları, İstanbul. 

Kocabaş, Süleyman,(1998), ‘’Post-Modern Darbe’’ süreci 28 Şubat’a Doping,Vatan Yayınları, İstanbul. 

Kılıç, Behiç, (1996), 21.12.1996 tarihli Akşam gazetesi. 

Önder, Murat, (2010),’’What Account for Military İnterventions in Politics: A Cross- National Comparasion’’, E-Akademi Dergisi, Sayı: 102, Ağustos 2010. 

Örs, Birsen,(1996), Türkiye’de askeri müdahaleler, Der Yayınları, İstanbul. 

Öztürk, Osman Metin, (2006), Ordu ve Politika, Fark Yayınları, Ankara. 

Şen, Serdar , (2000),Geçmişten Geleceğe Ordu, Alan Yayınları, İstanbul. 

Tachau, Frank and Heper,Metin(1983), ‘’The State Politics and the military in Turkey’’, Comparative Politics,Vol.16, No.1, pp.17-33. 


***