BDP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BDP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2017 Çarşamba

Abdullah Öcalan PKK YI KURDU


 Abdullah Öcalan PKK YI KURDU


Marksist - Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı 30 yıl boyunca silahlı saldırılar düzenleyen PKK'nın kurucusu ve lideri, 2013 yılında Kürt Sorunu'nun çözümünde kilit rol üstlenmeye başladı.

20 Oca 2014 
Güncelleme 10:08 TSİ


12 Eylül askeri darbesinden kısa süre önce Suriye'ye geçen Öcalan, örgütü uzun yıllar bu ülkeden yönetti. [AFP]

Türkiye Cumhuriyeti'nin otuz yılı aşkın süredir çözüm aradığı Kürt Sorunu'nun silahlı aktörü Kürdistan İşçi Partisi'nin (Partiya Karkerên Kurdistan - PKK) kurucu lideri Abdullah Öcalan, 1999 yılından bu yana İstanbul yakınlarındaki İmralı Adası'nda bulunan cezaevinde hapis yatıyor. Öcalan, gerek Kürt siyaseti gerek örgütün dağ kadroları tarafından, halihazırda meselenin diyalog yöntemiyle çözümünün sağlanması sürecinin kilit pozisyonunda görülüyor.

PKK öncesi günleri

1949 yılında Şanlıurfa'nın Halfeti İlçesi'ne bağlı Ömerli Köyü'nde doğan Öcalan, Ankara'da Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi'nde eğitim gördü. Mezun olduktan sonra Diyarbakır'da kadastro memurluğu yapmaya başladı. Diyarbakır'daki birçok tapuda halen Öcalan'ın imzası bulunuyor. Taraftarlarınca Serok (Önder) olarak anılan PKK liderinin o günlerine dair bilgiler arasında rüşvet aldığı söylentileri dikkat çekiyor. Köylülerden bazı işlemler karşılığında 10 bin TL rüşvet aldığı öne sürülüyor. Yıllar sonra kendisine bu olay hatırlatıldığında Öcalan, söz konusu parayı örgüt kurmak için kullandığı şeklinde bir yanıt vermişti.
Öcalan, 1971'de Bakırköy Tapulama Müdürlüğü'ne atanınca İstanbul'a gitti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolan Öcalan, aynı yıl kaydını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne aldırdı. Ankara Siyasal'a girişi, tapu memuru Öcalan'ı silahlı bir örgütün kurucu liderliğine taşıyacak yolun dönüm noktasıydı.

Ankara'daki siyasi arayışlarına Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nda (DDKO) başlayan Öcalan, 1970 başında Mahir Çayan ve arkadaşlarınca kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP/C) örgütünde faaliyette bulundu. 1972'de Çayan ve ekibinin güvenlik güçlerinin operasyonunda öldürülmelerini protesto ettiği, ayrıca Doğu Perinçek ve arkadaşları tarafından çıkarılan Şafak dergisini dağıttığı gerekçesiyle gözaltına alındı. 7 ay boyunca Ankara'daki Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldı.

Beraber yakalandığı arkadaşları ceza alırken Öcalan'ın, dönemin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Baki Tuğ'un talebiyle serbest bırakıldığı iddiası, onun devletle bağlantısı tezini kanıtlamak için en sık başvurulan unsurlardan biridir. Öyle ki beraber yakalandığı herkes hapis cezasına çarptırılırken Öcalan'ın kurtulmasının nedeni sorulduğunda Tuğ'un, "Bana yukardan talimat geldi" dediği söylenir.

Kesire Yıldırım ile evliliği

Öcalan'ın resmi nikahlı yegane eşi Kesire Yıldırım'dır. 21 Ekim 1951'de doğan Kesire Yıldırım, Elazığ'ın Karakoçan İlçesi'nde, Cumhuriyet Halk Parti (CHP) destekçisi olarak bilinen ve 2. Dünya Savaşı'nın ardından Tunceli'nin Mazgirt İlçesi'nden gelip Karakoçan'a yerleşen Yıldırım ailesinin en büyük kızıydı. Yıldırımlar, 1925 Şeyh Sait ve 1938 Dersim isyanlarında devletin yanında yer almışlardı. Kesire Yıldırım, Elazığ Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra 1973'te Karakoçan'a bağlı Yeniköy İlkokulu'unda vekil öğretmenlik yaptı. 1974'te Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu kazandı.

Üniversitede sol gruplarla temas kuran Yıldırım, Öcalan ve Apocular denen grubun üyeleriyle 1975'te tanıştı. Kesire Yıldırım ile Öcalan, 24 Mayıs 1978 günü Ankara Gençlik Parkı Nikah Salonu'nda evlendiler. On yıl süren bu beraberlik, Yıldırım'ın 1988'de Öcalan'dan ayrılmasıyla noktalandı.

PKK'nın kuruluşu

Kürt Sorunu, 70'lerin sonunda sol hareket bünyesinde kendine alan bulmuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra Kürt hareketini örgütlemeyi amaçlayan Öcalan, silahlı mücadele fikrini savundu. Bu doğrultuda faaliyet alanını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine taşıdı. 1978'de başlatılan silahlı hareketle adını Apocular veya UKO'cular (Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak duyurmaya başlayan grup, Diyarbakır'ın Lice İlçesi Fis Köyü'nde 27 Kasım 1978'de yaptıkları toplantıyla örgütlenmelerinin isminin PKK olmasına ve kurulacak partinin tüzük ve programının hazırlanmasına karar verdi.

Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan örgütün liderliğini yürüten Öcalan, 12 Eylül 1980 Darbesi'nden kısa süre önce Türkiye'den ayrılarak Suriye'ye yerleşti. Öcalan'ın darbeden hemen öncesinde yurdu terk etmesi halen tartışılır. Kimi devlet yetkililerinin Öcalan'a, ülkeden bir an önce ayrılma tavsiyesinde bulundukları söylenir.
1980 sonrasında ülkede oluşan sıkıyönetim ve baskı rejiminden kaçan Kürtlerin bir kısmı Avrupa'ya sığınırken, bazıları da PKK'ya katılmıştı. PKK bünyesine dahil olanların büyük kısmı Suriye, Lübnan ve Filistin'deki kamplarda silahlı eğitimden geçti. 1984'te Diyarbakır Cezaevi'nden çıkan muhalif Kürtler, kitleler halinde dağa çıkarak PKK'ya katıldı.

1987: PKK'nın En kanlı yılı

PKK'nın düzenlediği ilk kongrede örgütü Kuzey Irak'a doğru genişletmeyi başaran Öcalan, ikinci kongrenin ardından da örgüte ilk kez silahlı eylem talimatı verdi. 1984 yılı itibarıyla kamplardaki üyelerini gerilla savaşına hazırlayan örgüt, Siirt'in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçelerine eşzamanlı baskınlar düzenledi. Öcalan'ın emirleriyle özellikle Hakkâri, Mardin ve Siirt illerini kapsayan bölgedeki askeri hedeflere düzenlenen silahlı eylemlerle çatışma süreci başlatıldı.
Öcalan liderliğindeki PKK, 1980'lerin sonundan itibaren eylemlerini yoğunlaştırdı. Öcalan'a atfedilen ve hakkındaki iddianamede yer alan şu ifade, PKK'nın eylemlerinin şiddeti açısından dönüm noktasıydı: "DEP'e (Demokrasi Partisi) oy vermeyenin tavuğunu bile öldürün". Bu sözler sonrasında 1987 yılında Türkiye, PKK'nın katliamlarıyla sarsıldı. PKK'lıların köyleri basarak kadın ve çocukları dahi öldürdüğü saldırılar, Türk kamuoyunda "Bebek katili Öcalan" imajının doğması ve yerleşmesine sebebiyet verdi.

PKK, 90'lı yıllar boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı dönem dönem ateşkes ilan ettiğini açıklasa da mutlak bir silahlı mücadele içerisinde kaldı. Örgüt; 1993 ilkbaharında ilk kez ateşkes imzaladı. Daha sonra ateşkesin, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın isteğiyle gerçekleştiği öğrenildi. Özal, aralarında gazetecilerin de yer aldığı bazı isimleri Öcalan'a göndererek ateşkes ilan etmesini sağlamıştı. Ateşkes, 24 Mayıs 1993'te birliklerine giden 33 silahsız askerin Bingöl-Elazığ karayolunda PKK tarafından öldürülmeleriyle son buldu. 
'33 Er Olayı', Öcalan ile örgütün diğer önde gelen isimleri arasında çatlak olduğunu ilk kez kamuoyuna gösterdi. 1998'de Türk güvenlik güçlerinin Kuzey Irak'ta düzenlediği operasyonla yakalanan örgütün iki numaralı ismi Şemdin Sakık, o saldırının doğrudan Öcalan'dan gelen emirle yapıldığını söyledi. Sakık, eyleme Avrupa ülkelerinden şiddetli tepki gelmesi nedeniyle Öcalan'ın, daha önce üstlendiği talimatı kabul etmeyerek sorumluluğu kendisine yüklemeye çalıştığını öne sürdü. PKK'nın üst düzey yöneticilerinden Murat Karayılan ise 2011'de yayımlanan Bir Savaşın Anatomisi başlıklı kitabında, infaz emrini Sakık'ın kendi başına aldığını ifade etti.

Öcalan, PKK'nın silahlı ve siyasi faaliyetlerini, 1998 sonbaharına kadar fiilen Suriye'den sürdürdü.

Suriye'den çıkarılması

PKK liderinin yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, üç aylık bir diplomatik baskı ve ABD istihbaratıyla ortak operasyon sayesinde gerçekleşti. Ekim 1998'de dönemin hükümeti, Öcalan'ı topraklarında barındırmaması konusunda Şam'a baskısını arttırdı. 9 Ekim 1998'de Suriyeli yetkililer tarafından sınır dışı edilen Öcalan, önce Yunanistan'a gitti. Atina'nın iltica talebini kabul etmemesi üzerine daha sonra Rusya'ya sığındı. 
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Öcalan'ın Suriye’den ayrıldığı ve Rusya'da barındığını belirlemişti. Ankara hemen Moskova ile temasa geçerek PKK'nın başındaki ismin teslim edilmesini istedi ama beklediği yanıtı alamadı. Dönemin Rusya Ankara Büyükelçisi Aleksander Lebedev, Öcalan’ın ülkelerinde olmadığını açıkladı. Türkiye, Öcalan'ın iade edilmesi için Rusya'ya nota verdi.
Burada 30 gün geçiren Öcalan, Rusya Parlamentosu'ndan sığınma hakkı elde etti. Ancak diplomatik baskılara dayanamayan Rusya, Öcalan'ı İtalya'ya gönderdi. İtalyan makamları, Türkiye'ye iade edilmeyeceği garantisi vererek PKK liderinin iltica işlemlerini başlattıysa da sahte pasaport taşımaktan dolayı onu tutukladı. Büyük yankı uyandıran olay, Roma'nın Öcalan'ı iade edeceğine dair Ankara'nın ümitlerini boşa çıkardı. İtalya Adalet Bakanlığı Müsteşarı Franco Carleone, "İtalyan hükümeti, ölüm cezasıyla karşı karşıya olan birini iade edemez" açıklamasıyla Türkiye'nin talebini reddetti.
Ankara'da Roma'ya karşı büyük tepki oluşurken, ülke genelinde İtalyan mallarına karşı ekonomik boykot başladı. İtalya aleyhinde büyük gösteriler düzenlendi. İtalya'da bir eve yerleştirilen Öcalan, ABD'nin devreye girip baskı uygulaması üzerine Avrupa'nın birçok ülkesinde 'istenmeyen kişi' haline geldi. Bu süre zarfında mahkemeye çıkan Öcalan, sorgusu sırasında İtalyan hakimlere, gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı pişmanlık duyduğunu söyledi. Öcalan'ın cezasını, 'sağlık durumu ve kaçmayacağı yönündeki kanaat' gerekçesiyle ev hapsinde geçirmesine karar verildi. Fakat Türkiye'nin giderek artan diplomatik baskısı nedeniyle çözüm arayışına giren İtalya, PKK liderinin zorunlu ikamet kararını kaldırdı. 65 gün sonra İtalya'yı terk etmek zorunda kalan Öcalan, gidebileceği tüm ülkelerden tek tek olumsuz yanıt aldı. 

Kenya'da yakalanması

İzini kaybettirmeye çalışan Öcalan'ın bir süre Yunanistan'da barındığı, ardından Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'ne gittiği tespit edildi. Öcalan'ın Kenya'nın başkentinde telefonla konuştuğu ve sesinden yerinin tespit edildiği çokça konuşuldu. 14 Şubat 1999'da Kenya güvenlik güçleri, Yunanistan Büyükelçisi'nin ofisini ve konutunu kuşattı. Öcalan'ı daha fazla barındıramayacağını anlayan Yunanistan, PKK liderine istediği ülkeye gitmek üzere büyükelçilikten ayrılması gerektiğini tebliğ etti.
ABD'nin dış istihbarat birimi Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) ve MİT'in ortak operasyonuyla 15 Şubat 1999 günü Nairobi Havalimanı'nda yakalanan Öcalan, Türk güvenlik güçlerince özel bir uçağa bindirildi. Uçakta onu "Memlekete hoş geldin" diyerek karşılayan yüzleri maskeli MİT görevlilerine, "Türk devletine hizmet etmeye hazırım" cümlesiyle karşılık verdi. Öcalan'ın bu sözleri, PKK üyeleri ve örgütü destekleyen kitlelerde şaşkınlık yaratacaktı. 16 Şubat 1999 sabah 03.00 sularında Türkiye’ye getirilen Öcalan, önce Bandırma, oradan da yargılanacağı ve hapsedileceği İmralı Adası'na götürüldü. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, PKK liderinin yakalandığını sabah saatlerinde Türkiye’ye duyurdu.

Yargılanma süreci

Öcalan’ın yargılanması 31 Mayıs 1999’da İmralı Adası'nda kurulan özel mahkemede başladı; dava dokuz duruşmada tamamlandı. Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yürüttüğü dava sonunda Öcalan hakkında şu hüküm verildi: "Kurduğu silahlı PKK örgütünü verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri gerçekleştirdiği sabit görüldü".
Türk Ceza Kanunu'nun 'vatana ihanet' suçunu düzenleyen 125. maddesi uyarınca hakkında idam cezası verildi. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne uyum yasaları gereği -bu yasalarda dönemin koalisyon hükümetinde yer alan Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) de imzası vardı- idam cezasını kaldırması üzerine Öcalan hakkındaki idam hükmü, ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Mahkemenin gerekçeli kararında, 'Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle cezai sorumluluğu azaltan maddelerden yararlanmasının uygun görülmediği' açıklandı.

Oslo'da Çözüm arayışı

İmralı Adası'nda, sadece kendisine tahsis edilen yüksek güvenlikli cezaevinde tutulan Öcalan'ın, Kürt Sorunu'nun çözümü ve PKK'nın silah bırakması için zaman zaman devlet temsilcileriyle görüştüğü kamuoyunda sık sık gündeme geldi.

Örgüt üzerinde halen büyük oranda etkinliği bulunan Öcalan, son yıllarda Kürt siyasetçiler tarafından çözümün adresi olarak gösteriliyor. Öcalan ile mutabakata varmadan PKK'nın silahsızlanmasının ya da müzakere masasına oturmasının mümkün olmadığı, 12 Haziran 2011'deki genel seçiminin ardından daha güçlü şekilde gündeme geldi. Bu yaklaşım, kamuoyunda görece normal karşılanır hale gelse de 'Çözüm Süreci' resmen başlayana kadar Öcalan ile ara ara görüşüldüğü resmen doğrulanmadı.

13 Eylül 2011 günü Dicle Haber Ajansı'nın internet sitesinde yayımlanan bir ses kaydı, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetini bu görüşmeleri kamuoyu ile paylaşmak zorunda bıraktı. Kayıt, o sırada Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan'ın da yer aldığı bir MİT heyetinin, PKK yöneticileriyle Norveç'in başkenti Oslo’da bir araya geldiğini ortaya koyuyordu. Aynı ses kaydı, MİT görevlilerinin ayrıca İmralı Adası'na giderek Öcalan ile görüştüklerini açığa çıkarıyordu. Ses kaydının yayımlanmasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MİT görevlilerini, meseleye çözüm arayışı için bizzat kendisinin görevlendirdiğini açıkladı.

Ev hapsi tartışmaları

2012'ye gelindiğinde, PKK'lı ve iddianameye göre çatı örgüt olan KCK'ya üyelikten yargılananların, başta Öcalan'a ev hapsi olmak üzere bir dizi taleple açlık grevi başlatması, Öcalan'ın tutukluluğu hakkındaki tartışmaları gündeme getirdi. Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) de destek verdiği eylemler, 12 Eylül 2012'de başladı ve 68 gün boyunca devam etti. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, eylemin ancak Öcalan'ın çağrısıyla sona erebileceğini ifade etti.
Başbakan Erdoğan, İmralı’da cezası infaz edilen Öcalan’ın ev hapsine alınmasının mümkün olmadığını söyledi. Ülke çapında düzenlenen eylemler, hükümetin anadilde savunma hakkı konusunda adım atmasını tetiklese de, Öcalan'ın durumunda değişiklik yaşanmadı. PKK liderinin sağlık durumunun kötü olduğu, zehirlendiği yönündeki iddialar zaman zaman yandaşlarını sokağa döktü. Örgüt yıllarca bu iddiaları yandaşlarına eylem yaptırmak amacıyla kullandı. Fakat yapılan tetkiklerde Öcalan’ın sağlık durumunun iyi olduğu belirlendi. Öcalan’ın cezaevi şartları da eylemlere bahane oldu. Sempatizanları Öcalan’ın küçük hücrede tutulduğundan şikayet ettiler. Öcalan’ın yeri iki kez değiştirildi.

Öcalan Yeniden Muhatap

2013'ün ilk günlerinde, MİT görevlilerinin Öcalan ile görüştüğü gündeme geldi. Bir süredir 'İmralı' ile görüşüldüğünü açıklayan Başbakan Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Öcalan'ın Kürt Sorunu'nun çözümünde hâlâ en önemli aktör olduğunun altını çizdi. Ardından 1 Ocak 2013 itibarıyla Türk medyasında, MİT Müsteşarı Fidan'ın 16 Aralık 2012'de İmralı'ya gittiği, Ekim 2012'de başlayan süreç çerçevesinde daha önce iki kere MİT Müsteşar Yardımcısı seviyesinde gerçekleştirilen toplantıların, bu tarihten itibaren Fidan ile Öcalan arasındaki görüşmelere dönüştüğü yönünde haberler çıkmaya başladı.
Bu bilgiler, Başbakan Erdoğan'ın Kasım 2012'deki, " İmralı ile ilgili olarak çeşitli enstrümanları kullandığımız zaman, burada genelde kullanılan MİT'tir; onlar görüşme yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz. Çünkü asıl olan sorunu çözmektir " sözlerini doğrular nitelikteydi. Görüşmelerin yapıldığının açıklanmasından bir gün sonra, BDP Batman Milletvekili Ayla Akat ile BDP'nin desteğine sahip Bağımsız Mardin Milletvekili Ahmet Türk de Öcalan ile bir araya geldi.

İkinci İmralı görüşmelerine BDP Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Pervin Buldan katıldı. Görüşme sonrasında Öcalan tarafından BDP, KCK ve PKK’nın Avrupa Temsilciliği’ne üç ayrı mektup hazırlandı. Avrupa ve Kandil’e mektuplar BDP’li milletvekilleri tarafından götürüldü. Kandil’e gönderilen mektupta Öcalan'ın, " Ne savaşmayı biliyorsunuz ne de barışmayı. Silahlı mücadele dönemi bitti. Bu şekilde savaşarak bir yere varılamaz. Size sunduğum yol haritasını tartışın ve çatışmasızlık sürecini başlatalım" dediği belirtildi.
15 Mart'ta Karayılan, Fırat Haber Ajansı'na (ANF) yaptığı açıklamada mektuba yanıt verdiklerini belirterek şunları söyledi: " Daha önceden de ifade ettiğimiz bazı kaygıları taşımakla birlikte, işler ters dönerse bölgesel avantajları ve taktik performansın başarı kazanabileceğine olan inancımızı da korumakla birlikte, Önderliğimizin ortaya koymuş olduğu stratejik perspektifin daha doğru olduğunu, buna çok güçlü bir biçimde katılmanın kararlaşması ve iradeleşmesi oy birliğiyle gerçekleşmiştir ".

PKK liderinin, 23 Şubat 2013 günü Önder, Tan ve Buldan ile gerçekleştirilen üçüncü görüşmenin tutanaklarının basına sızdırılması, Öcalan'ın süreçle ilgili düşüncelerinin kamuoyuyla paylaşılmasını sağladı. Tutanaklara göre Öcalan, sürecin devamı için hükümetin somut adımlar atması gerektiğini vurguluyordu.
Öcalan, 21 Mart 2013 Nevruz kutlamalarında gönderdiği mektupla, PKK'ya sınır dışına çekilme talimatı vererek 30 yılı aşan savaşın bitebileceğinin somut işaretlerini, alanda toplanan yüz binlerce Kürt’e ve elbette masanın diğer tarafında oturan Türklere verdi. Öcalan ile BDP ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) heyetleri arasındaki görüşmeler devam ediyor.

Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar


http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-abdullah-ocalan


***

7 Mart 2017 Salı

SELEHATTİN DEMİRTAŞ JİTEM ELEMANIMI?


SELEHATTİN DEMİRTAŞ  JİTEM  ELEMANIMI?


24 Ocak 2011

JİTEM Kadrosundan, BDP’ye Atanan Eşbaşkan: Selahattin DEMİRTAŞ

 Cevap verin Demirtas kardesler,kimse yokmu??? 

   Düne kadar komünist felsefeyle Kürt gençlerini zehirleyenlerden biri olan Selahattin Demirtaş, bugün Kürt kılığına bürünerek BDP Eşbaşkanlığı yapıyor 
BDP’de bilindiği gibi “Eşbaşkanlık” sistemi uygulanıyor. Eşbaşkanlardan biri İmralı Kontenjanından ataması yapılırken diğeri ise JİTEM ve benzeri derin devlet uzantılarının kadrolu elemanı olarak görev yapıyor. 

Şu anda nitelik olarak birbirlerinden farkları olmasa da Kışanak’ın İmralı kadrosunu temsil ettiği görülürken Selahattin Demirtaş da derin devlet yapılanmasının PKK içerisindeki ayağını temsil ediyor. Elbette ki Demirtaş’ın JİTEM onaylı olması, masa başında uydurulmuş bir senaryo değildir. Nitekim geçen yaz mevsiminde basın organlarına yansıyan JİTEM itirafçısı Abdulkadir Aygan’ın Demirtaş ile ilgili sözleri, Selahattin Demirtaş’ın kirli-gizli bağlantılarının hiç de yabana atılacak cinsten olmadığını ortaya koyuyordu.

PKK’de insiyatifi ele geçiren JİTEM bağlantılı ekip ile girilen kirli bağlantıları ifşa eden Aygan, Kürt illerinde yaşanan çatışma ortamından faydalanarak servet sahibi olanların bulunduğuna dikkat çekiyor ve şu flaş ifşaatta bulunuyordu:

“ Şu an BDP başkanı olan şahsın, evlilik safhasında kardeşi vasıtasıyla JİTEM’ci Abdulhekim Güven’den yüklü miktarda para yardımı aldığı bilgim dâhilindedir. Bu olayı bizzat kendisinin (A.H Güven adlı JİTEMciyi kastediyor) ağzından duydum. Diyarbakır Orduevi bitişiğindeki sinemanın teras katındaki içkili restoranda bana anlattı. Yanımızda Selahattin Demirtaş’ın kardeşi olarak tanıttığı bir şahıs da vardı. Şahıs lavaboya gidince Abdulhekim bunları bana anlattı. Hepsi yaşıyor, yalan ise çıkıp söylesinler.”

Evet, yalansa çıkıp söylemeleri gerekiyordu ama bugüne kadar Demirtaş ailesinden kimse çıkıp buna itiraz etmedi. Daha doğrusu itiraz etme gereği bile duyulmadı. Çünkü bu, iki oluşumun zımnen vardığı bir anlaşım-paylaşım neticesinin sonucuydu. JİTEM’in BDP’ye sızdırdığı Demirtaş gibi bir elemanı sorgulamak, hakkındaki iddiaların hesabını sormak da bu vesileyle işleyen organize işler sayesinde mümkün değildi. BDP tabanının da tavana karşı sorgulayıcı bir pozisyonda olma şansının olmadığı da zaten ortadadır.
Dikkatinizi çekti mi bilinmez ama, Hizbullah tahliyeleri sonrası BDP ve PKK içerisindeki Jitemci derin yapılanmanın otuz yıldır süren çatışmalı ortamda ölen kırk binden fazla kişinin hesabını soracağı adresi nasıl gizleme taktikleri uyguladığı ortadadır. Devletin ve devlete çöreklenmiş karanlık yapıların işledikleri cinayetlerin faillerin özenle kamuoyunun dikkatinden kaçırma çabaları Demirtaş ve derin ekibin en fazla yoğunlaştığı mesele olmuştur. Gittikleri her yerde Hizbullah tahliyelerini bahane ederek derin yapılanmaların öldürdüğü kişilerin hepsinin failleri olarak lanse etme çabasına girmiştir. Bu çaba en son Van’da yaptığı bir konuşmada yine Demirtaş’ın sözlerine yansımıştır.
Demirtaş’a göre Hizbullah diye bir şey yoktur, olanlar da derin devletin elemanlarıdır. Devletin gücü olmasaymış bunlar değil adam öldürme, traş bile olamazlarmış!

Oysa bu memlekette Aziz olan insanların, Derin Devlet adına taşeronluk yapanları nasıl zelil kıldığını en iyi bilenlerdendir kendisi. Dün, “ Sakallarını kesmek için sıraya girecekler ” diyen derin devlet unsurlarına dünyanın nasıl dar geldiğini en iyi bilenlerdendir kendisi.

Babası Arif Doğan, nasıl ki her türlü rezilliğe bulaşan tetikçilerinin derin acısını yüreğinde hissetme refleksiyle dezenformasyona baş vuruyorsa, Arif Doğan’ın manevi oğlu olarak Selahattin Demirtaş da aynı refleksle, aynı kuyruk acısıyla cinayet ve sabotajlara bulaşan derin tetikçilerin derin acısını yüreğinin derinliklerinde hissetmektedir. Uzun zamandır Demirtaş ve ekibinin işlenen cinayetlerle ilgili Jitem ve benzeri karanlık yapılanmaları dillerine doladıklarını gördünüz mü hiç? Bırakın dillerine dolamayı, Jitem’i gizlemek ve tüm suçların faili olarak Hizbullah’ı göstermek artık bir Derin PKK/BDP ile JİTEM/ERGENEKON operasyonuna dönüşmüştür.

Eğer tüm bunlara hâlâ inanmıyorsanız, bugün kendilerine bağlı belediyelerin uygulamaları, ihale dağılımları ve komisyoncu ekiplerinin icraatları tüm bunların delilidir. Kendilerinin mağdur ettikleri insanları, “şehit yakını” diyerek asgari ücretle, taşeronların elinde kölelik icra ettirilirken, zavallı halka inşa edeceği bir evin ruhsatını dahi alabilmek için esrarengiz adreslere yönlendirilmekte, “hücre evlerini” andıran statüsü meçhul “büro”larda inşaat fiyatlarının yarısı kadar bir meblağ ödettirilmektedir. Kürt halkı giderek fakirleşirken rüşvet, komisyon, harç, haraç, vergi toplamakla meşgul esrarengiz siyasetçiler habire zenginleşmekte, servetlerine servet katmaktadırlar.

Üstelik bu uygulama, “ Kürt Özgürlük Mücadelesine katkı ” adı altında o kadar aleni yürütülüyor ki bu organizeli işleri yapan zevatın adı, sanı, hatta adresleri bile herkesin malumu olmasına karşın nedense bu kanunsuz uygulamaların hiç birisi takibata uğramamakta, ortam dinlemelerinden sıyrılmakta, KCK operasyonlarında asla etkilenmemektedir. Bu durum sizce de garip değil mi?
Birileri çile çekerken, birileri tahrik edilerek çocuğu dağlara sürülürken birilerinin de bir gün cebi, öbür gün göbeği şişmektedir. Dolayısıyla BDP ve PKK tabanı JİTEMCİ arıyorlarsa ilk önce kendi içlerinde tahrik kampanyaları yürüten, yürüttükçe servetlerine servet katan sözde siyasi aktörlerine baksın; Hasseten de JİTEMCİ Demirtaş’a!

Zaten her JİTEMCİ kuyruklu olacak ya da öküzleri andıran boynuzu ile arz-ı endam edecek diye bir kural yok ya! Öyle olsaydı, BDP Meclis grubunda boynuzlar birbirine dolanır, kuyruklar havada uçuşurdu.

Hüseyin Sağlam / Doğruhaber

http://jitemciler.blogspot.com.tr/2011/01/jitem-kadrosundan-bdpye-atanan-esbaskan.html

**

6 Mart 2017 Pazartesi

ATIN BU HAİNLERİ MECLİSTEN


ATIN BU HAİNLERİ MECLİSTEN,


 
Meclis'te Terörist ( PKK ) İstemiyoruz! 
Özgür Erdem



PKK ile BDP arasında fark yok

" Meclis'te terörist istemiyoruz " dediğimiz zaman BDP ile PKK arasında fark olduğunu, BDP'lileri terörist olarak görmemek gerektiğini söyleyenler oluyor.

Gerçekten öyle mi?

Öncelikle şunu vurgulayalım. Türkiye'de PKK'lı olmak bir suç. Çünkü PKK yasadışı bir terör örgütü. Bu nedenle, açıkça PKK'lı olduğunuzu söylerseniz, anında tutuklanır, yargılanır ve "terör örgütü üyesi olmaktan" hüküm giyerek birkaç sene yatarsınız.

BDP gibi, DTP-HADEP-DEHAP-DEP-HEP gibi partilerin kuruluş amacı da PKK'yı yasal düzlemde savunmaktan başka bir şey değildir.

Yani PKK'lı olmak yerine BDP'li olursunuz, böylece yargılanmaktan kurtulursunuz. PKK'nın savunduğu her şeyi savunabilir, PKK'ya destek olabilir, hatta PKK propagandası da yapabilirsiniz.

Gerçi, terör örgütünü övmek, terör örgütüne yardım ve yataklık yapmak da ağır bir suçtur, ancak bunları bir yasal parti çatısı altında yaptığınız zaman yasalar size biraz daha fazla tolerans tanır. Hele hele AKP iktidarının " Siyasi partileri kapatmayı Zorlaştıran" yasa değişiklikleri de düşünülürse, bu durum çok daha kolaydır.

Şimdi burada bir duralım.

İşbirlikçi basınımızda farklı bir algılama yaratılmaya çalışılsa da yasal bölücü partiler ile yasadışı bölücü terör örgütü arasında bir fark, ayrım yoktur.

Her şeyden önce, BDP'liler PKK'yı bir terör örgütü olarak tanımaz. PKK'yı kınamak, terör eylemlerine karşı çıkmak bir yana PKK'yı öven açıklamalar yapar.

Kimi Kürtçü yazarların iddia ettiği gibi BDP ve PKK'nın söylemleri ayrı mıdır peki?

Hayır. BDP'liler PKK'nın taleplerini birebir aynen tekrarlarlar.

Peki BDP ile PKK arasında yöntem farkı var mıdır? Biri silahlı diğeri de silahsız bölücülük yapmakta mıdır?

Hayır. Bin kere hayır.

Çünkü son KCK operasyonu başta olmak üzere pek çok operasyonun da ortaya koyduğu üzere, PKK ile BDP iç içe geçmiş örgütlerdir. BDP'nin sadece üyeleri değil, pek çok yöneticisi, belediye başkanı aynı zamanda PKK üyesidir.

BDP binalarında defalarca kez molotof kokteylleri ve silahlar ele geçirilmiştir. BDP'nin eylemlerinde PKK bayrakları sallandırılmakta, Apo posterleri açılmakta, PKK ve Apo leyhine sloganlar atılmaktadır.

Yani, iki örgüt arasında bir yöntem farkı yoktur.

Sadece bölücüler yasaların izin verdiği ölçüde bölücülüğü BDP çatısı altında yapmakta, yasaların sınırları dışındaki eylemleri ise PKK adına gerçekleştirmektedir.

Peki, BDP ile PKK birbirinin alternatifi iki bölücü akım mıdır?

Hayır. İki örgüt birbirinin alternatifi olsa, birinin güçlü olduğu yerde diğerinin güç kaybetmesi gerekirdi. Halbuki öyle değildir.

Hakkari bunun en açık örneğidir. Hakkari, BDP'nin en güçlü olduğu şehirdir. Üç milletvekilinin üçü de BDP tarafından kazanılmıştır. Belediye seçiminde BDP %90'a yakın oy almıştır.

Hakkari, aynı zamanda PKK'nın da en güçlü olduğu şehirdir. O kadar ki, şehir adeta PKK'nın kurtarılmış bölgesi gibidir. Güvenlik güçlerine sürekli saldırılar düzenlenmekte, neredeyse bütün şehrin katıldığı illegal gösteriler yapılabilmektedir.

Bu durum, BDP'nin güçlü olduğu bütün şehirlerde böyledir. Belediye başkanlığını BDP'nin kazandığı bütün şehirlerde PKK da çok güçlüdür.

Dolayısıyla, BDP'nin güçlenmesi PKK'ya güç kaybettirmek bir yana, PKK'nın gücünü artırmaktadır.

Peki, bu kadar açık bir duruma rağmen, niye hâlâ BDP ile PKK'nın ayrı örgütler olduğu iddia ediliyor?

Bu tamamen bölücülüğe teslimiyetle alakalı bir durum. Türkiye'nin bölünmesinden rahatsız olmayanlar, ülkesinin bölünmesine asla izin vermeyecek Türk milletinin kafasını karıştırmak için bu propagandayı yapıyor. Amaç Türk insanının bölücülüğe karşı uyanıklığına zarar vermek.

Böylelikle BDP daha fazla meşruiyet kazanıyor. BDP meşruiyet kazandıkça PKK da adım adım meşru bir siyasi harekete dönüşüyor. PKK ile Türk devletinin masa başına oturacağı günlere de Türk milleti bu şekilde hazırlanıyor.

Bu senaryoyu bozmanın ilk adımı BDP'lilerin PKK'lı kimliklerini Türk milletine tekrar hatırlatmak olacaktır.

Ulusal Parti " Meclis'te terörist istemiyoruz " kampanyasıyla bu ilk adımı atmıştır.

http://www.turksolu.com.tr/328/erdem328.htm


****

16 Nisan 2015 Perşembe

1980 SONRASINDAN DERS ALAMAYAN SHP=SODEP= CHP BUGÜN CHP HDP (BDP) İTTİFAKINI KONUŞUYOR


1980  SONRASINDAN DERS ALAMAYAN SHP=HEP=HP=SODEP= CHP..
  BUGÜN CHP & HDP  İTTİFAKINI KONUŞUYOR


Son günlerin moda konusu CHP-BDP ittifakı. Her ne kadar CHP lideri Kılıçdaroğlu son grup toplantısında “Bir ittifaktır tutturmuşlar. Ne ittifakı? Kim konuşuyor bunları? Böyle bir şey yok diyoruz, yine tartışıyorlar” diyerek bu iddiayı net bir dille yalanlasa da basında bu yöndeki yayın ve yorumlar aynı hızla devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde, “CHP BDP ile ittifak yaparsa iktidar olur” diyen bir genel başkan yardımcısının (Taraf, 22 Kasım 2010) yanı sıra Pollmark gibi AKP’ye yakınlığı ile bilinen bir kamuoyu araştırma şirketi yetkilisi söz konusu ittifakın CHP’ye 6,5 puan getireceğini dahi söyledi. (A.Aydıntaşbaş, Milliyet, 22 Kasım 2010) Bunlara ek olarak gazetelerde ve televizyonlarda yapılan yüzlerce yayın da cabası.
Partinin resmi ağızlarından çıkan aksi yöndeki ifadelere rağmen siyaset kulislerinde ve basında CHP’ye yönelik bir psikolojik harekâtın yürütüldüğü açık bir gerçek…
Geçtiğimiz haftadan bu yana devam eden bu tartışmalar içerisinde sıkça 1991’deki SHP deneyimine atıfta bulunulduğuna şahit oluyoruz. CHP liderinin “Yeni CHP” söylemini kullanan çevreler, Kılıçdaroğlu’na SHP örneğini sunuyorlar. BDP Muş milletvekili Sırrı Sakık bile “iktidar olmak için SHP Ruhu”ndan bahsediyor bugünlerde! (Amberin Zaman, Habertürk, 19 Kasım 2010)
Pek çok konuda olduğu gibi SHP ve 1991 deneyimi konusunda da herkes işin kendilerine yarayan tarafından tutup gerisini boş veriyor…
Şimdi gelin 1991’de SHP ile HEP arasındaki işbirliği nasıl sağlandı, o dönemde neler yaşandı, SHP söz konusu ittifaktan ne elde etti sorularına yanıt aramaya çalışalım…
İNÖNÜ’NÜN ALDIĞI RİSK
SHP açısından 1987 seçimlerinde sergilenen performans hayati önem taşımıştır. 1983’te iktidara gelen Turgut Özal’ın ANAP’ına karşı girilen 1987 genel seçiminden Erdal İnönü’nün SHP’si ülke genelinde %24,7 oy alarak ikinci parti olarak çıkmıştır. TBMM’de elde ettiği 99 milletvekili ile ana muhalefet partisi konumuna yükselen SHP bu çıkışını genel seçimlerden iki yıl sonra yapılan yerel seçimlerde de devam ettirmiştir.
1987 Genel Seçimi’nde ikinci parti olan SHP, 1989’da yapılan yerel seçimlerden net bir zaferle ayrılmış; iktidardaki ANAP’a tam 7 puan fark atarak seçimlerin galibi olmuştu. Yerel seçim sonuçlarında genel seçime dair önemli bir veri kaynağı olarak kabul edilen il genel meclisi oylarında ise %28,6’ya ulaşan SHP iki yıl önceki genel seçimlere göre oylarını 4 puan artırmıştı.
1989’da başta Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Gaziantep ve Kayseri olmak üzere toplam 39 ilin belediye başkanlıklarını kazanan SHP 1991 seçimleri için umutlanmaya başlamıştı…
1991 seçimlerine giden süreçte SHP’nin bugünkü BDP’nin “atası” sayılabilecek olan HEP ile işbirliği gündeme gelmişti. Bugün pek hatırlanmasa da SHP o dönemde-bir tür solda birlik projesi olarak-Ocak 1991’de kurulan Sadun Aren’in Sosyalist Birlik Partisi ile de işbirliği yapmak istemiş ancak anlaşma sağlanamamıştı. (H.B.Kahraman, Sosyal Demokrasi-Türkiye ve Partileri, 1993, s. 88-89)
İnönü o günlerde kimsenin cesaret edemeyeceği bir siyasi riski üstleniyor; reel politiğin aksine büyük bir idealizmin peşine düşüyordu: HEP ile işbirliği yaparak hem Kürt siyasetinin temsilcilerine TBMM çatısı altında meşru siyaset yapma fırsatını sağlayarak “ulusal birliği” sağlayacak hem de partisinin Güneydoğu’daki varlığını güçlendirecekti. İnönü bu siyasetçilerin dışlanmasının aynı zamanda bölgenin ve sorunlarının da dışlanması anlamına geldiğine inanıyordu. Bu girişimle HEP’li vekillerin SHP çatısı altında bölgenin meselelerini ülkenin ve siyasetin gündemine taşımasına fırsat tanınacağına inanıyordu.
O dönem Fehmi Işıklar liderliğindeki HEP ile SHP arasında yapılan görüşmeler sırasında bir protokol üzerinde anlaşmaya varılmıştı. Buna göre Hakkâri, Bitlis, Van, Mardin, Batman, Muş, Diyarbakır, Adıyaman, Şanlıurfa ve Mardin gibi Güneydoğu illerinde SHP’nin milletvekili adayları HEP tarafından belirlenecekti. Buna ek olarak, İstanbul ve İzmir’de de HEP’li adaylara yer ayrılacaktı. (Vural Savaş, Atatürk’ün Kemiklerini Sızlatan Parti CHP, 2003, s. 19)
VE SONUÇLAR
SHP içinde ise özellikle Deniz Baykal’ın başını çektiği bir grubun başından beri HEP ile işbirliğine olumsuz baktığı bilinen bir gerçekti. Terör örgütü ile oldukça içli dışlı bir görüntü veren bu hareketin partiye zarar vereceğine, oy kaybına neden olacağına inanıyorlardı. Bu anlamda SHP içinde parti liderliği ile Baykal grubu arasında bir gerilim yaşanmaktaydı. Yine de genel başkan olarak İnönü’nün istediği yolda ilerlenmiş; SHP 1991 seçimlerine HEP ile ittifak yaparak girmişti…

Ve sonuçlar…

1987’de elde ettiği %24,7’yi 1989 yerel seçimi il genel meclisinde %28,6’ya yükselten SHP, 1991 genel seçiminde %20,7’ye düşmüş; seçimden DYP ve ANAP’ın ardından üçüncü çıkmıştı.

Parti Türkiye çapında 74 ilden 44’ünde milletvekili çıkaramamıştı! (Milliyet, 21 Ekim 1991)

1987 seçimine oranla dört puanlık bir düşüş ve yaklaşık bir milyonluk oy kaybı yaşayan SHP bunun sonucu olarak 11 sandalye kaybederek TBMM’deki 99 olan milletvekili sayısını 88’e düşürmüştü…
Seçim sonucu ortaya çıkan Türkiye haritası ise HEP ile yapılan işbirliği bakımından yorumlandığında SHP açısından çok şey ifade ediyordu…
İşbirliği bir noktada işe yaramış, İnönü’nün beklentisi doğru çıkmış; SHP Güneydoğu Anadolu’da oy oranını %35’e yükseltmişti. 1987 seçiminde hiç vekil çıkaramadığı Van, Siirt, Muş, Erzincan, Adıyaman gibi illerde neredeyse tulum çıkaran SHP, Diyarbakır’daki vekil sayısını 4’ten 7’ye; Mardin ve Gaziantep’te ise 2’den 5’e çıkarıyordu. Bunların yanında bölgenin diğer illerinden de en az birer vekil çıkaran SHP, Mersin ve Hatay gibi güney illerinde de bir iki istisna dışında bütün vekillikleri kazanmıştı. Bu bölgeden milletvekili çıkarmayı başaramadığı tek il ise 1987’de olduğu gibi 1991’de de Şanlıurfa olmuştu…
Güneydoğu’da işler SHP açısından yolunda giderken Karadeniz, Marmara ve Ege’de ise tam tersi istikamette tezahür etmişti. (Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye, 2002, s. 227)
Amasya ve Tokat’tan alınan birer vekillik dışında SHP Karadeniz’de silinmişti…
Marmara’da ise özellikle Trakya bölgesinde büyük bir oy kaybı yaşanmıştı. Daha önce ikişer milletvekili çıkardığı Edirne ve Tekirdağ’da “sıfır çeken” SHP, Kırklareli’nde 2’den 1’e düşmüştü! İstanbul’da ise 1987’deki 14 vekilin yerini 1991’de sadece 5 vekil alabilmişti!

Ege’ye bakıldığında da durum aynıydı…

İzmir’de 1987’de elde edilen 10 milletvekili 1991’de 4’e düşmüştü! Bir önceki seçimin aksine Balıkesir, Aydın ve Manisa’da “sıfır çeken” SHP, kalesi olarak gördüğü Muğla’dan da ancak 1 milletvekili çıkarabilmişti…
Hiç şüphe yok ki bu sonuçlar 1987 ile karşılaştırıldığında SHP için büyük bir başarısızlıktı. Partinin muhalefette iken böyle bir yenilgi yaşaması dönemin basınında 91 seçiminin asıl mağlubu olarak ANAP yerine SHP’nin gösterilmesine neden olmuştu…
Parti içinde ise zaten var olan gerilim ortamı bu aşamadan sonra tamamen bir parti içi mücadeleye dönüşecek; İnönü-Baykal kurultayları başlayacaktı…
Bu süreçte 91 seçimlerine yönelik en çok tartışılan konu HEP ile yapılan işbirliği olmuştu. Pek çok kişiye göre ortaya çıkan seçim sonuçları söz konusu ittifakın SHP’ye Güneydoğu Anadolu dışında büyük bir oy kaybı yaşattığını gösteriyordu. Özellikle Ege, Marmara ve Karadenizli seçmen söz konusu işbirliğine büyük tepki göstermişti!
Partinin yetkili isimleri tarafından HEP ile yapılan ittifak seçmene doğru dürüst izah edilememiş; rakip partilerin bu konuyu kendi kampanyalarında kolayca istismar etmelerine müsaade edilmişti partiye yakın çevrelere göre…
ECEVİT OLAYI
Bu konuda SHP’ye en büyük muhalefeti yapan ve sonuçta ciddi bir oy kaybı yaşamasına neden olan ise hiç kuşku yok ki Ecevit ve DSP olmuştu. 1989’dan itibaren SHP ile HEP arasındaki yakınlaşmaya muhalefet eden Ecevit, bu yakınlaşma 1991’de işbirliğine dönüşünce sesini yükseltmeye başlamıştı. Ecevit’e göre, SHP “bölücülük” yapıyor; bir etnik harekete destek oluyordu. Seçim kampanyasında bunu ustalıkla kullanan Ecevit’e SHP’nin tek yanıtı ise “Ecevit’in solcu olmadığı” idi. (Ercan Yavuz, Yumruksuz Sol: DSP, 2004, S. 61-65)
Ancak görünen o ki, seçmeni etkilemeyi başaran Ecevit olmuştu…
1987 seçimlerine göre 1991’de SHP’nin oy kaybı yaşadığı her ilde DSP’nin yükselişi göze çarpıyordu. Hatta Edirne gibi illerde SHP silinirken, yerinin DSP tarafından ele geçirildiği gözleniyordu. Bunların da etkisiyle DSP 1987’ye oranla 1991’de ülke genelinde 600 bin oy daha fazla kazanıyor; barajı geçerek TBMM’ye girmeyi başarıyordu!
SHP’ye göre ise Ecevit bir kez daha “bir bölen” olmuş; sol oyları bölerek Demirel’in DYP’sine iktidar yolunu açmıştı!
Değerli okurlar,
1991 ve SHP deneyimi bugüne ışık tutacak pek çok veriyi barındırıyor. Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi olarak tanımlanabilecek Haziran 2011 seçimlerine giden yolda atılacak her adımın büyük bir önemi olacaktır. Dikkatli ve uyanık olmakta, yakın tarihin tecrübelerini göz ardı etmemekte büyük fayda vardır…
Ali Bilgenoğlu

KONUYLA İLĞİLİ DİĞER  HABER..,


Baykal, İnönü'ye HEP ile ittifak için baskı yaptı
SHP Genel Sekreteri Ketenci, dönemin SHP Genel Başkanı Erdal İnönü'ye HEP ile ittifak yapılması için CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın baskı yaptığını söyledi
SHP Genel Sekreteri Ketenci, 1991 seçimlerindeki SHP-HEP ittifakını reddeden CHP lideri Baykal'a sert çıktı. Ketenci, Baykal'ın, 1991 seçimleri öncesi Erdal İnönü'yü HEP ile ittifak yapmaya zorladığını iddia etti

CHP lideri Deniz Baykal'ın şimdiki PKK elebaşısı Zübeyir Aydar'ın 1991 seçimlerinde SHP-HEP ittifakıyla Meclis'e girmesiyle kendisinin bir ilgisi olmadığı iddiasını SHP Genel Sekreteri Ahmet Güryüz Ketenci çürüttü. SHP Genel Sekreteri ve İstanbul Milletvekili Ketenci, "Gerçekler tarih sayfalarında kayıtlıyken, Sayın Baykal nasıl oluyor da 'SHP ile ilgim yok' diyebiliyor" dedi. Ketenci, TBMM'de düzenlediği basın toplantısında, "Sosyal Demokrat Halkçı Parti'den 1987 ve 1991'de iki kez milletvekili seçilen, Grup Başkanvekilliği ve Genel Sekreterlik yapan Baykal, SHP'yi nasıl inkar edebilir" diye sordu.

Baykal'ın, 1991 seçimleri öncesi Erdal İnönü'yü HEP ile ittifak yapmaya zorladığını iddia eden Ketenci, "Baykal, ittifakın başarılı olması halinde Kürt kökenli delegelerden puan alacak, başarısızlık halinde İnönü'yü eleştirerek kurultayda prim yapmaya çalışacaktı. Bir tuşla iki kuş vuracaktı" diye konuştu.

Güryüz Ketenci, şöyle devam etti: "Siyasette vefasız ve güvenilmez bir çizgi izlemeyi, tavır ve duruş sergilemeyi ilke; inkarcılığı ise siyaset yapmak sayan Baykal, bugün de 'Dün dündür, bugün bugündür' tarzını sürdürmektedir. Sosyal Demokrat Halkçı Parti'den 1987 ve 1991'de iki kez milletvekili seçilen, Grup Başkanvekilliği ve Genel Sekreterliği yapan Sayın Baykal, SHP'yi nasıl inkar edebilir? Aklı duygularının önüne geçemediği için 3 kez İnönü karşısında genel başkan adayı olan ve yenilen Baykal değil midir? Bütün bu gerçekler tarih sayfalarında kayıtlıyken, Sayın Baykal nasıl oluyor da 'SHP ile ilgim yok' diyebiliyor."