Mahir Çayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mahir Çayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2019 Cumartesi

TÜRKİYEDE TERÖRLE MÜCADELEDE PKK ÖRNEĞİ., BÖLÜM 11

TÜRKİYEDE TERÖRLE MÜCADELEDE PKK ÖRNEĞİ.,  BÖLÜM 11




ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

TÜRKİYE'DE TERÖRLE MÜCADELEDE TÜRK KAMU YÖNETİMİNİN İŞLEVLERİ: PKK ÖRNEĞİ 

Son bölüm olan üçüncü bölüm PKK'nın kuruluşundan bu yana yaşadığı değişimi ve PKK'ya karşı mücadelede diğer bir deyişle terörle mücadelede Türk 
kamu yönetiminin işlev açısından incelenmesini konu alır. İlk bölüm terörizm hakkında kavramsal çerçevenin oluşmasına, ikinci bölüm ise Türkiye'nin genel 
itibariyle maruz kaldığı terörizmin anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Üçüncü bölüm yani PKK ve terörle/terörizmle mücadele ise elbette bu iki kavramın tamamlayıcısı olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim terörizmin olduğu her yerde güçlü ya da zayıf, doğru ya da yanlış, etkili ya da etkisiz, legal ya da illegal bir terörizmle mücadele çabası mevcuttur. 

Türkiye'nin PKK örneğinde terörle mücadele deneyimine değinmeden önce mücadele yöntemi ile mücadele edilenin birbirine bağımlılığı kapsamında PKK'nın irdelenmesi gerekmektedir. Zira PKK'ya karşı verilen terörle mücadele çabası PKK'yı ve PKK'da terörle mücadele sürecini ve yapısını derinden ve karşılıklı biçimde her dönem etkilemiştir. 

3.1. PKK'nın (Partiya Karkerên Kurdistan/Kürdistan İşçi Partisi) Tarihçesi, Örgüt Yapısı ve Finansal Kaynakları 

Bu çalışmanın en önemli noktasını PKK terör örgütü oluşturmaktadır. Birinci bölümde teorik olarak ele alınan "terörizm" kavramı, PKK'nın son kırk yıldır 
Türkiye'de güncelliğini koruması nedeniyle en net biçimde ancak bu terör örgütünde pratiğe geçmiş biçimde incelenebilir. PKK'yı incelemeye geçmeden önce ise birkaç konudan söz etmek gereklidir. 

PKK üzerine yapılan çalışmalarda görülen yanlışlardan biri, artık olaydan çok olgusal bir nitelik taşıyan PKK'nın Kürtler ve Kürt Sorunu ile olan bağı çerçevesinde araştırmacıların bu iki kavram konusunda ön kabullerde bulunarak araştırmalarına başlamalarıdır. Kürtlerin bir Türk boyu ya da Kürt Sorunu'nun aslında bir terör sorunu olduğu kabulü gibi önyargılarla PKK üzerine inceleme yapmak elbette konuyu bilimsellikten uzak tutmaktadır. Dahası Kürtlerin kökeni ve Kürt Sorunu'nun yapısı PKK gibi kendi başına bir araştırma konusu olacak kadar geniş ve derindir. Bu nedenlerden ötürü bu çalışmada PKK konusunu incelemeye, Kürtlerin kökeni ya da Kürt Sorunu'nun olup olmadığı ya da aslında ne olduğu konusunda bir ön kabul ile başlanmamaktadır. Yine de bu, PKK'nın Kürtler ya da Kürt Sorunu'ndan tam anlamıyla bağımsız bir kavram olduğu anlamına gelemez. Bu nedenle bu iki kavrama kısaca değinmekte yarar var. 

Kürtlerin Kökeni: Bu konuda pek çok görüş ortaya konmakla beraber bu görüşlerin aynı konuda çalışılıyor olmasına rağmen birbirlerinden tam anlamı ile 
farklı dayanaklara sahip olması bu görüşlerin bilimselliğini tartışılır duruma getirmişti. Kürtlerin kökeni konusundaki görüşlerden bazıları şunlardır 
(Dündar, 2009: 39): 

. Kürtlerin köken olarak Mezopotamya'nın en eski kavimlerine dayandığı iddiası, 
. Kürtlerin kökenini esas itibariyle Medlere kadar uzandığı iddiası, 
. Kürtlerin kökeninin Araplardan geldiği iddiası, 
. Kürtlerin köken olarak Ermenilerle aynı ırktan olduğu iddiası, 
. Kürtlerin Türklüğünü iddiası. 


Bu görüşleri Kürtlerin entelektüeli sayılan Altan Tan ise şu şekilde (2011: 24-27) sıralamıştır: 

. Kürtlerin ilk atalarını Subarular, Huriler, Urartular, Karduklar, Kurtiler ve Gutiler gibi Hint-Avrupa kökenli Arilere dayandıranlar, 
. Kürtlerin esas atası olarak Perslerle aynı kökten ve akraba oldukları öne sürülen ve MÖ 2 binli yıllardan itibaren İskandinavya ve Baltık 
  sahillerinden Rusya steplerini geçerek Kafkaslar ve Azerbaycan üzerinden Batı İran'daki Zağros dağlarına gelen Medleri kabul edenler, 
. Kürtleri Kafkas halklarına yakın bularak Ermeniler ve Gürcülerle akraba olduklarını öne sürenler, 
. Kürtlerin yerli halkların devamı olduklarını ileri sürenler. 

XIX. asırda giderek daha da yoğunluk kazanan Kürtlerin kökenini bulma çalışmaları genel itibariyle V. Minorsky,44 

M. S. Lazarev, B. Nikitin gibi Rus yazarların araştırmalarına dayanmakta beraber Türk araştırmacılar -örneğin, Fahrettin Kırzıoğlu- daha çok Kürtlerin Türklüğü 
konusunda çalışmalar yapmışlardır. Tüm bu çalışmalar sonucunda ortaya konan görüşlerin hiçbirinde genel bir uzlaşı bulunmamakla beraber Minorsky'in de dile getirdiği gibi (2004: 45) İslami kaynakların ve Kürt geleneklerinin Kürtlerin kökenini aydınlatmaya yeterli olmaması, bu konunun muğlâklığını devam ettirmektedir. 

Kürt Sorunu: 

Lozan Barış Konferansı'nda "Doğu Sorunu" olarak doğan bu kavram, bu dönemde, temelde Kürtlerin bir azınlık olduğu söylemini ifade eden ve 
Musul sorununa yönelik bir İngiliz politik manevrası iken 1960'lardan günümüze bu kavramın çok daha farklı konular içerdiğini söylemek mümkün. Bu kavram 
günümüzde büyük ölçüde Kürtlerin kökeni yani Kürtlerin ayrı bir millet olup olmaması durumu ve bu durumun ortaya çıkardığı bölünme korkusu (Serv fobisi) ve bunu önlemeye yönelik artan baskının ortaya çıkardığı toplumsal bilinçsizlik ve Kürtlerde oluşan dışlanma hissinin yansımasıdır. Kürt Sorunu'nu doğuran-güçlendiren başlıca nedenler şöyle sıralanabilir: 

a. Cumhuriyet devri Kürt isyanları, 
b. Ulus devlet yaratma sürecinde "Kürt" kimliğinin bastırılması ve inkâr politikası,45 
c. Devletin ısrarla uyguladığı baskı politikası, 
d. 12 Eylül Darbesi sırasında yapılan işkenceler, 
e. Türk Gladio'su Özel Harp Dairesi'nin (kontrgerilla) faaliyetleri, 
f. 1990'lı yıllarda doruk noktasına ulaşan JİTEM cinayetleri, 
g. Doğu-Batı arasındaki kültürel ve ekonomik eşitsizlik, 
h. Sorunun salt ekonomik olduğu kanısı, 
i. Sorunun ayrıca bir terör sorunu olduğu kanısı ile çözümün TSK'ya devri, 
j. Sorunu "dış mihrakların karanlık oyunu" olarak kabul edip iç sebepleri göz ardı edilmesi, 
k. PKK'nın ortaya çıkardığı terörizm sorunu. 

Kürt Sorunu uzun yıllar boyunca "Terör Sorunu" ya da "Doğu Sorunu" olarak kabul edilmiş "Kürt" sözcüğünün herhangi bir şekilde kullanılmasından çekinmiştir. 

Devletin Kürt politikasını Oran şöyle (2010: 46) özetlemektedir: 

. 1919-91: 
o İnkâr, 
. 1992-2001: 
o Baskı, yargısız infazlar, 
o Ayrımcılık, 
o Sınırlı tanıma, 
o Sınırlı reformlar, 
o Faşist tepki (Kürtlerden alışveriş yapmayın, kız alıp vermeyin), 
o Derin Devlet'in yükselişi, 
. 2001-2004 ve 2008 sonrası: 
o AB Uyum Paketleri. 

"Kürt Sorunu" kavramı ne Kürtlerin sorun olmasını ne de sorunun Kürtlerle ilgili olmasını ifade eder. Daha da açacak olursak; Kürt Sorunu Kürtlerin sorun 
olması anlamına gelmez; çünkü sorunun temeli salt etnik farklılıkla ifade edilemeyecek kadar çok başlıdır. 

Kürt Sorunu bu sorunun Kürtlerle ilgisi olması anlamına da gelmez; çünkü sorumluluk, yetki ve hareket bağlamında Kürtlerin yanında ayrıca bütüncül olarak devlet aygıtı söz konusudur ve bu sorun yansımasını sadece Kürtlerde bulmamaktadır. Öyleyse Kürt Sorunu; Türkiye'nin doğusunun geri kalması 
noktasında ekonomik, Kürtlere etniklik konusunda yapılan kısıtlamalar ile sosyolojik, PKK ile mücadelede devletin yaptığı hatalar noktasında ise siyasi bir 
anlam taşımaktadır. 

Kürt Sorunu'nu PKK ile ilişkili olsa bile sadece PKK ile sınırlamak bu açıdan yanlış bir değerlendirme olacaktır. Birand'ın dile getirdiği gibi (hurriyet, 2012c); 
Türkiye'nin önünü tıkayan tek konunun PKK terörü-Kürt Sorunu ikilisi olması, bu sorunları çözümünün ne derece zor olacağını belirtmesi açısında önemlidir. 

PKK'nın bir terör örgütü olarak ayrıca bir süreci ifade etmesi PKK'nın çözümlenmesine tek bir tarihten başlanılmasını engeller. PKK sürecini 1978 gibi bir tarihten başlatıp PKK'nın kuruluşu öncesi dönemsel özellikleri ve Öcalan'ın etkin olduğu DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) ve ADYÖD'yi (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenin Derneği) incelemeden geçmek PKK çözümlemesini eksik bırakır. 

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz Kürtçü-bölücü hareketlerin kaynağında, tarihi geçmişi bir yana 1950'li yıllarda yurtdışıyla irtibatlı bir biçimde filizlendirilen ve 1960'lı yıllarda biraz daha tırmandırılan 1970'lerde doruk noktasına çıkartılan yıkıcı ve bölücü çabaların yattığını söylemek mümkündür (Emniyet Genel Müdürlüğü [EGM], 2004: 8). Bu nedenle PKK kuruluşu öncesi dönemsel özellikleri ve örgütleri ayrıca bir başlık ile irdelemek gereklidir. 

3.1.1. PKK'nın Kuruluşu Öncesi Dönemsel Özellikler ve DDKO-ADYÖD Dönemi (1970-1975) 

1960'lı yıllardaki öğrenci hareketleri halk arasında "öğrencilerin temel haklarını elde etme" çırpınışları olarak görüldüğünden, sempatik gelişti; ancak 
özellikle 1970'li yılların sonuna doğru "sempatik" hareketlerin aslında genel bir toplumsal dönüşümü hedeflediği iyice ortaya çıkınca halk bu akımlara sempatisini kaybetti (Cirhinlioğlu, 2004: 234). Kürtçü-bölücü hareketlerin de bu dönemde sol içinde ortaya çıkan ve daha sonra milliyetçilik ekseninde kendi sentezini oluşturan örgütler olduğunu söylemek yanlış olmaz. 27 Mayıs Darbesi sonucu çıkarılan anayasanın doğurduğu özgürlükçü ortamda gelişen sol akımlar, Kürtlerin içinde yer alabilecekleri ve kendilerini ifade edebilecekleri meşru zemini oluşturdu ve ayrıca Türkiye'nin batısına doğru yaşanan göç olgusu, pek çok Kürt'ün doğuyla batı arasındaki eşitsiz ekonomik gelişmenin ve kültürel farklılıkların farkına varmalarını sağladı ve doğudan gelen gençler okuma, siyasetle uğraşma ve birbirleriyle tanışma ve birlikte hareket etme fırsatını da yakaladılar (Kurubaş, 2004: 4). 

İllegal Kürtçü hareketlerin nihayetinde 1970'lerde PKK'da yansımasını bulması ise pek çok örgütün zincirleme ilişkisi-bölünmesi süreci içerisinde meydana 
gelmiştir. Kürtçü hareketler, yani Kürt etnik kategorisinin temel dayanak kabul edildiği ve genelde şiddet içeren politik hareketler, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e farklı şekillerde devamlılık göstermiştir. PKK ise bu süreçte organik ve fikri bağları çerçevesinde 1960'larda kurulan Kürtçü hareketlerle ilintilidir. Bu dönemdeki Kürtçü hareketler ise 68 Kuşağı'nın. 46 içinde yeşermiştir. 1960'lardan 1975'e gelinceye dek başlıca Kürtçü hareketler şöyle sıralanabilir: 

Dicle Talebe Yurdu: Tunceli olayları sonrasında hazırlanan kalkınma planları çerçevesinde Birinci Umumi Müfettişlik tarafından 1938 yılında doğu illeri 
öğrencilerinin barınabilmeleri maksadıyla İstanbul'da açılan öğrenci yurdu, 1956 yılından sonra ekonomik sıkıntılar sebebiyle kapansa da Kürtçülük faaliyetlerini 
Diyarbakır Talebe Yurdu'na intikal ederek devam etmiştir (Dündar, 2009: 166). 

Türkiye'nin modernleşmesiyle uyumlu olarak Kürt eşrafının da giderek burjuvalaşması sürecinde, bu ailelerin çocuklarının eğitimi için Doğu ve Güneydoğu illerinin özel idare ve belediyelerinin yardımlarıyla kurulan bu yurt, "Kürtlük bilinci"nin yeniden tanımlanmasında önemli rol oynamıştır (taraf, 2012). 

Dicle Talebe Yurdu Kürtçü-bölücü şahsiyetler tarafından karargâh haline getirilmiştir (EGM, 2004: 7). Yurt yöneticileri devrin başbakanına ve TBMM'sine 
davalarını açıklayan telgraflar çekmişler, ABD'nin İstanbul'daki baş konsolosluğuna mektuplar yazarak "Ortadoğu'da kurulacak sağcı bir Kürt devletinin Amerikan çıkarlarının en sadık bekçisi olacağını" vurgulayarak amaçlarının gerçekleşmesi için destek istemişlerdir (Arslanoğlu, 1996: 41). 

Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (1965-1982): 1960 yılına gelindiğinde Türkiye dışında, özellikle Irak'taki Kürt hareketleri yeniden canlanacak 
ve zamanla bu hareketler Türkiye'de Kürt hareketlerinin gelişmesinde ve onlara bir dayanak oluşmasında önemli rol oynayacaktır (Denker ve Kurubaş, 2003: 11). 1965 yılına gelindiğinde ise solcu, sosyalist Kürtler, Türkiye İşçi Partisi'nde; sağcı, milliyetçi Kürtler TKDP'de; rejim ile entegrasyon sürecinde olan ve aslında bu entegrasyonu önemli oranda gerçekleştirmiş bulunan feodal Kürt ağa ve şeyhler ise, Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi'nde toplanmışlardı (Tan, 2011: 350). 

Kürdistan Demokrat Partisi aslında Molla Mustafa Barzani tarafından Irak'ta kurulmuş ve hâlâ devam eden bir partidir. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ise bu partiye bağlı olarak 24 Ocak 1965 tarihinde Türkiye'de kurulmuş, 1978 yılında birçok mensubunun ayrılarak KUK (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları) ismiyle yeni bir örgüt kurmaları üzerine iyice zayıflamış ve 1991 yılındaki IV. Kongre sonrası ismini PDK (Partiya Demokrata Kurdistanê/Kürdistan Demokrat Partisi) olarak değiştirerek silahlı mücadeleyi başlatma kararı almış bir partidir (EGM, 2004: 15). 

TKDP ilk kurulduğunda Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgenin etnik temelli bir federasyon olmasını öngörmüştür (Dündar, 2009: 167). Kürt hareketinin sol kanadı o zamana değin, yalnızca kültürel haklar ile toplumsal ve iktisadi eşitlikten söz etmişken; TKDP, özerklik hatta Türkiye Kürtlerinin tam bağımsızlığını hedef olarak görmüştür (Pekasil, 2007: 95). Partinin programında Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının bulunduğuna işaret edilmiş, "Türkiye Kürdistanı" adının tanınması, Kürt dilinin resmi dil olması, Kürtçe yayınlara izin verilmesi ve Kürtçe eğitim gibi isteklere yer verilmiştir (Kurubaş, 2004: 5). 

Türkiye İşçi Partisi (1961-1988): 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin getirdiği bir yenilik parlamentoda sosyalistlerin de yer alabilmesidir ki bu o dönem için oldukça yenidir. MBK'nın hükümeti yeni partilerin kurulup seçime gidebilmesi için 13 Şubat 1961 tarihini son gün olarak ilan ettikten sonra Kemal Türkler, Avni Erakalın, Şaban Yıldız, İbrahim Güzelce, Ahmet Muşlu, Rıza Kuas, Kemal Nebioğlu, Salih Özkarabey, Hüseyin Ulubaş, Saffet Göksüzoğlu, Adnan Arkın 13 Şubat 1961 günü İstanbul vilayetine müracaat ederek TİP'i kurmuşlar ve 1965 seçimlerine, 51 ilden 512 adayla katılıp, meclise 15 milletvekili sokabilmişlerdir (Pekasil, 2007: 59, 60). 

TİP'in bir diğer önemi içindeki "Doğu Grubu"nun etkisiyle Kürt Sorunu üzerine kararlar alması ayrıca TKDP ile birlikte "Doğu Mitingleri" adlı gösteriler 
düzenlemesidir. 1967 sonbahar aylarında Doğu Anadolu'nun sorunlarına dikkat çekmek ve devlet politikalarını protesto etmek için düzenlenen bu mitinglerle "Doğu Sorunu", Türkiye kamuoyuna taşınmaya çalışılmış ve konuyla ilgili bir kamusal bilincin doğması sağlanmıştır (Kurubaş, 2004: 4). DDKO'nun geniş kitlelerce tanınmasında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde etkinlik kurmasında Doğu Mitingleri'nin etkisi büyük olmuştur (EGM, 2004: 11). 

TİP'ten DDKO'ya doğru olan süreci Kürt aydın ve siyasetçi Tarık Ziya Ekinci şöyle (2008) açıklamaktadır: 

TİP'in üç yıllık çalışmaları ve parlamentoda temsil edilme olanağına kavuşması üniversite gençliği içindeki prestijini yükseltmişti. O tarihlerde gelişen sosyalist 
akımın etkisi altındaki gençlik kesimi çeşitli fakültelerde fikir kulüplerini oluşturmuşlardı. […] Partiyle temasa geçen fikir kulüpleri yöneticileri doğrudan 
parti çatısı altında örgütlenmekten ise partiye paralel çalışacak bir örgütlenmeye gitmenin daha doğru olacağı görüşünü ortaya atmış ve Genel Sekreter Nihat 
Sargın'a da benimsetmişlerdi. Daha sonra fikir kulüpleri kendi aralarında birleşerek Fikir Kulüpleri Federasyon 'nu (FKF) oluşturdular. 

[…] 

O yıllarda Türkiye'de ön planda görülen sol siyasal akımlar üç ayrı çizgide belirginleşmişti. Bunlardan biri TİP'in temsil ettiği Sosyalist Devrim hareketiydi. 
TİP Türkiye'de sosyalist bir devrimin ancak demokratik yoldan işçi ve emekçilerin örgütlenerek bilinçlenmeleriyle ve seçimle gerçekleşebileceğini savunuyordu. 

İkincisi Mihri Belli'nin öncülük ettiği Milli Demokratik Devrim (MDD) teziydi. […] MDD'ciler Türkiye'de demokratik bir devrimin yapılmadığını, kapitalizm öncesi bir sosyal yapının egemen olduğu, ancak işçi sınıfının ideolojik öncülüğünü benimseyen sosyalist bir partinin şiddet yoluyla iktidara gelmesinden sonra demokratik devrimin yapılabileceğini, aynı sürece bağlı olarak da sosyalizmin inşa edilebileceğini savunuyorlardı. Devrimci sol gençliğe öncülük tanıyan MDD hareketi ordu içindeki devrimci bir kadro ile de ittifak arayışı içindeydi. Temel ideolojisi "devrim için ordu-gençlik el ele" sloganında somutlaşmaktaydı. 

[…] 

Üçüncüsü ise Doğan Avcıoğlu'nun askersel devrim teziydi. Bu hareket, önce Yön Dergisi ve Sosyalist Kültür Derneği, sonra da Devrim Gazetesi çevresindeki 
örgütlenmeyle MDD'ye koşut bir devrim stratejisini esas alan bir teze dayanıyordu. YÖN'cüleri Mihri Belli'nin öncülük ettiği MDD'den ayıran özellik devrimin salt ordu içinde oluşacak ilerici bir kadro tarafından yapılabileceğine olan inancı temsil etmesinde somutlaşıyordu. […] Son iki tezin ortak noktası Türkiye'de devrimin ancak darbe ve şiddet yoluyla gerçekleşebileceği inancıydı. […] Başlangıçta TİP'in demokratik yoldan Sosyalist Devrim tezine yakın duran gençlik bu yayınları izledikten sonra görüş değiştirmiş ve MDD tezine sempati duymaya başlamışlardı. Giderek fikir kulüpleri içindeki MDD'cilerin sayısı artmaya başladı. 1968'lerde MDD'ciler FKF'yi ele geçirerek Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ) örgütünü oluşturdular. DEV-GENÇ sürekli bir gelişme göstererek üniversitelerin bütün fakültelerinde belirleyici tek örgüt haline geldi. […] Daha sonra örnek aldıkları dünya devrimci liderlerini izleyerek silahlı mücadeleyi başlattılar. Şehir gerillası ve Kır gerillası biçiminde örgütlenen gençlik grupları Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP-C), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve benzeri isimler altında çeşitli silahlı eylemlere giriştiler. 

[…] 

Üniversite gençliğinin TİP yandaşı FKF'den MDD'ci DEV-GENÇ hareketine dönüşmesi kaçınılmaz olarak üniversite gençliği arasında da niteliksel bir ayrışmaya neden oldu. 

[…] 

Sol eğilimli üniversite gençliği arasındaki bir diğer ayrışma da eski FKF'li Kürt kökenli gençlerin DEV-GENÇ'ten uzaklaşmalarıyla gerçekleşti. 
DEV-GENÇ'in "ordu-gençlik el ele" sloganında somutlaşan darbe yanlısı politikası Kürt gençlerinde büyük rahatsızlık yaratmıştı. Çünkü Kürt gençleri ordunun idareye el koyduğu her koşulda, Kürtlere dönük bir baskı politikası izlendiği, geniş köylü yığınlarını tedirgin eden uygulamalar yapıldığı, binlerce Kürt'ün işkenceden geçirilerek yıllarca cezaevlerinde tutulduğu gerçeğini biliyorlardı. 
Bu nedenle, MDD politikasını izlemeleri ve DEV-GENÇ'e bağlı kalmaları mümkün değildi. […] 
O günkü Kürt gençlerinden, Ankara Hukuk Fakültesi'nden Mümtaz Kotan, İstanbul Tıp Fakültesi'nden Kemal Parlak yanlarında Kürt aydınlarından Musa Anter ve Av. Mehmet Ali Aslan ile birlikte benimle gençlik sorunları konusunda istişare etmeye geldiler. […] Ziyaretçilerim artık Kürt gençlerinin DEV-GENÇ'le birlikte olmalarının mümkün olmadığını belirttiler. Bu görüşlerine ben de katılmıştım. Kürt sorununu ve Kürt kökenli üniversite gençlerinin eğilimlerini tartıştıktan sonra MDD'den uzak durmaları ve farklı bir biçimde örgütlenmeleri gerektiği kararına vardık. […] Kuracakları gençlik örgütünün düşünsel planda Türkiye'deki sosyalist devrim hareketiyle dirsek teması içinde kalarak, aydınlanmacı ve antifeodal bir örgüt olmasını önerdim. 
Sonuçta, 21 Mayıs 1969'da Ankara DDKO ismiyle bir Kürt gençlik örgütü kuruldu. 

Bir müddet sonra TİP içinde yer alan Kürtler arasında iki farklı eğilim ortaya çıktı (Tan, 2011: 351): 

Birinci gruptakiler, Türk-Kürt ayrımı yapmadan Sosyalizmin genel başarısı için Türkiye'nin geneline hitap eden bir siyaseti benimseyenler: Tarık Ziya Ekinci, 
Kemal Burkay, Mehdi Zana vb. 

İkinci gruptakiler, artık Türk Solu ile çok fazla bir yol alınabileceğine inanmayıp Kürtlerin yine Sosyalizm ideolojisi ile ancak kendine özgü bir örgütlenme 
ile yola devam etmeleri gerektiğine inananlar: Ruşen Aslan, Orhan Kotan, Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü vb. Bu gruptakiler kendilerini TKDP'ye yakın bulmuşlardır. 

Devrimci Doğu Kültür Ocakları (1969-1971): TİP'e kuruluşundan itibaren destek veren ve parti faaliyetlerinde etkin görevler üstlenen Kürtçü üniversite 
öğrencileri zamanla TİP'i yetersiz bulmaya başlamışlar ve bu nedenle bir örgütlenme arayışı içine girerek Mayıs 1969 tarihinde Ankara'da DDKO adıyla legal bir derneğin kuruluşunu gerçekleştirmişlerdir (Dündar, 2009: 168). 

DDKO esasında TKDP yöneticilerince ve milliyetçi Kürtçülüğe aydın kadrolar katmak maksadıyla kurulmuş ise de DDKO içinde yer alan bu Kürt milliyetçisi 
aydınlar, TİP ve FKF'nin sosyalist düşüncelerinden de etkilenerek, Kürt milliyetçiliği ile Sosyalizmi kaynaştırmanın arayışlarına yönelmişlerdir; ancak bu 
düşünceler tahakkuk ettirilmeden 1971 Sıkıyönetimi ile DDKO faaliyetleri ve TKDP ile olan irtibatları ortaya çıkarılmış, DDKO'nun TKDP içerisinde yer alan çok sayıda elemanı tutuklanmış, DDKO ise bölücü-yıkıcı faaliyetlerden dolayı sıkıyönetim mahkemesince kapatılmıştır (EGM, 2004: 28). 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

44 V. Minorsky (1877-1966) Kürdolojinin babası sayılır. 
45 Örneğin, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka lisan kullananların cezalandırılması, 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı, 1930 Türkleştirme Genelgesi  (Oran, 2010: 21, 22). 
46 Türk 68 Kuşağı: Komünizm, Marksizm-Leninizm, antiemperyalizm, Atatürkçülük, devrimcilik ekseninde ve Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi üniversite öğrencileri liderliğinde biçimlenen ve genellikle şiddet içeren öğrenci hareketidir. 


 12. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

TÜRKİYEDE TERÖRLE MÜCADELEDE PKK ÖRNEĞİ., BÖLÜM 9

TÜRKİYEDE TERÖRLE MÜCADELEDE PKK ÖRNEĞİ.,  BÖLÜM 9




1.5.3. Faaliyet Alanlarına Göre Terörizm: Kır Terörizmi, Şehir Terörizmi, Milli Terörizm ve Uluslararası (Küresel) Terörizm 

Kır Terörizmi: Teorik temelleri Mao'ya35 kadar uzanan kırsal terörün alandaki teorik ve fiili gelişmeleri Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkmıştır; Fidel 
Castro'ya göre dağlarda, vadilerde yönetime karşı silahlı ayaklanmaya kalkışacak küçük bir gerilla grubu başka herhangi bir politik şartın yerine getirilmesine gerek kalmaksızın devrim öncüsü olmuştur (Caşın, 2008: 592). Görülüyor ki kırsal terör Marksist-Leninist terörizmin devrim mücadelesinde daha etkili olabilmek için seçtiği bir yoldur. 

Mahir Çayan "Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine" adlı yazısında kır terörünün taktiksel gerekliliğini şöyle (kurtuluscephesi, 2012) belirtir: 

Neden Rusya'da, demokratik devrimlerin temel gücü proletarya oluyor da, Çin ve Vietnam demokratik devrimlerinin temel gücü proletarya değil de köylüler 
olmaktadır? Bu sorunun cevabı, somut durumların somut tahlilinde düğümlenmektedir. Çünkü, Rusya'da devrim ordusunun temel gücü genellikle büyük şehirlerde yaşıyordu. Çin, Vietnam gibi ülkelerle kıyaslanmayacak seviyede (nicelik ve nitelik bakımından) bir Rus sanayi proletaryası vardı. 
Bu nedenle devrim, şehirlerden kırların fethedilmesi şeklinde bir rota takip etti. Oysa yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde, 

1) İşçi sınıfının nicelik ve nitelik olarak gelişmiş kapitalist ülkelere kıyasla zayıf olması; 
2) şehirlerde emperyalizmin denetiminin çok kuvvetli olması gibi, başlıca iki ana nedenden dolayı Milli Demokratik Devrimin izleyeceği rota, kırlardan şehirlerin 
fethedilmesi rotasıdır. 

Burada sözü edilen Halk Savaşı Teorisi yani şehirlerin kırlardan fethedilmesi ve köylü unsurunun proleter devrimde öncülüğü Maoizm'in gereğidir. PKK terör 
örgütün faaliyetlerini kırsal alanlarda sürdürmesi kır terörünün örneği olarak ayrıca verilebilir. 

Şehir Terörizmi: Kır teröristlerinin Latin Amerika ülkelerinde başarısız denemeleri kırların devrimci mücadele için sanıldığı kadar elverişli olmadığını göstermiştir (Caşın, 2008: 592). Nitekim kırsal mücadele özü gereği uzun bir pratik eğitim süreci gerektirir ve ayrıca giderek hızlanan sanayileşme ile işçilerin köylü ler karşısında daha önemli bir unsur haline gelmesi, artan göç, şehirleşme sonrası ortaya çıkan eşitsizlik, yoksulluk şehirlerin örgütlenme ve üye kazanmaktaki rolünü öne çıkarmıştır. 

Şehir terörünün teorisyenlerinden Brezilyalı terörist Carlos Marighella'nın "Niçin Şehir gerillasından başlanıldı?" sorusuna verdiği cevap (Marighella, 2003: 45, 46) şehirlerin kırlara göre avantajlarını belirtmesi açısından önemlidir: 

Ülkenin içinde bulunduğu dikta ortamında, propaganda ve kamuoyunda tanınma olanakları, özellikle şehirlerde vardır. Özellikle öğrencilerin, aydınların; sendikacı 
bazı militan grupların düzenledikleri kitle eylemleri, ülkenin bellibaşlı şehirlerinde, daha sert bir savaşın (silahlı eylemler) yadırganmayacağı uygun bir ortam yarattılar. Hükümetçe alınan anti-demokratik tedbirler […] birçok profesör ve gazeteciye karşı girişilen sayısız baskılar, bir başkaldırı ortamı yarattı. […] Gizli yayın ilerliyor, korsan radyolar hoşnutlukla dinleniyor. Demek ki, şehir, gerillayı başlatabilmek için istenilen nesnel ve öznel koşulları bir araya getirebiliyor. Durum kırlarda daha az elverişlidir. Kır gerillası, işlevi daha çok taktik olan şehir gerillasına göre ikincil bir duruma düşüyor. […] Diğer yandan, kırlardan mücadele edecek savaşçılar, ilk önce şehir mücadelesine deneneceklerdir. Bunların arasında yetenekliler seçilecektir. 

Milli Terörizm: Bir devletin milli hudutları içerisinde cereyan eden ve dış kaynaklı hiçbir terörist örgüt veya örgütlerce işbirliği yapmadan gerçekleştirilen, 
başka bir devletin veya şahsın menfaatini veya zararını amaçlayan tedhiş hareketleri olarak tanımlanan bu terörde, teröristin milliyeti söz konusudur (Caşın, 2008: 593). 

Diğer bir deyişle ulusal terörizm terör örgütünün dış dünya ile organik herhangi bir bağının olmaması ve faaliyet, örgütlenme ya da destek aşamalarında ulusal bir özellik sergilemesi anlamına gelmektedir. Bu bağlamda ideolojinin yerelliğinden kullanılan araçlara ve hatta hedefe kadar her bir unsurun izole ve kapalı bir özellik arz etmesi gerekmektedir (Doğan, 2007: 14, 15). Günümüz dünyasının izole olmayı ve kapalılığı hiçbir anlamda mümkün kılmaması bu tür terörizmin de pratikte varlığını mümkün kılmamaktadır. 

Uluslararası (Küresel) Terörizm: Bu terörün ülke sınırlarının dışında gerçekleşmesi, birden fazla devletin vatandaşlarının eylemden etkilenmesi gibi 
özellikleri vardır (Çınar, 1997: 240). Caşın bunlara ek olarak şu özellikleri de belirtir (2008: 132): Belirli bir ülkenin vatandaşlarına karşı girişilmeli, siyasi amacı olmalı ve belirli bir devletin ya da hükümetin amaçlarına hizmet ya da karşı devlete zarar amacıyla tasarlanmalı. Tüm bu özellikleri taşıyan terörist eylemler uluslararası terörizmin kıstaslarını oluşturmaktadır. Bir başka tanımla uluslararası terörizm, terör örgütlerinin amaçlarını, dünya kamuoyuna duyurmak için seçtikleri ülkelerde gerçekleştirdikleri şiddet eylemleridir (Acar, 2012: 124). 

Ergil'e göre (Ergil, 1992: 140) uluslararası terörizm birden fazla ülkenin topraklarını veya vatandaşlarını içeren terörizmdir. Bal ise uluslararası terörizmi yeni dönem terörizm olarak kabul eder ve ona göre (2006a: 106) yeni dönem terörizmin hedefi tüm insanlık ve insanlığın ortak değerleridir. 
Küresel terör kavramlaştırması, küreselleşme düşüncesinin hem Batı'lı hem de azgelişmiş ülkelerde rağbet gördüğü bir dönemde ileri sürülmüştür ve küresel 
terör diye adlandırılan eylemler aslında tarihte uzun zamandır var olan şiddete dayalı siyasal ve tarihi hedefleri gerçekleştirme geleneğinin uzantısı olmanın dışında özgün özellikler taşımamaktadır (Cirhinlioğlu, 2004: 123). Yine de 11 Eylül saldırıları uluslararası/küresel terörizmin başlangıç noktası olarak görülmektedir. Nitekim 11 Eylül saldırıları kadar uluslararası sistemi derinden sarsacak ve hızla değiştirecek güçte hiç bir terörist saldırı yapılmamıştır. 

Uluslararası terörizmi etkileyen faktörler şunlardır: 

. Küreselleşme süreci ile birlikte hızla gelişmekte ve yayılmakta olan teknoloji (Rustemova, 2006: 31), 
. Artan uluslararası göç hareketleri, 
. Devletlerin ideolojik ve siyasi şiddeti desteklemesi (Doğan, 2007: 16), 
. Komünikasyon ve enformasyon alanında gerçekleşen devrim (Rustemova, 2006: 36), 
. Devletlerarası ekonomik eşitsizliğin artması, 
. Din ideolojili terörizmin güçlenmesi, 
. Doğu-Batı ekseninde gerçekleşen kültürel çatışmalar, 
. Destekçi devlet sayısının artması (Caşın, 2008: 215). 

11 Eylül 2001 tarihinde ABD'de başlayan küresel terör dalgası, 2002 yılında Endonezya/Bali'de 200'den fazla insanın ölümüne neden olmuş, 2003 yılında 
Türkiye/İstanbul'u vurmuş, 2004 yılında İspanya/Madrid'i sarsmış, 2005 yılında İngiltere/Londra'yı vurmuştur (Dilmaç, 2011: 50). 11 Eylül saldırıları uluslararası terörizmi dünya kamuoyunda tartışılan en önemli konu haline getirirken uluslararası terörizmin ilk örneğini 11 Eylül saldırıları olarak belirtmek yanlış bir tutumdur. Yakın tarihte uluslararası nitelik taşıyan terörün ilk önemli örneğini 1972 Münih Olimpiyatları sırasında, 11 İsrailli sporcu ve antrenör, 1 Alman polisi ve 5 saldırganın ölmesi ile sonuçlanan ve Kara Eylül adlı terör örgütünün gerçekleştirdiği olayda görmekteyiz (Dilmaç, 2011: 55). 

Aslında yeni bir kavram olmayan uluslararası terörizm dünyanın neredeyse her yerinde özellikle 1990'larda yoğunluk kazanmıştır. Örneğin, sadece El-Kaide'nin 
ABD'ye yönelik eylemleri şunlardır (diplomatikgozlem, 2012): 

. Aralık 1992; Yemen'de Amerikan askerlerini hedef alan otel bombalanması, 
. 1993; Somali'de Batılı güçlere karşı Aidid'e destek verip Mogadişu'da 18 Amerikalının öldürülmesi, 
. Şubat 1993; New York'ta Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanması, 
. Haziran 1995; Etiopya'nın başkenti Adis Ababa'da Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'e yönelik suikast girişimi, 
. Kasım 1995; Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da beş ABD'li asker kamyonla bombalaması, 
. Haziran 1996; Suudi Arabistan'ın Hobar kentinde 19 Amerikan askerinin ölümüne yol açan patlama eylemi, 
. Ağustos 1998; Amerikan askerlerinin Körfez bölgesine girişinin ve Irak'a BM ambargosunun sekizinci yıldönümünde Kenya ve Tanzanya'daki ABD 
  büyükelçiliklerinin havaya uçurulması. 

Aslında ABD'nin 11 Eylül olaylarına kadar ülke sınırları içerisinde Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanması dışında ciddi bir uluslararası terör eylemiyle 
karşılaştığını iddia etmek doğru olmayacaktır (Özeren ve Cinoğlu, 2006: 159, 160). 11 Eylül olaylarının, küresel düzeni ve Amerika'nın uluslararası toplumla ilişkisini belki de kalıcı bir şekilde değiştirmesi şeklindeki sonuçları bakımından dönüştürücü bir nitelik taşıması (Ben-Meir, 2011: 9) uluslararası terörizm bağlamında 11 Eylül saldırılarının önemini belirtmesi açısında önemlidir. 

1.5.4. Faaliyet Konularına-Türlerine Göre Terörizm: Narko Terörizm, Kitle İmhasına Yönelik Terörizm, Medyatik Terörizm ve Siber Terörizm 

Narko Terörizm: Bu kavram terörizmin ancak eylemlerle kendini hatırlatarak devam ettirebileceği gerçeği ile durmadan eylem yapması ile ortaya 
çıkan finansal sorununu çözme amacıyla uyuşturucu trafiğine doğrudan ya da dolaylı müdahalesi ve bundan rant elde etmesini ifade eder. 

Terör örgütlerin finansal kaynak olarak uyuşturucu trafiğini yönetmeleri veya bu trafiğe bir şekilde dâhil olmaları bir bakıma terörizmin özellikle Soğuk Savaş 
sonrası devlet desteğinden yoksun kalması ve maddi sıkıntı içine girmesi ile açıklanabilir. Yıllık getirisi BM kaynaklarına göre, 500 milyar doları bulan 
uyuşturucu kaçakçılığının (zaman, 2012c) getirdiği yüksek kâr marjı nedeniyle terör örgütlerin uyuşturucu ticaretine yönelmeleri narko terörizm kavramın ortaya çıkmasına neden olmuştur. 

Uyuşturucu ticaretinin çatışma bölgelerindeki otorite boşluğundan yararlanarak tavan yapması ile terörizmin çatışma ve otorite boşluğu yaratması narko terörizmin gelişimi açısında önemlidir. Sonuç olarak terörün en yoğun olduğu bölgeler, uyuşturucu ve kara para için adeta "güvenli bölge" haline gelmektedir; bunun en bariz örneklerinden biri Diyarbakır-Bingöl arasında uyuşturucu tarlaları kuran ve yöneten PKK'dır (gazete.vatan, 2012). 

Bu bağlamda İran üzerinden Batı'ya seyreden Hint keneviri-esrar ticaretini ve Batı'dan İran'a sevk edilen eroin ve kokain maddeleri ticaretini elinde bulunduran PKK (gundem, 2012a), narko terörizme verilebilecek en iyi örnektir. Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi'nin (EMCDDA) 10 Kasım'da yayımladığı 2010 raporuna göre Türkiye'nin ele geçirdiği uyuşturucu miktarı, Avrupa'dakinin iki katıdır (zaman, 2012a). Örneğin, 2012 yılı Aralık ayında Diyarbakır'da yapılan geniş çaplı operasyonda 21 ton esrar ele geçirilmiştir (sabah, 2012c). 

ABD Başkanı George W. Bush döneminde Başkanlık Yabancı Uyuşturucu Kaçakçıları Listesi'ne konan PKK'nın (ntvmsnbc, 2012) finansmanında uyuşturucu üretim ve dağıtımı önemli bir yer tutmaktadır (Bahar, 2012). PKK'ya ek olarak, El-Kaide, FARC (Kolombiya), Sendero Luminoso (Peru), Hizbullah (Lübnan), Özbekistan İslami Hareketi ve ETA'nın (İspanya) ve uluslararası platformlarda narko-terörizm bağlantısı sürekli vurgulanan örgütlerdir (milliyet, 2012). 

Narko terörizmin milyar dolarlık bir iş hacmine ulaşması,36 terör örgütlerinin daha da güçlü olması ve ayrıca terörizmle mücadele eden devletlerin rüşvet vb. 
şekilde zayıf bırakılması ve terörizmle mücadelede kaynakların boşa gitmesi ile sonuçlanmaktadır.37 Narko terörizmin bir diğer sonucu bu terörizmin yüksek kâr marjı nedeniyle neredeyse ülkeye şiddetin her türlüsünü kullanarak hâkim olabilmesidir. Bunun en uç örneği, Kolombiya'da görülmektedir. Zira burada 1990 yılındaki başkanlık seçiminde üç başkan adayı ve seçimi kazanan aday öldürülmüştür Kitle İmhasına Yönelik Terörizm: Bilinen terörizm eylemleri sonucunda, bu eylemlerden etkilenecek kurban/mağdur sayısının yüksek miktarda olmasının hedeflendiği türdür ve terör örgütleri bu yöntemle meydana çıkacak toplumsal ve siyasal baskının en üst düzeye çıkmasını hedeflemektedir (Doğan, 2007: 20). Terör örgütlerinin ya da devletlerin konvansiyonel38 silahlar dışında kalan KİS'leri (Kitle İmha Silahları) kullanmaları ya da kullanma tehdidinde olmaları kitle imhasına yönelik terörizmi ortaya çıkarmıştır. 

Bu terörizm türü bireyler tarafında benimsendiği gibi devletlerce de XX. asırda çokça benimsenmiştir: Adolf Hitler'in iktidarı boyunca yaptıkları, Saddam 
Hüseyin'in 16 Mart 1988 günü kimyasal ve biyolojik silahlarla Halepçe'de 5 bine yakın kişiyi katletmesi (ihd, 2012), ayrıca İsrail'in Filistinlilere karşı 3 Nisan 2002 günü gerçekleştirdiği ve XXI. asrın ilk toplu kıyım ve imha saldırısı olarak tarihe geçen Cenin Katliamı (ihh, 2012) bu duruma verilebilecek bazı örneklerdir. 

Bu terörizm tanımlamasına her ne kadar KİS'leri kapsasa da büyük çaplı bombalama ya da uçak kaçırma ve düşürme eylemleri de bu tanıma dâhil edilebilir. El Kaide'nin gerçekleştirmiş olduğu 11 Eylül saldırılarında KİS söz konusu olmasa da saldırıların kitlesel ölüme (3 bine yakın kişi hayatını kaybetti) yol açması bunun kitle imhasına yönelik terörizmin bir örneği olduğu anlamına gelir. 

Terörizmin konvansiyonel silahlar dışında, biyolojik ve kimyasal silahları kullanması, Aum Shinrikyo tarafından Japonya'da Tokyo metrosuna 1995 yılında yapılan saldırıda gerçekleşmiştir (Caşın, 2008: 659). Eylem sayısı diğer türlerle kıyaslanmayacak kadar az olmasına rağmen kitle imhasına yönelik terörizm en tehlikeli terörizm çeşididir ve devletlerin terörizm ile mücadelede işbirliğini gerektirecek en önemli nedendir. Öyle ki, 2001 yılından sonra meydana gelen terör olayların sayısında periyodik bir azalma gözlenmekle birlikte, sonuçta ortaya çıkan tahribatın ve özellikle ölüm oranlarının giderek attığı görülmektedir (Çapçıoğlu, 2004: 387) bu da terör örgütlerinin kitle imhasına yönelik terörizme doğru yöneldiğinin açık bir kanıtıdır. 

Medyatik Terörizm: Her terörist eylem, kamuoyu ilişkileri bakımından bir "propaganda" hareketidir de ve bu propaganda eylemi üç amaçlıdır: Bir yandan 
saldırdığı egemenlik ilişkisini küçültmek, yermek; öte yandan, bu egemenlik ilişkisinin içinde yer alanları korkutmak ve son olarak da kendi taraftarlarına "moral vermek" amacına yöneliktir ve işte bu üç amaç da ancak ve ancak kitle iletişim araçları vasıtasıyla gerçekleştirilebilir (Kongar, 2012). Bu nedenle özellikle günümüzde terörizmin "medyatik" yönü önem kazanmaktadır; zira terörizm gücünü kamuoyunda uyandırdığı etkiden almaktadır. Hatta bu etkinin gerekliliğinden dolayı terör örgütleri kendi televizyon kanallarını, internet sitelerini, yazılı basınlarını faaliyete geçirmişlerdi.39 

Terör eylemi, maksimum düzeyde medyanın desteğini alarak, eylemlerini kalabalık şehir merkezlerinde gerçekleştirerek, terörist faaliyetlerini gerçekleştiren örgütün ve ideolojisinin tanınması, sempatizan ve destekçilerinin artması, ulusal ve uluslararası düzeydeki propaganda gücünün daha üst seviyelere çıkarılabilmesi için kamuoyunda elde edebileceği faydanın değerlendirilmesi üzerine kurgulanır (Caşın, 2008: 707). 

Terörizmin özünden kaynaklanan bu nedenlere ek olarak küreselleşme ve teknolojinin itici gücüyle basın-yayının giderek daha da yaygınlaşması, terör 
örgütlerinin medyatik terörizme dönüşmelerine neden olmuştur; çünkü eylemleri medyada daha çok yer alan örgütler kamuoyunda daha çok bilinmekte ve hedef 
kitleye daha çok ulaşabilmekte hatta daha fazla dış devlet desteği almaktadırlar. 

Terörizmin medyadan yararlanarak daha da güç kazanmasını önlemeye yönelik yasalar özgürlük-sansür bağlamında pek çok tartışmaya neden olmasına 
rağmen demokratik ve güçlü pek çok ülkede özenle uygulanmaktadır. Bu yasalara ek olarak basın-yayın kurumları kendi ilkeleri ile de medyatik terörizmin güç kazanmasını engellemeye çaba göstermektedir. Örneğin, BBC'nin (British Broadcasting Corporation/Britanya Yayın Kuruluşu) terörle ilgili yayın ilkelerine 
bakıldığında şunlar görülmektedir; ceset görüntüsünden sakınılmalıdır, ölü ve yaralıların yakın çekimi yapılmamalıdır, terör haberleri ancak özenle verilmelidir, medya, terörün propagandasına ve tanıtımına alet olmamalıdır ve bu ilkelere ek olarak: 

1. Ölüler saygıyla ele alınmalı, zorlayıcı nedenler olmadıkça yayınlanmamalıdır, 
2. Yakın çekimden kaçınılmalıdır, 
3. Kanlı sonuçlar üzerinde fazla durulmamalıdır, 
4. İnsan hayatına ve onun acı çekmesine değer verilmelidir, 
5. Terör haberleri sorumlu bir şekilde verilmelidir; terörizmle ilgili rivayetlerin öldürücü olduğu unutulmamalıdır, 
6. Ulusal güvenliği ilgilendiren konularda resmi sırlar yasası göz önünde bulundurulmalıdır, 
7. Teröristlerle mülakat, kamu çıkarı varsa yapılmalıdır, yapılmadan önce yayın politikası kontrolörüne başvurulmalıdır, 
8. Teröristlerin propaganda ve tanıtım amaçlı gösterilerine BBC alet olmamalıdır, 
9. Teröristlerin kullandığı dil, basın mensubununmuş gibi kullanılmamalıdır (Fendoğlu, 2012). 

Türkiye'de 6112 sayılı 15.02.2011 tarihli Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun'un belirlediği ve terörizm ile şiddet içerikli 
yayınları engellemeye yönelik "Yayıncılık İlkeleri" ise kısaca şöyledir (rtuk, 2012): 

MADDE 8 – (1) Medya hizmet sağlayıcılar, yayın hizmetlerini kamusal sorumluluk anlayışıyla bu fıkrada yer alan ilkelere uygun olarak sunarlar. Yayın hizmetleri; 

b) Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz. 

d) Terörü övemez ve teşvik edemez, terör örgütlerini güçlü veya haklı gösteremez, terör örgütlerinin korkutucu ve yıldırıcı özelliklerini yansıtıcı nitelikte olamaz. Terör eylemini, faillerini ve mağdurlarını terörün amaçlarına hizmet eder şekilde sunamaz. 

e) Irk, renk, dil, din, tabiiyet, cinsiyet, özürlülük, siyasî ve felsefî düşünce, mezhep ve benzeri nedenlerle ayrımcılık yapan ve bireyleri aşağılayan yayınları içeremez ve teşvik edemez. 

g) Suç işlemeyi, suçluyu ve suç örgütlerini övücü, suç tekniklerini öğretici nitelikte olamaz. 

ğ) Çocuklara, Güçsüzlere ve Özürlülere karşı istismar içeremez ve şiddeti teşvik edemez. 

ı) Tarafsızlık, gerçeklik ve doğruluk ilkelerini esas almak ve toplumda özgürce kanaat oluşumuna engel olmamak zorundadır; soruşturulması basın meslek ilkeleri çerçevesinde mümkün olan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğundan emin olunmaksızın yayınlanamaz; haberin verilişinde abartılı ses ve görüntüye, doğal sesin dışında efekt ve müziğe yer verilemez; görüntülerin arşiv veya canlandırma niteliği ile ajanslardan veya başka bir medya kaynağından alınan haberlerin kaynağının belirtilmesi zorunludur. 

i) Suçlu olduğu yargı kararı ile kesinleşmedikçe hiç kimse suçlu ilân edilemez veya suçluymuş gibi gösterilemez; yargıya intikal eden konularda yargılama süresince, haber niteliği dışında yargılama sürecini ve tarafsızlığını etkiler nitelikte olamaz. 

ş) Şiddeti özendirici veya kanıksatıcı olamaz. 

Günümüz Türk medyasını incelediğimizde, bu ilkelerine tamamen ters bir durum ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki (Güzel, 2011): 

. Terör örgütünün insanlık dışı saldırıları daima mübalağa edilerek ve büyütülerek verilmektedir. Medya, terör örgütünün uyguladığı psikolojik harekât yöntemlerine uygun şekilde çalışmaktadır, 
. Terör örgütünün korkutucu, yıldırıcı ve baskıcı yöntemleri, medya vasıtasıyla özellikle bölge halkına aynen yansıtılmaktadır, 
. Bazı medya organları, yorumcuları ve köşe yazarları tarafından, güvenlik güçleri kötülenirken, terör örgütü ve bağlantıları "barışçı" ve "demokrasiden yana" gösterilmekte; âdeta terör eylemleri ve teröristler desteklenmektedir. 

Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan saldırı sonrasında binlerce kişi hayatını kaybetmiş, yıkılan İkiz Kuleler'in altından binlerce insanın cesedi çıkartılmış, ancak ne Amerika ne de dünya kamuoyu bu görüntüleri izlemiştir; fakat 2003 Kasım ayı içerisinde Türkiye'nin dünyaca bilinen en önemli kentinde gerçekleşmiş olan terör saldırıları dünya kamuoyunda Türk medyasının sayesinde istenilen yankıyı fazlasıyla uyandırmıştır (Kantarcı, 2005). 

Bu açıdan Türkiye'deki mevcut durumun legal ve ilkesel pek çok aykırılık içerdiği gözlenebilir.40 Bu aykırılık elbette terörizm konusuyla sınırlı değildir. Örneğin, depremlerde depremzede görüntüleri ile arama-kurtarma faaliyetlerinde çıkarılan cesetlerin canlı bağlantı ile haber bültenlerinde izleyiciye sunulmasına hatta durumun etkisini artırmaya yönelik şiirsel bir dil kullanılmasına ve doğal ses dışında duygusal müziklerin arka fonda verilmesine tanık olunmuştur. 

Bu durum Türkiye'de medyatik terörizmin ne derecede güçlü olduğunu gözlemlememiz açısında önemlidir. 

Siber Terörizm: Bugün bildiğimiz anlamda internet ilk olarak 1970'li yıllarda, Amerika Savunma Bakanlığı'nın araştırma dairesi tarafından önce 
bakanlığın bilgisayarlarını ağ üzerinde birleştirmek amacıyla tasarlanıp uygulamaya konulmuştur (Tarcan, 2005: 2). İnternet teknolojisinin XXI. asırda özel ve resmi her kurumun yoğun kullanımı nedeniyle giderek daha da artan önemi ve bireyler arasında en hızlı ve en kolay iletişim teknolojisi olması bu teknolojinin tüm diğer teknolojiler gibi bir silah olarak kullanılmasının da önünü açmıştır. Konuyu daha da açarsak yeteneklerine göre crackers, hackers ve rodents gibi bir sınıflandırmaya tabi tutulabilecek kişiler tarafından bir sisteme izinsiz girme, bu sistemdeki verileri silme, sistemin işleyişini yavaşlatma, sistemin kullanılmasını engelleme ve bu sistemden menfaat temin etme gibi bilişim suçları, internet ortamında gerçekleştirilebilmektedir (Gülşen, 2005: 201). 

Bu menfaat temin etme amacının aktörü terör örgütleri olunca ortaya siber terörizm olgusu çıkmaktadır. Örneğin, devletin önemli internet sitelerinin hacklenmesi (geçici ya da kalıcı bir süre için hizmet veremeyecek hale getirilmesi, çökertilmesi)41 hem bu siteyi kullanan binlerce insanı mağdur ederken hem de devletin kendisini teknolojik olarak koruyamadığı anlamına gelmektedir. Hacklenen sitelerin her hangi bir terör örgütünün bayrağı ya da bildirisi ile donatılması ise siber terörizmin provokasyon amacına da hizmet ettiğini gösterir. Kısacası siber terörizmi klâsik anlamda terör eylemlerinin bilgisayar ve bilgisayar sistemleri kullanılarak icra edilmesi olarak tanımlamak mümkündür (Caşın, 2008: 449). 

Siber terörizmi, sadece devlet sitelerin hacklenmesi olarak düşünmek yanlıştır. Siber terörizm, banka hesaplarının boşaltılması, değiştirilmesi ya da sahte 
bir biçimde açılması ile finansal kaynak bulma, e-devletin yaygınlaşması ile sahtecilik, vatandaşların bilgilerine ulaşma ya da bilgileri değiştirme, silme, silah ticareti, gizli haberleşme, terörist eğitim, askeri savunma sistemlerine sızma gibi anlamlar taşır. İnternet aracılığıyla su dağıtım şebekeleri, barajlar, gaz ve petrol hatları, atom santralleri yönetilmesi (Rustemova, 2006: 34) siber terörizmin ne derecede tehlikeli olduğunu anlamız açısından önemlidir. Siber terörizmin tehlikesini artıran bir diğer durum ise siber terörist eylemlerin neredeyse maliyetsiz ve hazırlıksız bir eylem oluşu ve dakikalar dahi sürmemesi dir. Ayrıca internet kullanıcı sayısının giderek artması42 teröristlerin sanal ortamda takibini de giderek daha da zorlaştırmaktadır. Teknolojik ilerleme siber terörizmi daha da güçlendirmekte ve yetersiz kalan savunma sistemleri saldırının önlenmesi anlamından daha çok saldırının tahriplerini azaltmak ya da düzeltmek anlamına gelmektedir. 

Siber terörizmi, siyasi amaçtan yoksun örgütlü ya da örgütsüz bilişim suçlarından ayırmak gereklidir. Örneğin, 2001 yılında e-ticaret hacmi 850 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir (Aydemir, 2005: 151). E-ticarette bulunan bireylerin her ticaret işleminde hesaplarından sadece 1 dolar çalmak birkaç ay için bile olsa büyük miktarda bir kazanç anlamına gelmektedir. İşte siber terörizm ile adi bir bilişim suçunu birbirinden ayırma ölçütü bu bilişim suçu ile elde edilen kazancın ne amaçla kullanıldığı durumudur. Bu kazanç terör örgütüne aktarılırsa ortaya siber terörizm; bu kazanç maddi kazanç amacındaki bir örgüte aktarılırsa ortaya organize suçla bağlantılı bilişim suçu çıkmaktadır. Başka bir örnek olarak herhangi bir devlet sitesinin hacklenmesi verilebilir; site hacklemenin amacı siyasi ise ve örgütsel bağlantı mevcutsa maddi kazanca bakılmaksızın bunun siber terörizm eylemi olduğu söylenebilir; fakat ortada siyasi amaç ve örgüt yoksa bu eylem bilişim suçu olarak değerlendirilmelidir. 

Terörizmin bu derece çeşitli ve tanımlamalarında farklılıklar içermesine rağmen tüm dönemlerde aşırı şiddet özelliği ile dikkatleri üzerine çektiği görülmektedir. Tanımlamalarındaki tüm farklılıklarına rağmen aşırı şiddet özelliği ve yasalara karşı duruşu nedeniyle devletlerin gündeminden düşmeyen terör örgütleri 
diğer bir değişle terörizm Türkiye'de de uzun yıllardır bir tehdit olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye'nin PKK ve onunla mücadele sürecine değinmeden önce bölücü/etnik terör örgütü PKK'nın daha net anlaşılabilmesi için her dönem ilişki içerisinde olduğu aşırı sol/radikal terör örgütleri ile aşırı sağ/dini motifli terör örgütlerine kısaca değinmekte yarar var. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

36 Medellin karteli yöneticileri hükümete, suçluların iadesi karşılığında, Kolombiya'nın dış borçlarını (14 milyar dolar) ödemeyi dahi önerdiler. 
Bu öneri uyuşturucu kaçakçılarının malî olanaklarının boyutları konusunda fikir vermeye yetiyor (Grimal, 2001). 
37 PKK ile mücadele askeri unsurların uyuşturucu ticareti ile olan ilişkileri için bk. Çiçek, (2009). (Köseli, vd., 2010: 382). Bu yönüyle narko terörizm paranın satın aldığı şiddet ile ülke içindeki gayri resmi devlet olabilmektedir. 
38 Konvansiyonel silah: Nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar olan kitle imha silahları (KİS) dışında kalan klâsik türdeki askeri silahlara verilen addır. 
1972 yılında kimyasal ve biyolojik silahların üretilmesi ve kullanılması Uluslararası Konvansiyon tarafından yasaklanmıştır; fakat hâlâ kimyasal silah 
üretiminde kullanılan maddelerin üretimi durdurulamamıştır (Rustemova, 2006: 36). 
39 PKK örneğinde, MED TV, Roj TV, Sterk TV, Nüçe TV, Newroz TV, Ronahi TV ve MMC TV (gundem, 2012b) gibi görsel ve işitsel basın araçları ile Yeni Ülke, 
Özgür Gündem, Özgür Ülke, Denge Amed, Yeni Politika, Welat, Revşen, Devrimci Yurtsever Gençlik, Özgür Halk, Alternatif, Yurtsever Eğitimciler, Halay, Serxwebûn (Dündar, 2009: 194) gibi yazılı basın araçları. İnternet siteleri ise sayılamayacak kadar çok. 
40 Türk medyasının bu tutumu, onun özgürlükten yana tavır koyan, korkusuz, şeffaf, bağımsız haberciliğin temsilcisi olduğu anlamına gelmemektedir; mevcut durum Türk medyasının reyting-tiraj kavramları güdüsünde habercilik yaptığı anlamına gelmektedir. 
41 Örneğin, Kasım 2011'de PKK'nın Maliye Bakanlığı'nın internet sitesini hacklemesi (hurriyet, 2012a). 
42- 2011 yılı internet verilerine göre; dünyadaki e-posta hesap sayısı 3,146 milyar, 2011 Kasım itibarıyla toplam web sitesi sayısı 555 milyon, dünya çapındaki internet kullanıcısı sayısı 2,1 milyardır (gantep, 2012). 

10. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

13 Şubat 2019 Çarşamba

12 MART MUHTIRASI VE PARTİLER ÜSTÜ HÜKUMETLER BÖLÜM 4

12 MART MUHTIRASI VE PARTİLER ÜSTÜ HÜKUMETLER BÖLÜM 4




Öte yandan 1961 Anayasası’na göre cumhurbaşkanı meclis ve senato ortak
oturumunda seçiliyor seçilebilmek için adayların ilk turda 423, sonrakilerde ise 318 oy alması gerekiyordu. Ancak 13 Mart 1973 tarihinde mecliste gerçekleşen dört turun sonucunda hiçbir aday yeterli oyu alamamış ve seçim sonuçsuz kalmıştı. 
Bu sonuçlar üzerine ilk olarak Gürler ardından da Arıburun cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmişler Demokratik Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli ise sürecin sonuna kadar aday olduğunu kamuoyuna duyurmuştur.
Bu gelişme üzerine AP ve CHP liderleri Cumhurbaşkanı Sunay’ın görev süresini
uzatma konusunda anlaşmışlar ancak ilgili anayasa değişikliği 22 Mart 1973’te Millet Meclisi’nde ilginç bir şekilde bir oy farkla reddedilmiş (Milliyet,23.3.1973) aynı şekilde 25 Mart 1973’te senatoda yapılan oylamada İnönü’nün tarihî çıkışıyla açık farkla reddedilmiştir. İnönü’nün senatoda “Bunu yapmayınız, bu ona iyilik değildir.


Vazifesini bırakmasını bilirse şerefli bir iş yapmış olur” (Cumhuriyet, 1973)
şeklindeki tarihî çıkışı Sunay’ın ve onun görev süresini uzatmak isteyenlerin
hayallerini bitirmiştir.
Bu şekilde Sunay’ın görev süresini uzatmayı başaramayan Demirel ve Ecevit ikilisi CGP lideri Feyzioğlu’nu da ikna ederek Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan ismini kontenjan senatörü seçmesi için Cumhurbaşkanı Sunay’ın önüne getirmişler ancak Sunay görev süresinin dolacağını söyleyerek bu isteği geri çevirmiş, dolayısıyla bu seçenek de gerçekleşmemiştir. 28 Mart 1973’te görev süresi dolan Cumhurbaşkanı Sunay yeni cumhurbaşkanı seçilene kadar koltuğunu adaylıktan çekilen AP’li Senato Başkanı Tekin Arıburun’a bırakarak görevinden ayrılmıştır. Öte yandan seçeneklerin hiçbirinin gerçekleşmediği bu süreçte cumhurbaşkanlığı adaylığı için Naim Talü, Sebahattin Özbek ve Fahri Korutürk ismi gündeme gelmiş en sonunda AP ve CHP liderleri Korutürk ismi üzerinde uzlaşmışlardır (Cumhuriyet,28.3.1973). Ancak her ne kadar AP ve CHP liderleri Korutürk ismi üzerinde uzlaşsalar da Korutürk AP, CHP ve CGP’nin ortak önergeyle kendisini cumhurbaşkanlığına aday göstermesini ve ilk turda seçilmesini şart koşmuş aksi takdirde ikinci turda adaylıktan çekileceğini taraflara bildirmiştir (Tokatlı,2000). Nihayet AP, CHP ve CGP’nin ortak önergesiyle cumhurbaşkanlığına aday gösterilen Fahri Korutürk 6 Nisan 1973 tarihinde mecliste yapılan 15. tur oylamada 557 üyenin 365’inin oyunu alarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 6.


Cumhurbaşkanı seçilmiştir (Coşkun, 1995; Arcayürek, 2007). 13 Marttan 6 Nisana kadar geçen 25 günlük sancılı sürecin sonunda Korutürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesini Gevgili, Batı Avrupa Ülkeleri’nin Türkiye’ye dönük baskıya dayalı rejimi yumuşatma yönündeki taleplerine, toplumun farklı kesimlerinde görülen demokratik hak ve özgürlük isteklerine ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un Genelkurmay Başkanı seçilememesi üzerine küskün duruma geçmesine bağlarken (Gevgili,1981) Ahmad ise, Korutürk’ün asker kökenli olmasına ve ayrıca askerlerin onun politikacıların etkisinde kalmayacağına inanmalarına bağlamıştır (Ahmad,2010).

Bize göre ise, bütün bu süreçte “meclisin üstünlüğü” kavramını öne çıkararak
Çankaya Köşkü’ne Gürler’in şahsında üçüncü defa bir genelkurmay başkanının
oturmamasını sağlayan Demirel ve Ecevit ikilisi sürecin sonunda parlamento
içerisinden bir ismi bu makama taşıyamayarak Fahri Korutürk’ün şahsında askerî
vesayetin devamına hizmet etmişlerdir.

5) 14 Ekim 1973 Genel Seçimleri


Yoğun geçen kampanya dönemi sonrası Türk seçmeni 12 Mart dönemini bitirecek oylarını kullanmak için 14 Ekim 1973’te sandık başına gitmiştir. Seçimlere Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Millet Partisi, Millî Selamet Partisi, Türkiye Birlik Partisi ve Demokrat Parti olmak üzere sekiz parti katılmıştır (Milliyet,15.10.1973).


14 Ekim 1973 seçimlerin sürprizini beklenilenin aksine CHP yapmış ve seçimden
zaferle çıkmıştır. CHP % 33,3 oy alarak 185 milletvekilliği kazanırken, 1969
seçimlerinin galibi AP ise % 29,8 oy alarak 149 milletvekilliği kazanmıştır. AP’nin
1969 seçimlerine göre kaybettiği yaklaşık % 20 oy iki yeni aktör olan MSP ve
Demokrat Parti’ye hemen hemen dengeli bir şekilde gitmiş ve yeni aktörlerden MSP % 11,8 oy ile 48 milletvekilliği Demokratik Parti ise % 11,9 oy ile 45 milletvekilliği kazanarak AP/Demirel’e büyük bir darbe vurmuşlardır. Muhtıra döneminin hükümetlerinde yer alan CGP ise % 5,3 oy ile 13 milletvekilliği, MHP % 3,4 oy ile 3 milletvekilliği ve bir mezhebin sözcüsü durumunda olan TBP ise % 1,1 oy ile 1 milletvekilliği kazanmıştır (Tuncer,2002).


Öte yandan muhtıra döneminin arkasından yapılan 14 Ekim 1973 seçimlerinin birinci sürprizi CHP’nin % 33,3 oy ve 185 milletvekili ile seçimlerden birinci parti olarak çıkması olmuşken ikinci sürprizi ise hiçbir partinin tek başına hükümet kuramaması ve seçmenin siyasi partileri koalisyon kurmak zorunda bırakmış olmasıdır. Ancak işler hiç hesaplandığı gibi gitmeyecek ve CHP-AP ile AP-Demokratik Parti ile hükümet kuramayacak ve ülke seçimlerden sonra yaklaşık yüz gün hükümet buhranı yaşayacaktır. Bu dönemde ilginç bir şekilde temel görevi ülkeyi sağlıklı bir şekilde 14 Ekim 1973 seçimlerine götürmek olan Talü Hükümeti bu yüz günlük süreçte yeni hükümet kurulamadığı için görevine devam etmek zorunda kalmıştır.


Cumhurbaşkanı Korutürk ilk olarak CHP lideri Ecevit’i hükümet kurmakla
görevlendirmiş. CHP lideri Ecevit AP lideri Demirel’e CHP, AP, CGP ve Demokratik Parti’nin dahil olacağı bir koalisyon hükümeti önerisiyle gitmiş ancak bu teklif Demirel’in istememesi nedeniyle gerçekleşmemiştir. İkinci olarak Ecevit, MSP’ye koalisyon teklifiyle gitmiş ancak bu teklifte MSP’nin Aralık 1973’te gerçekleşecek mahalli seçimlerin ertelenmesini ön şart olarak sunmasından dolayı gerçekleşmemiş ve Ecevit görevi Korutürk’e iade etmiştir (Çavdar,2013). Bunun üzerine Korutürk AP lideri Demirel’i hükümet kurmakla görevlendirmiş, Demirel’in, AP, MSP ve Demokratik Parti’li koalisyon girişimi Demokratik Parti’nin Demirel’i istememesi nedeniyle hayata geçememiş ve Demirel de kısa süre sonra görevi Korutürk’e iade etmiştir.


Bu gelişme üzerine Cumhurbaşkanı Korutürk ilginç bir şekilde Başbakan Talu’ya
hükümet kurma görevi vermiştir. Talu ise, CHP’yi dışarda bırakarak AP, CGP ve
Demokratik Partili bir koalisyon teklifiyle söz konusu partilere gitmiş ancak bu teklif de Demirel’in sıcak bakmaması sonucu uygulanamamış ve Talu da görevi iade etmiştir. Hükümet buhranının sürdüğü ortamda 9 Aralık 1973 tarihinde mahalli seçimler yapılmış ve CHP bu seçimlerden de zaferle çıkmıştır. CHP’ye İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana başta olmak üzere ciddi sayıda belediye başkanlığı getiren sonuçlar Ecevit’e başbakanlık yolunu da açmış ve Ecevit’in girişimiyle başlayan MSP ile koalisyon kurma çabası sonunda 37. Cumhuriyet hükümetinin kurulmasıyla sonlanmıştır.Nihayet CHP- MSP koalisyon hükümetinin kurulması ve 7 Şubat 1974 tarihinde güvenoyu almasıyla 12 Mart Dönemi resmen bitecek ancak 1973 ve 1977 seçimlerinin doğurduğu sonuçlar ve bu süreçte yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik buhran 12 Eylül 1980’in sebeplerini oluşturacak ve askerler bu tarihte bir kez daha ülke yönetimine el koyarak tüm siyasi partileri kapatacak, siyasileri yargılattırarak mahkumiyet cezaları verecek, uzun yıllar ciddi sayıda Türk insanını seçme ve seçilme hakkından mahrum edecek ve ülkenin gelecek yaklaşık otuz yılını esir alacak askerî vesayet kurumlarını kuracaktır.

SONUÇ


1950-1960 yılları arasında ülkeyi tek başına yöneten Demokrat Parti’nin izlediği
siyasi, sosyal ve ekonomik politikalar ülkede 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen emir komuta zinciri dışındaki ilk askerî müdahalenin temel sebepleri olmuştur.
Ancak bu müdahale ülkenin tarihindeki ilk ve son müdahale olmamış aksine gelecek on yıllarda tekrarlanacak filmin ilk bölümünü oluşturmuştur. Nitekim benzer gerekçelerle askerler 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de sivil siyasi hayata müdahale ederek devlet ve millet hayatında askerî vesayeti devam ettirmiştir. 27

Mayıs 1960’tan 12 Mart 1971’e kadar geçen süreçte ülkenin yaşadığı siyasi, sosyal ve ekonomik süreç Mart 1971’de emir-komuta zinciri dışında bir Marksist darbe tehlikesi oluşturmuş ancak Yüksek Komuta Heyeti 27 Mayıs 1960’tan çıkardığı dersle emir-komuta zinciri içerisinde bir darbeyle girişimin yönünü değiştirmiştir. 12 Mart 1971 tarihinde askerler ülkenin içinde bulunduğu siyasi, sosyal ve ekonomik buhran hâlinden sorumlu tuttukları Demirel Hükümeti’ni istifa ettirmişler ve yaklaşık iki buçuk yıl sürecek “Ara Rejim Dönemi”ni başlatmışlardır. Bu dönem askerlerin doğrudan iktidara el koymadığı ve parlamentoyu kapatmadığı fakat ülkeyi partilerüstü hükümetlerle yönetmeye çalıştığı bir dönemdir. Nitekim bu dönemde halkın iradesine inanmayan sivil askerî kliklerin iş birliği ile ikisi eski CHP’li Nihat Erim, birisi CGP’li Ferit Melen ve bir diğeri de Kontenjan Senatörü Naim Talû tarafından dört ayrı hükümet kurulmuştur. Bu dönemde ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik reformları gerçekleştireceği hayaline kapılan bu hükümetlerin yaşam süresi ortalama sekizer ay olmuştur. Öte yandan bu dönemde muhtıranın iktidardan uzaklaştırdığı AP’nin dışında bütün siyasi aktörler muhtırayı olumlu bulurken muhtıranın getirdiği partiler üstü hükümetlere karşı farklı tepkiler geliştirmişlerdir.

Örneğin; AP, CHP ve CGP partilerüstü hükümetlere üye verirken bu hükumetler in siyasi sorumluluklarına katılmamışlar, bu ise dönemdeki hükümetlerin başarısını etkileyen en önemli sebeplerden birisi olmuştur. Yine bu dönemde muhtıranın ve getirdiği partilerüstü hükümetlerin başarısını etkileyen bir başka faktör askerlerin bu işe plan/program geliştirmeden hazırlıksız girişmiş olmaları dır. Bunlara ek olarak radikal reformcular ve reform karşıtlarının bir arada bulunduğu bünyesel zayıflıklar partilerüstü hükümetlerin başarısını etkilemiştir.

Bütün bu faktörlerin birleşimi ise 12 Mart mantığının uygulayıcısı durumunda
bulunan partilerüstü hükümetlerin ülkede süreç içerisinde başarmayı hedeflediği
ekonomik dönüşümün doğmaması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bütün bu
olumsuzluklara rağmen bu dönemde yaklaşık otuz ay boyunca uygulanan
sıkıyönetim uygulaması ile ülkenin siyasi ve sosyal hayatını tehdit eden marjinal sol hareketler kontrol altına alınarak ülkede huzur ve güven ortamı sağlanmıştır.
Öte yandan 1973 yılı başıyla birlikte yeni cumhurbaşkanının seçilecek olması bu
dönemde bu makama gelecek kişinin sivil mi asker mi olacağı sorununu ortaya
çıkarmıştır. Askerler muhtırada imzası olan Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’i bu makama çıkararak muhtıra dönemini uzatmaya çalışırken AP lideri Demirel ile CHP lideri Ecevit ise Gürler’i bu makama getirmeyerek muhtıra dönemini bitirmeye çalışmışlardır. 
Sonuçta AP ve CHP liderleri Gürler’in cumhurbaşkanlığına gelmesini
engellemişseler de aslında bu süreci gerçek anlamda yönetememişler ve eski bir
asker olan Fahri Korutürk’ün Çankaya Köşkü’ne çıkmasını sağlamışlardır.

Bu anlamda Korutürk’ün cumhurbaşkanlığı makamına gelmesi muhtıra ile ortaya
çıkan ara rejim dönemini bitirmemiş, bu dönemde ülkede gerçek anlamda askerî
vesayetin kırılması 14 Ekim 1973 seçimleriyle olmuş ancak seçim sonuçlarının siyasi yelpazenin sağında ortay çıkardığı dağınıklık ve özellikle AP ile onun içinden çıkan Demokratik Parti’nin içine düştüğü kısır çekişme uzun süreli hükümet bunalımları, Kıbrıs sorununa bağlı olarak dış politikada karşılaşılan sorunlar ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları derinleştirmiş nihayetinde bu da askerîn 12 Eylül 1980’de yeniden siyasete müdahalesini ve gelecek yaklaşık otuz yılı şekillendirmiştir.


KAYNAKLAR

KİTAPLAR

Ahmad, F., Bir Kimlik Peşinde Türkiye, (Çev. S. Cem Karadeli), İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010,s.166.
---------, F., Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), (Türkçeleştiren: A. Fethi), İstanbul, Hil Yayınları, 2010,s.383.
Alatlı, E., Müdahale, İstanbul, Alfa Yayınları, 2002,s.23.
Altuğ, K.,12 Mart ve Nihat Erim Olayı, Ankara, Yedigün Yayınları,1973, s.216.
Arcayürek, C., Çankaya: Gelenler Gidenler, İstanbul, Detay Yayınevi, 2007, s.181.
------------,, C., Çankaya’ya Giden Yol (1971-1973), Ankara, Bilgi Yayınevi, 1985,s.272.
------------,, C., Demirel Dönemi 12 Mart Darbesi (1965-1971), Ankara, Bilgi Yayınevi, 1985, s.366.
------------,C., Darbeler ve Gizli Servisler, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1989, s.106-107.
Aslan, A., Türkiye’de Üniversite ve Siyaset, İstanbul, Paraf Yayınları, 2011, s. 437.
Ata, K., Türkiye Birlik Partisi (1966-1980), Ankara, Kelime Yayınevi, 2007, s.66.
Bakır, G., “Cumhuriyetçi Güven Partisi” İçinde İttihat ve Terakki’den Günümüze
Siyasal Partiler (Edit.Turgay Uzun), Ankara, Orion Kitabevi, 2010, s.284.
Bilgiç, T. Ünlü,” İç ve Dış Politikada Çeşitlilik: 1965-1971” İçinde İç ve Dış
Gelişmelerle Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1946-2012), (Edit, T. Ünlü Bilgiç ve Cihat Göktepe), İstanbul, Ufuk Yayınları, 2014,s.159.
Birand, M. Ali, C. Dündar, B. Çaplı, 12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi, Ankara, İmge Kitabevi, 2008, s.231.
Bulut, S., Muhtıra Sonrası Demokratikleşme Hareketlerine Örnek Model Olarak 1973
Genel Seçimleri, Ankara, Berikan Yayınevi,2010,s.81.
Cem, İ., Tarih Açısından 12 Mart Nedenleri Yapısı Sonuçları, İstanbul, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2009, s.371.
Cılızoğlu, T., “Çağlayangil’in Anıları”, Ankara, Bilgi Yayınevi, 2007,s.204.
Coşkun, S., Türkiye’de Politika: 1920-1995, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, s.31.
Çağrı, E., “ABD ve NATO’yla ilişkiler” içinde Türk Dış Politikası, (1919-1980), (Edit. Baskın Oran), İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s.681-715.
Çavdar, T., Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1950’den Günümüze, Ankara, İmge
Kitabevi, 2013,s. 247.
Demirel, T., Adalet Partisi İdeolojisi ve Politika, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s.56-58.
Fedayi, C., “Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi (1971-1980) içinde
Osmanlı’dan İkibinli Yıllara Türkiye’nin Politik Tarihi (Edit. Adem Çaylak vd.),
Ankara,Savaş Yayınevi 2012, s.493.
Gevgili, A., Türkiye’de 1971 Rejimi, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1973, s.236.
----------, A., Yükseliş ve Düşüş, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi, 1981, s.566.
Güleçyüz, K., Süleyman Demirel, İslam Demokrasi Laiklik, İstanbul, Yeni Asya
Neşriyat, 2015, s.297.
Hale, W., 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset, İstanbul, Hil Yayınları, (Türkçesi: Ahmet Fethi), 1996, s.178.
Hristidis, Ş. Kılıç ve Ersel Ergüz, İsmail Hakkı Birler’in Anılarında CHP’li Yıllar
(1946-1992), İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s.221.
Kongar, E., 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2000, s. 174.
Karpat, H. Kemal, Kısa Türkiye Tarihi, (1800-2012), (Yay. Haz: Güneş Ayas),
İstanbul, Timaş Yayınları, 2012, s.203.
--------, ------------, Türk Siyasi Tarihi, (Çev. Ceren Elitez), İstanbul, Timaş Yayınları, 2012, s.296.
Kayalı, K., Ordu ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012,s.167.
Kayra, C., 38 Kuşağı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s.305.
Kili, S., 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, İstanbul,
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1976, s.344.
Landau, J. M., Türkiye’de Aşırı Akımlar- 1960 Sonrası Sosyal ve Siyasal Çekişmeler, Ankara, Turhan Kitabevi, 1978, s.69.
Mütercimler,E.,Komplo Teorileri 4-İsyanlar,Darbeler,İhtilaller,Istanbul,Asi
Kitap,2016,s.137-158
Özbudun, E., Çağdaş Türk Politikası: Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller,
İstanbul, Doğan Kitap, 2007,s.30.
Özdemir, H., “Siyasal Tarih (1960-1980) içinde Çağdaş Türkiye (1908-1980),
(Yay.Yönet. Sina Akşin), İstanbul, Cem Yayınevi, 1989,s.234.
Soysal, M., 100 Soruda Anayasanın Anlamı, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1997, s.77.
Soysüren, A. Haydar, 12 Mart Döneminde Nihat Erim Hükümetleri, Ankara, Atam
Yay., 2014,s.188.
Suavi, A., ve Yüksel, T., 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2014, s.220.
Sunay, C., Türk Siyasetinde Sivil Asker İlişkileri, Ankara, Orion Kitabevi, 2010,s.178.
Tanör, B., İki Anayasa 1961, 1982, İstanbul, Beta Yayınları, 1991,s.25-27.
Tokatlı, O., Kaybolan Yılar 1961/1973, İstanbul, Doğan Kitap, 2000, s.463.
Toker, M.,İsmet Paşa’nın Son Yılları (1965-1973), Ankara, Bilgi Yayınevi, 1973,s.233.
Tuncer,E.,Osmanlı’dan Günümüze Seçimler(1877-1999),Ankara,Tesav
Yayınları,2002,s.327.
Ünsal, A., Umuttan Yalnızlığa Türkiye İşçi Partisi (1961-1971), İstanbul, Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, 2002,s.183.
Üskül, Z., Siyaset ve Asker Cumhuriyet Döneminde Sıkıyönetim Uygulamaları,
Ankara, İmge Yayınevi, 1997, s. 192-197.
15-16 ARALIK 2016 ULUSLARARASI DEMOKRASİ SEMPOZYUMU DARBELER ve TEPKİLER
Yalansız, N., Türkiye’de Koalisyon Hükümetleri (1961-2002), İstanbul, Büke
Kitapları, 2006,s.67-73.
Yetkin, Ç., Türkiye’de Askerî Darbeler ve Amerika, Ankara, Ümit Yayınları,
1995,s.157 .

DERGİLER

Millet Meclis Tutanak Dergisi

GAZETELER
Cumhuriyet
Milliyet
Resmi Gazete

***