ÖZGÜR ERDEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖZGÜR ERDEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Nisan 2018 Pazar

YÖK’te Yeni Dönem,

YÖK’te Yeni Dönem;


Özgür Erdem
19.01.2004/Sayı;48

AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte YÖK ve üniversite sistemi yeniden tartışılmaya başlandı. Tartışma geçtiğimiz Ekim ayında AKP’nin üniversiteler üzerinde tahakküm kurma çabasına girişmesiyle alevlenmişti. Hükümetin YÖK’ü tasfiye etmeyi amaçlayan tasarısını YÖK ve üniversitelerin direnişi nedeniyle geri almasıyla sonuçlanmıştı. Kemal Gürüz’ün emekliye ayrılması, yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in Cumhurbaşkanı’nca atanmasıyla üniversitelerde yeni bir dönem başladı. Teziç tarafından kamuoyuna sunulan ve Üniversitelerarası Kurul ile YÖK’ün ortak çalışmasının sonucu olan yeni YÖK Yasası taslağıyla YÖK ve üniversiteler yeniden gündemin ön sıralarına yerleşti.

Öncelikle bu tartışmanın basit bir mevzuat değişikliği tartışması olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. Üniversiteler Türkiye için bir eğitim kurumundan öte anlamlar taşır. Türkiye’de hocasıyla öğrencisiyle üniversite hem toplumu ilerleten, hem de uyandıran bir işleve sahip olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nda, 27 Mayıs döneminde, 68’lerde üniversitenin direnişi Türk siyasetine damgasını vurmuştur. Bu nedenle üniversiteler Türkiye için hâlâ çok önemlidir ve yüksek öğretimi etkileyecek tüm düzenlemeler bu yüzden tüm toplumun müdahil olduğu siyasi tartışmalara dönüşmektedir.

AKP’ye karşı Üniversitenin direnişi

Üniversitelerin AKP iktidarı için ise farklı bir önemi var. Türkiye’yi bir halifeliğe dönüştürmeye kalkışan AKP’nin emellerine ulaşabilmek için tasfiye etmesi gereken kurumların başında üniversiteler geliyor. Bilindiği gibi 28 Şubat sürecinde üniversiteler Atatürkçü güçlerle şeriatçı güçlerin mücadelesini yaşamış ve üniversitelerdeki şeriatçı kadrolaşma ve örgütlenme engellenmişti. AKP’nin öncelikle 28 Şubat’ın rövanşını en azından üniversitelerde almak gibi bir amacı var. 28 Şubat’tan sonra üniversitelerde yaşanan değişimlerin geri alınması AKP için oldukça önemli.

28 Şubat süreciyle birlikte, imam-hatip mezunları üniversitelerde istediği bölüme giremez olmuştu. Türban genelgesi üniversitelerde uygulanmaya başlamış, şeriatçı terör örgütlerinin üniversitelerdeki gücü önemli ölçüde kırılmıştı. 28 Şubat öncesinde üniversitelere bile hakim olmaya başlayan şeriatçı harekete en büyük darbe yine üniversitede vurulmuştu. AKP ile birlikte yeniden iktidara gelen şeriatçı hareket 28 Şubat’ın (kendince) hesabını görmeye üniversitelerden başladı.

Üniversiteler AKP için yalnızca rövanş değil, aynı zamanda Türk siyasetinde hakim olma, devlet içine kadro sokma ve imam-hatip mezunları gibi militan kadrolarını yetiştirme gibi işlevleri de görebilecek. Tabii bunun için de üniversitenin AKP’ye karşı yürüttüğü laiklik mücadelesinin kırılması gerekiyor.

Üniversitelere hakim olanın Türkiye’ye de hakim olacağını bilen AKP, üniversitelerin yeniden yapılanmasını bu yüzden öne çıkarıyor.

YÖK’ün 28 Şubat’tan beri sürdürdüğü misyon

AKP ile üniversiteler arasında yaşanan mücadelenin önemini tam olarak anlayabilmek için bu mücadelenin keskin bir biçimde yaşandığı 28 Şubat öncesini hatırlamak gerekiyor. Toplu namazların kılındığı, Ramazan aylarında oruç tutmayan öğrencilerin ellerinin satırlarla kesildiği, türban politikasıyla başı açık kız öğrenciler üzerinde baskı kurulduğu günleri unutmamak gerekiyor. Üniversitelerde şeriatçı kadrolaşma da 28 Şubat öncesinde yoğun bir şekilde yaşanmıştı.

28 Şubat Türkiye’yi şeriatçı idareden kurtardığı gibi üniversitelerde de hocalar ve öğrenciler üzerindeki şeriatçı baskıyı ortadan kaldırmıştı. YÖK de bu dönemde 28 Şubat’ın kararlılığının üniversitelerde uygulanmasını sağlamıştı. Bu anlamda şeriatçı ve bölücü çevrelerin YÖK’e karşı çıkmasını ve “demokrasi” çığlıkları atmasını doğal karşılamak gerekiyor. Bu çevrelerin çığlıklarına aldanan kesimlere ise 28 Şubat öncesi üniversitelerin durumunu hatırlatmaktan başka bir çare kalmıyor.

AKP’nin hayali: Federal Türkiye federal üniversiteler

AKP iktidarı Türkiye’de bir halifelik rejimi kurmaya çalışmakta. Bu rejimi tesis edebilmek için devletin gücünü kırmayı ve kendisine direnecek güçleri zayıflatmayı hedefliyor. AKP bir yıllık icraatıyla ve çıkardığı yasalarla bu yönde önemli adımlar da attı. Son olarak, Meclis gündemine gelen Kamu Yönetimi Reformu yasasıyla da Türkiye’yi 81 eyalete bölmeyi hedefleyen AKP, böylelikle devletin merkeziyetçi üniter yapısına bir darbe daha vurmayı planlıyor. AKP’nin planı aslında çok açık, Türkiye’yi bir eyaletler federasyonuna çevirerek bölücülüğe ve şeriata karşı direniş olanaklarını zayıflatmak. Ve gerekli yasal değişikliklerle de direnişin elini kolunu bağlamak.

Üniversiteler açısından da durum çok farklı değil. Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldırmak isteyen AKP, üniversitelerde de üniter yapıyı yok etmeye çalışıyor.

AKP’nin asıl istediği üniversite sistemini rektörlerin büyük direnişiyle rafa kaldırılan AKP’nin ilk YÖK Yasa tasarısında görebiliriz. Bu taslakta AKP, YÖK’ün merkeziyetçi yapısını tasfiye ederek üniversite sisteminde federal bir yapıyı tesis ediyordu. Hatta, bir adım daha giderek büyük üniversiteleri 4-5 parçaya bölerek üniversitelerin gücünü de önemli ölçüde kırmış oluyordu.

Merkezi bir YÖK’e hâlâ ihtiyaç var

28 Şubat öncesinde ve AKP iktidarı boyunca üniversitelerin şeriatçı iktidarlara direnişini olanaklı kılan bir anlamda merkeziyetçi yapının varlığıydı. AKP’nin hayal ettiği gibi tek tek birbirinden kopuk ve bağımsız üniversiteler tek başına siyasi iktidarın baskılarına direnecek gücü kendilerinde bulamayacaktır. Türkiye’deki üniversiteleri birarada tutan ve merkezi bir yapıyla denetleyen ve düzenleyen bir yüksek öğretim kurumunun varlığı üniversitelerin şeriatçı baskıya direnmesini mümkün kılan şeydir. Dolayısıyla üniversitelerdeki merkezi yapı çokça sanıldığı gibi demokrasiyi ortadan kaldıran bir uygulama değildir. Tersine şeriatçı yönetime direnme olanaklarını güçlendirdiği için aslında önemli bir demokrasi mevzisidir.

Aynı şekilde 28 Şubat sürecinde görüldüğü gibi özellikle taşra üniversitelerinde üniversite yönetimlerinin öğretim üyeleri üzerindeki siyasi baskı hâlâ akıllardadır. Kılık-kıyafet yönetmeliklerini bir türlü uygulamayan ve üniversiteleri şeriatçı örgütlerin devlete meydan okuduğu kurtarılmış bölgelere dönüşmesine seyirci kalan kimi üniversite yönetimleri, Atatürkçü ve ilerici pek çok öğretim üyesi üzerinde de büyük baskılar uyguluyordu. Ancak 28 Şubat sürecinden sonra YÖK’ün merkeziyetçi yapısı sayesinde bu üniversitelere müdahale edilebilmiş, üniversitelerdeki şeriatçı-bölücü terör örgütleri önemli darbe almış, şeriatçı kadrolaşma da engellenmiştir.

Görüldüğü üzere, YÖK’ün merkeziyetçi yapısı üniversitelerin şeriatçı hükümete karşı direnişini sağlamada önemli bir silaha dönüşmektedir.

“İki Kemal”in

Mustafa Kemal’e verdiği zarar

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in son 2 yıldır YÖK’e atadığı yeni üyeler ve son olarak yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, YÖK’te yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. AKP’nin halifelik rüyaları ve bu rüyaların gerçekleşmesi için üniversiteleri teslim alma projesi sürmektedir. Ancak üniversiteler önündeki AKP tehlikesi 28 Şubat öncesindeki tehlikeden farklıdır. 28 Şubat ile birlikte üniversitelerin şeriatçı terör örgütlerinden ve şeriatçı kadrolaşmadan temizlenmesi gerekiyordu. Türban genelgesinin uygulanmaya başlanması, imam-hatip mezunlarının istediği bölümlere girmesinin engellenmesi bu çabanın bir ürünüydü. Ancak, bugün üniversitelerin önünde bir “temizlik” değil, savunma görevi bulunmaktadır. Şeriatçı tehdidin azalmadığını, hatta arkasına ABD’yi almış AKP iktidarıyla birlikte artttığını unutmadan, uyanıklığı elden bırakmadan laiklik konusunda taviz vermemek gerekiyor. Fakat, 28 Şubat döneminin sert idari tedbirlerine dayanmak ve bununla yetinmek artık çıkar yol değil ve üniversitelerin artık farklı bir kimlikle toplumun önüne çıkması gerekiyor.

Bir dönem artık kapandı. 28 Şubat sonrası şeriatçılarla yaşanan hesaplaşma süreci Atatürkçü güçlerin başarısıyla sonuçlanmıştır denebilir. Ancak bu başarıda esas pay sahibinin son dönemde üniversiteleri yöneten kadrolar mı olduğu sorusunun da sorulması gerekmektedir. 28 Şubat ile birlikte Atatürkçü kesilen, Atatürkçü kimlikle kendini topluma tanıtmaya çalışan, 28 Şubat’ı var eden irade sayesinde uygulanabilen türban genelgesini, kendi başarısıymış gibi sunan ekip artık miadını doldurmuştur. Üniversitelerin adeta kendilerine muhtaç olduğunu düşünen ve aslında hiç de Atatürkçü olmayan bu ekip, geldiği mevkilerine tanıdığı ayrıcalık ve yetkileri kendi kişisel siyasi ve ekonomik ihtirasları için kullanmıştır. 28 Şubat’tan sonra Atatürkçü gözüküp kimi mevkilere gelenler, Atatürkçülüğün tek adresi olduğunu iddia ederek mevkilerini adeta işgal etmiştir.

İsmen “Kemal” olmanın Mustafa Kemal olmak için yeterli olmadığı ortadadır. Kemaller 28 Şubat’tan beri Atatürkçülüğe büyük zarar vermişlerdir. Atatürkçülük maskesiyle yaptıkları Atatürkçülüğe ve gerçek Atatürkçülere mal edilmiş, Atatürkçülüğü salt laikliğe indirgemişlerdir. Kemallerin sahte Atatürkçülüğü Mustafa Kemalleri de engellemeye çalışmıştır.

YÖK’te son yıllarda yaşanan değişiklikler ve son olarak Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in YÖK başkanlığına getirilmesi, üniversitelerde belli mevkilerde tutunmuş sahte Atatürkçülerden kurtulunacağı yolunda bir umut ve beklenti yaratmıştır. Sahte Atatürkçülerin yolsuzlukları, adam kayırmaları, siyasi baskıları, keyfi uygulamaları, intihalleri engellenmelidir. Hele hele sahte Atatürkçülerin yaptıklarının Atatürkçülüğe mal edilmesinin kesinlikle önüne geçilmelidir.

YÖK’teki yeni yönelim

Teziç’in göreve başlar başlamaz kamuoyunun tartışmasına sunduğu yeni YÖK Yasa Tasarısı da YÖK’ün yeni yönetiminin önümüzdeki dönemde alacağı yönelimi gösteriyor.

Yeni yasa tasarısını incelediğimiz zaman, Teziç’in daha demokratik, daha katılımcı, daha hukuki bir YÖK anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. Taslakta, YÖK’te özellikle rektörler ve dekanlar üzerindeki denetim arttırılıyor, YÖK Denetleme Kurulu’nun üye sayısı ve yetkileri arttırılıyor. Ayrıca Yargıtay, Sayıştay ve Danıştay’dan seçilecek üyelerle birlikte Denetleme Kurulu’nun hem hakkaniyeti, hem de güvenilirliği arttırılmaya çalışıyor.

Aynı şekilde, öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin üniversite ve fakülte yönetimlerindeki söz ve karar hakları arttırılıyor, rektör ve dekan seçimlerinin daha demokratik hale gelmesi sağlanıyor. Teziç’in öğrenci temsilcilerinin ve öğretim üyesi derneklerinin görüşlerini de alması üniversitelerin bundan sonra daha demokratik olacağının göstergesi.

Yeni taslakta düzenlenmese bile, disiplin yönetmeliğinin Türk yargısındaki son değişikliklerle uyum içerisinde yeniden düzenlenmesinin gereğinden açıkça bahsediliyor. Mevcut disiplin yönetmeliğinin ne kadar baskıcı ve anti-demokratik olduğu ortada. Öğrencilerin en ufak siyasal faaliyetinin istendiğinde okuldan uzaklaştırmaya varacak kadar ağır şekilde cezalandırılması hem üniversitelerin geldiği noktanın, hem de mevcut yasaların çok gerisinde kalıyor. Üstelik yönetmeliğe göre bir öğrencinin eğitim yaşamı ya da bir öğretim üyesinin akademik kariyeri bir rektörün ağzından çıkacak kelimelere bağlı oluyor. Çılgın bir rektörün yürüttüğü bir siyasi linç kampanyasının sonucu olarak okulundan atılan Atatürkçü gençler mevcut mevzuatın nerlere yol açacağının güzel bir göstergesi. Bu yüzden disiplin yönetmeliğinde bir iyileştirmeye gidilmelidir.

Teziç’in YÖK’ü:

AKP’ye direniş devam edecek

Dikkat çeken bir başka nokta da AKP’nin iktidarının ilk gününden itibaren ısrarla savunduğu kimi değişikliklerin Teziç’in taslağında yer almaması. Örneğin ÖSYM YÖK’e bağlı olarak çalışmaya devam ediyor. İmam-hatip mezunlarının istediği bölüme girmesini sağlayan düzenleme de rafa kalkıyor. Hükümetin üniversiteler üzerinde baskı kurmasını engelleyen YÖK’ün merkeziyetçi yapısı da gerekli kimi demokratik düzenlemelerle birlikte korunuyor.

Teziç’in sunduğu taslakta, YÖK’ün yapısının AKP’nin istediği şekilde değiştirilmesinin Anayasa’ya bile aykırı olan gereksiz bir uygulama olarak görülmesi üniversitelerin direnişinin süreceğinin önemli bir işaretidir. Zaten Teziç’in göreve başladığında laiklik ve türban konusunda taviz vermeyeceğini beyan etmesi de tüm Atatürkçülerin alkışladığı bir tutumdu. Üniversitelerde demokratik bir açılım yaşanması, keyfi idareye son verilmesi hocasıyla öğrencisiyle tüm üniversite kamuoyunun isteği. Ancak bunu yaparken laiklik konusunda uyanıklığı elden bırakmamak ve üniversitelerin laiklik konusunda direnmesinin idari olanaklarını ortadan kaldırmamak gerekiyor.

Vakıf üniversiteleriyle laiklik korunmaz

Teziç’in tasarısının yukarıda sıraladığımız önemli doğrularının yanında değinilmesi gereken bir yanlışı da bulunuyor. Tasarı, vakıf üniversiteleri hakkında ayrıntılı bir düzenleme içermekte ve yıllardır eksik kalmış yasal dayanağı sunmakta ve vakıf üniversitelerini Türk yükseköğreniminin önemli bir parçası olarak tanımlamaktadır.

Herşeyden önce vakıf üniversitelerinin öğrenciler arasında nasıl bir eşitsizlik yarattığı tartışma götürmez bir gerçektir. Liberal ekonomiyi savunanların vakıf üniversitelerini onaylaması doğaldır. Ancak kendisini Atatürkçü olarak tanımlayanlar arasında bile vakıf üniversitelerini savunanların, hatta vakıf üniversitelerine destek olanların yer alması ilginçtir. Özel bir eğitim kurumu hiçbir şekilde Atatürkçülüğe sığmaz. Paralı eğitim hem Atatürk’ün son verdiği, hem de Atatürkçülüğün özüne ters bir sistemdir. Bu nedenle kimi hocalarımıza Atatürk’ün Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini hatırlatmak istiyoruz.

Üniversitelerde AKP’ye karşı direnmek isteyen, kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan pek çok hocamızın bulunduğunu biliyoruz. Ancak bu hocalarımızın bir kısmının Atatürkçülüğü laikliğe indirgemesi, AKP’ye karşı verilen Atatürkçü mücadeleye zarar veren bir tutumdur.

Deli Dumrullar Engellenmeli

Tasarıdaki denetimle ilgili maddelerin artması, rektörlere ve dekanlara geniş yetkiler vermesi, ancak bu yetkilerin de denetime açık hale getirilmesi, öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin üniversite yönetimine katılımını arttırması, disiplin yönetmeliklerinin yeniden düzenlemeye tutulacağının savunulması şüphesiz çok olumlu adımlardır.

Bugün kimi üniversitelerde ortaya çıkan “Deli Dumrul”lar üniversiteleri kendi kişisel şeyhliklerine dönüştürmüştür. Yolsuzlukların, hukuksuzlukların, keyfiliklerin, haksızlıkların haddi hesabı yoktur. Denetleme mekanizmalarının yetersizliği nedeniyle Deli Dumrullar engellenememektedir. Mağdur olanların eğitim hayatları veya akademik kariyerleri heba olmaktadır. YÖK Yasası’nda “Deli Dumrul”ları engelleyecek düzenlemelere ihtiyaç olduğu açıktır.

Kemaller gidecek Mustafa Kemaller gelecek!

Türk üniversitelerinin bir değişime ihtiyacı olduğu ortada. Ancak bu değişim mevcut YÖK sistemini tasfiye eden bir yönde değil, üniversitelerin AKP’ye karşı layıkıyla direnmesine olanak veren yönde olmalı. YÖK’ün merkezi yapısını sulandırmak yerine, sistemi suistimal edenler temizlenmeli, yapısal sorunlardan kaynaklanan kimi tıkanıklıklar ve eksiklikler yeni bir yasal düzenlemeyle giderilmeli, üniversiteler Atatürkçü mücadeleyi gerçekten verecek kadrolara teslim edilmelidir. Deli Dumrulların oluşmasına olanak veren kimi antidemokratik hükümler düzeltilmelidir. Kimi üniversitelerimiz zaten gerçek Atatürkçülerin yönetimindedir, ancak kimilerinde sahte Atatürkçüler gerçek Atatürkçülerin önünde engel olmaktadır.

AKP iktidarına karşı üniversiteler başından itibaren direndi. Ancak bu direnişin takıyyeci değil tam anlamıyla Atatürkçü bir içerikte devam etmesi gerekmektedir. Bu nedenle giden bir Kemal hayırlı olmuştur. Üniversiteler diğer Kemaller’den de kurtulacak, yerlerine Mustafa Kemaller gelecektir.




16 Aralık 2017 Cumartesi

Tayyip Erdoğan'ın Mülkiyelisi: Baskın Oran



Tayyip Erdoğan'ın Mülkiyelisi: Baskın Oran



Özgür Erdem,*
* Ankara Üniversitesi SBF Yüksek Lisans Öğrencisi

Batılı Düşünce Kalıpları Pazarlayan Mülkiye Profesörü

Türkiye, Baskın Oran’ı, Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun ünlü raporunu kaleme alan profesör olarak tanıdı. Raporda alt-üst kimlikle ilgili yazılanlar ve Türk vatandaşlığı yerine Türkiyelilik kimliğinin kullanılması gerektiğinin önerilmesi büyük tepki toplamış ve tartışma yaratmıştı. Hele hele Danışma Kurulu’nun Başbakanlığa bağlı bir kurum olması ve hazırladığı raporun aslında resmi bir rapor olması durumun vahametini daha da artıran bir durumdu.

Raporun yayınlandığı ve kamuoyu tarafından büyük tepki gördüğü Ekim 2004’ten beri Türkiye’de Türkiyelilik kavramı üzerinden yürütülen tartışma hızlanarak devam ediyor. Bu kavramın tartışılmasının en önemli nedeni Türk kimliğini zayıflatarak Türkiye’nin bölünme sürecini hızlandırmak. Dolayısıyla, dağda PKK’lıların yaptıklarını, medyada bir takım kalemler desteklemektedir. Dağda Türklüğe karşı savaşanlarla basında Türklüğe savaş açıp Türkiyelilik kimliğini öne çıkaranlar arasında, hizmet ettikleri amaç açısından, aslında çok da fazla bir fark bulunmuyor.

Bu gerçeği, Apo’nun şu sözünde de görebiliriz: “TC vatandaşlığını anayasal üst kimlik olarak kabul ediyoruz. Alt kültürel kimliklerin önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz.”

“Türkiyelilik kimliği çerçevesinde çözüm” de Apo’nun son dönem sık sık kullandığı söylemlerden birisidir. PKK terörünün dağlarda azgınlaştığı son dönemde, medyadaki “Türkiyelilik”çi kalemlerin de Türklüğe saldırılarını yoğunlaştırması bir tesadüf sanılmamalıdır.

Baskın Oran’ın tezleri bu açıdan incelenmelidir. Zaten, Baskın Oran’ın Türkiyelilik üzerine görüşleri bizzat Apo tarafından da tescillenmiştir: “Bu konuda Baskın Oran’ın görüşleri dikkat çekicidir. Bizim görüşlerimizle örtüşmektedir.”

Biz de Baskın Oran’ın Türkiyelilik görüşlerinin bölücülükle ne kadar örtüştüğünü yazımızda ortaya koyacağız.

Baskın Oran’ın Tesadüflere Dayanan Millet Kavramı


Baskın Oran millet kimliğinin sanal olduğunu düşünmektedir. Ve tüm analizini bu önkabul üzerine kurmaktadır: “Millet kavramı gerçek değil sanal bir kavramdır, tuğla üzerine tuğla koyar gibi inşa edilmiştir.”

Baskın Oran’a göre millet dediğiniz şey tesadüflere dayanarak oluşmuştur. Çeşitli etnik unsurlar, tarihsel tesadüflerle, belli bir coğrafyada, bir arada kalmışlar ve hangi devletin sınırları içinde kalmışlarsa, o devletin belirlediği üst kimlik altında asimile edilmeye çalışılmışlardır. Millet kavramı Oran’a göre bu nedenle yapaydır.

Ancak millet kavramı hiç de Baskın Oran’ın dediği gibi yapay değildir. Örneğin, Baskın Oran’ın tezlerine göre Türklük kimliğinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmadan önce hiç var olmadığını söylememiz gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.

Türklük, Atatürk Devrimi’nden sonra ortaya çıkmış suni bir kavram değildir. Öyle olsa Atatürk Devrimi’yle alakası olmayan diğer Türk Cumhuriyetleri de ortaya çıkmazdı. Bakın Özbekistan’dan Tataristan’a Türk coğrafyasına… Bunlar kendilerine niye Türk diyor? Niye Türkçe konuşuyorlar? Atatürk’ün bu bölgelere kadar uzanan bir gücü mü vardı?

Biz, Türklüğe tarihsel bir olgu olarak bakıyoruz. Yüz yıllık Sovyet baskısı ve ondan önceki yüzlerce yıllık Çarlık baskısına rağmen Orta Asya’da Türklüğün hâlâ dimdik ayakta olmasının nedeni bu olsa gerek.

Yalnız Türkler için değil, diğer Üçüncü Dünya milletleri için de aynı tarihsellik geçerlidir. Millet kavramı Baskın Oran’ın dediği gibi suniyse, Arap milletini suni olarak yaratan ulus-devlet acaba hangisidir? Hangi yapay ulus-devlet Fas’tan Irak’a tüm Arap coğrafyasını Araplaştırmıştır? Milyar nüfuslu ve binlerce yıllık tarihli Çinliler ve Hintliler, hangi büyük yapaylığın bir ürünüdür? 200 yıla yakın bir süredir Latin Amerika’da kıtasal devrim için mücadele eden akımlar hangi yapay ulus-devletin geçmişteki sınırlarına ulaşmak istemektedir?

Ve son olarak, binlerce yıllık tarihi bulunan, dünyanın en büyük medeniyetlerini yaratmış milletleri yapay gösteren anlayışın neresi bilimseldir?

Baskın Oran’ın bahsettiği suni milletler Doğuda değil Batıda bulunur. Ancak Baskın Oran Batının toplumsal şablonlarını Doğuya uyarlamak istediği için bilimsel gerçeklere uymayan sonuçlara varmaktadır.

Millet mi Apartman Sakinleri mi?


Batıdaki milletleşme şablonu bizim gibi ülkelerde işlememektedir. Batıda ayrık etniler zorla birleştirilmiş ve millet yaratılmıştır. Doğuda ise tarihsel bir gerçeklik olan milletler Batı tarafından suni bir şekilde bölünmeye çalışılmaktadır.

Baskın Oran’ın paranoya diyerek bir türlü anlamadığı ve dalga geçtiği gerçek işte budur. Oran’a göre milletler apartman sakinlerine benzemektedir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde raslantısal olarak bir araya gelmiş ve tarihsel olarak farklı etnik kökenlere dayalı alt kimliklerin birleşmesidir Türk kimliği. Baskın Oran’a göre Türkiye’de tek bir millet yoktur. Tersine, onlarca alt kimlik bir arada bulunmaktadır: Boşnağı, Arabı, Alevisi, Kürdü... Türk de bu alt kimliklerden birisidir. Atatürk bu alt kimliklerin tümünün toplamına Türk demiştir. Oran’a göre bu alt kimlikleri bir arada tutan bir şey yoktur. O yüzden bu alt kimliklerin yurdumuzu terk etmesini istemiyorsak onlara haklarını tanımak zorundayızdır.

Yani, Oran’a göre Türkiye bir apartman, tüm alt kimlikler de apartmanın farklı sakinleridir. Apartman sakinlerini bir arada tutan tek şey apartmanlarıdır. Daha iyisini bulurlarsa apartmandan ayrılmaktan çekinmezler. Ve tüm apartman sahipleri birbirinden ayrı olabilir. Onları tek bir kimlik altında birleştiren bir şey yoktur.

Bu Batıda öyle olabilir. Örneğin, Fransa gibi ülkeler, farklı prenslik ve derebeyliklerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Ancak Türkiye’de böyle bir durum yoktur. Türkiye yüzlerce yıldır Türklerin egemenliği altında devletler tarafından yönetilmiştir. Türkler egemenliklerini hiçbir etnik grupla paylaşmamış, bu topraklarda büyük bir medeniyet yaratmıştır. Diğer etnik gruplar da zaten yüzlerce yıldır doğal bir şekilde Türklük kimliği altında erimektedir. Kısacası, Anadolu bir apartman değil, Türklüğün egemenliği altında bir Türk vatanıdır. Atatürk’ün deyimiyle “Türkeli”dir.

Ayrıca, Türklük tarihsel ve kültürel bir olgudur. Moğolistan’daki Türkle Bosna Hersek’teki Türk’ü bir araya getiren şey budur. Ancak milletin modern anlamda tanımı bir ulus-devlet çatısı altında yaşamasıdır. Farklı ulus-devlet çatıları içinde hayatını yaşamış çeşitli Türk toplulukları tabii ki 100 yıllık bir süreç içinde birbirinden uzaklaşmıştır. Ancak kültürlerinin ve dillerinin kökenlerine baktığınız zaman hâlâ aynı millet olduklarını görürsünüz. Yani emperyalizmin tüm parçalama ve yok etme stratejilerine rağmen Türk Milleti 5 bin yıldır dimdik ayaktadır. Diğer tüm mazlum milletler gibi...

Dolayısıyla Türklüğü sıradan bir alt kimliğe dönüştürmek ve Kürt, Alevi gibi diğer alt kimliklerin haksız bir şekilde asimile edildiğini düşünmek, yüzyıllardır doğal olarak devam etmekte olan Türkleşme sürecini durdurmak demektir.

Zaten Türkiyelilik kavramının ortaya çıkışının altında yatan neden budur. Amaç, Türkleşme sürecini tersine çevirmek, Türklük içinde erimiş tüm entik unsurları tekrar ortaya çıkarmaktır. Bunun için de o etnik unsurlara öncelikle “etnik haklar” verilmelidir.

Baskın Oran’ın Alt-Üst Kimlik Anlayışı Irkçılığı Besliyor


Baskın Oran alt ve üst kimliği şu şekilde tanımlıyor:


“Alt kimlik, bireyin içinde doğduğu grubun kimliğidir ve dolayısıyla da objektif kimliğe denk düşer. Örneğin Türkiye’de Rum ana babadan doğan çocuğun alt kimliği Rum’dur. Üst kimlik ise devletin vatandaşına empoze ettiği kimliktir. Bu anlamda, vatandaşlığa denk düşer.”

Türkiye’de üst kimlik Baskın Oran’ın tanımına göre Türklüktür. Ve Oran’a göre, mesele de buradan çıkmaktadır. Türklük aynı zamanda bir alt kimlik olduğu için, Türklüğü bir üst kilmik olarak diğer etnik unsurlara dayatmak, “itici ve bölücü” olmaktadır.

Baskın Oran, insanların ırksal bir kimliği (alt kimlik) ve devlet tarafından empoze edilen bir başka kimliği olduğunu iddia etmektedir. Ve bu iki kimlik çakışmadığı zaman da “travma” meydana gelmektedir.

Biz ise, milletin ırksal değil, tarihsel ve kültürel bir olgu olduğunu ortaya koymaktayız. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ülkemizin en doğusundan en batısına Türk yapan şey bu topraklardaki yüzlerce yıllık Türk varlığı ve bu topraklarda yaratılan Türk uygarlığıdır. Ve bu uygarlığın yaratılmasında etnik kökeni ne olursa olsun, her vatandaşın, yani her Türk’ün eşit derecede emeği vardır. Yaratılan medeniyet hepimizindir.

Ancak Baskın Oran, insanlara baktığında en önce etnik kimliğine göre değerlendirmektedir. Doğal olan kimlik Baskın Oran’a göre alt kimliktir. Üst kimlik ise yapaydır ve devlet tarafından empoze edilmiştir. Aslında vatandaş bu kimliği abul edilmemektedir.

Halbuki Türk insanı, birbirine ırklarına dayanarak bakmaz. Türkiye’de (bölücü akımların etkisi altındaki bir azınlık dışında) herkes kendini Türk görmektedir. Kimse de etnik geçmişine göre bir değerlendirme ya da ayrıcalığa tabi tutulmamaktadır.

İnsanların etnik geçmişine bir tek “Türkiyelilik”çilerimiz bakmaktadır. Şimdi soruyoruz, bu kafatasçılık değildir de nedir? O çok eleştirdiğiniz ırkçılıktan ne farkınız kalıyor?

Baskın Oran’da Osmanlı’ya Özlem


Baskın Oran’a göre Osmanlı toplumu, Atatürk Cumhuriyetinden daha kapsayıcıdır. Çünkü Osmanlı’da alt kimliklerin hepsi hürdür. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise üst kimlik Türklük olarak belirlendiği için hata yapılmıştır:

“Osmanlı’da çok sayıda alt kimlik vardı: Türk, Kürt, Gürcü, Abhaz, Ermeni, Arnavut, Rum, Musevi, Boşnak, vb. Bütün bu alt kimlikler Osmanlı tarafından tanınmış ve hiçbirinin diline, dinine, eğitimine, adetine, giyimine vb. karışılmamıştır.”

Ne büyük özgürlük!


Baskın Oran bu noktada da tarihsel gerçekleri tersyüz etmektedir. Osmanlı’da alt kimliklerin bahsedildiği şekilde serbest olması Tanzimat’la birlikte başlayan sömürgeleşme sürecinin bir ürünüdür. O döneme kadar Osmanlı İmparatorluğu, fethettiği toprakları Türkleştirmek gibi bir politikayı izlemiş, iskan uygulamalarıyla bu politikasını pekiştirmiştir. “Devşirme” örneklerini unutmamak gerekir.

Ancak Baskın Oran, insanların etnik kökenlerine çok önem verirken, Osmanlı böyle bir ırkçı yaklaşım sergilememiş, tersine, devşirmelere herhangi bir vatandaşı gibi davranmıştır. Devlet yönetiminde üst noktalara gelen pek çok devşirme herkes tarafından bilinmektedir.

Üstelik Baskın Oran’ın sandığının aksine, Osmanlı’nın son döneminde etnik unsurlara tanınan azınlık hakları, onların ayrılma isteklerini azaltan değil, tersine arttıran bir unsur olmuştur.

Günümüz Türkiyesi açısından da durum budur. Bugün şüphesiz ne Rumların ne de Ermenilerin kısa vadede bir ayrılma talebi yoktur. Bu gayrimüslim azınlıklar, ileride yaşanabilecek bir Yunan ya da Ermeni yayılmasının Türk topraklarına hâkim olacağı günü beklemektedir. Ancak Türklük açısından bu yeni üst kimlik tartışmalarının esas nedeni Kürt bölücülüğünün artırılmasıdır. Bunu nitekim Baskın oran da söylemektedir. Baskın Oran Türklüğün bir üst kimlik olarak dayatılması sonucu Kürtlerin dışlanmış hissine kapıldığını iddia etmektedir:

“(...) Türkiye Cumhuriyeti bir ‘Ulus-devlet’ olarak kurulunca(…) Üst kimlik de ‘Türk’ biçiminde değişmiştir. Bu yeni üst kimlik, artık alt kimliklerden en önemlisi olan ‘Türk’ alt kimliğiyle aynı adı taşımaktadır. İşte bu durum, diğer alt kimliklerin ve özellikle de Müslüman olmamak nedeniyle çok farklı bir alt kimlik taşıyan gayrimüslimlerin ve Müslüman olup da farklı alt kimliğini kuvvetle vurgulayan Kürtlerin dışlanması tablosunu yaratacaktır.”

Kürtçülük Baskı Yüzünden mi Ortaya Çıktı?


Bir milletin yaşadığı tüm çelişkilerin, salt içsel dinamikler olduğunu kabul etmek doğru değildir. Halbuki Baskın Oran hocamıza göre, Kürtlerin bağımsızlık istekleri, ya da en azından ayrı bir alt kültür olarak tanınma istekleri tamamen Türklerin Kürtlerle olan asimilasyoncu ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Baskın Oran’a göre “milliyetçilik bir hastalıktır” ve kendi karşıtını güçlendirir. Türkiye’de de Türklük üzerinden yürütülen asimilasyonculuk olsa olsa Kürtlüğü ve Kürtçülüğü güçlendirmektedir. Bu nedenle Türk Devleti’nin aldığı asimilasyoncu ve inkarcı tavır aslında Kürtçülüğü kışkırtmıştır. Örneğin PKK, Baskın Oran’a göre, 12 Eylül cuntasının yarattığı terör ortamının ve Kürtçenin yasaklanmasının bir ürünüdür.

Burada Baskın Oran gizli bir hile yapıyor Neden-sonuç ilişkisini tersine çeviriyor. Halkımızın 12 Eylül’e olan tepkisini Kürtçü terörü meşrulaştırmak için kullanıyor.

Baskın Oran’ın verdiği PKK örneğine bir bakalım. Ne diyor Baskın Oran: “12 Eylül’den önce PKK mı vardı da ülke bölünüyordu, yoksa PKK’yı 12 Eylül mezalimi cezaevlerinde helâ taşı yalatıp canlı canlı fare yutturarak imal mı etti?”

PKK 12 Eylül’ün yarattığı bir örgüt değildir. Bnu söylemek büyük cahillik olsa gerekir. PKK, 12 Eylül’den tam 2 yıl önce, 1978 yılında kurulmuştur. Üstelik PKK eylemlerine 12 Eylül sonrası hız veren bir örgüt değildir. Güneydoğudaki PKK’nın yaptığı terör eylemleri 12 Eylül öncesinde de oldukça yoğundur. Tabii o dönem PKK haber bültenlerinde Apocular diye geçiyordu. Sanırız Baskın Oran, Apocuların PKK olduğunu bilmiyor! Kısacası, Baskın Oran’ın kurduğu neden-sonuç ilişkisi en basitinden PKK örneğinde bile çuvallamaktadır.

Baskın Oran, PKK’yı 12 Eylül’ün yarattığı bir canavar olarak gösterirken aslında sinsi bir şekilde Atatürk’e de 12 Eylül’e benzetmektedir. Çünkü PKK terörüne benzer bir şekilde Atatürk döneminde de Kürt isyanları vardı. Üstelik bu isyanlar en sert biçimde Atatürk döneminde bastırıldı. Türkiye’de Kürtçülüğe karşı en sert tavırlar Takrir-i Sükun kanunlarıyla ve daha sonra da 1934 İskan Kanunlarıyla alındı. Altını çizerek söyleyelim ki tüm bu idari tedbirler Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kürtleri asimile etme politikasının sonuçları değil, ayrı bir devlet kurmak isteyen Kürt ayaklanmalarının önüne geçmek için bulduğu mecburi adımlardı. Halbuki Baskın Oran, Atatürk döneminde yaşananları bakın nasıl yorumluyor: “Kürtler, 1930’larda Kemalizmin ulus inşa sürecinde Kürtçe kelime başına para cezası koymasıyla pişmişlerdir.”

Bir taşla iki kuş! Baskın Oran, aklı sıra, hem Atatürk’ü 12 Eylül gibi baskıcı göstermeye çalışıyor, hem de Atatürk dönemi Kürt isyanları Kürtçe kullanılmasının yasaklanmasına bağlıyor. Ancak Baskın Oran burada bir tarihsel hile yapıyor. Bilindiği gibi, Türkiye’de Kürt isyanları Atatürk’ün baskıcı rejimi nedeniyle falan değil, tamamen emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda çıkarılmıştır. Örneğin ilk Kürt isyanı olan Koçgiri Ayaklanması yaşandığında Atatürk henüz iktidarda bile değildir. Yıl 1920’dir. Ve Kurtuluş Savaşı henüz yeni başlamıştır.

Yani, emperyalizm daha Kurtuluş Savaşının başında Atatürk’e karşı Kürtleri kullanmaya başlamıştır. Baskın Oran’ın bahsettiği Kürtçeye karşı tedbirler de Kürt isyanlarının bir nedeni değil, tersine sonucudur. “1930’lardan” bahseden Baskın Oran, herhalde önemli Kürt isyanlarının 20’lerde de yaşandığını bilmiyor olamaz.

Örneğin, bir Şeyh Sait isyanının 1925’te yaşandığını sanırız biliyordur. Öyleyse ortada açık bir çarpıtma ve tarihsel hile bulunmaktadır. Baskın Oran Atatürk dönemini bile çarpıtarak Kürtçü bölücü hareketin gerçek nedenlerini gizleme derdindedir.

Kürtlere Daha Fazla Hak Vermek Bölücülüğü Engeller mi?


Türkiye’de Kürtçülük, Baskın Oran’ın iddia ettiği gibi, baskının artmasıyla ortaya çıkmadı. Aksine Türk Milleti’nin bölünmesine karşı çıkan Türk Devleti, Kürtçülüğü ve Kürt terörünü bastırmak için çeşitli tedbirler uyguladı. Türk Devleti Kürtlüğe karşı keşke yeteri kadar tavır almış olsaydı.

Bakın Baskın Oran’ın dediklerini Türk Devleti zaten yapıyor. PKK’nın kongrelerinde aldığı kültürel hakları veriyoruz. Son 3-4 yıldır Kürtlere tanınan tüm haklar arttı. Peki buna karşın PKK terörü artı mı azaldı mı? Güneyimizde de bir Kürt devleti kurulurken acaba Kürt devleti tehlikesi Kürtçe eğitimin serbest bırakılmasıyla azaldı mı gerçekten? Herhalde elini vicdanına götüren kimse terörün, hakların artırılmasıyla azaldığını iddia edemez.

İşte Baskın Oran’ın çarpıtmacılığı burada devreye giriyor. Türkiye’de Kürtçülüğü besleyen dinamik Kürtlerin alt kimliğini koruma kaygısı ya da Türkiye Devleti’nin baskıcılığı değildir. Gerçek neden, emperyalizmin Türkiye ve genel olarak Ortadoğu üzerindeki emelleri ve bu emellerini gerçekleştirmek için Kürtleri bir ajan unsur olarak kullanmasıdır. Hiçbir Kürt isyanı Türkiye’nin baskıları nedeniyle çıkmamıştır. Tümü emperyalist devletlerin kışkırtmaları ve örgütlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Merak edenler İleri dergisinin geçtiğimiz sayısında ayrıntılarıyla ele aldığımız yazıları inceleyebilir. Ancak Baskın Oran, analizlerinde emperyalizme hiçbir şekilde yer vermediği bu noktada çuvallamaktadır.

Birlik İçin Türkiyelilik mi Türklük mü?


Baskın Oran’ın iddiasına göre, Kürtlüğü ve Türkiyeliliği kabul etmezseniz bölünürsünüz. Çünkü Türklük temelinde asimilasyon için artık çok geçtir. Biz ise, diyoruz ki Türk Milleti’ni bölmek isteyen zaten emperyalizmdir. Bu bir paranoya değil gerçektir. 1800’lerin başından beri süren Kürt isyanlarını başka nasıl anlatacaksınız! 1800’lerde Baskın Oran’ın o çok beğendiği Osmanlılık hakimken Kürtler niye ayaklanıyordu peki?

Emperyalizm Ortadoğu coğrafyasında bir Kürt devleti istemektedir ve bunu kurabilmek için her türlü zorlamayı yapmaktadır. Öyleyse gerçekten bölünmeyi engellemek istiyorsak bu sürece bir dur dememiz gerekmektedir. Yani Batının ve emperyalizmin ülkemizi ve milletimizi parçalamasını engellememiz gerekmektedir. Dolayısıyla Türkiyelilik, emperyalizmin istediği ve dayattığı bir şeydir ve Türk kimliğini ve milletini parçalamak amaçlıdır. Bu yüzden, Türkiyeliliği kabul bizi birleştirmez, tersine daha da böler. Zaten bu kimliğin ortaya çıkarılmasındaki amaç da budur.

“Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene”


Baskın Oran çözümü ise Türklük yerine Türkiyeliliği bir üst kimlik olarak tanımakta buluyor ve Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” özdeyişinden hareketle şu yargıya varıyor:

“Cumhurbaşkanı M. Kemal’in, Onuncu Yıl Nutku’nun (1933) sonunda kullandığı ünlü ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ özdeyişi bu açıdan incelenmeye değer önemdedir. Bu özdeyiş, ‘Türk’ terimi etnik kökene ciddi bir vurgu yapmakta ve kan temelli yöntemi çağrıştırmakta olduğu için, 21. yüzyılın çok gerisinde kalmıştır. Bugünün alt kimliklere büyük vurgu yapan ortamında M. Kemal’in bu özdeyişinin birleştirici olabilmesi için ‘Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene’ olması gerekirdi.”

Türkiye gibi mazlum ülkelerin tarihinde emperyalizm gibi dışarıdan bir müdahalenin olmadığının düşünürseniz Baskın Oran’ın dedikleri doğru olabilir. Ancak Baskın Oran’ın düşündüğünün aksine, dünya da Türkiye de çok farklıdır.

Öncelikle ülkeler ve milletler kuvözde yaratılmazlar. Milletler tarihsel gerçekliklerdir ve komşularıyla, düşmanlarıyla karşılıklı diyalektik bir ilişki içinde oluşurlar. Bu bazen savaş yoluyla olur, bazen barış. Özellikle emperyalizmin ortaya çıkışıyla birlikte Doğu toplumlarında millet kavramını emperyalizmle mücadelesinden soyutlamak doğru olmaz. Doğu toplumları emperyalizme karşı verdikleri Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri yoluyla milletleşmelerini geliştirmişlerdir. Doğu, Batıya karşı milletleşerek karşı durmuştur. Bu yüzden Doğuda millet emperyalizme karşı bir direniş silahıdır. Milliyetçilik de o direnişin ideolojisidir.

Aynı şekilde Doğu toplumlarındaki tüm etnik çatışmalar aslında emperyalizmin kışkırttığı, hatta yer yer bizzat yarattığı çatışmalardır. Alt-üst kimliği tartışırken bu gerçeği gözardı etmemek gerekir. Dolayısıyla her tür etnik çatışma ve kışkırtma emperyalizme hizmet etmektedir.

Ancak Oran’da emperyalizm konusunda tek bir satır bile göremezsiniz. Ne emperyalizmin milletleri bölmek istediğini anlatır, ne de milliyetçiliğin antiemperyalist yönünü. Millet ve alt-üst kimlik tartışmasında emperyalizmi yok saymak büyük bir hatadır. Hata değilse, bilinçli bir demagojidir. Yani ihanettir. Bilmiyoruz Baskın Oran, kendisini nereye koymaktadır... Hatalı mı, hain mi?

Türkiyeliliğin Götürdüğü Yer: AKP Hayranlığı


Baskın Oran’ın Türkiyelilik tezlerinin Apo’nun nasıl hoşuna gittiğini yazımızın daha başında vurgulamıştık. Apo-Baskın Oran birlikteliği normaldir, çünkü ikisi de Türklüğe karşı mücadele etmektedir. Ancak Türkiyelilik tezleri Baskın Oran’ı yalnız Apo’nun değil, Tayyip’in de yanına götürmektedir. Baskın Oran tüm demokrasi anlayışını azınlık haklarını tanımaya ve Türkiyeliliği kabul etmeye adadığı için, Tayyip’in Türkiyelilik üzerine görüşlerini alkışlamakta ve AKP iktidarının icraatlerini övmektedir. Hatta seçim olsa oyunu AKP’ye vereceğini söylemektedir. AKP’nin icraatlerini soran zaman muhabirine bakın Baskın Oran nasıl yanıt vermiş: “Son derece olumlu. Demokrasi örneği verdiler. Çok takdir ettim. O kadar ki, şu anda seçim olsa, AKP’ye oy verebilirim.”

Hatta Baskın Oran, herhalde büyük tepki görmüş olacak ki, (sanırız insanlar Baskın oran’ın solcu olduğunu sanıyor) AKP’nin aslında ne kadar solcu olduğunu ispatlamaya girişiyor: “Kim insan haklarını savunuyorsa, kim demokrasinin arkasında samimiyetle duruyorsa, benim için ilerici ve solcu odur. Umurumda değildir ideolojisi. Umurumda değildir başka konularda ne dediği, ne yaptığı; insan hakları ve demokrasi savunuculuğuyla çelişmediği sürece.”

Ve son noktayı Baskın oran şöyle koyuyor: “Şu günlerde iktidarda AKP’nin bulunması Türkiye için bir nimettir.”

Fazla bir şey söylemeye gerek yok.


Bakın Türkiyelilik adamı ne hallere düşürüyor. Bir yandan Apo’nun diğer yandan AKP’nin yanına düşüyorsunuz.

Baskın Oran’la solculuğun ne olduğu polemiği yürütmek istemiyoruz. Bu konudaki görüşlerimizi defalarca yazdık. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğiz, solculuk her şeyden önce emperyalizm karşıtlığıdır. Ancak görüldüğü gibi Baskın Oran’ın solculuk tanımında emperyalizmle ilgili, süs olarak dahi olsa, emperyalizm karşıtlığı bulunmamaktadır. Emperyalizmi yok sayarak politika üretmek adamı emperyalizmin yanında konumlandırır. Çünkü emperyalizm bir gerçekliktir. Bunu sanırız Baskın Oran’ın Türkiyelilik tezlerinde çok iyi görebiliyoruz.

Baskın Oran’ın Sahte Demokratlığı


Solculuğu bu şekilde çarpıtan Baskın Oran, demokratlık anlayışında da çuvallıyor.

Bilirsiniz Baskın Oran çok demokrat “takılır”. Her tür etnik gruba, her tür siyasi akıma sonsuz özgürlük ister. Ancak TÜRKSOLU’nun olay yaratan yazılarından birine (“Türk Oğlu Türk Kızı Türklüğünü Koru” başlıklı yazı) karşı bakın neler diyor:

“Eğer TCK md. 216 (eski 312) bu yazıya karşı da uygulanmayacaksa, Türkiye’de hiçbir yazıya karşı uygulanamaz.”

TÜRKSOLU’na karşı, kendisinin o çok eleştirdiği 312’lerin uygulanmasını isteyen Baskın Oran, bakın savcılara nasıl bir “demokrat” şekilde akıl veriyor: “Basın-yayın yoluyla işlenince, yarı oranında artmak üzere.”

PKK’ya her şeyi serbest bırakacaksınız, her tür milliyetçiliğe karşı çıkacaksınız, Atatürk’ü bile 12 Eylül faşizmine benzeteceksiniz, solculuğu demokratlıktan ibaretmiş göstereceksiniz, AKP’yi demokrasiyi ilerletiyor diye solcu ilan edeceksiniz; sonra da birileri çıkıp milliyetçiliği savununca, onu savcılara şikayet edeceksiniz...

Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı AB’yi ve ABD’yi göreve çağıran, Türk devletinin yetkilerinin sınırlanması için bu emperyalistlerden yardım dilenen Oran, işine geldiği zaman Türklerle mücadele etmek için Türkiye Cumhuriyeti savcılarına ihtiyaç duyuyor.

Kırk yılın başında Oran’a vatandaşı olduğu devleti savundurtabilmek bizim için ne büyük sevinç!

12 Eylül’den önce Mülkiyeliler, önce Mülkiye sonra Türkiye derlerdi, şimdi ise Türk korkularından Önce Türkiyeli sonra Mülkiyeli oldular.

Zaten Türk olmalarını da beklemiyorduk.


*Ankara Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi

http://www.turksolu.com.tr/ileri/28/erdem28.htm

***

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 3

Emperyalistler-Arası İlişkiler: 
Çatışma mı?  Paylaşım mı?  BÖLÜM 3


ORTADOĞU

Emperyalistler arası mücadele deyince akla ilk gelen bölgelerden birisi herhalde Ortadoğu’dur. Zengin petrol kaynakları nedeniyle 1900’lerin başından beri Ortadoğu emperyalizmin hakim olmaya çalıştığı bir bölge olmuştur. İkinci Dünya savaşı’nın başına kadar doğuda İngiltere, Batıda ise Fransa Ortadoğuya hakim olmuştur. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden kurulan dünyada ABD, adım adım bölgeye hakim olmuştur. Bölgede Nasır, ve Baas rejimleri gibi bağımsızlıkçı rejimlere karşın ABD emirlikler ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle tutunmaya çalışmış, Ortadoğu petrollerinin bu şekilde hakimi olmuştur. Bir yandan da İsrail vasıtasıyla bölgede önemli ve güçlü bir müttefik edinmiş, bu ülkeyi kendisi ayakta tutarak adeta bir askeri üs gibi kullanmıştır.


İsrail’in ABD açısından önemi bir askeri üs olmanın da ötesinde Arap birliğini baştan baltalayacak bir dışsal unsur olmasıdır. İsrail’in olduğu bir Ortadoğu, hiçbir şekilde bütünlüğe ve birliğe kavuşamaz. Ancak İsrail’in olmadığı bir Ortadoğuda Arapların birleşip bütünleşmesi de kolay olacaktır. Bilindiği gibi hiçbir konuda anlaşamayan Arap ülkeleri, bir tek İsrail karşıtlığında bir araya gelebilmektedir. ABD bunun bilincinde olarak İsrail’in ayakta durması için elinden geleni yapmaktadır.


1973 Petrol Krizi’nden sonra ABD’nin öğrendiği şey tamamen kendisinin yönetmediği bir Arap ülkesine sonuna kadar güvenilemeyeceğidir. ABD’nin 19737ten sonraki stratejisi, enerji kaynağı olarak Ortadoğuya bağımlı kalmama ve bölgedeki iktidarlarla uzlaşmak yerine kendi işbirlikçi rejimlerini bizzat kendisinin iktidara getirmek olmuştur.


ABD, 73’ten sonra Norveç Denizi ve Meksika Körfezi gibi alternatif petrol yataklarına yönelmiş. Ortadoğuya bağımlılığını azaltmıştır. Ancak, 90’lardan sonra Saddam Hüseyin’in ABD’ye kafa tutması ve Arap Birliği düşüncesini yeniden ortaya çıkarmasıyla birlikte, ABD, Irak’tan başlayan yeni bir Ortadoğu operasyonunun düğmesine de basmıştır. 11 Eylül’de mazlumların ABD’ye kafa tutması da bu operasyonun tetikleyicilerinden olmuştur. 11 Eylül benzeri bir eylemin bu sefer Irak gibi güçlü bir ordu ve potansiyele sahip bir ülke tarafından gerçekleştirilmesi korkusuna kapılan ABD, öncelikli davranıp kendisine kafa tuitan rejimleri ortadan kaldırma yoluna girişmiştir.


Irak operasyonunda Saddam gibi Amerikan aleyhtarlığıyla tanınmış ve tüm Ortadoğuda Amerikan karşıtı bir hava estirmeye çalışan bir lideri deviren ABD, Irak’ın kuzeyinde kurmaya çalıştığı Kürt Devletiyle stratejik bir konum elde etmiştir. Kürt Devletiyle birlikte ABD bölgede önemli bir üs edinmiş bulunmaktadır. Kürt Devleti sayesinde, ABD bu devletin batısında Suriye, doğusunda Afganistan, Pakistan ve İran, güneyinde Irak ve Kuveyt, kuzeyinde ise Türkiye ve Kafkaslar’da etkin olacaktır. Gürcistan’da hakim olan ABD, İsrail ile Gürcistan arasında Kürdistan vasıtasıyla bir etkinlik kurmuş olacak, İsrail-Kürdistan-Gürcistan seddiyle Türkiye’yi Orta Asya’dan, Orta Asya’yı Avrupa’dan, İran’ı da Avrupa’dan ayıracak bir set kurmuş olacaktır.


ABD’nin bölgede etkin olmasını yollarından birisi klasik Turuncu Devrimdir. Kendi güdümüne girmeyi kabul etmeyen Emirlikleri, ortadan kaldırmakla tehdit etmekte, Filistin gibi ülkeleri Mahmut Abbas gibi işbirlikçi şahsiyetlerle kontrol altına almaya çalışmaktadır.


Son dönemde ABD önemli karın ağrılarından kurtulmuştur. Saddam’ı devirmiş, Filistin’de Arafat’ın ölümüyle boşalan liderliğe Mahmut Abbas gibi işbirlikçi ve uzlaşmacı birini getirmiştir. Ürdün’de de hakim olan ABD, böylece İsrail-Filistin-Ürdün-Irak hattını kurmaya başlamış ve Arap dünyasını kuzeyden adeta kuşatmıştır. Şimdi bu hattın güneyini hizaya sokmak kalmıştır. Mısır’da zaten ABD hakim durumdadır. Hüsnü Mübarek iktidarı ABD’nin tam da isteyeceği türde İsrail’li bile işbirliğinden çekinmeyen Amerikancı bir iktidardır. ABD’nin İsrail’den Irak’a kurduğu hat güneyde Suudi Arabistan, kuzeyde Suriye, doğuda ise İran için tehlike oluşturmaktadır. ABD, bu hattı kuzeye. Doğuya ve Batıya doğru genişlettiği ölçüde BOP’u başarıya ulaştırabilecektir.


Ortadoğuda Güçler Dengesi


ABD’nin bölgedeki varlığı İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesine kadar uzanmaktadır. Özellikle İsrail’in kurulması ABD’nin bölgedeki etkinliğin önemli ölçüde arttırmıştır. Bölgede Çin’in hemen hemen hiçbir etkinliği bulunmamaktadır. AB ve Rusya’nın etkinlikleri ise sınırlıdır. Bu iki ülke, öncelikle İsrail’le iyi ilişkiler içinde değildir. Avrupa 1400’lü yıllardan beri süregelen Yahudi düşmanlığı nedeniyle İsrail’le tam anlamıyla bir ortaklık kuramamaktadır. Kurabilecek gibi de durmamaktadır. İsrail ve Filistin’deki Katolik ve Ortodoks Kiliselerin İsrail karşıtı olmasını da buna bağlayabiliriz. Rusya ise SSCB döneminden kalma soğuk ilişkilerini düzeltmeye çalışmaktadır. Rusya Türkiye’ye doğal gaz aktardığı Mavi Akım projesini İsrail’e kadar uzatmak istemektedir. Rusya ile İsrail arasındaki teknoloji ve ticari faaliyet de gün geçtikçe artmaktadır.


Bölgede AB’nin tutunabildiği tek ülke Suriye gibi gözükmektedir. Bunun da nedeni AB’nin bu ülkedeki etkinliğinden çok Suriye’nin ABD operasyonundan korkup AB ve Rusya’ya yanaşması oluşturmaktadır. Ancak Surieye’nin kuruluşundan beri bir Fransız etkisi olduğunu da vurgulamak gerekmektedir. Fransa bu etkisini de sürdürmekte, Suriye’yi aynen Cezayir gibi kazara kaybettiği doğal sömürgesi görmektedir.


Ancak Ortadoğuda emperyalistler arasında bir çatışmanın olmasını beklemek doğru değildir. Öncelikle ne Rusya’nın ne de AB’nin bölgede tutunabileceği bir ülke bulunmamaktadır. Bu nedenle Ortadoğuda ABD ile çatışmanın bir zemini de bulunmamaktadır. AB ile Rusya’nın yapabildiği, ABD’nin operasyon düzenlediği ülkeleri el altından silah yardımı yaparak desteklemek ve dönem dönem ABD’nin operasyonlarını eleştirmekten öteye geçememektedir. Ancak ABD yine de bildiğini okuyabilmekte, AB ve Rusya’nın dediklerini kulakardı etmektedir.


Bu nedenle ABD’nin olası bir Suriye operasyonunda karısında Rusya ya da AB’yi bulacağının düşünmek biraz safça olur. Eğer Suriye AB ya da Rusya’nın yıllardır hakim olduğu bir ülke olmuş olsaydı, bu ülkeye düzenlenecek operasyonda iki kutup arasında bir hesaplaşmadan bahsedilebilirdi. Ancak AB’nin de Rusya’nın da yapabileceği Suriye’ye yönelik operasyona katılmayarak sessiz karşı çıkış göstermek ve ABD’nin kayıpla çıkacağı günü beklemektir.


AB ve Rusya’nın bölge üzerindeki ticari etkinliği de ABD’ye nazaran düşüktür. ABD İsrail ve Ürdün’le birlikte kurduğu ve diğer bölge ülkelerini de adım adım içine dahil etmek istediği MEFTA’da (Middle East Free Trade Area-Ortadoğu Serbest Ticaret Alanı) kendi ekonomik yapısına ülkeleri eklemlemektedir.


ABD’nin bölgeye bu kadar hırsla girdiği, ekonomik, siyasi ve askeri olarak bu kadar güçlü ve köklü olduğu Ortadoğuda AB ve Rusya’nın ona kafa tutması şimdilik mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ABD’nin İsrail-Irak hattını İran ve Suriye’yle zenginleştirmesi, Kürt Devleti üzerinden bölgede etkinlik kurması ve son olarak Suudi Arabistan’ı da ekleyerek bölgeyi tam olarak hakimiyeti altına alması beklenebilir. AB ve Rusya’nın manevraları tüm bu gelişmelerden, ABD’nin doğal gücünün sınırlarına ulaşmasından sonra gelecektir. AB ve Rusya o güne kadar anlaşılan ABD’ye karşı çıkmasa bile onaylamayacak, ticari etkinliklerini artırarak gelecek için yatırım yapacaktır.


Bu nedenle ABD’nin İran ve Suriye’ye yönelteceği operasyona AB ve Rusya’nın karşı çıkmasını beklemek hayalcilik olacaktır. Bu iki emperyalist kutup İran ve Suriye’yi savunmak yerine, aynen Irak’ta yaptıkları gibi, önce operasyonu eleştirecek, sonra da operasyon sonrası yeniden planlanan bölgelerde rant kapma mücadelesine girişecektir. Bu mücadeleye katılmak hem Rusya, hem de AB için gelecekte bölgede etkin olmanın koşulu haline gelmiştir.


Ortadoğuda bir çatışma beklenebilir mi? Çatışma kopacaksa Ortadoğuda kopmayacaktır. Ancak herhangi bir çatışma durumunda bundan Ortadoğunun da nasibini alması beklenen bir şeydir.


Hindistan ve Güney Asya


Hindistan, 1700’lü yıllardan beri emperyalizm için önemli bir ülkedir. Bu kıta büyüklüğündeki ülke, Batıya uzanan pek çok ticari yolun da ilk durağıdır. Hindistan’da hakimiyet İkinci Dünya Savaşı’na kadar tartışmasız İngiltere’deydi. Ancak bağımsızlık mücadelesi başarıya ulaştı ve Nehru’nun önderliğinde sosyalist bağımsız Hindistan kuruldu. Hindistan Nehru döneminde Üçüncü Dünyacı rejimin en önemli örneklerinden biri sayıldı.


Hindistan büyük nüfusu, farklı etnik yapıları bir arada bulundurması nedeniyle etnik çatışmaların emperyalizm tarafından kolaylıkla tetiklendiği ülkelerden birisidir. Pakistan ve Bangladeş, Müslümanlarla Hindular arasında emperyalizm tarafından körüklenen çatışmalar neticesinde kurulmuş ülkelerdir.


Günümüzde ise, Hindistan’ın önemi farklıdır. Hindistan, nükleer silaha sahip ülkelerden birisi olarak emperyalistlerin her tür stratejisinde özel önem verdikleri ülkelerden birisidir. Ayrıca, Hindistan; Pakistan ve Çin’le sınır problemleri yaşamaktadır. Keşmir bölgesinde, bu üç ülkenin hakimiyet alanları hâlâ tartışma konusudur. Bu çatışmayı önemli kılan, üç ülkenin de nükleer silaha sahip olmasıdır.


Hindistan, Nehru dönemindeki bağımsızlıkçı Hindistan’dan çok uzaktadır. 1998’e kadar ülkeyi yöneten Nehru’nun partisi Kongre Partisi, 2004 yılına kadar iktidarı Hindu milliyetçisi partiye kaptırmıştır. Ancak her iki parti de emperyalist sisteme ülkeyi entegre etmiştir. Çin’e karşı Rusya, Pakistan’a karşı da İsrail’le işbirliği Hindistan’ın temel dış politika seçimlerinden olmuştur. Hindistan’ın Çin’le mücadelesi ve Rusya’yla yakınlaşması ABD’yi bu ülkeye karşı soğuk tutmuştur.


Ancak, 11 Eylül’den sonraki dünya konjonktüründe, Pakistan’daki Ladin’in popülaritesi, El Kaide türü örgütlerin bu ülkedeki varlığı, ABD’nin Pakistan’a karşı Hindistan’ı öne çıkarmasına neden olmuştur. Yıllarca sosyalist Hindistan’a karşı “Müslüman” Pakistan’ı destekleyen ABD, 2001’den sonra, bu tutumunu tersine çevirmiştir.


Hindistan’ın İsrail’le yıllık 2 milyar dolar hacme ulaşan silah ticareti bulunmaktadır. İki ülke arasındaki bu ilişki İsrail’in Etiyopya, Hindistan, Türkiye, İran gibi Arap olmayan ülkelerle işbirliğini geliştirmesini öngören “Dış Halka Doktrini” çerçevesinde oluşmaktadır. Özellikle İsrail Dışişleri Bakanı Peres’in Hindistan ziyareti bu ilişkiyi resmileştirmiştir.


Hindistan ABD ile olan ilişkisiniise ticaretten de öteye taşımış, teknolojik anlamda, ABD’nin önemli bir ortağı haline gelmiştir. Askeri anlamda da 2002 yılında ABD-Hindistan ortak tatbikatlar düzenlemeye başlamıştır.


Ancak Hindistan, ABD’den farklı seçenekleri de gözardı etmemektedir. Çin ile olan anlaşmazlıklarını çözmek için Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmayı düşünmektedir. Hali hazırda bu örgütün gözlemcisidir. Pakistan ile de ilişkilerini düzeltmeye çalışmakta, İran’da Hindistan’a döşenecek petrol boru hattında Pakistan’ın da kaçınılmaz olarak yer almasına ses çıkarmamaktadır. Hindistan, büyük yerel güç olma yolunu da izlemekte, Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeliği için aday olmaktadır.


Emperyalistler açısından Güney Asya, şöyle bir paylaşım yaşamaktadır. Hindistan üzerinde ABD’nin etkisi son dönem oldukça artmıştır. Nükleer silaha sahip ülkeleri tam anlamıyla kontrol altına alma yolunu izlemeye başlayan ABD, Hindistan’ı kendi yanına çekmek için elinden geleni yapmakta, bu ülkenin nükleer silah araştırmalarını kabullenmektedir. Hindistan Başbakanının son ABD gezisinde, ABD ve Hindistan stratejik ortaklık anlaşması imzalamıştır. Hindistan’a tutunan ABD, BOP ve Şer Ekseni doktriniyle oluşturmaya çalıştığı Fas’tan Kuzey Kore’ye güvenlik zincirinde önemli bir halkayı da tamamlamış bulunmaktadır. Ancak Hindistan yine de tam anlamıyla kontrol edilebilecek bir ülke değildir. Çok büyüktür ve olanakları çok geniştir. Ancak bu noktada ABD’nin avantajı ülkedeki iki büyük partinin de Amerikancı olmasıdır.


Doğu Avrupa


Doğu Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin kontrolü altında kalmış bölgedir. Bu bölgeyi ikiye ayırmak gerekiyor. Sovyet Avrupası denilebilecek bölgede Sovyetler Birliği’ne üye olmuş, ancak sonra bağımsızlığını kazanmış Ukrayna, Beyaz Rusya gibi ülkeler bulunmaktadır. Doğu Avrupa denilebilecek bölgede ise Sovyetler’in kontrolünde kalmış, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte, kendi rejimlerin de değiştirmiş Polonya, Romanya gibi ülkeler.


Doğu Avrupa, 90’ların ilk yarısında ABD’nin önem verdiği bölgelerden birisiydi. Ancak ABD ile ABD arasındaki bir mutabakat sonucu bu bölgede AB’nin etkisi kesinlikle çok daha fazladır. ABD bu bölgeyi kendi sistemine entegre etmeye çalışmaktadır. Zaten Doğu Avrupa ülkelerinin tamamına yakını AB’ye üye olmuştur. Kalanların da üyelik süreçleri devam etmektedir. Sovyet Avrupası ülkeleri ise, henüz başlangıç aşamasında olmakla birlikte AB’ye aday üye durumundadırlar.


Bölgede çok azalmış olmakla birlikte bir Rus etkinliği hâlâ bulunmaktadır. Doğu Avrupa ülkelerinde Rus etkisi sıfıra yaklaşmıştır. Çünkü bu ülkelerin 90’lardaki kimlik kazanma sürecinde Rusya karşıtlığı önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu ülkelerin bağımsızlığını kazanmasında ABD ve AB’nin gösterdiği destek, bu ülkeleri Rusya’ya karşı AB ve ABD’nin yanına itmiştir. Sovyet Avrupası ülkelerinde ise Rus etkisi biraz daha fazladır. Ukrayna’nın doğuda kalan yarısına Rusya hakimdir. Ancak ABD’nin düzenlediği Turuncu Devrim sonrasında ülke hakimiyetini kaptıran Rusya Doğu Ukrayna’da da tutanamaz olmuştur. Rusya’nın bölgede tutunabileceği yegane ülke Beyaz Rusya olarak kalmıştır. Rusya Beyaz Rusya’yla da entegrasyon görüşmeleri yapmaktadır. Beyaz Rusya ile ortak tatbikatlar düzenleyen Rusya, 2006 yılından itibaren de ortak para birimine geçmeyi düşünmektedir.


Doğu Avrupa’da emperyalistler arasındaki mücadeleyi kızıştıracak mesele, Rus etkisi değil AB-ABD çatışması olabilir. Bölge her ne kadar AB’nin etkisindeyse de, hatta AB’ye üyeyse de, ABD’nin bu bölgedeki etkinliği çok daha fazladır. ABD’nin bölgenin AB’e entegrasyonuna ses çıkarmamasının nedeni olarak da bu durum gösterilebilir. ABD AB’nin tam anlamıyla bir siyasi ve askeri birliğe dönüşmesini engellemek istemektedir. Bu nedenle kendi hakimiyeti altındaki ülkelerin de AB’ye katılmasını desteklemekte, böylelikle AB’yi içeriden parçalamayı hesaplamaktadır. AB içindeki İngiltere’nin de rolü budur.


ABD’nin ABB ile yaşayacağı bir hesaplaşma ancak Doğu Avrupa üzerinden başlayacaktır. Ancak, ABD’nin bu bölge üzerinde bir hesaplaşmaya girişmek yerine AB’yle uzlaşıp dünyanın kalanını sömürme niyeti de anlaşılmaktadır.


Bölgede ABD Rusya ile de karşı karşıya gelecektir. Ukrayna meselesinde Rusya geri adım atmak zorunda kalmış istemediği gelişmeleri sineye çekmiştir. Beyaz Rusya ABD için sıradaki ülkelerden birisidir. Beyaz Rusya, Rusya’nın en çok egemen olduğu, Rusya’yla bütünleşmeye gitmeyi bile düşünen ülkedir. Bu nedenle, Beyaz Rusya ancak bir Turuncu Devrimle Batı kutbuna çekilebilir. Bunun sinyalleri de geçtiğimiz seneden beri bulunmaktadır.


DİĞER BÖLGELER


Afrika


Bu büyük ve yer altı kaynakları bakımından zengin kıtanın kuzeyinde AB’nin hakimiyeti bulunmaktadır. Cezayir ve Tunus, Fransa’nın doğal uzantısı kabul ettiği ülkelerdir. Libya ise son birkaç yıldır ABD’ye karşı AB ile ilişkilerini ilerletmeye başlamıştır.


Ancak ABD’nin Kuzey Afrika stratejisi Mısır üzerinden Libya’ya uzanmak ve Cezayir’deki tüm dinci tehlikeyi bertaraf etmektir. Ancak bunun için öncelikle AB’nin bölgedeki gücünü kırmak zorundadır. Bu da anlaşılan zaman alacaktır.


Afrika’nın güney ve orta kesimlerinde ise ABD’nin tartışılmaz bir üstünlüğü bulunuyor. Nijerya ve Liberya gibi petrol ve maden zengini ülkelerde ABD’nin etkisi planlı bir şekilde artmaktadır. AB’nin ise Hollanda, Almanya, Fransa ve Portekiz gibi ülkelerin eski sömürgelerinde etkisi bulunmaktadır. Ancak bu ülkelerdeki etkisi de ABD’nin Afrika’da kurduğu Serbest Ticaret Anlaşması’yla adım adım kırılmaktadır.


Latin Amerika


ABD’nin etkinliği özellikle Orta Amerika’da yaygındır. Bu bölgedeki ülkelerin ekonomileri doğrudan ABD’ye bağımlıdır. Güney Amerika’da ise ABD’nin etkinliği azalmaktadır. Chavez iktidarı adım adım ABD’den bağımsızlığını ilan etmektedir. Hatta Chavez açık açık ABD’ye meydan okumaktadır. Bu noktada ABD bölgede Kolombiya’ya dayanmaktadır. Kolombiya’nın ekonomik gücü Venezüella’yla karşılaştırılmayacak durumdadır. Ancak askeri gücü ABD yardımlarıyla Venezüella’nın dört katına ulaşmıştır. Chavez de Kolombiya’da FARC gerillalarını destekleyerek Kolombiya’ya meydan okumaktadır. Chavez Çin, Rusya ve AB ile olan ekonomik ilişkilerini de geliştirmektedir. ABD’ye petrol satışını durdurarak da önemli bir adım atmıştır.


Güney Amerika’da ABD Kolombiya üzerinden Venezüella’ya bir saldırı düzenleyebilir. Bilindiği gibi Chavez tüm Turuncu Devrim girişimlerini başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Bu saldırıdan önce Venezüella Brezilya, Bolivya, Peru gibi bölgedeki diğer sol tandanslı hükümetlerle ortaklığını ilerleterek ve onları ABD’nin güdümünden çıkararak bir mevzi kazanma durumundadır. Güney Amerika diğer bölgelerden farklı gözükmektedir. ABD’ye direnen güç bir emperyalist ülke değil, devrimci liderliğe sahip bir ülkedir. Bu açıdan emperyalizme karşı mazlumların neler yapabileceğini güzel bir örneği olarak Venezüella’da önemli bir deneyim yaşanmaktadır.


III- Genel Gidişat: Emperyalistler Ne Yapacak


Dünya bir emperyalist savaşa doğru mu gidiyor? Emperyalistler arası ilişkiler bakımından üç olasılık bulunuyor: Paylaşma, çatışma, kamplaşma. Ancak bu üç olasılığın aslında birbiri ardına gerçekleşeceğini de söyleyebiliriz. Yani önce dünya paylaşılacak, sonra belli kesişme noktalarında çatışılacak, sonra da bu çatışmada güçlü olmak için kamplaşılacak.


Paylaşma şu an için en büyük olasılık gibi gözüküyor. Çünkü herhangi bir çatışma için Avrupa da, Çin de, Rusya da hazır değil gibi gözüküyor. ABD de dikkat edilirse, bu büyük güçlerle çatışacak adımlar atmaktan çekiniyor.


Üstelik emperyalist metropollerde, büyük güçlerin dünya hakimiyeti için çatışmasından ziyade “uluslararası terörizme ve fanatik İslamcılığa karşı ortak güvenlik perspektifleri” tartışılıyor. Bu yeni paradigma özellikle 11 Eylül’den sonra yaygınlaşmaya başladı ve mazlumlara karşı bir emperyalist cephenin de habercisi görünümünde.


Paylaşma


Bir paylaşma durumunda dünya hakimiyeti şu şekilde bölünebilir: ABD, BOP çerçevesinde Fas’tan Kore’ye kadar bölgede hakim olur. Kuzey Afrika, yine AB’nin kontrolünde kalır, ancak Mısır, Ürdün, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Endonezya, Kore, Japonya hattında ABD etkinliği olur. Bu hat ABD için Rusya ve Çin’i güneyden kuşatabilmek için gereklidir. Bu kuşatma, bir çatışma için değil, bu ülkelerin hakimiyet alanlarını daha da fazla genişletmelerini önlemek için yapılacaktır.


Bir uzlaşma durumunda ABD’nin Doğu Avrupa üzerindeki etkinliği, Polonya gibi AB üyesi ülkelerde AB ile, Ukrayna gibi eski Sovyet ülkelerinde ve Kafkaslar’da Rusya ile, Orta Asya’da ise Çin ve Rusya ile paylaşılacaktır. Böyle bir paylaşma durumunda ABD, Çin’in ve Rusya’nın tartışmasız hakim olduğu bölgelerde de söz sahibi olmuş olacak.


Çatışma


Ancak paylaşma durumundan sonra kaçınılmaz çatışma durumu gelecektir. ABD, yeni hakim olduğu bölgelerde, örneğin Orta Asya’da mevcut statükonun sarsılmasından dolayı, Rusya ve Çin ile çatışmaya girişebilir. Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’da ise ABD’nin etkinliğinin artması AB’nin hoşuna gitmeyebilir. Bu açıdan olası çatışma noktaları şunla olacaktır:


- İran: AB-Rusya ile ABD

- Kazakistan: Rusya ile Çin
- Kore: ABD ile Çin
- Suriye: AB ile ABD
- Libya: AB ile ABD
- Azerbaycan ve Ermenistan: ABD ile Rusya
- Polonya: AB ile Rusya
- Ukrayna: ABD ile Rusya

Bu çatışma noktalarının, silahlı çatışmaya yol açması söz konusu değildir. Çatışma derken çıkarların çatışmasından bahsediyoruz. Ancak çatışma noktalarında taraflardan birisinin direnmesi durumunda çatışma çatışma noktaları kendi komşularına doğru yayılabilir. Bir kaç çatışma noktasının birleşmesi durumunda ise silahlı hale de gelebilir. Örneğin İran ve Suriye üzerindeki çatışma Kürt Devleti ya da Türkiye üzerinden birleşirse, AB ile ABD kılıçları çekebilir. Ancak, çatışma noktalarında bu derece büyük hesaplaşmanın yaşanacağı en azından şimdilik pek mümkün gözükmemektedir. Kazanamayacağını anlayan emperyalist hemen geri adım atmakta, dikkatini başka alanlara yöneltmektedir.


Kamplaşma


Dört emperyalist kutup çatışmanın arttığı noktada kamplaşmaya girişecektir. ABD’ye karşı Rusya-Çin-AB kamplaşması olası senaryolardan birisidir. Ancak bu seçenek çok gerçekçi değildir. Rusya ve Çin arasındaki çatışma bölgeleri Orta Asya’da çok daha sıcak olacaktır. Gidişat da bu iki ülkenin ittifakını değil, hesaplaşmasını göstermektedir. Ancak yine de Rusya ile Çin arasındaki ilişkilerin eski dönemden belli farklılıklar yansıttığını görmek gerekmektedir. 18 Ağustos 2005’te başlayan Rus-Çin ortak askeri tatbikatı önemli bir gelişmedir. Ancak unutmamak gerekir ki, ne bu tatbikat ne de iki ülkenin de üye olduğu ŞİÖ, ABD’ye bir alternatif yaratma amacı taşımamaktadır. Zaten Rusya ve Çin askeri konularda dönem dönem ABD ile de işbirliğine girişmektedir. Bu yüzden Rusya-Çin ilişkilerinin gelişmesini çok abartmamak gerekir.


Rusya-Çin-AB ittifakı çok gerçekçi olmamakla birlike ABD’nin yayılma alanı bolarak belirlediği Ortadoğu ve Orta Asya’da tökezlediği anda bir gerçeklik haline gelebilir. ABD kaybetmeye başladığı anda, bu üç kutup birleşmek zorundadır. Aksi takdirde ABD’yi yenen mazlumlar olacaktır ve mazlumların yükseliş dönemi başlayacaktır. Halbuki tökezlediği anda ABD’yi geri adım attıran emperyalist bir kutup olduğu zaman ABD’nin kaybetmesi mazlumların lehine olmayacaktır. Kısacası ABD kaybetmeye başladığında boşamttığı alanlar ya bağımsız mazlum ülkeler tarafından ya da başka bir emperyalist kutup tarafından doldurulacaktır.


ABD-Çin İle Rusya-AB Kamplaşması


ABD’nin bir süre daha da kaybetmediği durumda ise kamplaşma farklı gerçekleşebilir. Bu durumda Rusya ya da Çin, ABD’nin yanında yer alabilir. Gözüken odur ki, Çin-ABD ilişkileri, Rusya-ABD ilişkilerinden daha iyi durumdadır. Çin, ABD ile ilişkilerinde çatışmaya girmemeye özen göstermektedir. Tekstil ihracatına kota getirme gibi olaylarda ABD’nin istekleri doğrultusunda davranmaktan ise çekinmemektedir. ABD’nin hareket alanları incelendiğinde ise görülecektir ki, ABD’nin yayılma alanı olarak belirlediği hiçbir alanda zaten Çin’in yeri bulunmamaktadır. Tersine, Çin de ABD gibi orta Asya’da Rusya egemenliğini kırıp kendine yaşam alanı yaratmak istemektedir. Dolayısıyla Rusya’ya karşı bir ABD-Çin ortaklığı daha olası gözükmektedir.


Rusya ise, ABD ile arasındaki ilişkiyi çatışmaya taşımaktan kaçınmaktadır. ABD’nin düzenlediği son üç turuncu devirminin üçü de Rusya’nın hakimiyet bölgesinde gerçekleşmiştir: Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan. Ancak Rusya bu devrimlere hiçbir yanıt vermemiş, sineye çekmiştir. Ancak, ABD’nin yayılma alanı Rusya’nın aleyhinde olduğuna göre, nereye kadar bu şekilde götürecektir? AB ise ABD ile uzlaştığı anda kendi kimliğini reddetmiş olacaktır. AB eğer bir emperyalist kutup olmak istiyorsa, ABD’ye meydan okumak zorundadır. Böyle bir durumda AB’nin belli bir ayrılabilir. Örneğin İngiltere, Polonya, Romanya gibi Amerikancı AB ülkeleri, ABD ile birlikte yer alabilirler.


Bu durumda kamplaşma şu şekilde olabilir. AB, Rusya ile, Çin ise ABD ile birlikte yer alacaktır. Bu noktada Japonya’nın nasıl bir tavır alacağı belli olmaz. Japonya, Çin’in kaybedeceği bir mücadelede daha kârlı çıkacağını düşünüp, AB ve Rusya ile birlikte yer alabilir. Ancak 45’ten beri ABD’nin kanatları altında gelişmiş bir Japonya, acaba ABD’ye cephe alabilir mi? Bu nedenle ABD-Çin kutbunun Çinhindi üzerinde egemenliği paylaşmayı vaat edip Japonya’yı yanına alarak genişlemesi de mümkündür.


AB-Rusya ittifakı Polonya ve Ukrayna’yı da içine alırsa gerçekten önemli bir güç olabilir. Çünkü bu iki ülke AB ile Rusya arasındaki sınırı oluşturmaktadır. ABD’nin Ukrayna’da düzenlediği Turuncu Devrimin önemi de işte bu noktada çıkmaktadır. Ukrayna ve Polonya’ya hakim olmak aslında AB-Rusya ittifakının gücünü azaltmak anlamına gelmektedir.


3. Dünya Savaşı Olur mu?


Peki bu kamplaşma yeni bir dünya savaşına neden olur mu? Her kamplaşma savaşla sonuçlanmaz. Üstelik, dünyada yeni bir dünya savaşı olasılığı da gittikçe azalıyor. Emperyalist güçlerin yayılma alanlarında bir diğeriyle çatışmaya girmemeye özen gösterdiği görülüyor. Eski dünya savaşlarıyla bugün arasında da önemli bir fark bulunmaktadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na bakarsak, bu iki savaşın da ortaya çıkmasının nedeninin, Almanya Japonya gibi emperyalist ülkelerin dünya üzerinde daha fazla hakim olma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle ilk dünya savaşında Balkanlar, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Doğu Avrupa, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun eski hakimiyet alanı paylaşım mücadelesinin ana konusuydu. İkinci Dünya Savaşı’nda ise bu alanlara Güneydoğu Asya ve Pasifik de katıldı. Her iki savaşta da paylaşım mücadelesinin ana aktörleri gibi gözüken Almanya ve İngiltere büyük zararlarla çıktılar. Almanya zaten dünya savaşlarını kaybettiği için zararlıydı. İngiltere ise hem savaşın ağır faturası, hem de yıkımı nedeniyle büyük zarar gördü. Üstelik ABD’nin iki dünya savaşından da büyük kazanımlarla çıkması İngiltere’nin eskiden hakim olduğu Ortadoğu gibi bölgelerde inisiyatifi ABD’ye kaptırmasına neden oldu.


İki Dünya Savaşı’nın da tartışmasız galibi ABD’dir. Bu galibiyetin nedeni olarak, ABD’nin iki savaşa da sonradan girmesi ve kendi anakarasında savaşmaması gösterilebilir. Bu nedenle ABD savaşın yıkımını en az düzeyde yaşamıştır. Bu gerçeğin farkında olan ABD, İngiltere’nin dünya savaşlarında düştüğü duruma düşmek istememekte, dünya çapındaki paylaşım mücadelesinin bir dünya savaşıyla sonuçlanmasının önüne geçmeye çalışmaktadır.


Günümüzün iki dünya savaşı öncesi dönemden önemli bir farkı da emperyalistlerin yayılma durumudur. İki dünya savaşı öncesinde de yeni hakimiyet alanları yaratma çabasında olan Japonya ve Almanya’ydı. Hakim ülke ise İngiltere’ydi. Dolayısıyla Alman ve Japon yayılması İngiltere’nin aleyhineydi. Böyle bir çatışmanın dünya savaşıyla sonuçlanması mümkündü. Halbuki günümüzde yeni hakimiyet alanları yaratma çabasında olan emperyalist de dünyada daha çok hakimiyet alana sahip ülke de aynıdır: ABD. Bugün yayılma isteyen güç ABD, hakimiyet alanı daralan güç ise Rusya’dır. Rusya’nın mevcut durumun bozulmasına askeri bir yanıt vermesi de pek mümkün gözükmemektedir. Bunun yerine Rusya ABD ve AB ile ilişkilerini iyi tutarak, ABD’nin yayılmasını farklı yöntemlerle engelleme, ya da ABD’nin yayılma sürecinde hata yapmasını veya yenilgiye uğramasını bekleme taktiğini izlemektedir. Bu nedenle mevcut dünya sistemi içerisinde konumundan gayet memnun olan ABD’nin bu mevcut yapıyı değiştirecek savaş adımları atması mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ABD atak bir yapı gösterse bile, rakiplerinin dünya savaşına varacak tepkiler göstermesini engellemek için de çeşitli anlaşmalar ve uzlaşmalar yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın.


Nitekim gidişat da bunu göstermektedir. Bir yandan ABD Rusya’nın hakimiyet alanlarında at koştururken, diğer yandan Bush ile Putin ABD-Rusya ilişkileri tarihinin görmediği bir samimiyet ve işbirliği içerisinde görüşmeler yapmaktadır. AB ve NATO Rusya’yı içine alarak genişlemeyi tartışmaktadır. Dünyanın en zengin 7 ülkesinin birliği olan G-7’ler ise Rusya’yı da aralarına alarak Rusya’nın kapitalist-emperyalist dünya sistemi içinde merkez rol almasını kabullenmiş gözükmektedir. Bir sonraki adımın da Çin’in G-9 ismini alacak birliğe katılması beklenmektedir.


Bugünün, geçmiş dünya savaşlarından bir başka önemli farkı da, dünya ekonomik sisteminin geldiği noktadır. 1940’lara kadar emperyalist ülkelerin ekonomik konumlanışı birbirinin aleyhineydi. Herhangi bir emperyalist ülke ekonomik faaliyetini arttırmak istiyorsa, diğerinin faaliyetini durdurmak zorundaydı. Bugün ise dünya kapitalizmi büyük bir kapitalist entegrasyona doğru gitmektedir. Tüm emperyalist ülkeler birbirinin en önemli ticari ortaklarıdır aynı zamanda. Örneğin ABD ile AB arasındaki ticaret hacmi 700 milyar dolara ulaşmaktadır. ABD firmalarının Avrupa’daki doğrudan yatırımı ise 150 milyar dolara yaklaşmıştır. Emperyalistlerarası örgütlenme önemli ölçüde gelişmiştir. BM, emperyalistlerin dediklerinin dışına çıkmayan bir meşrulaştırma organına dönüşmüş, G-8, Dünya Ticaret Örgütü gibi birlikler de emperyalistler arası ekonomik ilişkileri arttırmış, adeta bir ekonomik işbirliğine dönüştürmüştür. Bu nedenle, mevcut ekonomik yapının devamı emperyalistler açısından daha önemlidir.


Emperyalistler arasında bir dünya savaşının çıkma olasılığının azlığını mazlumlar karşısındaki konumlanmalarından da görebiliriz. Mazlumlar coğrafyası üzerindeki hesaplaşma ve çelişmelerin, mazlumların aleyhine ittifaklarla sonuçlandığını görmemiz gerekiyor. Suriye, İran ve Irak’ta yaşananlar bu açıdan örnektir. Rusya’nın Irak’a, AB’nin ise İran ve Suriye’ye destek olacağı düşünülüyordu. Ancak AB de Rusya da bu bölgede ABD ile karşı karşıya gelmek yerine, ABD’nin bölgeye yerleşmesini sessizce izlediler ve bölgedeki yeni oluşumda söz sahibi olmak istediklerini de açıkça belirttiler.


Mazlumlarin Yanıtı Ne Olacak?


Adım başı stratejik araştırma merkezinin (SAM) kurulduğu Türkiye’de, tüm merkezlerin ortak bir yanlışı vardır. SAM’ların dünyasında aktörler emperyalistlerle sınırlıdır. Dünyanın geçmişi de geleceği emperyalistler arasındaki mücadelelerin bir sonucudur. Halbuki, tarihin en önemli aktörü mazlumlardır. Tüm bu paylaşım mücadelesine mazlumların nasıl yanıt vereceği yanıtlamamız gereken bir sorundur.


Bu açıdan dünyanın geleceğine ilişkin iki temel bakıştan bahsedebiliriz: Mazlum gözlüğü, emperyalist gözlük. Emperyalist gözlük dünyayı emperyalist güçlerin paylaşım mücadelesinin yürüdüğü bir alan olarak görür. Bu bakış açısında mazlumların ne yaptığının ve ne yapacağının önemi yoktur. Zaten, mazlumların yanıtlarının ardında da başka bir emperyalist güç aranır. Hatırlayalım, bu anlayış 11 Eylül’ün arkasında da Rusya ve Çin’i aramıştı.


Mazlum gözlüğü ise, mazlumların emperyalist paylaşım mücadelesine nasıl bir yanıt vereceğini de hesaba katar. Emperyalist cepheden bakarsanız zaten dünya geleceği için tek bir gelecek olabilir: ABD hakimiyeti. Çünkü, Rusya’nın, AB’nin ya da Çin’in silahları ABD’yi alt etmek için henüz yeterli değildir. Ve emperyalistler arası mücadele açısından bakarsanız ABD şu an daha güçlü durumdadır. Diğer emperyalistler ise ABD’nin gücüne ulaşmak için uğraşmaktadır. Peki, öyleyse ABD neden diğerleriyle uzlaşma peşindedir? ABD’nin zayıf düştüğü nokta başkadır. ABD’ye Rus füzeleri zarar vermemektedir, ancak Iraklı çiftçinin av tüfeği ABD helikopterlerini düşürebilmiştir. Kısacası, ABD de, AB de, Rusya da Çin de bir mazlum direnişine karşı zayıftır. Aralarındaki gizli paylaşımlar, anlaşmaların nedeni budur. Aralarındaki çatışmanın ısrarla silahlı hale dönüşmemesinin nedeni de burada yatmaktadır.


Bugün ABD’ye karşı çıkan tek güç mazlumlardır. Bakın Afganistan’daki direnişçilere, Irak’a.. İran’da nükleer özgürlüğü için eylem yapanlara, Filistin’de ABD destekli siyonist işgale karşı direnenlere, İkiz Kulelere intihar saldırısı düzenleyenlere... Bugün AB mi ABD’ye karşı çıkar Rusya mı diye tartışanlara şu soruyu sormak istiyoruz: Son 10 yıldır emperyalistler ABD’ye tek kurşun sıktı mı? Biz mazlumlar adına yanıt verelim: Onlar sıkmadı ama biz sıktık... Öyleyse bugün ABD hegemonyasına karşı çıkacak tek gücün mazlumlar olduğunu, bu mücadelede de ABD’ye nazaran daha şanslı olduğunun altını çizelim.


Bir emperyalist diğeriyle aynı koşullarda savaşır. Bu yüzden tank sayısı, nükleer füze sayısı, asker sayısı, petrol kaynaklarına ulaşım emperyalistler arası mücadelede çok önemlidir. Ancak mazlumların emperyalistlerle olan mücadelesinde silahın değil insanın önemi ortaya çıkar. Iraklı köylü ABD helikopterini mavzeriyle düşürüverir. 11 Eylül’de plastik bıçaklarla uçağı kaçıran eylemci ABD’ye tarihinin en büyük zararını veriverir. Acaba Rusya’nın ya da AB’nin hangi füzesi benzer bir zararı verebilirdi?


Dolayısıyla, görmemiz gereken gerçek şudur ki, ABD’ye en büyük zararı mazlumlar verecektir. Öyleyse bizim bugünkü dünya tablosundan çıkarmamız gereken sonuç, emperyalistler arasındaki çelişkilerin arttığı, ancak tüm emperyalistlerin mazlum coğrafyayı sömürme ve paylaşma konusunda anlaştıkları olmalıdır. Buna mazlumların vereceği yanıt herhangi bir başka emperyalist kutbun ABD’yi durdurmasını beklemek değil, ABD’ye bir tek kendisinin karşı çıkabileceğini görüp, direnişe geçmek olmalıdır. Bugün AB-Rusya-Çin ilişkilerinin artmasını ABD’nin dünya egemenliğini engelleyeceğini düşünerek destekleyenler aslında mazlumların direnişine en büyük ihaneti yapmaktadır. Gözüken odur ki bugün mazlumların önündeki en büyük engellerden biri ABD ise, diğer de AB’ci, Rusçu, Çinci sahte kurtuluş reçeteleridir.


Mazlumların Direnişi Üçüncü Dünya Savaşının Ta Kendisidir


ABD’nin egemenliğinin artması senaryosu ancak mazlumlar ABD’ye karşı hiçbir şey yapamazsa gerçekleşebilir. Halbuki, özellikle Ortadoğu’da ABD emperyalizmine karşı bir Arap direnişi başlamıştır, Suriye ve Suudi Arabistan’a yönelik bir operasyonda bu direniş güçlenip birleşecektir. Orta Asya’da da Türk Birliği’ni amaçlayan bir kurtuluş mücadelesi başlayabilir. Latin Amerika’da ise Chavez önderliğinde bir antiemperyalist cephe inşa olabilir. Bu gibi durumlarda tüm senaryolar bir anda geçersiz olacak, dünya farklı bir noktaya gidecektir.


Mazlumların elindeki silahların farkındaa olması gerekmektedir. Örneğin, Hindistan, Pakistan gibi mazlum ülkeler ellerindeki nükleer silalları birbirine değil, emperyalistlere doğru doğrultmalıdır. Emperyalistlerin en büük korkusu nükleer silahların kendilerine karşı kullanılması ya da iki mazlum ülkenin birbiriyle girişeceği bir nükleer savaşa bulaşmalıdır. Bu nedenle ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler elinde nükleer silah bulunan ülkeleri ya sindirmeye (Kuzey kore örneğinde olduğu gibi) ya da kendi askeri-ekonomik güdümlerine almaya çalışmaktadır (Hindistan örneğinde olduğu gibi). Buna mazlumların vereceği yanıt elindeki nükleer teknolojiyi paylaşıp nükleer silahları tüm mazlum coğrafyaya yaymak olmalıdır.


Ancak nükleer silahlar mazlumların tek kurutuluşu değildir. Mazlumları güçlü yapan silahlarından öte haklılığıdır. Irak’taki çiftçinin helikopter düşüren tüfeği en güçlü silahtır. Mazlumlar bu gerçeğin bilincinde emperyalizme karşı bir direniş cephesi oluşturmalıdır.


Dolayısıyla, mazlumların kurtuluşu için emperyalistler arası çelişmelerin artmasını bekleyen hayalci görüşler yanlıştır. Dünya tarihinde devrimler emperyalistler arası çelişmelerin arttığı dönemlerde gerçekleşmemiştir. Bir devrim dalgası 1800’lerin başında Güney Amerika’da yaşanmıştı. Öncüsü Birinci Dünya Savaşının hemen ardında, bir diğeri ise İkinci Dünya Savaşı’nın ardından. Dolayısıyla mazlumların devrimleri çelişmelerin arttığı dönemlerde değil, emperyalistler arası çelişmelerin çözüldüğü savaş sonralarında yaşanmıştır.


Bugün de mazlumlara düşen emperyalistler arasındaki çelişmelerin artması sayesinde hareket alanı kazanmayı beklemek değil, emperyalistleri daha da zor duruma düşürecek direnişleri başlatmak olmalıdır. Bugün emperyalistler arasında bir Üçüncü Dünya Savaşını bekleyenlere mazlumlar coğrafyasına bakmalarını öneriyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı işte burada kopacak. Bu savaşta mazlumlara düşen, kendi arasındaki birlik ve beraberliği artırmak ve emperyalizmi bir sistem olarak yıkma perspektifine sahip olmak olmalıdır. Mazlumların bu Üçüncü Dünya Savaşını kazanmak için başka çareleri bulunmamaktadır.


Son tahlilde hiçbir emperyalist ülke tam bağımsızlığını kazanmak isteyen bir mazluma yardım etmemiştir. Dolayısıyla mazlumlar emperyalistler arasındaki çelişmelerin artmasını sevinerek karşılayan anlayışı ortadan kaldırmalı, mazlumları kurtaracak tek ideolojinin antiemperyalizm olduğunu unutmamalıdır.


* Ankara Üniversitesi Yükseklisans öğrencisi


http://www.turksolu.com.tr/ileri/26/erdem26.htm



***

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 2

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı?  Paylaşım mı?  BÖLÜM 2


Orta Asya’da Uzlaşma Senaryosu

Tüm emperyalistlerin paylaşım mücadelesi yaptıkları bir alanda uzlaşmaları sık görülen bir durumdur. Yıllarca sadece Rusya’nın etkinlik alanı olan, zaman zaman Çin’in de söz sahibi olduğu bir bölgeye yeni aktörler olarak AB ve ABD’nin de girmesi şüphesiz bir takım dengeleri değiştirmektedir. Her ne kadar gücü azalmakta olsa da Rusya’nın bölgedeki gücü ve etkisi hâlâ çok büyüktür. Bölge ABD için Rusya ve Çin’i kuşatma projesi bakımından önemlidir.


Dolayısıyla emperyalistler arasında şöyle bir uzlaşma mümkün gözükmektedir: Bölge üzerinde emperyalist hakimiyet tümü tarafından tanınacak, belli ülkeler üzerinde belli emperyalistlerin daha fazla hakim olmasına göz yumulacaktır. Kırgızistan’da ABD hakimiyeti kabullenilecek, ABD de bu ülke üzerinden hem Rusya hem de Çin’i kontrol edebilecektir. ABD, Güney Kore sayesinde Çin’e güneydoğudan komşudur. Hindistan sayesinde güneyden, Kırgızistan sayesinde de batıdan kuşatmayı tamamlamayı hedeflemektedir. Bu nedenle Kırgızistan ABD için önemli bir hedeftir.


Bir uzlaşma durumunda ABD ve Rusya, Çin’in Kazakistan’la gelişen ilişkilerine ses çıkarmayacak, AB’nin Türkmenistan’daki etkinliği devam edecek, Rusya da Kazakistan’da hakim olmaya devam edecektir. Özbekistan ise uzun süredir ABD’nin etkin olmak istediği bir ülkedir. Batıdan Gürcistan ve Azerbaycan sayesinde Hazar’a komşu olan ABD, Kazakistan ve Türkmenistan olmasa bile Özbekistan üzerinden Hazar’ın doğusunda da hakim olmak istemektedir. Tacikistan’da ise hem ABD’nin hem de Çi’in hakimiyeti anlaşma yoluyla sağlanabilir.


Dolayısıyla Orta Asya coğrafyası emperyalistler arasında şu şekilde paylaşılabilir:


Özbekistan ve Kırgızistan: Turuncu Devrimlerle ABD hakimiyeti. Kazakistan: Tartışılmaz Rus hakimiyeti. Çin’in artan etkinliği. Türkmenistan: AB’nin doğalgaz ve petrol kaynağı. Tacikistan: Çin ve ABD’nin ortak hakimiyet alanı.


Orta Asya’da Çatışma Senaryosu


Orta Asya ülkeleri arasında Tacikistan ve Kırgızistan’ın emperyalistler açısından önemi yeraltı zenginliklerinden değil stratejik konumlarından kaynaklanmaktadır. Kazakistan ve Türkmenistan ise doğal kaynakları nedeniyle önem taşımaktadır.


Uzlaşma senaryosu gerçekleşmezse kaçınılmaz olarak emperyalistler belli bir çatışmaya girişecektir. Böyle bir durumda bölgede daha saldırgan bir tavır izleyen ve bu tavrını devam ettirmekten çekinmeyecek olan ABD, Kırgızistan dışında bir ülke belirleyerek bu ülkede Turuncu Devrim gerçekleştirebilir. ABD açısından Turuncu Devrim için en önemli hedef Kazakistan gözükmektedir. Bu seçim bir çok kişiye garip gelebilir. Keza Kazakistan hem Rusya’nın çok etkin olduğu hem de Çin’in etkisini artırdığı bir bölgedir. Ancak ABD, hatırlanmalıdır ki Ukrayna gibi Rusya’nın çok güçlü oldu bir ülkede bile Turuncu Devrim gerçekleştirebilmiştir. Bu senaryo gerçekleşirse, Kazakistan’a müdahale olması durumunda ülkedeki Rus nüfus hızla kuzeye Rusya’ya kaçacaktır. Kazakistan’da hakim olan ABD, İran operasyonuna üs yapabilmek için Türkmenistan’a, ya da bölgede tarihsel olarak liderlik rolü oynayabilecek bir ülke olan Özbekistan’a yönelebilir. Her iki durumda da karşısında yine Rusya’yı bulacaktır. Ancak Rusya; Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’daki Turuncu Devrimlere hiç ses edememiştir. Rusya sinsi bir şekilde ABD’nin kaybedeceği anı beklemektedir. Bu nedenle bu senaryoda ABD’nin hiçbir icraatına ses çıkarmayacak, ABD’nin Ortadoğu ya da Orta Asya’da başarısız olacağı günü beklemeye başlayacaktır.


Dolayısıyla ABD’nin bir başka ülkede Turuncu Devrim gerçekleştirmesine AB, Rusya ve Çin’in verebileceği tepki çok sınırlı olacaktır.


Orta Asya’da Kamplaşma Senaryosu


Bir diğer seçenek de ABD’nin bölgede Çin ile anlaşarak Rusya’nın etkinliğini azaltma yoluna gitmesidir. Bölgede Rusya ile AB’nin çıkarları çatışmamaktadır. Böyle bir durumda Rusya da AB ile ittifaka geçebilir. AB, TRACECA ve ENOGATE projelerine Rusya’yı dahil edebilir. Bu ittifak Rusya için de faydalı olacaktır, keza Rusya Türkmenistan üzerinde kaybettiği etkinliğini TRACECA ve ENOGATE sayesinde tekrar kazanacaktır.


Böyle bir kamplaşma durumunda ABD ve Çin, Kazakistan’ın egemenliğini paylaşacak, Özbekistan tamamen ABD’nin güdümüne girecek, Türkmenistan ise bir süre daha AB ve Rusya’nın hakimiyetinde kalacaktır. ABD’nin bölgede Rusya ve AB ile bir mücadele girişme ne kadar ciddi olduğuna bağlı olarak Türkmenistan üzerinde bir mücadele yaşanabilir. Kazakistan’ı BTC’ye katarak kendisine yaklaştıran ABD, Türkmenistan’dan Türkiye ve İsrail’e bir doğalgaz taşıma hattı kurarak hem ENOGATE’i ve Rusya-Türkiye arasında kurulan Mavi Akım hattını fiilen işlevsiz hale getirebilir, hem de bu ülkeyi de kendi denetimine sokabilir.


Türk Birliği Gerçekleşmezse, Orta Asya’da Emperyalistler Cirit Atacak


Jeostratejik senaryolarda, unutulan şey her zaman mazlumların ne diyeceği olmuştur. Hakim olan jeostratejik bakış, dünyayı büyük güçlerin cirit attığı yer olarak belirler ve vaat edebileceği tek çözüm de bu anlamda güçlü olup kazanacak ata oynamak olmaktadır. Biz devrimciler açısından ise emperyalistler arası çelişkiler hangi ata oynanacağının değil, kime karşı mücadele edileceğinin cevabını vermektedir.


Yukarıda sıraladığımız senaryolar emperyalistlerin kendi aralarındaki mevzi savaşımınını ürünleridir. Ancak, mazlumların direnişini de eklediğiniz zaman bu senaryolarda tabii ki bir takım değişiklikler olacaktır. Bu nedenle, bölgedeki mazlumlar, özellikle Türkler, emperyalistler arası senaryolarda figüran olmak yerine, çatışmada emperyalizme karşı aktör olmayı seçmelidir.


Orta Asya’da Türklerin ABD’yi, Kırgızistan’da olduğu gibi, “Rusya ve Çin’den iyidir” diye karşılaması doğru değildir. ABD emperyalist bir ülke olarakbölgede bulunmaktadır ve Rusya ve Çin kadar bölgede baskı ve zulüm yapmadıysa da, hakim olduğu anda Rusya ve Çin’den aşağı tabii ki kalmayacaktır.


Türklerin Orta Asya’da yapması gereken emperyalistler arasında daha zararsız olanını seçmek değil, antiemperyalist bir seçenek olarak Türk birliğini savunmak olmalıdır. Bölgede at oynatan tüm emperyalistlerin en büyük korkusu da zaten budur. Soğuk Savaş boyunca ABD’nin SSCB’deki Türkleri ayaklandırmak gibi bir strateji izlememesi, ABD’nin “Önce Rusya” stratejisi, Rusya’nın ve Çin’in Turuncu Devrimleri sessizlikle karşılamaları, hep bu Türk birliği korkusundan kaynaklanmaktadır. Bölge üzerinde bu kadar büyük emperyalist paylaşım mücadelesine rağmen, emperyalistlerin kendi arasında bir çatışmaya girmemesinin önemli nedenlerinden birisi bu çatışmanın Türk Birliğine yol açacağı endişesidir. Bu nedenle, emperyalistler kendi aralarındaki meseleleri restleşmeyle değil, uzlaşma ve tavizlerle çözmeye çalışmaktadır. Bölgede kurulacak Türk Birliği dünya mazlumlarının emperyalizme karşı direnişinde önemli bir mevzi olacaktır. Bu nedenle, Türk devrimcilerine düşen de bu nedenle, ehveni şer peşinde koşmak değil, Türk Birliği için uğraşmak olmalıdır.


KAFKASLAR

Kafkaslar, aynen Orta Asya gibi emperyalistlerarası mücadelenin (Çin hariç) en yoğun yaşandığı bölgelerden biri görünümündedir. Hem zengin petrol kaynakları, hem de Avrupa ile Orta Asya arasındaki stratejik konumu nedeniyle bölge son dönem emperyalistlerarası paylaşım mücadelesinde önem kazanmıştır. Gürcistan’daki Turuncu Devrim, bölge üzerindeki mücadelenin kızıştığının göstergesidir.

Kafkaslar da Orta Asya gibi eskiden SSCB güdümünde olan bir bölge. 1800’lerin ikinci yarısından itibaren Rus Çarlığı tarafından sömürgeleştirilen Kafkaslar’da Orta Asya’dan farklı olarak Hıristiyan ülkeler de bulunuyor: Gürcistan, Ermenistan. Ancak Kafkaslar’ı önemli yapan ülke şüphesiz petrol zengini Azerbaycan. Hazar’ın Batı kıyısındaki petrolü kontrol eden Azerbaycan, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri konumunda. Hazar petrollerinin olası rezervler de söz konusu edildiğinde dünye petrol rezervlerinin %25’ini karşıladığı tahmin ediliyor. Hazar rezervlerinin üçte birine yakının da Azerbaycan tarafından kullanıldığını düşünürsek Azerbaycan’ın petrol zenginliğinin önemi de ortaya çıkar. Petrol ya da doğal gaz üretimi Azerbaycan’la kıyaslandığında önemsiz kalan Gürcistan ve Ermenistan ise, coğrafi konumları nedeniyle büyük önem taşıyor.


Gürcistan


Bir yıl öncesine kadar Şevardnadze iktidarında Rusya ile ABD arasında dengeli bir dış politika izleyen ve iki emperyalist ülkeye de eşit mesafede bulunmaya dikkat eden Gürcistan’da yaşanan Turuncu Devrim’le birlikte Saakaşvili’nin iktidarına şahit olmuştuk. İlk Turuncu Devrim’in Gürcistan’da yaşanması bir rastlantı değildi. Gürcistan eski Sovyet cumhuriyetleri arasında Rusya’yla en çok çatışma yaşayan ülkeydi. SSCB döneminde bile Gürcistan diğer Sovyet cumhuriyetlerinden farklı bir şekilde davranırdı. SSCB yıkıldığında bağımsızlığını ilk ilan eden de yine Gürcistan olmuştu. SSCB’den sonra kurulduğu açıklanan BDT’ye (Bağımsız Devletler Topluluğu) ilk başta üye olmayan tek eski SSCB ülkesi yine Gürcistan’dı. Bağımsızlığını kazandıktan sonra da Gürcistan Rusya’yla sorunlar yaşadı. Gürcistan’daki özerk bölgeler, kuzeyindeki Abhazya ve Güney Osetya ile Türkiye sınırındaki Acaristan’da Rusya’nın neredeyse kontrolü altındaydı. Bu bölgelerde Gürcistan’ın tam anlamıyla egemenliğini kazanabilmesi için bu bölgelerdeki Rus askeri üslerinin kapanması gerekiyordu. Bu ise ancak Turuncu Devrim’den sonra gerçekleşebilmiştir. İki ülke arasında bir vize problemi bile yaşanıyordu. Rusya Gürcistan vatandaşlarından vize isterken, özerk bölgelerin vatandaşlarından vize istemiyor, onlara adeta kendi vatandaşıymış muamelesi yapıyordu.


Gürcistan ile Rusya arasındaki bu gerilimli ilişki ABD tarafından da güzel değerlendirildi. ABD destekli Turuncu Devrimcilerin devirdiği Şevardnadze, SSCB döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmış ünlü bir Gürcü politikacıydı. Her ne kadar Gürcistan’ın çıkarlarını Rusya’ya karşı savunsa da, Rusya’ya rest çekmeye cesaret edemiyor, Rusya’ya karşı çıkabilecek bir vizyona sahip değildi.


Saakaşvili dönemiyle birlikte Rusya’nın ülke üzerindeki etkisi neredeyse sıfıra indi. Acaristan ve Abhazya gibi özerk cumhuriyetlerde ayaklanmalar çıkarmaya çalışan Rusya, bunda başarılı olamadı. Gürcistan kurulduğundan beri ilk kez merkezi anlamda denetimi tam anlamıyla sağlayabildi. Üstelik Saakaşvili, ülkesindeki Rus kuvvetlerinin de sınır dışına çıkmasını istedi. Rusya her ne kadar bunu gerçekleştirmek için ayak sürüse de birliklerini Ermenistan’a kaydırmaya başladı bile.


Gürcistan yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ne bir petrol üreticisidir ne doğal gaz. Önemli bir askeri ve ekonomik gücü de bulunmamaktadır. Ancak Orta Asya’da üretilen petrol ve doğalgazın Batıya nakledilmesinde önemli bir yere sahiptir. Hazar’ın batısında yer alıp Karadeniz kıyısında yer alan tek ülke Gürcistan’dır. Dolayısıyla Hazar’ın doğusundan, yani Orta Asya’dan nakledilen petrol ya da doğalgazın Karadeniz’e, oradan da Avrupa’ya nakledilmesi Gürcistan üzerinden geçerse mümkündür. Dolayısıyla Gürcistan’a egemen olan emperyalist ülke Orta Asya’dan nakledilen enerjinin sevkiyatında söz sahibi olacaktır. Bu nedenle Gürcistan, bölgedeki tüm önemli boru hattı projelerinin tümünde yer almaktadır. ABD bu ülkede söz sahibi olarak hem Orta Asya’ya uzanan yolda önemli bir ileri karakol elde etmiş oldu, hem de tüm enerji sevkiyatı projelerinde söz sahibi olmuş oldu.


Azerbaycan


Azerbaycan ise, Şevardnadze dönemi Gürcistan’a benzemektedir. Ne Rusya’nın tam olarak güdümündedir, ne de Rusya’ya karşı net tavır alabilmektedir. Örneğin Rusya %18’le Azerbaycan’ın en çok ithalatta bulunduğu ülke konumundadır. Ancak Rusya’nın Azerbaycan ekonomisindeki yeri ve rolü gittikçe azalmaktadır. Azerbaycan hızla ABD güdümlü Batı ekonomisine eklemlenmektedir. Buna pek çok konuda Rusya’nın Azerbaycan’ın karşısında yer alması da etkili olmaktadır. Örneğin Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’ı işgalini dünyada resmi olarak tanıyan tek ülke Rusya’dır. Aynı şekilde Hazar petrolleri konusunda Azerbaycan ile Rusya anlaşmazlık yaşamaktadır.


Tüm bunlar Azerbaycan’ı ABD’ye yakınlaştırmaktadır. Gerçi ABD de Ermenistan’a destek vermektedir, ancak Türkiye’deki Amerikancı iktidarlar ve ABD’nin Rusya’nın bölgedeki etkinliğini kırma projesi ve Gürcistan’daki son Turuncu Devrim, Azerbaycan’ı ABD’ye yakınlaştırmaktadır. Ancak Aliyev iktidarı, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrimlerden sonra, kendi iktidarının tehlikede olduğunu hissederek, ABD’ye karşı da mesafeli davranmaya başlamıştır.


Azerbaycan’ın yeni bir Turuncu Devrimin hedefi olduğu açıktır. Bunun tek nedeni Azerbaycan petrolü değildir. Azerbaycan, ABD’nin olası bir İran operasyonu için önemli bir üs olacaktır. Hem İran’ın kuzeyinde yaşayan 25 milyona yakın Türk nüfus, Azerbaycan’la tarihi bağlar içermektedir. Bunun dışında Bakü-Ceyhan-Tiflis Petrol Boru hattı, ABD’nin tam kontrol altına almak istediği bir hattır. Bu hatla ABD hem İsrail’e petrol ulaştırmaktadır, hem de AB’nin ve Rusya’nın alternatif boru hatlarına karşı bir avantaj sağlamaktadır. Gürcistan’a Turuncu Devrim’le hakim olan ABD, Azerbaycan üzerinde de sağlam bir egemenlik kurarak boru hattının tek hakimi olmak isteyecektir. Azerbaycan’ın kontrolü ABD’nin Hazar üzerinde de öneml stratejik bir yere sahip olmasını da sağlayacaktır.


Ayrıca, Türkiye-Azerbaycan arasında yaşanan yakınlaşmayı da engelleyecek, Batının en büyük kabusu olan Türk Birliği’nin doğmadan önüne geçilecektir. Bilindiği gibi Aliyev “İki devlet tek millet” sloganını haykırmaktadır ve Türkiye-Azerbaycan birliği, kısa sürede Hazar’ın doğusuna da sıçrayabilecek ve tüm Orta Asya ile Anadolu’nun birleşmesini tetikleyebilecektir.


Bir başka neden ise Ermenistan üzerindeki hakimiyet sağlamaktır. Ermenistan, Rusya’nın kendisine sağladığı kayıtsız şartsız destekten çok memnundur. Azerbaycan’ın Rusya’yla yaşadığı sorunlar da Ermenistan’ı Rusya’ya daha da yakınlaştırmaktadır. Hatta Rus Dişişleri Bakanı “Ermenistan bizim sınır karakolumuzdur” açıklamasını yepmıştır. ABD güdümündeki bir Turuncu Devrim’den sonra Azerbaycan Hükümeti Karabağ meselesinde uzlaşmacı bir tavır alacak ve bu meselenin de ortadan kalkmasıyla birlikte Ermenistan-ABD yakınlaşması tekrar başlayacaktır. Azerbaycan’da Amerikancılığı bayrak eden muhalefetin Ermenistan’la Karabağ sorunun çözeceklerini deklare edip durmaları bunun bir göstergesidir.


Toparlarsak şu nedenlerle ABD Azerbaycan’da bir Turuncu Devrim peşindedir:


1. İran’a operasyonu için kuzey üssü


2. Kuzey İran’daki Türk nüfusu kışkırtmak


3. Hazar petrolleri üzerinde denetim


4. BTC Boru Hattı’nı kontrol


5. Türkiye-Azerbaycan birliğini engellemek


6. Ermenistan’la Karabağ sorunun çözüp Ermenistan’ı Rusya’dan koparmak


Azerbaycan’da Turuncu Devrim başarılı olursa, Kafkaslar’da ABD’nin önü açılacaktır. Rusya Gürcistan’ı yitirerek ve Azerbaycan’da sıkışarak Kafkaslar’da tutanamaz. Sadece Ermenistan’ın dostluğu Rusya için yeterli değildir. Çünkü Ermenistan’ın ne Gürcistan gibi Karadeniz’e kıyısı, ne de Azerbaycan gibi petrol kuyuları bulunmaktadır.


ABD ise yalnızca Turuncu Devrim’le değil, BTC ile de bölgeye önemli bir giriş yapmıştır. 1995 yılında Clinton’un da katıldığı bir törenle temeli atılan BTC Boru Hattı, Rusya ve AB’nin yıllardır üzerinde çalıştığı boru hatlarını geçersiz kılmaya başlamıştır. BTC sayesinde hem Avrupa İran yerine Azerbaycan doğalgazını tercih edecektir. Hem de Avrupa’nın TRANCECA ve ENOGATE projeleri zayıflayacaktır. BTC ABD’nin bölgedeki gücünü arttıran bir projedir. Bunun farkında olan ABD BTC Savunma Ordusu adı altında, Gürcistan ve Azerbaycan ordusu içinde kendisine yer edinme aşamasındadır. Bu ülkelerdeki subay eğitimi bizzat ABD tarafından yapılmaktadır.


Kafkaslar’da Emperyalistlerarası Mücadele


Kafkaslar’da Orta Asya’ya benzer bir mücadele söz konusu olmayacaktır. Bölgede Rusya’nın etkinliği Orta Asya’yla karşılaştırılamayacak derecede azalmıştır. Azerbaycan ve Gürcistan’daki üslerini kaybeden Rusya’nın tek askeri üssü Ermenistan’da kalmıştır. Ticari anlamda da Rusya’nın bu bölge ülkelerindeki etkinliği oldukça azdır. Ticaret hacminde Rusya’nın oranı Azerbaycan’da %5, Gürcistan’da %10’a kadar düşmüştür. Azerbaycan’ın Rusya’yla olan ticari ilişkisi Petrol rafineri ürünülerinden kaynaklanmaktadır. Dikkat edilirse bu oranlar Orta Asya ülkeleriyle karşılaştırıldığında neredeyse üçte biridir.


Avrupa ise, halen bölgede önemli bir ticaret ortak dışında bir şey değildir. TRANCECA ve ENOGATE projeleri dışında bölgede önemli bir yatırımı bulunammaktadır. AB, Ermenistan ve Azerbaycan’a pek ilişki kuramamıştır. Bölgeye ancak Rusya ile dostluk çerçevesinde girebilir. Bunun için bölgede bir Rus-AB ittifakından söz edilebilir. Bölgenin küçüklüğü ve kaynakların sadece Azerbaycan’da tıkanmış olması nedeniyle emperyalistlerarası çelişkinin buralarda daha da kızışacağından bahsedebiliriz.


Azerbaycan’da Turuncu Devrım Senaryoları


Olası bir ABD darbesinde Azerbaycan düşecek midir? Öncelikle, Aliyev iktidarının Kırgızistan’daki Akayev iktidarından farklı olduğunu da belirtelim. Aliyev babasından gelen 30 yıllık bir geleneğin savunucusudur ve kurduğu hanedan yönetimi sadece ülke yönetimine değil, ekonomiye de hakimdidr. Ülkenin petrol ihracatının önemli bir kısmına Aliyev hanedanı hakimdir. Bu nedenlerle Aliyev’in direnme olanakları Akayev’le karşılaştırıldığında daha büyüktür. Aliyev’in Rusya ile ABD arasında izlediği denge politikası ve AB ile iyi ilişkileri, AB’nin olası bir darbe pozisyonunda Aliyev’in yanında yer almasıyla sonuçlanabilir.


Bu nedenle ABD’nin Azerbaycan’da Ukrayna ve Gürcistan’dan farklı bir yöntem izlediğine şahit olabiliriz. ABD, İran operasyonunda Azerbaycan’a bir şeyler vaat ederek Azerbaycan halkını ikna etme yoluna gidebilir. Bu vaatlerden birisi, Karabağ meselesinin çözümünde ABD garantörlüğü olabilir, ancak en önemlisi İran’ın kuzeyinden bir bölümü Azerbaycan’a vaat etmek olacaktır. Azerbaycan’a sunulacak “yayılma ve genişleme” vaadi bu ülkeyi ABD’nin eline düşürebilir.


Ancak şunu da belirtelim, Gürcistan ve Ukrayna kadar kolay olmasa da ABD’nin Azerbaycan’da bir darbe düzenlemesi yine de imkansız değildir. Kasım ayındaki seçimlerde Aliyev’in tekrar kazanması drumunda bir blok oluşturmuş olan Musavat önderliğindeki muhalefet isyan bayraklarını kuşanacak ve sokakları dolduracaktır. “Seçimlere hile karıştı” propagandası tüm Turuncu Devrimlerde olduğu gibi tekrarlanacaktır. Bu noktada AB ve Rusya’nın Aliyev’e ne kadar destek vereceği şüphelidir. Ancak destek verirlerse, Orta Asya’da yaşamadıkları gerilimi Kafkaslar’da yaşamaya başlayacaklardır. Brzezinski’ye göre Orta Asya’nın Balkanlar’ı olan Kafkaslar’da böyle bir gerilimin yaşanması bu iki ülke olduğu kadar emperyalistleri de birbirine düşürebilir. ABD’nin desteğini almış bir Azerbaycan, Rusya’nın desteğini almış bir Ermenistan’la karşı karşıya gelebilir. Böyle bir durumda ABD Azerbaycan’ın Ermenistan’a saldırmasını desteklemeyecektir, ancak karşı da çıkmayıp seyredecektir. Bu yüzden ABD’nin bölgede sadece Azerbaycan’la yetinmeyip Ermenistan’a da darbe düzenlemesi kaçınılmaz gözükmektedir.


Öyleyse bölge açısından üç türlü senaryo uyarlanabilir:


1. ABD’nin Kazandığı Senaryo: Kasım’daki seçimlerde Musavat iktidar olur, ya da seçimi kazanan Aliyev Turuncu Devrim’le devrilir. Azerbaycan, Gürcistan gibi Rusya’yla ilişkilerini azaltır ve ABD’nin güdümüne girer. ABD’nin İran operasyonunda rol almayı kabul eder. Amerikancı Azerbaycan hükümeti vaat ettiği gibi Karabağ meselesini çözmek için Ermenistan’la masaya oturacak ancak Karabağ sorunun çözümünün bölgede ABD’yi güçlendirdiğini gören Rusya’nın kışkırtmasıyla Ermenistan uzlaşmaz bir tavır takınacaktır. Böyle bir durumda Azerbaycan Ermenistan’la saldırgan bir ilişkiye girebilir. Böyle bir durumda Ermenistan’da Karabağ sorununu çözülmesini isteyen ve Rusya’nın egemenliğini kabul etmeyen çevreler iktidara getirilir. Yani Ermenistan’da da yeni bir Amerikancı darbe oluşur.


2. Amerikancı Aliyev İktidarı: Seçimi Aliyev kazanır. Ancak ABD’nin Turuncu Devrim provokasyonuna rest çekmek yerine uzlaşmaya gider. Musavat’tan bir kişiyi Başbakan atar ve petrol kuyularındaki hakimiyetini koruma karşılığında fiili yönetimi Musavat’a terk eder. Ancak bu durum da Aliyev’i kurtaramaz. Ermenistan’la Amerikancı bir anlaşma yoluna giden Musavat’la birbirine düşer ve yeni bir Turuncu Devrim’le devrilir.


3. ABD’nin Kaybettiği Senaryo: Aliyev seçimleri kazanır. ABD’nin örgütlediği Turuncu Devrim ilk anda başarılı olamaz. Eylemler uzar gider. Ancak uluslararası kamuoyu Rusya ve AB’nin de desteğiyle en azından sessiz kalır. ABD’nin istediği ortam oluşmaz. Azerbaycan’da iç savaş çıkar. Bu savaşı kim kazanırsa kazansın, sonuçta ABD istediğini alamamış olur. Azerbaycan üzerinde Rusya ve AB’nin etkisi artar.


Ancak vurgulayalım bu senaryo en az şans tanıdığımız senaryodur. Çünkü Aliyev kendi ülkesinde tutunsa bile AB ve Rusya’nın Aliyev’i destekleyeceğini düşünmek mantıklı değildir. Henüz ABD ile hesaplaşma noktasına gelmemiş Rusya ve AB, neden Azerbaycan’da buna girişsin?


Dolayısıyla Kafkaslar’da hangi senaryo gerçekleşirse gerçekleşsin ABD’nin bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada Rusya’nın yapabileceği şey, en azından İran’ı destekleyip ABD’nin bölgede daha da hakim olmasını engellemek olabilir. AB ise mevcut boru hattı projelerini finanse etmeye devam edebilir ve özellikle Azerbaycan’la ilişkilerini arttırabilir. Azerbaycan’ın Orta Asya’nın kapısı olduğunun bilincinde, uzun vadeli strateji kuran AB, belki bugün değil ama birkaç yıl sonra Kafkaslar’da etkin olabilir. O yüzden AB’nin henüz kendi içindeki çelişkileri çözümlememişken çok da hazırlıklı olmadığı bir bölgede ABD ile hesaplaşmaya girişmesi çok mümkün gözükmemektedir. AB, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’daki etkinliğini sağlamlaştırdıktan sonra bu bölgede ABD ile hesaplaşmaya girişecektir. Ancak böyle bir durumda bu hesaplaşma, ancak çatışmayla çözümlenebilecektir.


Bölgede bir de emperyalistler arasında uzlaşma imkanı bulunmaktadır. Belki de çoktan bir anlaşmaya varılmıştır. Bilindiği gibi ABD Çeçen direnişçileriniy ıllardır desteklemektedir. Ancak son dönemde Beslan provokasyonundan sonra Rusya’nın Çeçenistan’a düzenlediği operasyonları anlayışla karşılamaktadır. Dolayısıyla Rusya’nın Çeçenistan üzerinde tam hakimiyet uğruna Kafkaslar’ı ABD ile paylaşmaya karar vermiş olabilir. Böylesi bir durumda, Azerbaycan’ın bir Turuncu Devrim olmaksızın ABD güdümüne girmesi gerçeğiyle karşılaşabiliriz. Ülke üzerinde ABD ve Rusya’nın beraber egemenliğine şahit olabiliriz.


İran


ABD’nin Irak’tan sonra İran’a saldıracağını söylemek için büyük stratejisyen olmak gerekmiyor. Bu operasyonun amacı, yalnızca İran petrollerini ele geçirmek demek değildir. İran aynı zamanda jeopolitik açıdan da önemli bir yere sahiptir. İran’a hakim olmak demek hem Orta Asya’ya hem Hazar Denizi’ne, hem de Hindistan-Pakistan coğrafyasına uzanmak demektir. Aynı zamanda, İran Basra Körfezi’nin güvenliğiyle de alakalıdır. Bu açıdan petrolünün önemli bir kısmını Kuveyt’ten almakta olan ABD açısından daha da önemli hale gelmektedir. Üstelik İran nükleer silah konusunda ABD ve AB’ye kafa tutmaktadır. Bu nedenle emperyalistler açısından “haddinin bildirilmesi” şarttır.


Bugün İran üzerinde Rusya ve AB’nin etkisi bulunmaktadır. ABD 11 Eylül’den sonra Bush’un da ifade ettiği “Şer Ekseni” doktriniyle ABD’nin politik ve ekonomik boyunduruğuna girmek istemeyen tüm ülkeleri şer ekseninde göstermiş ve bu ülkelere gerekirse operasyon düzenleyeceğini duyurmuştu. ABD hegemonyasını kabul etmeyen Molla Rejimi şüphesiz ABD’nin ortadan kaldırmak isteyeceği bir rejimdir. Üstelik ABD İslamcı “uluslararası terörizm”in önünü kesmek için İslamcı rejimlere tahammül edememektedir. BOP çerçevesinde tüm coğrafyayı laik, en azından “Ilımlı İslam” rejimlerle yönetmeyi tercih etmektedir.


İran her ne kadar ABD hegemenyosını kabul etmese de tam anlamıyla antiemperyalist bir ülke olduğu söylenemez. İran’ın AB ve Rusya ile ilişkileri özellikle son 10 yıldır önemli ölçüde artmıştır. İran’ın AB ile yaptığı ticaret artmakta, AB ile ortak boru hattı ve gaz nakil hatları inşa etmektedir. İran, AB’nin önemli doğalgaz ve petrol üreticilerinden birisidir. Üstelik, İran resmi olarak ABD’nin ekonomik ambargosu altındayken. AB ülkeleri İran petrol ve doğalgazını dolaylı yollardan satın alarak ambargoyu fiilen delmektedir.


İran’ın operasyona hedef olmasının nedenlerinden birisi de bilindiği gibi nükleer gücüdür. İran’ın Buşehr kentindeki nükleer tesislerinde nükleer silah ürettiği iddia edilmektedir. ABD bu iddiayı sürekli dile getirmekte ve İran’ı uyarmaktadır. İran ise dönem dönem nükleer programını askıya aldığını açıklamakta, dönem dönem ise ABD’ye rest çekerek programını sürdürmektedir. ABD’nin korkulu rüyalarından birisi İran’ın nükleer ilaha sahip olmasıdır. Bu hem ABD’nin hem de İsrail’in bölgedeki gücünü sarsacaktır.


İran üzerinde AB ve Rusya’nın yadsınamaz bir etkisi bulunmaktadır. Özellikle, Rusya İran’a silah satmakta, İran’la önemli ticari ilişkiler kurmaktadır. Ayrıca, Rusya İran’ın Azerbaycan’la yaşadığı Hazar Denizi’nin paylaşımı gibi konularda İran’ın yanında yer almaktadır.


AB ise başından beri İran’ın nükleer enerji üretme mücadelesine sahip çıkmakta, İran’ın nükleer programını Rusya ile birlikte sürdürmektedir. Ancak yine Rusya gibi İran’ın bir nükleer silah sahibi güç olmasını da engellemek istemektedir.


ABD’nin İran Operasyonu


ABD, İran’a düzenlemeyi düşündüğü operasyondan sonra bu ülkeyi birkaç parçaya bölmek istemektedir:


- En batıda, Türkiye sınırında, Irak’taki kukla Kürt Devleti’ne eklemlenecek bir “Kürdistan”.


- Azerbaycan’ın güneyinde Güney Azerbaycan Devleti


- Basra körfezi kıyısında Sünni devlet


- Doğuda Afganistan’la birleşecek bir Pamir Krallığı


- Merkezde Pehlevi sülalesine emanet edilecek bir Şahlık.


Bu bölünmenin ABD için bir kaç faydası olacaktır. Öncelikle, İran, güvenlik gereği nükleer programını bir kaç bölgeye yaymıştır. Bu bölünmeyle birlikte İran’dan oluşacak ülkelerin hiçbirisinde nükleer teknoloji tek başına olmayacaktır. Ayrıca, ABD parçalanmış İran sayesinde Ortadoğu ve Orta Asya’ya düzenleyceği yeni operasyonlar için yeni üsler kazanmış olacaktır. Parçalanmış İran, ABD’nin İran’a operasyonuna karşı çıkan Ab ve rusya’yı ikna etmek için de gereklidir. Bir kaç parçaya bölünmüş İran üzerinde egemenlik paylaşımı ABD tarafından bu ülkelere vaat edilebilir.


İran’ın bölünmesi şüphesiz emperyalist sistemin geleceği açısından da önemlidir. Bölünmüş ve zayıflatılmış bir İran, bölgede emperyalizme direnebilecek güçlü bir mazlum ülkenin ortadan kaldırılması demek olacaktır.


İrün üzerinde, AB ve Rusyanın çıkarları bulunduğu ortadadır. Ancak AB de Rusya da ABD’nin nükleer silah üretimi konusundaki tezlerinde ABD’nin yanında yer almaktadır. Dolayısıyla, olası bir ABD operasyonunda, AB’nin de Rusya’nın da Irak’takinden daha fazla işbirliğine gidecekleri düşünülebilir. Çünkü İran üzerindeki AB ve Rusya etkisi Irak üzerindekinden çok daha fazladır. Bu nedenle ABD bu iki emperyalist kutba mutlaka “sus payı” vermelidir. AB ve Rusya için Irak kaybedilmiş bir hakimiyet alanı değildir, çünkü Irak üzerinde zaten bir etkileri bulunmuyordu. Bu nedenle, badece Irak’ın yeniden inşasında biraz söz sahibi olmak onlar için yeterliydi. Ancak, İran özellikle Rusya için önemini korumaktadır. Bu nedenle Rusya da AB de İran meselesinde ABD ile anlaşmanın ve uzlaşmanın yollarını arayacaktır. ABD operasyonunun alternatifinin AB ve Rusya’ya bağlı bir İran olmaktan çok nükleer güce sahip ve güçlenen bir mazlum ülke olacağını gören AB ve Rusya, böyle bir İran’ı ABD kontrolündeki İran’a tercih edecektir. Çünkü, ABD kontrolündeki İran, emperyalist sistemden uzaklaşmış İran’dan daha fazla işe yarayacaktır.


Bu nedenle, İran’ın AB ve Rusya’ya güvenerek direnmesi gerçekçi değildir. Nitekim, AB’nin de Rusya’nın da nükleer programına uluslararası denetimden uzak bir şekilde devam edeceğini söyleyen İran’ı ABD ile aynı şekilde uyarmaları bunun göstergesidir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***