KÜRT SORUNU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÜRT SORUNU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mart 2021 Pazartesi

PKK ile Mücadele ve Kürt Sorunu Nasıl Gelişecek?


PKK ile Mücadele ve Kürt Sorunu Nasıl Gelişecek?
   
16 Ekim 2016
Yıldız Yazıcıoğlu
ANKARA 




   Türkiye’de terör örgütü PKK ile “en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar” mücadelenin Kürt sorununun çözümünde nasıl kalıcı barış ve huzur sağlayacağı konusu akıllardaki en önemli soru olarak görünüyor.
Türkiye’de Kürt sorunu çerçevesinde terör örgütü PKK ile yaşanan tabloya özetle bakıldığında; İmralı Adası’nda tutuklu örgüt lideri Abdullah Öcalan ile müzakere süreci geçen yıl 7 Haziran Genel Seçimleri öncesinde sonlandırılmıştı. “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan müzakere trafiğinde, geçen yıl 28 Şubat’ta “Dolmabahçe Mutabakatı” kamuoyuna, o dönemki Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala ile AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal ve HDP’nin İmralı Heyeti mensupları Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ile İdris Baluken’in fotoğraf karesinde yer aldığı görüntüyle açıklanmıştı. Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tepki gösterdiği 10 maddelik mutabakat hayata geçirilmemiş ve genel seçimler ardından 22 Temmuz’da PKK’nın 2 polis memurunu öldürmesiyle “Çözüm Süreci”nin tamamiyle sona erdiği kabul edilmişti. Sonraki dönemde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde asker-polis ile PKK arasında yoğun çatışmalar yaşanırken, PKK’nın Ankara gibi Türkiye’nin batısındaki terör eylemleri dikkat çekti.

Son haftalarda da PKK’nın terör saldırıları ve çatışmalarda asker-sivil ölümlerinde ciddi artış yaşandı. Bugün de Hakkari-Van karayolunda mayın patlaması sonucu 1 asker hayatını kaybetti.

Genelkurmay Başkanlığı da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) terörle mücadelesine ilişkin yapılan iki yazılı açıklama ile bilançoyu kamuoyuyla paylaştı. Genelkurmay’ın 15 Ekim tarihli açıklamasında; son 1 hafta içerisindeki çatışmalarda 12 asker ile 66 PKK’lının öldüğü ve 9 Ekim’deki Hakkari’de Durak Askeri Karakolu’na yapılan saldırıda 16 asker-sivil vatandaşın hayatını kaybettiği anımsatıldı. Genelkurmay’ın 10 Ekim tarihli açıklamasında, 29 Ağustos’tan itibaren 88 asker ile 417 PKK’lının öldüğü duyuruldu. Açıklamadaki en dikkat çekici ifade ise, “Operasyonlar, bundan sonra da en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar aynı azim ve kararlılıkla devam ettirilecektir” şeklinde oldu.

Askeri-polis sahasındaki gelişmelerin yanı sıra Kürt siyasi hareketi temsilcisi HDP ile DBP’nin de terörle mücadele kapsamında hukuken ve fiilen hedef alındığı açıkça ilan edildi. 20 Mayıs’ta Meclis’te milletvekilleri dokunulmazlıkları kaldırılması ardından son günlerde HDP’li milletvekillerine yönelik mahkemelerden tutuklama yönünde ilk kararlar gelmeye başladı. HDP’nin yanı sıra Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yerel yönetimlerde etkili ve “özerklik” talep eden DBP mensupları da soruşturma altında ya da tutuklu.

“En son terörist” ile sorun çözülecek mi?

Türkiye’nin terörle mücadelede stratejik yaklaşımı olarak gözlemlenen “en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar operasyonları devam ettirme” tavrının, Kürt sorununun çözümünü ve geleceğini nasıl etkileyeceği merak konusu. Türkiye’de PKK ile mücadelede nereye varılacağı sorusu, ülkede siyasette, akademide ve kamuoyunda görüş ayrılığa yaratmış görünüyor.
Amerika’nın Sesi’nin sorular yönelttiği, her ikisi de TSK’dan emekli, savunma alanında uzman Doç.Dr. Sait Yılmaz ve Dr. Metin Gürcan, terörle mücadeleyle gelinecek noktaya ilişkin farklı görüşleri sahip.
Doç.Dr. Yılmaz’a göre, Türkiye’nin terörle mücadele stratejisi ile PKK’yı yok etmesi ve Ortadoğu coğrafyasında ulus-merkezi devletleri güçlendirme politikası izlenmesi halinde çözüme ulaşılması mümkün.
PKK’nın ve “siyasi uzantısı” HDP gibi yapılarca “bağımsız Kürdistan hayali” ve Türkiye’nin bölünmesinin amaçlandığını vurgulayan Yılmaz, “İstediklerini masa başında alabilmek için bütün sansasyonel eylemleri yapmaya çalışıyor. Kent merkezlerine saldırılar ya da intihar bombacıları eylemleri planlanıyor. Ancak hiçbir terör örgütü bu yollarla başarıya ulaşmamıştır. TSK da terörle mücadele başarılıdır” görüşünü dile getiriyor.

Yılmaz, “Mevcudiyeti 5 ila 6 bin. Terör örgütüne bugüne değin 50 bin ila 60 bin zayiat verdirildiğine göre bu terör örgütü en az 14-15 kez yok edilmiş ama bütün mesele burada şudur; terör örgütüne bataklık teşkil eden Irak’ın kuzeyindeki yapının, ki bugün Suriye’nin kuzeyinde de oluşmuştur, bu yapının devam etmesi, örgütün yeni elamanlar temin ederek bu stratejiyi sürdürmesidir. Türkiye için asıl önemlisi, terör örgütünün bu desteği nereden aldığı sorusudur. Hangi ülkelerden destek almaktadır. Türkiye, eğer kukla ile uğraşmak yerine kuklacılarla uğraşmadığı takdirde 1984’ten beri devam eden bu terörle mücadele sürecinin devam edeceği açıktır” dedi.

Dr. Metin Gürcan’a göre, TSK’nın dolayısıyla askeri başarı söz konusu olsa da tek başına terörle mücadelede yeterli değil. Gürcan, “Terör ve terörle mücadele çatışması sahada kazanacağınız askeri zafer, bir siyasi-sosyal zafere tekamül etmeli. Türkiye, ‘son terörist yok edilinceye değin mücadele’ yani tasfiye stratejisi kararlılığıyla karşımızda. Sahadaki askeri zaferi, Türkiye’yi sürdürülebilir bir barış ortamına taşımakta geçiş olarak kullanmak gerekiyor. Şu anda bu geçiş boş kalıyor gibi görünüyor. Sahada askeri zafer olabilir ama bunun uzun vadede, sürdürülebilir bir barış ve istikrar ortamına dönüştürülmesi önemli. Siz 100 metrede ipi göğüsleyebilirsiniz ama bunu maraton koşusu kabul etmek gerekir. Burada nasıl bir yöntem izlenmeli sorusu geliyor. Ama askeri güç yaklaşımı bunun cevabını veremez, siyasete bakmak gerekli” diye konuştu.
PKK ile mücadeleye 7 Haziran öncesi ağırlık verildiğini anımsatan Sait Yılmaz, “O döneme değin terör örgütü ile hükümetin bu konuyu görüşmeler yoluyla çözmek düşüncesi vardı. Ancak terör örgütü, bu dönemi iç savaş hazırlığıyla geçirmiş, büyük şehirlere patlayıcı yerleştirmiş ve Ortadoğu’daki kaos ortamından da yararlanarak hükümetten almaya çalıştığı tavizleri almak için şiddet yoluna başvurdu. O dönemden beri Türk Silahlı Kuvvetleri gerçekten, terör örgütüne karşı, kahramanca bir mücadele veriyor ve bu mücadelede çok başarılı. Terör örgütü, IŞİD’ten kopyaladığı yöntemle çatışmayı intihar saldırılarıyla kentlere de taşıyor” sözleriyle durumu özetledi.
Türkiye’nin “en son terörist” yaklaşımında sadece PKK’nın silahlı mensupları değil PKK’yı tümüyle tasfiye stratejisi yattığını kaydeden Metin Gürcan da, “Bunu siyasi karar alıcılarının açıklamalarında ve sahada görüyoruz. FETÖ ile mücadele kapsamındaki olağanüstü hal dönemi ile oluşturulan hukuki alt yapı kullanılıyor.PKK’yı tüm bileşenleriyle tasfiye hedefleniyor. Ekonomik, yerel yönetim başta olmak üzere siyasi ve kültürel alanlarda tasfiye stratejisine geçildi. Buna karşın PKK, bir coğrafyaya sıkışmamak için çatışmayı taşeron örgütleri TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) gibi örgütlerle Türkiye’nin batısına taşımaya çalışıyor” şeklinde durumu anlattı.
Durum böyle iken “Türkiye içerisinde PKK’ya karşı askeri mücadeleyle sonuca ulaşılması mümkün mü?” sorusu üzerine Yılmaz ve Gürcan’ın her ikisi de Ortadoğu coğrafyasını işaret etti.

Yılmaz ulus-devlet yapısını işaret etti

Yılmaz, eğer Batı’nın Ortadoğu’ya yaklaşımı değişmişse terör örgütlerine varlıklarını sürdürme zemini yaratılacağı ancak yine de TSK’nın geçmişte olduğu gibi PKK’yı bitireceği görüşünde. Gürcan ise, ABD – Rusya ilişkisi bağlamında PKK’nın var oluşunu bölgesel ölçekte sürdüreceği yaklaşımında.
Doç.Dr. Sait Yılmaz, bölgede terör varlığına son verilmesi için çözümü ulus-devlet yapısında gördüğünü özetle şöyle aktardı:
“Ortadoğu’da önemli bir aşamaya gelindi ki IŞİD’in yok edilmesi ve bunun yok edilmesi esnasında Batılı müttefiklerimizin Türkiye ile dayanışma içerisinde olmasıdır. Irak’taki terör örgütü ve Suriye’deki uzantısı YPG güçlerinin bu denklemden çıkarılmadığı sürece bölgede istikrar kurulamayacaktır. Yani terör örgütleri kullanılarak Ortadoğu’da denklemler kurulmaya çalışıldıkça bu terör örgütleri de var olmaya çalışacaktır. Batılı müttefiklerimiz de terör örgütlerini destekleme stratejinden vazgeçerek bu bölgede özellikle ulus-devlet yapılarının korunmasını sağlamalı. Irak’ta ve Suriye’de tek devlet olursa bu bölge bataklık olmaz. IŞİD gibi terör örgütlerini yok etmenin tek yolu, güçlü merkezi hükümetler olması. Burada federatif yapılar kurulması için Ortadoğu coğrafyası kültürel olgunluğa, demokrasi anlayışına sahip değil keşke böyle olsa.”

Gürcan ABD’nin stratejisini adres gösterdi

Dr. Metin Gürcan, Türkiye’deki çatışmaları Suriye ve Irak’taki gelişmelerle değerlendirmek gerektiğini vurguladı. Gürcan, bölgedeki gelişmeleri ise ABD ve Rusya ilişkileri çerçevesinde şöyle değerlendirdi:
“ABD ve Rusya, iki fil önemli. Türkiye bu iki fil ile aynı odada bulunuyor. IŞİD sonrasında Suriye ve Irak coğrafyasında, ABD ile Rusya arasında Afganistan’da olduğu gibi yerel aktörler üzerinden bir silahlı çatışmaya doğru gidiyor. ABD’nin de amacı Rusya’yı bu bölgede ekonomik açıdan yormak ve çöküşe götürmek gibi görünüyor. 1979-1980’deki Afganistan örneğini çok anlamlı buluyorum. ABD, bu coğrafyada IŞİD’in tam zıddını yaratmak istiyor. Birincisi, devlet dışı bir aktör olacak. İkincisi, IŞİD’in ve benzerleri aksine cihadçı değil seküler ve solcu bir ideolojik bir aktör olacak. Üçüncüsü de devlet arası yani sınırlara bağlı kalmaksızın hareket edebilecek bir aktör olacak. Bu nedenle PKK ve üretmiş olduğu habitat, IŞİD’in karşıtı görünüyor. Rusya ile olan kapışmada ABD’nin Suriye ve Irak’ta ekonomik olarak bu ülkede çöküntü yaratmayı amaçlıyor. Çin ile uzak Asya’da büyük kapışmaya hazırlanabilmek üzere Rusya’yı bu bölgede yormak istiyor. Tabiri caizse Rusya’yı hamamda terletmek istiyor. Bölgeyi de hamam gibi kodluyor. Bu ekonomik çöküşü başlatmak için askeri olarak yenilgiye uğratmak gibi görünüyor ve bunu Halep’te göreceğiz. PKK ve askeri varlığına, IŞİD ile mücadelede ve Rusya ile mücadelede ABD’nin çok ihtiyacı varmış gibi görünüyor. Dolayısıyla da çıkar odaklı ve çok kısa süreli bir ilişki gibi görünmüyor.”
Gürcan, ABD’de Kasım ayında gerçekleşecek Başkanlık seçimleri sonucunda Hillary Clinton’un başkan seçilme olasılığını da anımsattı. Clinton’un bölge dinamikleri konusunda yakın çalışma arkadaşlarına dikkat edilmesi gerektiğini kaydeden Gürcan, bu bakımdan Clinton’un ABD’nin mevcut politikasını sürdüreceğini ifade etti.

PKK’yı Türkiye içinde sonlandırmak mümkün mü?

Bölgesel gelişmeler kenara bırakıldığında, Ankara, “en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar operasyonları devam ettirme” stratejisi ile Türkiye içerisinde PKK örgütünü sona erdirebilecek mi? HDP gibi Kürt sorununun siyasi temsilcisi yapıların hedef alınması, PKK’yı sona erdirmeye katkı sağlayacak mı? Bu soruları yönelttiğimiz savunma stratejisi uzmanlarından Sait Yılmaz Ankara’nın sonuç alabileceği görüşüne yakın iken; Metin Gürcan ise tabloyu karamsarlıkla değerlendirdi.
“Terör örgütü amacına ulaşamayacaktır” diyen Sait Yılmaz, PKK’nın en büyük zararı Güneydoğu Anadolu bölgesine ve bölge evlatlarına verdiği düşüncesinde. PKK’nın 1984’ten bugüne asıl hedefini “Türkiye’nin bölünmesi” olarak görmek gerektiğini kaydeden Yılmaz, PKK’nın uzantısı konumundaki HDP gibi yapılarla da bu hedefe hizmet edildiğini dile getirdi. PKK’nın bölgedeki Kürtleri temsil etmediğini ve sadece kendi hedefine ulaşmak için çalıştığını belirten Yılmaz, PKK’nın tüm kadrosu ve tüm siyasi uzantılarını yok etme stratejisiyle bölge halkına da huzur getirileceği görüşünü aktardı.
Ankara’nın stratejisini, “PKK’yı tüm bileşenleriyle tasfiye” olarak özetleyen Metin Gürcan ise, PKK’nın sonlandırılmasıyla ilgili sorumuz için, “Türkiye’nin en büyük havuz problemi” dedi. Ankara’nın stratejisinde mutlaka siyasi-sosyal hamleler gerektiğini işaret eden Gürcan, HDP-DBP’ye yönelik operasyonla Kürt gençleri tarafından PKK’ya ilgide artış olup olmayacağı sorusuyla birlikte özetle şunları kaydetti:
“Siyasi alanda ve yerel yönetimler yanı sıra kültürel ve ekonomik alanda sempati düzeyindeki tüm yapıları, illegaliteye doğru itiyorsunuz. Acaba sempatizan kitlesi, PKK’nın arzuladığı gibi terörist, militan konumuna gelir mi? Bu bugünlerde Türkiye’nin en büyük havuz problemi. PKK, kültürel ve siyasal uyanmış Kürt tipini öneriyor. Bu tipi siz PKK sorunu bitirdikten sonra bu bitirilecek mi? Bölgesel gelişmeleri de dikkate almak gerekiyor. PKK olaya bölgesel düzeyde bakıyor. PKK için asıl cephe Suriye’nin kuzeyi, Rojava gibi duruyor, Türkiye içerisinde yürüttükleri çatışma ikinci cephe gibi görünüyor. Buradaki askeri zafer, sizi barış-huzur ortamına taşır mı? Türkiye’nin PKK ile mücadelesi bölgeselleşmiş durumda gittikçe küreselleşmekte. Türkiye yanı sıra Suriye’de, İran ve Irak’ta PKK’nın önerdiği Kürt tipi dışında siz yeni bir Kürt tipi önerebilir musunuz?”
Bu noktada Ankara’nın siyasi-sosyal hamlelerini henüz göremediklerini kaydeden Gürcan, siyaseten somut öneriler gerektiğini ifade etti.
***

18 Şubat 2020 Salı

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 4

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE  BÖLÜM 4




D. Amerikan İşgali Sonrası “ Kürt Sorunu ” “Kürdistan” ın Resmen Tanınmasına Doğru 

      ABD’nin Kürt sorunuyla ilgili olarak Türkiye’nin ulusal duyarlılıklarını gözetmek gibi bir kaygı tasımadığı, 2003 yılının baslarında yasanan tezkere bunalımı sırasında bir kez daha ortaya çıkmıstır. ABD, Türkiye’den kuzeyde ikinci bir cephe açmasına olanak tanınmasını ve Türkiye topraklarında kendisine kara ve hava üsleriyle çesitli hava yolu, liman ve ulasım kolaylıkları sağlanmasını istemistir. Türkiye ise karsılığında su taleplerde bulunmustur: 

1) Türk ordusu sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla Kuzey Irak’ta doğrudan ve bağımsız olarak operasyon yapabilmelidir; 

2) Barzani ve Talabani’ye bağlı pesmergelere verilmesi öngörülen silâhların dağıtımı Türkiye’nin denetiminde yapılmalı ve operasyon bittikten sonra bu silâhlar yine Türkiye’nin denetiminde toplanmalıdır; 

3) Kuzey Irak’taki Amerikan askerlerinin görevi bölgedeki Türk birlikleriyle 36. paralelin güneyindeki Amerikan birlikleri arasında bağlantıyı sağlamakla sınırlı olmalıdır; 

4) Katar’daki komuta merkezinde Amerikalı komutanla birlikte bir Türk komutan da görev yapmalıdır; 

5) Türkiye’de Katar’dakine eş ikinci bir harekat merkezi kurulmalı ve bunun da basına birer Amerikalı ve Türk komutan atanmalıdır. Türk isteklerinden özellikle ilk ikisi Amerikan tarafınca kabul edilmeyince anlaşma sağlanamamıstır. 

   Ama gerek dünya medyası, gerekse bizim bilinen medyamız, sanki anlasmazlık ekonomik konulardan çıkmı gibi bir izlenim yaratmaya çalısmıslardır.34 

İsgal operasyonu basladıktan sonra ABD, Türkiye’yi Kuzey Irak’a girmemesi 
konusunda uyarmıstır. Ama aynı ABD, Türkiye’den Amerikan füze ve uçaklarının 
geçmesi için hava sahasını açmasını istemekten de geri kalmamıstır. ABD’nin Irak’a müdahale etmesini önlemek için onunla siyasî çatısmayı göze alan kimi Avrupa devletleri ise, Türkiye’nin kendi ulusal güvenlik gereksinimlerini karsılamak amacıyla sınırda bazı önlemler almak istemesi karsısında, ABD ile tam bir görü birliği içinde hareket ederek Türkiye’yi engellemislerdir. Hatta bu devletler Türkiye’nin savunması için gerekli olan bazı askerî malzemenin Türkiye’ye gönderilmesini NATO mekanizması içinde bloke etmeye çalısmıslardır. Türkiye’nin “müttefikleri” olan ABD ve Avrupa devletlerince dıslanmasından yüreklenen KDP sözcüsü Haydar Zebari de, eğer Türk askeri Kuzey Irak’a girerse, bu askerlerle yerli halk arasında siddetli çatısmaların çıkacağı tehdidini savurmustur.35 

Bugün Kuzey Irak’ın siyasal ve yönetsel denetimi, KDP ve KYB’nin elindedir. 
Her iki grubun emrinde ABD tarafından silâhlandırılmı on binlerce pesmerge bulunmaktadır. 
Ayrıca bu gruplar, Amerikan isgal ordusunun doğrudan desteğine de 
sahiptirler. Barzani ve Talabani, Batılı velinimetlerinin istek ve beklentileri 
doğrultusunda hareket ederek özerklik ve bağımsızlık yönünde ortak savasım 
verdikleri görüntüsünü yaratmaya çalıssalar da, aralarında geçmise dayanan derin bir düsmanlık bulunmaktadır. KDP’nin daha feodal ve gelenekçi, KYB’nin daha seküler bir anlayısa sahip olmasının yarattığı farklılık bir yana, ancak asiret örgütlenmesinin yapısal zaaflarıyla açıklanabilecek asılması olanaksız güvensizlik ve çekememezlikler, kosulların zorladığı ve Batılıların el birliğiyle tesvik ettiği aldatıcı iş birliği görüntüsünün altında gizlenmeye çalısılmaktadır. Her seye karsın, yüzeysel de olsa, devlet olmanın gerektirdiği kurumsal alt yapı yine Batılıların yardım ve desteğiyle büyük ölçüde tamamlanmı durumdadır. “Kürdistan” Devletinin resmen tanınması artık yalnızca bir zaman sorunudur. 

Bu adım atıldığında bölge, Dsrail Devletinin kurulmasının yol açtığından çok 
daha büyük bir çatısma ve kaos ortamına sürüklenecektir. Çünkü Dsrail Devleti’nin karsısında esas itibarıyla yalnızca Araplar vardı. “Kürdistan” Devletinin karsısında ise, tüm bölge güçleri yer alacaktır. Ortaya çıkacak çatısma ve kaostan tüm bölge halkları zarar görecektir. Fakat kuskusuz en ağır bedeli yine Kürtler ödeyecektir. ABD’nin çekilmesi durumunda Kürtler, onları “hain” kimliğiyle damgalamış olan diğer bölgesel güçlerle iliskilerinde çok zor bir durumda kalacaklardır.36 Ama emperyalizme güvenilemeyeceği konusunda tarihten ders almayanların bu aymazlıklarının bedelini er geç ödemeleri kaçınılmazdır. 

Sonuç 

ABD ve İsrail’in, önümüzdeki yılları kapsayacak bir süreçte Orta Doğu’nun 
siyasî haritasını değistirmek; bölge ülkelerini parçalayarak bu yolla İsrail’in geleceğini ve güvenliğini sağlama almak gibi bir tasarıları olduğu artık ortaya çıkmıstır. Bu tasarının Türkiye Cumhuriyetinin topraklarını kapsamadığını düsünmek saflık olur. 
Kuzey Irak’ta kurulacak bir devlet, hiç kusku yok ki, daha uzun dönemli bir planın ilk halkasını olusturacaktır. Gelecekte Orta Doğu için suyun petrolden çok daha büyük bir stratejik değer kazanacağı da, Orta Doğu’nun su kaynaklarının Doğu Anadolu’da bulunduğu da, gelecekte bu kaynakları denetleyebilen gücün, tüm Orta Doğu’yu denetleyeceği de birer sır değildir. Nasıl ki, İsrail’in, Kuzey Irak’taki Kürtlere özel eğitim vermesi, Kürtleri “Yahudilere en yakın ırk” olarak tanımlaması ve GAP bölgesinden bol miktarda toprak satın alması birer rastlantı değilse, İsrail’in Kürtlere ilgisi ne yenidir; ne de amaçsızdır.37 

Türkiye çok büyük bir tehlikeyle karsı karsıyadır. Ama bütün göstergeler 
Türkiye’nin yakın gelecekte kendisini bekleyen tehlikenin niteliğini ve boyutlarını 
algılayamadığını ortaya koymaktadır. Geçen 15 yılda Kuzey Irak’ta bir de facto 
devletin kurulup örgütlenmesine akıl almaz bir aymazlık içerisinde yardımcı olan 

Türkiye, aynı aymazlıkla, ana dilde eğitim, yerel yönetimler yasası gibi AB dayatması düzenlemeleri art arda yaparak, kurulan bu devletin, sınırlarını gelecekte Türkiye’nin belli bölgelerini içine alacak biçimde genisletmesinin de zeminini hazırlamaktadır. Lozan’da yalnızca gayrimüslim yurttaslarımızla sınırlı olarak düzenlenen azınlık tanımının kapsamının, Müslüman yurttaslarımızı da içine alacak biçimde genisletilmeye çalısılması ve sözde Ermeni soykırımının tanınmasına yönelik uluslararası çabalara Türkiye içinden bazı kesimlerce etkin destek verilmesi tam da bu döneme denk gelmektedir. Kuskusuz bunlar da birer rastlantı olarak nitelendirilemez. 

Son zamanlarda, Batı basınında yer alan hemen tüm yorumlar, AB’den üyelik 
beklentisi içindeki Türkiye’nin Kuzey Irak’taki gelismeler üzerindeki etkisinin her 
zamankinden zayıf olduğu yolundadır. Dolayısıyla Türkiye’nin ne Kerkük’teki 
gelismelere, ne de Kuzey Irak’ta ortaya çıkan bağımsız Kürt yapılanmasının resmiyet kazanmasına tepki gösterebilecek durumda olmadığı değerlendirilmektedir.38 

Nitekim, 30 Ocak 2005 tarihinde, Irak’ta isgal güçlerinin namlularının 
gölgesinde yapılan ve Sünnî Arapların boykot ettikleri; Türkmenlerin ise Türkiye’nin isteği ile kısmen ve kerhen katıldıkları sözde seçimlerde, oyların %25’ini alarak 275 sandalyeli Geçici Ulusal Meclis’te 77 sandalye elde eden Kürtler, Siî din adamı Sistani’nin desteklediği Birlesik Irak Dttifakından sonra en kalabalık grubu olusturmuslardır. Kürtlerle Siîler arasında aylarca süren koalisyon görüsmelerinde Kürtler, Siîlerin siyasal deneyimsizliklerinden de yararlanarak, isteklerinin çoğunu elde etmislerdir. Bunlar arasında Kerkük petrollerinden önemli pay almak ve “Kürdistan Savunma Gücü” adı altında 100 bin Pesmergeyi silâh altında tutmak da bulunmaktadır.39 

Kerkük ise, seçimlerden hemen önce gerçeklestirilen büyük çaplı bir 
göç operasyonuyla Kürt kentine dönüstürülmüstür. Olusan Kerkük Yürütme 
Konseyinde Kürtler çoğunluğu sağlamıslar ve daha ilk günden konseyin Kürt üyeleriyle Türkmen ve Arap üyeleri karsı karsıya gelmislerdir. Türkmen ve Arap üyelerin toplantıyı terketmesiyle sonuçlanan bu gelisme karsısında Türkiye, Batılı gözlemcilerin tahmin ve beklentilerini haklı çıkarır biçimde sessiz ve hareketsiz kalmıstır. 

Bu hareketsizliğin bir sonucu olarak bugün Irak’ta, devlet baskanlığını Celal Talabani’nin yaptığı, kağıt üzerinde birlesik, ama uygulamada ayrı ayrı kurumsallasmı iki devlet vardır. Fiilî durumun resmiyet kazanması için uygun zaman beklenmektedir. 

Yasanan gelismeler, Irak’ın kuzeyinde yaratılan bağımsız siyasal yapının 
“Kürdistan Devleti” olarak resmen tanınmasının yalnızca bir zaman sorunu olduğunu, Türkiye’nin ise ulusal çıkarları açısından son derecede sakıncalı olan bu süreci engellemek söyle dursun, her asamasında ona katkıda bulunduğunu ve bulunmaya devam ettiğini göstermektedir. 

Türkiye, son 60 yıldaki, özellikle de son 25 yıldaki stratejik tercihlerini köklü bir 
biçimde değistirmediği; AB üyeliği, Batı ile bütünlesme gibi gerçekçilikten uzak ve ulusal çıkarlarımıza aykırı tasarıları bir kenara bırakmadığı ve Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesine dayanan dış politika stratejisine geri dönmediği takdirde bundan 15 yıl sonra Mîsâk-ı Millî sınırlarımızdan ödün verme noktasına geldiğimizi hep birlikte göreceğiz. Bu öngörünün gerçeklesme olasılığı, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürdistan Devleti kurulacağına iliskin 15 yıl önceki kaygıların, o tarihteki gerçekleşme olasılığından daha düsük değildir. 


KAYNAKÇA 

Yayınlanmamış Belgeler 

1) İngiliz Dış işleri Bakanlığı Belgeleri, Public Record Office, Kew, Londra, 
Dosya No. FO 371/5048, 5162, 5228, 5229, 5230, 5231. 

Kitaplar 

1) Arı, Tayyar, Irak, İran ve A.B.D., Önleyici Savas, Petrol ve Hegemonya, 1.B., İstanbul, Alfa Yayınları, 2004. 
2) Bulut, Faik, Dslamcı Örgütler, Dstanbul, Tümzamanlar Yayıncılık, 1993. 
3) http://www.127.parsimony.net/forum67746/messages/5991, 5999, 6001,6002.html, 29.3.2005. 
4) Karpat, Kemal H., Ottoman Population 1830-1914; Demographic and 
    Social Characteristics, Madison, Wisconsin, University of Wisconsin Press, 1985. 
5) Kaymaz, Dhsan Serif, Musul Sorunu: Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı 
    Tarihsel – Siyasal Bir İnceleme, 1.B., Dstanbul, Otopsi Yayınları, 2003. 
6) Marr, Phebe, The Modern History of Iraq, Westview, Colorado, Westview Press, 1985. 
7) Moss Helms, Christine, Iraq:Eastern Flank of the Arab World, Washington 
    D.C., Brooking Institution, 1964. 
8) Owen, Roger, Sevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the 
    Twentieth Century, 1.B., Londra, Tauris, 1998. 
9) Sluglett, Marion Farouk, Peter Sluglett, Iraq Since 1958: From Revolution to Dictatorship, 1.B., New York, Tauris, 1987. 
    
Makaleler (Kitap, Dergi, Gazete, Internet)., 

1) Berzenci, Sa’di, “Irak Kürdistanında Mevcut Durum Hakkında Görüs,” 
Avrasya Dosyası, C. 3., S. 1 (Dlkbahar 1996), s. 193-216. 
2) British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Ayatollah Sistani, 
Iraqi Islamic Party, Muktada Sadr, Muslim Schoolar’s Association, SCIRI (Supreme 
Council for the Islamic Revolution ın Iraq), http://news.bbc.co.uk. 
3) Brook, Kevin Alan, “The Genetic Bonds Between Kurds and Jews,” 
http://www.washingtoninstitute.org/media. 
4) Caldwell, Alison, (Report by) “Kurds Welcome Call for Independent State,” 
ABC PM, 22.11.2004, http://www.abc.net.au/pm. 
5) Canbolat, Recep, “Mukteda es-Sadr Irak Direnisinde Merkez Olmaya 
Basladı,” http://www.haberx.com. 
6) Centeral Intelligence Agency, “The World Factbook: Iraq,” 
http://www.cia.gov/cia/publications/ factbook. 
7) Çelik, Halil, “Ayetullah Sistani Eliyle Mukteda el Sadr’a Tasfiye,” Zaman, 
17.8.2004, http://www.zaman.com.tr. 
8) Doğan, Yalçın, Milliyet, 3.2.1993. 
9) Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study:Iraq,” 
http://lcweb2.loc.gov/ frd/cs/iqtoc.html. 
10) Glass, Charles, “Welcome to Kurdistan (While It Lasts),” The Independent, 
23.11.2004, http://news.independent.co.uk. 
11) Knights, Michael, “Kurds Aim to Secure Continued Regional Control,” 
Focus, http://www.washingtoninstitute.org/media. 
12) Lawless, R. I., “Iraq: Changing Population Patterns,” Population in the 
Middle East and North Africa, J.J. Clarke, W.B. Fisher, Londra, University of London 
Press, 1972, s. 97-129. 
13) Marr, Phobe, “Republic of Iraq,” The Government and Politics of the 
Middle East and North Africa, Ed. by David E. Long, Bernard Reich, Boulder, Westview Press, 1995. 
14) Özcan, Mesut, “Irak: Ortadoğu’nun Etnik ve Kültürel Minyatürü,” Değisen 
Toplumlar, Değismeyen Siyaset: Ortadoğu, Yayına Hazırlayan Fulya Atacan, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s. 157-180. 
15) Özdağ, Ümit, “Kuzey Irak ve PKK,” Avrasya Dosyası, C. 3, S. 1 (İlkbahar 1996), s. 81-104. 
16) Öznur, Hakkı, “İsrail–Kürt İliskilerinin Tarihsel Arkaplanı,” 2023, S. 39 
(15.7.2004), s. 32-44. 
17) Prince, James A., “A Kurdish State in Iraq,” Current History, Vol. 92, No. 
570 (January 1993). 
18) Rubin, Michael, “The Other Iraq,” Jarusalem Report, 31.12.2001, 
http://www.barzan.com. 
19) Sezal, S. Rana, “Irak’ta Devlet ve Siîler,” Avrasya Dosyası, C. 6, S. 3 (2000), s. 110-121. 
20) Turan, Sefer, “Irak’ta Direnis: Siîler ve Sünnîler–2,” Radikal, 19.4.2004, 
      http://www.radikal.com.tr. 
21) Wilkinson, Tracy, “Turkey Looks South and Worries,” Los Angeles Times, 20.10.2004, 
      http://www.flash-bulletin.de/2004. 


DİPNOTLAR;

1 J. McCray, M. Sa’eed, “The Social Characteristics of the Population of Iraq,” Bulletin of the College of Arts, 
University of Baghdad, 1968, C.II., s. 69-124’den aktaran R. I. Lawless, “Iraq: Changing Population 
Patterns,” Population of the Middle East and North Africa: A Geographical Approach, Ed. by J. J. Clarke, W. 
B. Fisher, Londra, University of London Press, 1972, s. 97; M. S. Hassan, “Growth and Structure of Iraq’s 
Population, 1867-1947,” Bulletin of Oxford University, S. 20 (1958)’den aktaran idem. 
2 Kemal H. Karpat, Ottoman Population, 1830-1914, Demographic and Social Characteristics, Madison, 
Wisconsin, University of Wisconsin Press, 1985, s. 144-145, 152-153, 190. 
3 Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study: Iraq,” 
http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/iqtoc.html, 25.03.2005. 
4 Phebe Marr, “Republic of Iraq,” The Government and Politics of the Middle East and North Africa, Ed. by 
David E. Long, Bernard Reich, Boulder, Westview Press, 1995, s. 102-108. 
5 Centeral Intelligence Agency, “The World Factbook: Iraq,” http://www.cia.gov/cia/publications/factbook,   28.03.2005. 
6 İngiliz belgelerinden öğrendiğimize göre, Ankara hükümeti ayaklanmacılara yedi bin lira göndermis; ayrıca, 
Mustafa Kemal Paşa, Bağdat’taki Osmanlı Ulusal Güçler Komutanı Nasuhî Bey’e yazdığı 21 Mart 1921 
tarihli mektupta, simdilik etkin yardım yapabilecek durumda olmadıklarını belirterek, gönderilen paranın bir 
bölümünün asiret seflerine dağıtılmasını, bir bölümü ile de silâh ve cephane alınarak çete savası 
yapılmasını istemisti. (FO 371/5048, E 5162/3/44: Wratislaw to Curzon, Beyrut, 4.5.1920/31.) Ayrıca, yeni 
kurulan El-Cezire Cephesi de, Üsteğmen Kadri Bey aracılığıyla Tel Afar’daki ayaklanmacılara silâh 
yardımında bulunmustu. (FO 371/5228, E 9849/2719/44; FO 371/5229 E 10440/2719/44; FO 371/5230 E 
12339/2719/44; FO 371/5231 E 12966/2719/44.) 1920’den bu yana, Türkiye’nin konumunda meydana 
gelen değisiklik çok dikkat çekicidir. 
7 İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu: Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir Dnceleme, 
1.B., İstanbul, Otopsi Yayınları, 2003, s. 149-154. 
8 Faik Bulut, İslâmcı Örgütler, Dstanbul, Tümzamanlar Yayıncılık, 1993, s. 495-525. 
9 Phebe Marr, The Modern History of Iraq, Westview-Colorado, Westview Press, 1985, s. 228; Christina 
Moss Helms, Iraq: Eastern Flank of the Arab World, Washington D.C., Brooking Institution, 1964, s. 100; 
Bulut, a.g.e., s. 516-536. 
10 S. Rana Sezal, “Irak’ta Devlet ve Siîler,” Avrasya Dosyası, C.VI., S. 3 (2000), s. 112-120; Mesut Özcan, 
“Irak: Ortadoğu’nun Etnik ve Kültürel Minyatürü,” Değisen Toplumlar, Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, 1.B., 
Yayına Hazırlayan Fulya Atacan, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s. 172-173. 
11 Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study: Iraq,” 
http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/iqtoc.html, 25.03.2005. 
12 idem.
13 İdem. 
14 Tayyar Arı, Irak, İran ve A.B.D.: Önleyici Savas, Petrol ve Hegemonya, 1.B., İstanbul, Alfa Yayınları, 
2004, s. 524-525; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Muktada Sadr.” 
http://news.bbc.co.uk, 29.03.2005. 
15 Arı, a.g.e., s. 525; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Supreme Council for the Islamic 
Revolution in Iraq (SCIRI).” http://news.bbc.co.uk, 29.03.2005. 
16 Sefer Turan, “Irak’ta Direnis: Siîler ve Sünnîler-2”, Radikal, 19.4.2004, http://www.radikal.com.tr. 
17 Arı, a.g.e., s. 525-526; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Ayatollah Sistani,” 
http://news.bbc.co.uk. Halil Çelik, “Ayetullah Sistani Eliyle Mukteda el Sadr’a Tasfiye,” Zaman, 17.8.2004, 
http://www.zaman.com.tr. 
18 Bulut, a.g.e., s. 516-536. 
19 Recep Canbolat, “Mukteda es-Sadr Irak Direnişinde Merkez Olmaya Başladı,” http://www.haberx.com,  14.8.2004. 
20 Arı, a.g.e., s. 469-470. 
21 http://www.127.parsimony.net/forum 67746/messages/5991, 5999, 6001, 6002.htm, 29.3.2005. 
22 Marion Farouk Sluglett, Peter Sluglett, Iraq Since 1958, from Revolution to Dictatorship, 1.B., New York, 
Tauris, 1987, s. 16. 
23 Sluglett, a.g.e., s. 34-35; Roger Owen, Şevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the 
Twentieth Century, 1.B., London, Tauris, 1998, s. 162. 
24 Marr, a.g.m., s. 105. 
25 British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Sunni Groups: Iraqi Islamic Party, Muslim 
Schoolar’s Association.” http://news.bbc.co.uk, 25.02.2005. 
26 Kaymaz, a.g.e., s. 29-30. 
27 Kaymaz, a.g.e., s. 101-106, 197-200, 313-321, 361-362. 
28 Congressional Quarterly Weekly Report, Vol. 49, No. 15 (April 13, 1991), s. 933; No. 16 (April 20, 1991), 
s. 1009-1011’den aktaran Arı, a.g.e., , s. 447-448. 
29 Bunlar, Kürdistan Sosyalist Demokratik Partisi, Kürdistan Sosyalist Partisi, Kürdistan Demokratik Halk 
Partisi, Kürdistan Komünist Partisi, Irak Kürdistan İslâmî Hareketi ve Hristiyan Süryani Partisi idi. 
Türkmenler ve Araplar seçimlere katılmadılar. 
30 James A. Prince, “A Kurdish State in Iraq,” Current History, Vol. 92, No. 570 (Ocak, 1993), s. 17-22. 
31 Yalçın Doğan, Milliyet, 3.2.1993. 
32 Sa’di Berzenci, “Irak Kürdistanı’nda Mevcut Durum Hakkında Görüs,” Avrasya Dosyası, Cilt. 3., Sayı. 1 
(İlkbahar 1996), s. 193-216; Ümit Özdağ, “Kuzey Irak ve PKK,” Avrasya Dosyası, C. 3., S. 1 (İlkbahar 1996), s. 81-104. 
33 Arı, a.g.e., s. 445-468. 
34 Arı, a.g.e., s. 508-509. 
35 Arı, a.g.e., s. 510-511. 
36 Nuri Talabani, Arapların artık Kürtleri de İsrailliler gibi görmeye basladığını söylerken, aslında tüm bölge 
     halklarının Kürtlere yönelik bakış açılarını yansıtıyor, Charles Glass, “Welcome to Kurdistan (While It Lasts),” 
     The Independent, 23.11.2004, 
     http:// news.independent.co.uk. 
37 Michael Rubin, ”The Other Iraq,” Jerusalem Report, 31.12.2001, http://www.barzan.com; Kevin Alan Brook, 
    “The Genetic Bonds Between Kurds and Jews,” 
    http://www.washingtoninstitute.org/media; Hakkı Öznur, “İsrail Kürt İlişkisinin Tarihsel Arkaplanı,” 2023, S. 39 
    (15 Temmuz 2004), s. 32-44. 
38 Glass, a.g.m., The Independent; Alison Caldwell, (Report by) “Kurds Welcome Call for Independent 
State,” ABC PM, 22.11.2004, http://www.abc.net.au/pm; Tracy Wilkinson, “Turkey Looks South and 
Worries,” Los Angeles Times, 20.10.2004, http://www.flash-bulletin.de/2004; Michael Knights, “Kurds Aim to 
Secure Continued Regional Control,” Focus, http://www.washington institute.org/media. 
39 http://www.127.persimony.net/forum67746/messages/5991, 5999, 6001, 6002.htm, 29.3.2005. 


***

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 3

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE  BÖLÜM 3





C. Araplarla Dlgili Saptamaların Işığında, Irak’ın Geleceği ile İlgili Öngörüler Ve Türkiye’yi Bekleyen Olası Tehlikeler, 

   Irak’ın üniter yapısının korunması, Sünnî ve Siî Arapların işbirliği yapmalarını 
gerektirmektedir. Saddam Hüseyin döneminde, her iki unsuru birbirine yaklaştırmaya dönük ciddî adımlar atılmıştı. Eğer bir Sünnî–Siî ayrılığı yaşanmazsa, ülkenin kuzeyinde bir Kürdistan Devleti’nin kurulmasına, kurulsa da yasamasına olanak yoktur. Nihaî hedefi, adı geçen devletin kurulmasını sağlamak olan ABD de bu gerçeği bildiği için, Sünnî–Siî çatışmasını elinden geldiğince kışkırtmaya çalışmaktadır. Irak içinde ve dışında İslâm tapınaklarına yönelik olarak son zamanlarda sayısı artan saldırıların bu amaçla gerçekleş tirilmiş olmaları olasılığı çok yüksektir. Her iki taraf da su ana dek kışkırtmalara kapılmamışlardır. Bundan sonra da provokasyonlara karsı uyanık olmayı sürdürürlerse, ABD’nin Kürdistan hesabı zorlasır. Bu bağlamda Türkiye 
de, Irak’ta ortaya çıkabilecek bir Sünnî–Siî çatışmasının kendisine büyük zarar 
vereceği gerçeğinden hareketle, bu tür bir olasılığı engellemek için elinden geleni yapmalıdır. 

Ancak asıl güçlük, Sünnî ve Siî Arapların, kurulacak yeni devletin yapısı 
üzerinde anlaşmaya varmaları noktasında karsımıza çıkmaktadır. Sünnî Araplar, yeni devletin eskisi gibi kendi egemenlikleri altında olamayacağını görmelidirler. Siî Araplar ise, Siî eksenli bir İslâm devletinin, Irak’ın üniter yapısını koruması açısından hiç uygun bir seçenek olmadığını anlamalıdırlar. Su an için her iki tarafın da, fakat özellikle Siîlerin, üniter bir Irak’ın varlığını sürdürmesi konusunda, kendilerine düşen özveriyi sergilemekte istekli olduklarını saptayamıyoruz. Bu anlaşmazlık, Türkiye için çok ciddî tehlikeler yaratabilecek bir nitelik taşımaktadır. Çünkü eğer Irak’ın bütününü kapsayan bir yönetim kurulamazsa, o zaman, ABD’nin isteği ve beklentisi doğrultusunda, Siî Arap, Sünnî Arap ve Kürt bölgelerinde üç ayrı “yönetim” kurulacaktır. 

Yukarıda belirtildiği gibi, İran–Irak Savası, İranlı ve Iraklı Siîler arasındaki 
bağın hiç de sanıldığı gibi güçlü olmadığını ortaya koymustur. ABD de bu gerçeğin ayrımındadır. Dolayısıyla ABD’nin, Dran’ın etkisine gireceği endisesiyle Irak’ın güneyinde bir Siî Arap devletinin kurulmasından çekindiği ve bundan kaçınacağı yolundaki tahmin ve yorumlar gerçekçi değildir. Hem ABD’nin, hem de onun bölgedeki en değerli müttefiki olan Dsrail’in Orta Doğu’ya yönelik çıkarları Irak’ın bölünmesini gerektirmektedir. 

Türkiye, Siî ve Sünnî Arapları, ortak bir devletin çatısı altında birlikte 
yasayabilmeleri için yapmaları gereken özveriler konusunda uyarmaya çalısmalıdır. 

Ama Türkiye’nin bu konuda yapabileceği etkinin çok sınırlı olacağını da kabul etmek gerekir. ABD’yle çok güçlü bağları olan Türkiye’nin yapacağı tavsiyelerin, ABD karşıtlığının en ileri düzeyde yaşandığı Irak’ta ciddîye alınacağını ve önemseneceğini sanmak hayal olur. 

Sonuçta, bugünkü Irak gerçeğine salt Araplarla bağlantılı bir açıdan baktığımız  da, Irak’ı parçalanmaya götürecek iç ve dış dinamiklerin çok güçlü olduğunu, bunu engelleyebilecek dinamiklerin ise yeterince güçlü olmadığını görüyoruz. 

Bu durumda Türkiye kendisini en kötü olasılığa hazırlamalıdır. Çünkü 
görüldüğü kadarıyla en kötü olasılık, gerçekleşme sansı en yüksek olan olasılıktır. 

III. Kürtler,

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Musul Vilayeti olarak bilinen; bugünse 
Kuzey Irak denilen bölgenin kuzey ve doğusundaki dağlık kesimlerde yoğun olarak yasayan Kürtler, Irak nüfusunun yaklaşık 1/5’ini oluşturmaktadırlar. Bölgedeki varlıkları oldukça eskilere dayanan Kürtlerin kökenleri tartışmalıdır. Onların, Turanî, İranî ya da Samî kökünden geldiklerine iliskin savlar vardır. Farsça’nın uzak lehçeleri olduğu söylenen çeşitli dilleri konuşurlar. Tüm Kürtlerin birbirleriyle iletisim kurmalarına olanak veren ortak bir dil yoktur. En yoğun kullanılan diyalekt Kirmançi ağzıdır.26 

A. “Kürt Sorunu” 

İçinde yasadıkları sert doğa koşulları Kürtleri, asiret denilen küçük ve kapalı 
toplumsal birimler hâlinde örgütlenmeye zorlamıştır. Aşireti olusturan bireyler güçlü bağlarla birbirlerine bağlanmışlardır. Mensubiyet algılaması bakımından bireysel ve toplumsal düzeyde belirleyici olan asiret kimliğidir. Bu toplumsal yapılanma, Kürtlerin, Orta Doğu’nun üç ana kültürel–etnik grubunu oluşturan Türkler, Araplar ve İranlılarla ortak bir kimlik algılaması içinde bütünleşmelerini önlediği gibi, kendi aralarında ortak bir ulusal kimlik gelistirmelerini de engellemiştir. Böylece Kürtler, aşiret yapılarını tehdit eden her türlü siyasal kurumlaşmaya ve merkezî otoriteye direnen bölgesel ve kalıcı bir istikrarsızlık unsuru haline gelmişlerdir. “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan bu durum, 
bölge için ciddî bir tehdit kaynağıdır. Çünkü hem bölgesel iliskilerin sağlıklı gelişimini engellemektedir, hem de bölge dısı büyük güçler açısından sürekli bir müdahale gerekçesi yaratmaktadır. Nitekim, üzerinde yasadığımız coğrafyanın son 100 yıllık tarihi incelendiğinde “Kürt Sorunu” ile bağlantılı müdahalelerin hemen hiç eksik olmadığı görülür. 

Batı’da, Kürtlerin Orta Doğu’nun bölgesel güçlerine, özellikle de Türklere karsı 
bir silâh olarak kullanılması kararı, Birinci Dünya Savasından hemen sonra verilmiştir. 
Bilindiği gibi daha önce bu amaçla kullanılanlar Ermenilerdi. Ama savastan sonra, tehcir nedeniyle Doğu Anadolu’da Ermeni kalmadığı, Kafkasya’daki Ermenistan Devleti de Sovyet etkinlik alanına girdiği için Ermenileri bir araç olarak kullanma sansını yitiren Batılı emperyalist güçler, onların yerini alacak en uygun aracın Kürtler olduğunu değerlendirerek, politikalarını buna göre yeniden belirlemişlerdir. Bu politikanın sonucu olarak, Birinci Dünya Savasından sonra sürekli kışkırtılan Kürtler Türkiye, İran ve Irak’ta bu ülkelerin yönetimlerine karsı birçok kez ayaklanmışlardır. 

B. Irak Devleti Ve Kürtler,

1919-1924 yılları arasında İngiliz yönetiminin en büyük sıkıntı kaynağı olan 
Berzenci Asireti’nin sefi Seyh Mahmut Berzenci’nin tasfiye edilmesinden sonra, 27 1920’lerin sonunda Irak’ta, Barzan Asireti ön plana çıkmaya basladı. O dönemde asiretin basında Molla Mustafa Barzani bulunuyordu. O da, tıpkı Seyh Mahmut gibi, merkezî yönetimle uzlasmaya yatkın değildi. İngilizler Irak adını verdikleri yapay devleti kurarlarken, kuzeybatıda Kürt çoğunluğunun yasadığı bölgede Irak’tan bağımsız bir siyasal yapı olusturmayı ciddî olarak düsündüler. İngilizlerin hesabına göre, bu bağımsız siyasal yapı ileride Sevr Antlasması ile Güney Doğu Anadolu’da kurulması öngörülen özerk Kürdistan ile birleserek bağımsız Kürdistan Devletini oluşturacaktı. Ama bu hesaplarından çesitli nedenlerle vazgeçmek zorunda kaldılar. 

Birincisi, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa liderliğinde örgütlenen ve Sevr 
Antlaşmasını bütünüyle reddeden Türk Ulusal Kurtuluş Hareketinin, böyle bir Kürt oluşumuna kesinlikle izin vermeyeceği ortaya çıktı. 

İkincisi, bu oluşum, Türkler kadar İranlıların ve Arapların da tepkisini çekecekti; İngiltere tüm bölgesel güçleri karsısına alarak bölgedeki varlığını sürdüremezdi. 

Üçüncüsü, Irak sınırları içindeki Kürtleri Bağdat’taki merkezi Sünnî Arap yönetimini denetim altında tutmalarını sağlayacak bir baskı aracı olarak kullanabileceklerini gördüler. 

Dördüncüsü, Kürt bölgesinin Irak’tan ayrılması, ülkedeki Siî–Sünnî dengesini bütünüyle bozacak ve kendi kurdukları Sünnî Arap devletinin ayakta kalmasını olanaksızlaştıracak tı. Mevcut durumda bile, Irak nüfusunun %60’ını oluşturan Siîlerin nüfus içindeki ağırlıkları, Kürtler Irak’tan ayrılırsa %70’i geçecekti. Besincisi, onların sosyo–kültürel, sosyo–ekonomik yapılarını daha yakından inceledikleri zaman gördüler ve anladılar ki, Kürtlerin bağımsız bir devlet 
kurmaları ya da onlar adına kurulacak bir devleti sürekli dış yardım ve destek olmadan ayakta tutmaları olanaklı değildir. Sonuçta, tüm olasılıkları dikkate alan İngilizler, Kürdistan yaratma hesabını en azından o an için bir yana bırakmanın uygun olacağını değerlendirdi. 

1932 yılında Irak’taki İngiliz mandat yönetimi kağıt üzerinde son buldu. Aynı 
yıl, Molla Mustafa Barzani’nin basını çektiği Kürt ayaklanması, Irak ordusu tarafından İngilizlerin de yardımıyla bastırıldı. Barzani evinde göz hapsine alındı. 

İkinci Dünya Savası sırasında ülkede İngiliz karsıtlığının artması ve Basbakan 
Rasid Ali’nin Almanya ile bağlantı kurması üzerine İngiliz güçleri Mayıs 1941’de Irak’ı ikinci kez isgal ettiler. Aynı yıl, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırınca İngiliz ve Sovyet güçleri güvenlik gerekçesiyle İran’ı da isgal ettiler. Bağdat ve Tahran’daki merkezî yönetimlerin etkilerini yitirmesinden yararlanan Kürtler, hem Irak’ta, hem de İran’da ayaklandılar. İran’daki Kürtler Mehabad Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurduklarını ilân ettiler. Bu olusumun arkasında Moskova yönetiminin bulunduğu anlaşıldı. İran Kürtleri ile iş birliği yapan Molla Mustafa Barzani, İran Kürdistan Demokratik Partisini kendisine örnek alarak, 1946’da Irak Kürdistan Demokratik Partisini (KDP) kurdu. İşgalin sona 
ermesinin ve Tahran’ın siyasî otoritesini yeniden sağlanmasının ardından, 1947’de düzenlenen bir askerî operasyonla Mehabad Cumhuriyetinin varlığına son verildi. İran’da bulunan Molla Mustafa Barzani, Sovyetler Birliğine kaçarak bu ülkeden sığınma hakkı istedi. 

14 Kasım 1958’de General Abdülkerim Kasım liderliğindeki bir askerî 
darbeyle, Irak’ta monarsi yönetimi yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. General Kasım’ın Moskova yönetimi ile yakın iliskiler kurması, Sovyetler Birliğinde sürgün hayatı yasamakta olan Mustafa Barzani’ye Irak’a geri dönme olanağını verdi. Barzani, geri döndükten kısa bir süre sonra, 1961’de yeni bir ayaklanma baslattı. İçte, siyasal çalkantılarla ve birbirini izleyen askerî darbelerle sarsılan Irak yönetimi, İran ve ABD’nin desteğini arkasına alan Barzani’nin ayaklanmasını bastırmayı başaramadı. 1968’de Baas Partisi’nin yönetime el koymasıyla ülkede siyasî istikrar sağlandı. Baas yönetimi, Kürtlere özerklik vererek, Barzani’yi devletle barıstırma yönünde bazı adımlar attı. Bu çerçevede, Erbil, Dohuk ve Süleymaniye illerini kapsayan ve zaten peşmergelerin denetiminde bulunan topraklar üzerinde Kürt Özerk Bölgesi kuruldu. 

Ama Barzani’nin çok fazla istekte bulunması; özellikle de Kerkük petrolleri üzerinde hak iddia etmesi, Baas yönetiminin uzlasma girisimlerini etkisiz bıraktı. Irak’ın petrollerini millîleştirmesi ve 1972 yılında Sovyetler Birliği ile bir Dostluk ve İş Birliği Antlaşması imzalaması, İran ve ABD’nin Barzani’ye verdikleri desteği artırmaları sonucunu doğurdu. Ayaklanmayı bastıramayacağını anlayan Baas yönetimi İran’la anlasmak zorunda kaldı. İki ülke arasında 1975’de Cezayir’de yapılan antlasmayla Irak, İran’ın Şattülarap su yolu ile ilgili tüm isteklerini kabul ediyor; karsılığında İran da Barzani’ye verdiği desteği çekiyordu. Bundan sonra Irak Ordusu, dış desteğini yitiren Kürt ayaklanmasını sert bir biçimde bastırdı. Önce İran’a oradan da ABD’ye kaçıp sığınan Molla Mustafa Barzani 1979 yılında bu ülkede öldü. 

Bu süreçte KDP içinde de ayrısma yasandı. Partiden kopan bir grup 1969’da 
ayrı bir örgütlenmeye gitti. 1975’de Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) adını alan yeni partinin basına 1976’da Celal Talabani getirildi. KDP’nin Molla Mustafa Barzani’nin ölümüyle bosalan liderliğine de oğlu Mesut Barzani geçti. 

1979’da Saddam Hüseyin’in Cumhurbaskanı ve Devrim Komuta Konseyi 
Baskanı olarak Irak’ın yönetimini ele geçirmesinden ve aynı yıl Dran’da Ayetullah Humeyni yönetimindeki İslâm Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra iki ülke arasında sekiz yıl sürecek yıkıcı bir savaş başladı. 1980–1988 yılları arasında süren sava boyunca Irak’taki Kürtler, İran’ın desteğiyle yeniden ayaklanarak ülkenin kuzeyinde denetimi ele geçirdiler. Savastan sonra İran desteğini çekince Saddam Hüseyin’in intikam operasyonu basladı. Mart 1988’de Halepçe kentinde kimyasal silâh kullanılması, beş bin sivilin ölmesine yol açtı. Ağustos 1988’de baslatılan ve Enfal adı verilen geniş çaplı cezalandırma operasyonu sırasında ise, iddialara göre, binlerce köy yerle bir edildi ve on binlerce insanın öldürüldü. 

C. Batı Dünyası’nın “Kürt Sorunu”na Sahip Çıkması ve De Facto  Kürdistan Devleti’nin Kurulması 

    1990’da bu kez Kuveyt’e saldırıp bu ülkeyi isgal ve ilhak eden Irak Ordusu, 
1991’de ABD önderliğindeki çok uluslu gücün müdahalesiyle Kuveyt’ten çıkarıldı. Yenilgiye uğrayan Bağdat yönetiminin etkisinin zayıflamasını fırsat bilen ve Batılıların kendisine yardım edeceklerini uman Barzani ve Talabani bir kez daha ayaklandılar. Ama umdukları yardım gelmeyince, bir kez daha, Saddam yönetiminin merhametiyle baş başa kaldılar. Yeni bir katliama uğramak korkusuyla, iki milyonu askın Kürt, Türkiye ve İran sınırına doğru kaçmaya basladı. Bu sırada ve bundan sonra yasanan gelismeler, Kürt sorunu açısından tarihsel bir dönüm noktası olusturmaktadır. Daha önceki olaylar — Halepçe Katliamı, Enfal operasyonu— dünya kamuoyunu fazlaca 
mesgul etmemisti. Ama 1991 Nisan ayından baslayarak Kürt sorunu, bölge dısı büyük güçlerin Kürtleri kullanarak bölgeye doğrudan müdahale etmelerine olanak sağlayacak bir biçimde nitelik değistirdi. Ve ne yazık ki, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına bütünüyle ters düsen bu nitelik değisiminde, Türkiye’nin yaptığı hatalar belirleyici oldu. 

BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’la yapılacak ateskes antlasmasına temel 
olusturmak üzere aldığı 3 Nisan 1991 tarih ve 687 sayılı kararı güneyde ve kuzeyde ayaklanan Siîlerin ve Kürtlerin korunmasına iliskin bir düzenleme içermiyordu. Ancak Cumhurbaskanı Turgut Özal, 5 Nisan 1991 günü Amerikan Baskanı George Bush nezdinde yoğun girisimlerde bulunarak, BM Güvenlik Konseyi’nin aynı gün 688 sayılı kararı almasını sağladı. Özal’ın bu girisiminin nedeni, Türkiye’nin, “insani gerekçelerle” sınırı açması üzerine 250 bini askın sığınmacının Türkiye’ye girmesiydi. 688 sayılı karar, Irak topraklarının Kürtlerin yasadığı bölümünde, —36. paralelin kuzeyi— bir güvenli bölge (safe haven) olusturulmasını; buradaki insanlara kurtarma, yardım ve evlerine dönüş olanağı sağlanmasını öngörüyordu. Türk ve Batılı diplomatlarca hazırlanan ve Fransa tarafından Güvenlik Konseyi’ne iletilen taslak, Küba, Yemen ve Zimbabwe’nin olumsuz; Çin ve Hindistan’ın çekimser oylarına karsın 10 oyla kabul edildi. Hemen ardından karar uyarınca “Huzur Operasyonu” denilen kurtarma ve 
yardım çalısmaları baslatıldı. 

Irak’a yönelik askerî operasyonda kendisini destekleyen Türkiye ve Suriye’nin 
tepkisini çekmek istemeyen Baskan Bush, Saddam yönetiminin ayaklanan Siî ve Kürt gruplarına karsı siddet kullanması karsısında, Irak’ın iç islerine karısmak niyetinde olmadıklarını açıklayarak ilk anda hareketsiz kalmıstı. Hatta, Dngiltere Basbakanı John Major’un Kuzey Irak’ta bir güvenli bölge olusturulması önerisini geri çevirmisti. Fakat, Turgut Özal’ın girisimiyle çıkarılan 688 sayılı karardan aldığı güçle, 16 Nisan 1991’de, 

Amerikan, Dngiliz ve Fransız askerlerinin, Kürtlere yardım etmek üzere, Türkiye 
sınırına yakın bir bölgede konuslandırılacaklarını açıkladı.28 Dlk anda üç ülkenin 16 bin askeri bölgeye konuslandı. Daha sonra, ülke sayısı 11’e, asker sayısı 20 bine çıktı. 
Artık Irak’ın iç islerine uluslar arası bir müdahale söz konusuydu ve buna dayanak olusturan hukuksal düzenleme Türkiye’nin eseriydi. Ancak, Türkiye’nin hataları bununla bitmedi. 

Koalisyon üyeleri Temmuz 1991’de Irak’taki güçlerini geri çektiler. Bunun 
yerine Türkiye’ye daha küçük bir acil müdahale gücü konuslandırmaya karar verdiler. Silopi’ye yerlesen bu gücün kara unsurları bir süre sonra geri çekildi ve hava unsurları da İncirlik’e kaydırıldı. 30 Eylül 1991’den baslayarak beş yıl boyunca görev süresi TBMM tarafından her üç ayda bir uzatılan bu güce “Çekiç Güç” (Poised Hammer) adı verildi. 1997’den itibaren gücün adı “Kesif Gücü” (Operation Northern Watch) olarak değistirildi; görev süresi de altı ayda bir uzatılmaya baslandı. ABD, Dngiltere, Fransa ve Türkiye’ye ait Awacs, A-10, F-4, F-16, F-111, F-15E, F-16CJ, Mirage ve Jaguar tipi uçaklar değisik zamanlarda burada görev aldılar. Fransa, 1998’de, ABD’nin Irak’a yönelik “Çöl Tilkisi” operasyonuna tepki olarak güçten çekildi. Bundan sonra Kesif Gücü, Amerikan, İngiliz ve Türk uçaklarının katılımıyla, ABD’nin Irak’a müdahale ettiği 2003 yılına değin faaliyetlerini sürdürdü. Aslında gücü olusturan hava unsurlarının %80’in den fazlası her zaman ABD’ye aitti. Türkiye’nin güce katılımı genelde sembolik 
düzeydeydi ve kendi toprakları kullanılarak yapılan bir operasyonun dısında 
olmadığını göstererek kamuoyundaki rahatsızlığı gidermek amacını güdüyordu. Güce bağlı Amerikan ve İngiliz uçakları sık sık Irak radarlarına kilitleniyor ve bunları imha ediyorlardı. 

Çekiç Güç / Keşif Gücü gibi isimlerle yürütülen operasyon, Bağdat’ın otoritesini 
Kuzey Irak’tan dıslama amacını güdüyordu. Bunun sonucunda, bölgedeki otorite 
bosluğu yerel Kürt gruplarca doldurulacaktı. Böylece, gelecekte kurulması öngörülen Kürdistan Devleti’nin olusumuna zemin hazırlanacaktı. Kuzey Irak’ta, “güvenli bölge”nin olusturulmasından hemen sonra, ABD ve Dngiltere’nin girisimiyle, Irak’taki tüm rejim muhaliflerini bir araya getiren Irak Ulusal Kongresi örgütlendi. Kongrenin, Aralık 1991’de Sam’da yaptığı ilk toplantının ardından da Kuzey Irak’ta seçim kampanyası baslatıldı. Kampanya boyunca, Kürt liderler, sürekli olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana oldukları mesajını verdiler. Elbette bu bir yalandı. 17 Mayıs 1992’de Kuzey Irak’ta parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere aralarında KDP ve KYB’nin de bulunduğu yedi parti katıldı. %7’lik ülke barajının uygulandığı seçimlerde 105 milletvekili belirlendi. KDP ile KYB’nin ayrı ayrı %40’ın üzerinde oy aldıkları, diğer partilerin 29  ise ülke barajını asamadıkları açıklandı. Buna karsılık, Batı’nın baskısıyla Hristiyan Süryani Partisine, 105 üyeli mecliste beş sandalye ayrıldı. Gerikalan sandalyeler, KDP ile KYB arasında esit olarak —50–50— paylastırıldı.30   Parlamentonun açılmasından sonra da, KDP ve KYB’nin altısar bakanla temsil edildikleri bir hükümet olusturuldu. Böylece “Kürdistan Devleti” fiilen kurulmu oldu. 

Bu gelişmeler karsısında, Türk hükümetinin girisimiyle Ankara’da bir araya 
gelen Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin temsilcileri, Kuzey Irak’ta kurulan 
hükümeti tanımadıklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına izin 
vermeyeceklerini belirten ortak bir açıklama yaptılar. Ama her üç devletin de bu 
konudaki samimiyetlerinden kusku duyulmasını gerektiren nedenler vardı. Bir kere İran ve Suriye, Kürtleri, komsularının iç istikrarını bozmak amacıyla bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamıslardı. Her iki ülke, PKK’nın kendi topraklarında üslenip, askerî eğitim kampları kurmasına göz yummus, örgüt ele baslarına da barınma olanağı sağlamıstı. Hatta, Ankara’daki üçlü toplantı sırasında bile, PKK’ya verdikleri desteği fiilen sürdürüyorlardı. Kaldı ki, Irak’ın güneyinde, eninde sonunda kendi denetimine gireceğini umduğu bir Siî devletinin kurulması olasılığına hiç de soğuk bakmayan Dran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü gerçekten isteyip istemediği çok tartısmalıydı. Öte yandan, Kuzey Irak’taki otorite bosluğuna yol açan sürecin baslamasında etkin biçimde rol alan; simdi de topraklarında konuslanmasına izin verdiği “Çekiç Güç” aracılığıyla bu sürecin devamına hizmet eden Türkiye, ortaya çıkan otorite bosluğunun doğal sonucu olan de facto Kürt Devletinin varlığından yakınmakta haklı sayılabilir miydi? Nitekim, Ankara’daki ortak açıklama ancak suya yazılan yazı kadar etki yaptı. 

Ankara’nın kendi ulusal çıkarlarıyla bağdasmayan gelismeler karsısında 
göstermelik tepkilerin ötesinde ciddî bir tavır sergilememesi, hatta sürece katkıda bulunmayı sürdürmesi, ABD ve Batılıları daha da cesaretlendirdi. “Huzur 
Operasyonu”nun baslangıcında, Türkiye’den çekindiği için Kürtlerle doğrudan ilişki kurmaktan kaçınan ve Kürtlerin bu yöndeki girisimlerini de sürekli olarak geri çeviren Washington yönetiminin tutumunda 1992’den baslayarak köklü bir değisiklik olduğunu görüyoruz. Bu değisiklikte, Ermeni ve Rum lobilerinin ABD’de Kürtler adına sürdürdükleri propaganda faaliyetleri etkili olmustur. Fakat Amerikan yönetiminin Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap almak konusundaki çekingenliğini asmasını sağlayan asıl etken, aynı seyi Türkiye Cumhurbaskanı Turgut Özal’ın yapmış olmasıdır. Özal, 1991 yılının Haziran ayında KYB lideri Celal Talabani ile görüsmüstür. Kendi Cumhurbaskanı bile Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap aldıktan sonra Türkiye’nin aynı seyi Amerikan yönetiminin yapmasına karsı çıkması elbette söz konusu olamazdı. 

Kuzey Irak seçimlerinden bir ay sonra, Haziran 1992’de, Irak Ulusal Kongresi 
Viyana’da ikinci toplantısını yaptı ve aralarında Barzani ile Talabani’nin de bulunduğu sekiz kisilik bir heyeti Amerikan yönetimiyle görüsmelerde bulunmak üzere Washington’a gönderme kararı aldı. Heyet, 29 Temmuz 1992’de ABD Dı 
işleri Bakanı James Baker tarafından kabul edildi. Dzleyen yıllarda, Amerikan yönetimiyle Kürt liderler arasındaki görüsmeler sık sık yinelendi. Üstelik bu süreçte Barzani, Talabani ve diğer Kürt temsilcileri ABD’ye Türkiye Cumhuriyetinin verdiği kırmızı pasaportlarla giriş yaptılar. 

Kuzey Irak’ta Türkiye’nin desteğiyle kurulan de facto Kürdistan Devleti, yine 
Türkiye’nin yardım ve desteğiyle kurumsallasma olanağı buldu. 10 yılı askın süreyle Türkiye toprakları, “insanî yardım” adı altında Kuzey Irak’a ulastırılan ve nitelikleri çok tartısmalı olan yardım malzemelerinin geçirildiği ana güzergah olarak kullanıldı. BM Güvenlik Konseyinin 1995’de aldığı 986 sayılı karar çerçevesinde Irak’ın petrol satısından elde ettiği gelirden Kuzey Irak’taki Kürt gruplara ayrılması sart kosulan %15’lik bölüm ve Amerikan Kongresi’nin 1998’de kabul ettiği “Irak’ı Özgürlestirme Yasası” çerçevesinde ABD’nin Iraklı muhaliflere yaptığı 97 milyon dolarlık maddî yardım, Türkiye toprakları kullanılarak Kuzey Irak’taki Kürt gruplarına ulastırıldı. Ayrıca bu gruplar, Türkiye ile yaptıkları sınır ticaretinden de önemli miktarda gelir elde ediyorlardı. “Çekiç Güç/Kesif Gücü” bünyesinde faaliyet gösteren Amerikan–İngiliz uçaklarının bu Kürt gruplarına, görev tanımlarıyla bağdasmayacak biçimde bazı yardımlarda bulunduklarına iliskin spekülasyonlar da hiç eksik olmadı.31 

Diğer yandan, Kuzey Irak’ta yaratılan ortam, burada üslenen PKK’nın 
Türkiye’ye yönelik eylemlerini daha kolay örgütlemesine olanak sağladı. Türkiye, 1984’te Irak ile yaptığı anlasmaya dayanarak, Kuzey Irak’a birkaç kez askerî operasyon düzenledi. Ama bir yandan PKK’nın üslenip örgütlenmesi için uygun ortamın hazırlanmasına katkıda bulunulurken, diğer yandan PKK’ya yönelik operasyonlar düzenlemenin inandırıcılığını elbette tarih sorgulayacaktır. 

Türkiye’nin tüm “hata”larına karsın, Kürtlerdeki toplumsal örgütlenmenin 
yapısını ve niteliğini iyi bilenler, bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması, kurulsa da kendi gücüyle ayakta kalması olasılığının son derece zayıf olduğunun ayrımındadırlar. Kürtlerin, kendi aralarında birlik ve bütünlük olusturmaları olanaksızdır. Asiret temeline dayanan toplumsal iliskiler, her zaman kaypak ve güvenilmezdir. Bu iliskiler üzerine siyasî bir kurumlasma yapılandırılamaz. Tarihin hiçbir döneminde, baska hiçbir etnik gruba, kendi siyasî yapılarını olusturabilmeleri için son 15 yılda Kürtlere verilen destek çapında bir destek verilmemistir. Buna karsın Kürtler, aralarındaki anlasmazlıkları asarak kendi ayakları üzerinde durmayı basaramamıslardır. 1992’deki parlamento 
seçimlerinin üzerinden iki yıl bile geçmeden, KDP ile KYB yanlıları arasında çatısma çıkmıstır. 

1994 Haziran’ında, Türkiye devreye girerek, tarafları Silopi’de bir araya getirdi 
ve —her nedense— uzlaşmalarını sağlamaya çalıstı. Ancak Silopi görüşmelerinden sonuç alınamadı. Ağustos ayında, İran’ın desteklediği Talabani’ye bağlı pesmergeler, KDP’nin yönetim merkezinin bulunduğu Erbil’i ele geçirdiler. Bundan sonra çatısmalar daha da siddetlendi. Bu kosullarda parlamento ve hükümet faaliyetleri elbette sona erdi. ABD’nin devreye girmesiyle yeni bir görüsme trafiği baslatıldı. 1995 Temmuzu’nda Lizbon’da, aynı yılın Eylülünde Dublin’de bir araya gelen taraflar anlasmaya varamadılar. Ekim ayında bu kez Dran’ın girisimiyle Tahran’da masaya oturan KDP ve KYB yine anlasamadı.32 

1996 Temmuz ayında hiç beklenmedik bir olay yasandı. Irak Cumhuriyet 
Muhafızları, düzenledikleri bir operasyonla Erbil’deki KYB denetimine son verdiler. 
Bölgede kuş uçurtmayan Çekiç Güç’e bağlı uçakların Cumhuriyet Muhafızlarının 
Erbil’e kadar gelip, KYB’yi kentten çıkardıktan sonra geri dönmelerine göz yummaları yeni soru isaretleri yarattı. Erbil’de yeniden denetim sağlayan KDP pesmergeleri, kısa bir süre sonra KYB’nin yönetim merkezi olan Süleymaniye’yi de ele geçirdiler. KYB yanlısı Kürtler kitle halinde Dran sınırına doğru kaçmaya baslayınca, ABD bir kez daha devreye girdi ve 23 Ekim 1996’da taraflar arasında ateskes antlasması imzalanmasını sağladı. Antlasma ile olayların baslangıcındaki duruma geri dönüldü. Böylece iki yıldan uzun süren ve binlerce insanın ölümüne yol açan çatısmalar son buldu. 

Bu arada dünya bir baska olaya daha tanık oldu. Kuzey Irak’taki karsıt Kürt 
grupları arasındaki çatısmanın yarattığı kargasa sırasında, çok sayıda özel eğitilmi Kürtün ABD adına bölgede casusluk yaptıkları anlasıldı. Amerikalılar, desifre olan bu insanları, Türkiye üzerinden Pasifik Okyanusu’ndaki Guam Adası’na götürdüler. Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin kurulması sürecinde kendilerinden yararlanıldığı anlasılan bu insanların daha sonra ABD tarafından hangi amaçlarla kullanıldıkları bilinmiyor. Ama, izleyen yıllardaki çesitli Amerikan operasyonlarında ve 2003 yılında Irak’ın isgal edilmesi sırasında bu casus Kürtlerin kullanıldığını tahmin etmek güç olmasa gerek. 

Aralarındaki çatısmaya son veren Kürt gruplar, yine Türkiye’nin ön ayak olmasıyla, 1996 yılı Aralık ayında Ankara’da barış masasına oturdularsa da sonuç alamadılar. 
Bunun üzerine, yine ABD devreye girdi ve Barzani ile Talabani’yi 1998 
Eylülü’nde Washington’da bir araya getirdi. Fakat antlasma sağlanamadı. 2003 Mart ayında ABD müdahalesi gerçeklestiğinde, Kuzey Irak’ta iki siyasal ve yönetsel birim bulunuyordu. Erbil, KDP’nin; Süleymaniye ise, KYB’nin yönetim merkeziydi. Bu iki yapı bugün de varlıklarını korumaktadır.33 


4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 2

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE  BÖLÜM 2




2. Başlıca Şiî Gruplar 

Amerikan işgali sonrasında Siîleri temsil ettikleri savıyla aralarında rekabete girisen baslıca gruplar şunlardır. 

a. Sadr Grubu: 

Baas yönetiminin, feodal Siî önderlere yönelik baskı politikasının baş hedefi Necef’teki Sadr ailesiydi. 
Çünkü 1980’lere değin, Siî direnisinin simgesi durumunda olan Dava Partisini kuran ve Irak Siîlerinin dinsel liderliğini yapan kisiler bu aileden çıkmıstı. Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr 1980’de; Ayetullah Muhammed Sadık el Sadr 1999’da öldürüldü. Ailenin ikinci derecedeki birçok üyesi de Saddam Hüseyin döneminde öldürüldü. Hâlen ailenin liderliğini, 30 yasını henüz 
doldurmuş olan Mukteda el Sadr yapmaktadır. Amcası Bekir el Sadr ve babası Sadık el Sadr gibi o da, Siî toplumunun liderliğini üstlenmek istemektedir. Mensup olduğu ailenin Siîler arasındaki saygınlığından ve “Havza” denilen Necef’teki Siî din okullarının denetimini elinde bulundurmasının ona sağladığı avantajdan yararlanarak, siyasal ağırlığını artırmaya çalısmaktadır. Karizmatik bir kisiliğe sahip olmasının yanı sıra çok genç ve hırslıdır. Genç olması nedeniyle dinsel hiyerarşideki yeri alt sıralardadır. Irak’taki Şiîler arasında en fazla taraftarı olan kisi odur. Sadr yanlılarının en güçlü olduğu yer, baskent Bağdat’ın, Saddam Hüseyin döneminde “Saddam Kenti” olarak adlandırılırken, Amerikan isgalinden sonra “Sadr Kenti” adını alan bölgesidir. 

Burada yasayan iki milyonu askın Siî, Mukteda el Sadr liderliğindeki Cemaat el-Sadr el-Tani örgütünün üyeleridir. Ayrıca Sadr’ın, Necef, Kerbelâ, Kûfe, Nasıriye gibi kentlerde de belli bir etkinliği vardır. 

Mukteda el Sadr, Amerikan işgaline karsı Sünnî Araplarla iş birliği yapmaktan çekinmemistir. Ama onun Irak’ın geleceği ile ilgili hesapları Sünnîlerden çok farklıdır. 

O, Siî kimliğinin ağır bastığı yani Ayetullah’lar tarafından yönetilecek olan Dslâmî bir Irak istemektedir. Bu noktada Sünnîlerle uzlaşması olanaksızdır. Fakat Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve yabancı işgalden kurtarılması konusunda Sünnîlerle görüş birliği içindedir. Ortak düşman ve ortak tehlike sürdükçe, geleceğe ilişkin hesapların ikinci plana atılmaya çalışıldığı görülmektedir. 

Mukteda el Sadr, hem ABD tarafından başlatılan Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecine, hem de geçici Irak yönetimine katılmayı reddederek tavrını açıkça ortaya koymustur. Emrinde, sayıları on binlerle ifade edilen, Mehdî Ordusu adlı 
silâhlı bir güç bulunan Sadr, zaman zaman Amerikan işgal güçleri ve rakip Siî 
gruplarıyla çatışmaya girmektedir. 2004 yılının Nisan–Mayıs ve Ağustos aylarında iki kez güç gösterisinde bulunduysa da basarılı olamamıştır. Bu başarısızlıklar, Mehdî Ordusu’nun çok iyi örgütlenmiş ve silâhlanmış durumdaki isgal güçleri karsısında fazla sansı olmadığını göstermistir.14 

b. Hakim Grubu: 

Irak İslâm Devrim Yüksek Konseyi (IDDYK) adı altında örgütlenmiş olan grubun lideri Ayetullah Muhammed Bekir al Hakim yukarıda belirtildiği gibi, 1982 yılında Dava Partisinden ayrılarak, eylemlerini İran destekli olarak sürdürmeye başlamıştı. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden kısa bir süre sonra 23 
yıldır sürgünde yasadığı İran’dan Irak’a döndü ve döner dönmez de —23 Ağustos 2003’de— düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldü. Onun ölümü üzerine IİDYK’nin başına kardeşi Abdülaziz el Hakim geçti. 

Hakim Grubu da tıpkı Sadr Grubu gibi, İran örneğine uygun bir Siî Dslâm 
devleti kurulmasını amaçlamaktadır. Ancak Abdülaziz el Hakim, aynı zamanda 
akrabası olan Mukteda el Sadr’dan farklı olarak, geçi döneminde ABD ile sorun yaşanmaması gerektiğini düşünmektedir. Bu yüzden, geçici Irak Yönetim Konseyine üye olmayı kabul etmiştir. Böylece Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde etkinliğini artıracağını hesaplamaktadır. Oysa, öldürülen Ayetullah Muhammed Bekir el Hakim’in bu görüşte olmadığı biliniyordu. 

Grubun en önemli dayanağını, Bedir Tugayları adı verilen ve sayıları 10–15 
bin olarak tahmin edilen silâhlı paramiliter güç oluşturmaktadır. Fakat geçmişte İran’la ve Kürtlerle iş birliği yapmış olması, Siî Araplar gözündeki saygınlığını önemli ölçüde zedelemiştir. Bugün de, ABD ile ılımlı iliskiler içine girdiği için hem Siî grupların birçoğu ile, hem de İran ile arası açılmıştır.15 

c. Ayetullah Mirza Ali el Sistani: Irak’taki Siî din adamlarının en kıdemlisi ve 
Necef’teki “havza”nın da lideridir. Şiîlik te, Sünnîlik ten farklı olarak içtihat kapısı kapatılmamıştır ve taklit edilecek müçtehidin de hayatta olması kosulu vardır. Sistani, bugün için Irak Siîleri tarafından en yüksek dinsel otorite olarak kabul edilen ve “Mercii Taklid” unvanını tasıyan kisidir. Şiîler, “Merci-i Taklid”e humus adı verilen ve gelirlerinin 1/5’ini oluşturan bir tutarı ödemekle yükümlüdür. “Merci-i Taklid” bu parayla gereksinimi olan yoksullara yardım eder. Dolayısıyla, “Merci-i Taklid”in dinsel otoritesiyle bağlantılı bir ekonomik gücü de vardır.16 Kısacası, Sistani’nin emrinde Sadr ve Hakim’in sahip olduğu gibi silâhlı güçler yoktur. Onun gücü, “Merci-i Taklid” olarak sözlerinin ve davranıslarının önemsenmesinden kaynaklanmaktadır. 

   Sistani, ABD’nin inisiyatifinde gerçekleştirilecek bir siyasî düzenlemeye 
karsıdır. O, serbest seçimlere ve çoğulculuğa dayanan demokratik bir yapılanmayı savunmaktadır. Çünkü böyle bir yapılanmanın, sayısal üstünlükleri sayesinde Şiîlerin ve doğal olarak da kendisinin, yönetimde etkinlik kurması sonucunu doğuracağını hesaplamaktadır. Onun bu yaklasımı, ABD’yi zor durumda bırakmaktadır; çünkü Sistani’nin istemi doğrudan doğruya, liberal, temsili demokrasinin gereği olan bir istemdir. Irak’a demokrasi getirmek için müdahale ettiğini iddia eden ABD, Sistani’nin bu isteğine açıkça karsı çıkamamıs, ama kabule de yanaşmamıştır. Çünkü, ABD’nin gerçek niyeti, süreç içinde Irak’ı bölmektir. Demokrasi yalnızca, propaganda amaçlı siyasî bir slogandır. Nitekim Geçici Ulusal Meclis serbest seçimler yerine, partilerin gönderdiği üyelerle oluşturuldu. Yapılan seçimin de ne ölçüde demokratik olduğu tartışmalıdır. ABD’nin gerçek niyetinin ortaya çıkmasına karsın tavrını değiştirmemesi, 
hele Amerikan ordusunun Irak’ta gerçekleştirdiği ve televizyonlar aracılığıyla tüm dünyaya ulasan insanlık dışı davranışlar karsısında sessiz kalması, Sistani’nin saygınlığına gölge düşürmüştür.17 2005 Ocak ayında yapılan seçimlerin açıklanan sonuçları, Sistani’nin etkinliğini her şeye karsın koruduğunu göstermiştir. Ama Irak’ın bugünkü resminde, görünenle görüntünün ardında gizlenen gerçek çok farklı olabilir. 

ç. Dava Grubu: 

Irak’ta yasaklandıktan sonra, İran’da yeniden faaliyete geçen Dava Partisi, 1984’ten itibaren Batı’ya yaklaştı. Partinin başkanlığına getirilen Dr. Muvaffak el Rubai de Londra’ya yerleşti. Mart 1991’de Beyrut’ta; Haziran 1992’de 
Viyana’da; Eylül 1992’de de Saklava’da Batı güdümünde yapılan Irak Muhalifler 
Kongresine katılan Dava Partisi yöneticileri, aynı yıl Amerikan güdümünde kurulan Irak Ulusal Kongresinin yürütme kuruluna üye verdi ve Kongrenin Ekim 1992’de Selahaddin kentinde yapılan toplantısına da katıldı. Parti, 1993’te Irak Ulusal Kongresinden ayrıldığını açıkladı.18 Buna karsın Batı ile yakın ilişkilerini sürdürdü. 

Amerikan işgalinden sonra Irak’ta yeniden faaliyete geçen Dava Partisi, Irak’ın 
yeniden yapılandırılması sürecine katılma ve geçici Irak Yönetim Konseyine üye 
verme kararı aldı. Konseyde Dava Partisini İbrahim el Caferî temsil etti. 
Batı ve Amerikan bağlantısı nedeniyle, partinin Şiî halk üzerinde bir etkisi bulunmamaktadır. 

d. Irak Ulusal Kongresi: 

1992’de, tüm Irak muhalefetini tek çatı altında toplamak düşüncesindeki ABD’nin girişimiyle kurulan ve merkezi Londra’da bulunan örgütün basına Ahmed Çelebi getirildi. Örgütün Irak halkı üzerinde hiçbir etkisi bulunmamakta dır. ABD, geçici Irak Yönetim Konseyinde başkanlık yapan Ahmed Çelebi’yi, geçiş hükümeti nin de basına geçirmeyi tasarlıyordu. Ama, Ürdün ve Mısır’da banka dolandırmaktan kesinleşmiş cezaları bulunan, üstelik Şiî halk tarafından da bir iş birlikçi olarak görülen Çelebi’nin kendisine yararlı olamayacağı sonucuna vararak onu gözden çıkardı.19 

3. Irak’ın Geleceğinde Siîlerin Rolü, 

Bugün, Irak’ın Siî nüfusu üzerinde etkin konumda bulunan üç isim vardır. 
Mukteda el Sadr, Abdülaziz el Hakim ve Ayetullah Sistani. Üçü de, Irak’ta Siî ağırlıklı İslâmî bir yönetim kurulmasını istemektedir. Bunun için Saddam’ın devrilmesini bir fırsat olarak görmektedirler. Aralarındaki rekabet, bu yapılanmada, Şiîleri temsilen kimin ön plana çıkacağı ile ilgilidir. Sadr, ABD ile çatışarak; Hakim ve Sistani ise, ABD ile uzlaşarak amaçlarına ulasabileceklerini ummaktadırlar. Aslında, askerî gücü bulunmayan Sistani ile, Iraklı Siîlerin gözünde geçmişi pek parlak olmayan Hakim’in ABD ile uzlaşmak dışında bir seçenekleri yoktur. Sadr, diğer ikisini i birlikçi olmakla suçlamaktadır. 

Baas yönetimi iş başındayken, Sadr Grubu gibi, bu yönetime karsı savaşımlarını Irak içinde sürdürmeye çalışanlar ağır maddî ve manevî baskılara maruz  kalırken, Hakim Grubunun basını çektiği IİDYK, İran’ın maddî ve siyasî desteği ile savasımını ülke dısından sürdürmüstü. Baas yönetimi devrilince, Iraklı Siîlerin İran’a ve Batı’ya dayanan grupları desteklemedikleri daha net olarak görüldü. Dolayısıyla, hem sahip olduğu askerî güçle, hem de Siîler nezdindeki geniş  desteği ile Mukteda el  Sadr’ın adı ön plana çıktı. 

Mukteda el Sadr, Ayetullah Sistani’yi Merci-i Taklid olarak tanımamaktadır. 
Sadr’ın Merci-i Taklid olarak kabul ettiği Kâzım el Hayri, uzun yıllardır Dran’da 
yasadığından Irak halkı üzerinde hiçbir otoritesi bulunmamaktadır. Etkisiz bir kisiyi Merci-i Taklid olarak tanımakla Mukteda el Sadr, aslında kendi isminin ağırlık kazanmasını sağlamayı amaçlamaktadır. 2003 Nisan ayında Sistani’nin evini kusatan Sadr yanlıları, onu ılımlı politikalarını değistirmeye zorladılarsa da basarılı olamadılar. 

Öte yandan Sistani’nin, 2004 Ağustos ayında Amerikan güçlerinin Necef’te bulunan Sadr’a yönelik olarak askerî operasyon baslatmalarından hemen önce, “sağlık nedenleri”ni gerekçe göstererek apar topar Londra’ya gitmesi, operasyondan önceden haberdar olduğu ve isgal güçleriyle anlastığı izlenimini yarattı. Dsgal güçleriyle Sadr yanlıları arasındaki çatısmaların sonlandırılmasında oynadığı belirleyici rol, Sistani’nin merkezî konumunu güçlendirdi. Buna karsın yine de, Siîlerin Batı’ya karsı duydukları güçlü düsmanlık, onların bu duygularına tercüman olan Sadr’ın, Sistani karsısındaki ağırlığını artırmaktadır. 

Siîlerdeki Batı düsmanlığı çok eskilere dayanmaktadır. Bir kere, Irak’ta Sünnî 
yönetimini kuran ve Siîleri çoğunluk oldukları hâlde azınlık konumunda yasamaya zorlayan Dngiltere’ydi. Ayrıca, Birinci Körfez Savası sonrasında gerçeklesen Kürt ayaklanmasına ekonomik ve siyasal olarak büyük destek veren Batı, aynı desteği Kürtlerle eş zamanlı olarak ayaklanan Siîlerden esirgedi. Oysa, Siîlere verilecek bir destek, Saddam Hüseyin rejiminin daha o zaman devrilmesini sağlayabilirdi. Siîler anladılar ki, Batı’nın ve ABD’nin gerçek amacı, Kürtleri kullanarak bölgeye müdahale etmektir. Saddam Hüseyin yönetimine yönelik suçlamaları, yalnızca bu politikanın bir aracıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1992 Ağustos ayında 32. Paralelin güneyini, Irak Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar için uçuşa yasak bölge (no fly zone) 
ilan etti. Necef, Kerbelâ, Nasıriye, Ammara ve Basra’yı içine alan bu bölgenin sınırını ABD 1996 yılında aldığı tek yanlı bir kararla 33. paralele yükseltti. Ama kısa sürede anlaşıldı ki, Şiîleri korumak görüntüsü altında yapılmak istenen aslında, benzeri bir kararla Kürtlere sağlanmış olan özel korumayı maskelemek ve Bağdat’taki merkezî yönetimin zayıflamasından yararlanan İran’ın bu bölgede etkinlik kurmasını engellemekti. Nitekim Bağdat yönetimi, kuzeydeki Kürt bölgelerinden kesin olarak dışlanırken, güneydeki uçuşa yasak bölgede yeniden otorite kurmasına göz yumuldu.20 

İşgalden sonra Şiîler, oluşturulan dokuz kişilik Başkanlık Konseyinde beş üyeyle temsil edildiler. 

Bu beş kisi, Dava Partisinden İsmail el Caferî, IİDYK’dan 

Abdülaziz el Hakim, Irak Ulusal Konseyinden Ahmed Çelebi, Irak Ulusal Antlasması Genel Sekreteri İyad Allavi ve bir din adamı olan Muhammed Bahr el Ulum’du. Ama bunların hiçbirisinin Irak’taki Şiî halk üzerinde etkinliği bulunmamaktadır. ABD’nin aslında Siî halkı temsil etmeyen kişilerle iş yapmayı yeğlemesinin nedeni, Irak’ın geleceği ile ilgili hesaplarının, Şiîlerin beklentileriyle örtüşmemesidir. Siîler Irak’ın parçalanmasını istememektedirler; bunu istemeleri için de bir neden yoktur. Çünkü zaten sayısal çoğunluğa sahip olduklarından, adil bir yönetimde ağırlık ister istemez onlarda olacaktır. Ne var ki Siî liderler, olası bir bölünmeyi engelleyecek siyasî iradeyi sergileyememektedirler. 

Siî liderlerinin temel açmazları, Irak için öngördükleri Siî eksenli Dslâmî devlet 
anlayışının, etnik ve dinsel bir mozaik görünümü taşıyan Irak’ta uygulanmasının 
kaçınılmaz olarak ülkeyi bölünmeye götüreceği gerçeğinin ayrımına varamamaları dır. 
Böylece bu liderler, demokrasi isterken kendilerinin de, en az suçladıkları ABD kadar içtenlikten uzak olduklarını ortaya koymakla kalmamakta, üstelik, nihaî amacı Irak’ı bölerek kuzeyde bağımsız bir Kürdistan Devleti yaratmak olan ABD’nin ekmeğine yağ sürmektedirler. 

30 Ocak 2005 tarihinde yapılan tartısmalı seçimlerin sonunda, Sistani’nin 
desteklediği Birlesik Irak İttifakının %47 ile en yüksek oyu aldığı açıklandı. Birleşik Irak İttifakı ile Kürtler arasında sürdürülen koalisyon görüsmelerinde, Kürt tarafının ülkenin bölünmesi sürecinde birer kilometre tası olusturan birçok kritik isteğini kabul eden Şiîler, siyasî deneyimlerinin yetersizliğini açıkça ortaya koydular. Koalisyon görüşmeleri sırasında Siîlerin öncelik verdiği konuların basında, yeni Irak anayasasında İslâmi devlet yapısının güvenceye alınması isteği yer almaktaydı. 

Bu yaklaşımları, onların Irak’ı bekleyen gerçek tehlikenin ayrımında olmadıklarını göstermektedir.21 

B. Sünnîler.,

Irak Krallığı, 1921’de Dngilizler tarafından ülkenin orta ve kuzeybatı 
kesimlerinde yoğunlasan ve sayıları toplam nüfusun 1/5’inden daha az olan Sünnî Arapların ağırlıkta olduğu bir devlet olarak kuruldu. 1932’ye kadar İngiliz mandat’sı altında kalan Irak bu tarihte kâğıt üzerinde bağımsızlığını kazandı. Ama İngiliz denetimi 1950’lere dek sürdü. 1958 yılına dek Hasimî Hanedanınca yönetilen ülkede, bu tarihte gerçeklesen askerî darbeyle monarsiye son verilerek cumhuriyet ilan edildi. Mandat ve monarşi dönemlerinde Irak Parlamentosu, 36 Sünnî Arap, 28 Siî Arap ve 16 Kürt temsilciden olusuyordu. Sünnî Araplar, 2003’deki Amerikan müdahalesine değin varlığını sürdüren Irak Cumhuriyetinde de ağırlıklarını korudular. Cumhuriyetin ilk 10 yılı, siyasî çalkantılar ve üst üste askerî darbelerle geçti. Sonunda, 1968 yılında Ahmed Hasan el Bekr liderliğindeki bir darbeyle Baas Partisi yönetime el koydu. 35 yıllık Baas iktidarının son 24 yılı Saddam Hüseyin’in diktatörlüğü altında geçti. Irak 
halkının savaşlar ve ambargolar altında ezildiği bu dönemde Saddam Hüseyin, güçlü asiret bağları, sağlam istihbarat örgütü ve muhalefeti parçalayıp etkisizleştiren katı yöntemleri sayesinde ayakta kalmayı basardı.22 

Sünnî Arapların yönetimdeki ağırlıkları, mandat ve monarsi dönemlerinde 
büyük toprak sahiplerine dayanıyordu. Kırsal alandan kentlere yönelik göç olgusu ve petrolün basat ekonomik getiri kaynağı olarak tarımın yerini alması, iktidarın toplumsal tabanının değismesine yol açtı. Irak’ın toplam petrol gelirleri 1944’te 6,44 milyon dolar iken; 1958’de 224 milyon dolara yükseldi. Buna bağlı olarak, kentlerde yerlesmi olan ve petrole dayalı endüstriyel üretimle ticareti ellerinde bulunduran kesimler giderek siyasî iktidarı da ele geçirmeye basladılar.23 1958 darbesi sosyo-ekonomik tabanda ortaya çıkan değisikliğin siyasal iktidara yansımasını ifade ediyordu. Darbeyle, kent orta sınıfına dayanan askerler, büyük toprak sahiplerinin iktidarına son veriyorlardı. 

Ardından geniş çaplı bir toprak reformu yapılarak, büyük toprak sahipleri bütünüyle etkisizleştirildi. İzleyen yıllarda petrol gelirlerindeki artısın hızlanarak sürmesi, orta sınıfın iktidarını pekiştirdi. Özellikle 1973 yılında yasanan petrol bunalımı ve Irak’ın petrolü millileştirmesi, petrol gelirlerinde astronomik artısları beraberinde getirdi. 1968’de 488 milyon dolar olan petrol geliri, 1974’te 5,7 milyar dolara; 1980’de ise 26,5 milyar dolara ulaştı. Baas yönetimi elinde biriken muazzam fonların kullanılmasında askerî harcamalara öncelik vermekle birlikte eğitim, sağlık, endüstri, tarım ve alt yapı alanlarında da büyük yatırımlar gerçekleştirdi. Özellikle eğitim alanında yapılan yatırımlarla Irak, Arap dünyasının en geni bilimsel elitine sahip ülkesi haline geldi.24 

Baas yönetimi, başlangıçta ki laik politika ve uygulamalarını süreç içinde terk 
etti. 1980 yılından sonra Irak’ta, İslâm dininin siyasî bir motivasyon aracı olarak 
giderek artan ölçülerde kullanılmaya baslandığını görüyoruz. Bu politika değişikliği temelde dış nedenlerden kaynaklandı. ABD’nin “Yesil Kusak” politikasının 1970’lerden itibaren sonuçlarını vermeye baslaması; Dsrail’in bölgedeki saldırganlığının giderek artması; hepsinden önemlisi, yanı basındaki İran’da güçlü bir Siî–İslâm devriminin gerçekleşmesi ve bunun İran dısına yayılma belirtileri göstermesi, Baas yöneticilerini karsı adımlar atmaya zorladı. İran’daki devrimin, Irak nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Şiîleri etkisi altına alabileceğinden kaygılanan Saddam Hüseyin, Batı’nın desteğini arkasına alarak yılanın basını küçükken ezmek amacıyla bu ülkeye saldırdı. 

Basarılı olamadı, ama bu savaş vesilesiyle Irak’ın Sünnî yönetimi ilk kez Siîleri 
kazanmak için samimî adımlar attı. Siîleri kazanmanın bedeli ise, laiklikten ödün 
vermekti. Baas yönetimi, savaş boyunca ödün üzerine ödün verdi; 1991’deki Körfez Savasının ardından gerçeklesen Şiî ayaklanması sonrasında ise bu konuda en ileri adımı atarak İslâmın devlet dini haline gelmesini sağladı. Aslında temel politikası, Sünnî Arap egemenliğine dayalı merkeziyetçi siyasî yapıyı Arap milliyetçiliği söylemi ile maskeleyerek sürdürmek olan Baas’ın dine yönelmesini de bu çerçevede algılamak gerekir. Yani Baas için din de, tıpkı milliyetçilik gibi, kurulu düzeni sürdürmenin bir aracıydı. 

İran–Irak Savası’nın Irak’a, biri olumsuz, diğeri olumlu iki önemli etkisi oldu. 
Olumsuz etkisi, savasın neden olduğu kayıplardı. Tüm insansal ve maddî kaynaklarını savaş için seferber eden Irak çok büyük kayba uğradı. Çok sayıda insanın ölmesi bir yana, halkın refahını artırmak için kullanılabilecek kaynaklar, araçların amaçları belirlediği sekiz yıllık bir yıpratma savasında heba olup gitti. Buna karsılık, sava sayesinde, Sünnî ve Siî Araplar arasında, Irak ulusal kimliği ekseninde bir birlik ve bütünlük duygusu gelisti. Böylesi bir uluslasma süreci, Irak gibi bir ülkede normal kosullarda belki onlarca yıl uğrasılsa da gerçeklestirilemezdi. 

Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas yönetimi, sava sırasında ağır borç yükü 
altına giren Irak’ı bu yükten kurtarmanın kolay ve çabuk yolunun, Kuveyt’i isgal ederek bu ülkenin kaynaklarına el koymak olduğunu düsündü. Baas yönetiminin bu denli büyük bir hesap hatası yapmasının arkasında yatan etkenler ne olursa olsun, bu adım Irak halkı için tam bir yıkıma dönüstü. Daha İran–Irak Savasının yaraları sarılmadan yasanan Körfez Savası ve hemen ardından gelen 12 yıllık ambargo, ülkede ve toplumda giderilmesi olanaksız yaralar açtı. Irak halkının yıllarca maruz kaldığı ve hâlen yasamakta olduğu zulüm ve iskencelerin sorumluluğunun nereye kadar Saddam’a yüklenebileceği, ABD’nin pesine takılan, uluslar arası sistemin “uygar” sayılan ülke ve kurumlarının sorumluluktaki paylarının ne olduğu çok tartısılmıstır ve her hâlde daha uzun yıllar da tartışılacaktır. 
Ama bu tartışmaların yitik Iraklı kuşaklara hiçbir katkısı olmayacaktır. 

Amerikan isgali sonrasında Irak’ta iktidarını yitiren Sünnî Araplar olmustur. 
Dsgale karsı en sert direnişin Sünnî Arapların yasadığı bölgelerde gerçeklesmesi 
bundan ötürüdür. Direnişi sürdürenler, Baas Partisi’nin hâlen örgütlü oldukları 
anlaşılan ve her hâlde bazı dış desteklere de sahip olan üyeleridir. Ayrıca, ABD’nin öncülüğündeki isgal güçlerine karsı yürütülen savaşımda El Kaide ile bağlantılı olduğu ileri sürülen Ebu Musab Zerkavi’nin adı giderek ön plana çıkmaktadır. Amerikan güçleri, son bir yılda Zerkavi’yi yakalamak bahanesiyle basta Felluce olmak üzere pek çok Sünnî kent ve kasabasına operasyonlar düzenlediler. Operasyonlara hedef olan yerleşim birimleri yerle bir olurken, binlerce sivil yasamını yitirdi. Her biri ayrı bir katliama dönüşen bu operasyon  lar da Zerkavi ele geçirilemedi. 

Artık yasa dısı bir yer altı örgütü olan Baas dışında, Sünnî Arapları temsil 
eden iki örgüt göze çarpmaktadır. Bunlardan biri, tüm Orta Doğu’da şubeleri bulunan Müslüman Kardeşler adlı ılımlı Sünnî İslâm örgütünün Irak kolu olan Irak İslâm Partisidir. Muhsin Abdülhamid liderliğindeki parti, geçici yönetim konseyine üye vererek, iş birlikçi bir tutum sergilemiştir. Irak’lı Sünnîleri temsil eden ikinci örgüt, Bağdat Üniversitesi eski İslâm hukuku profesörlerinden Halit Süleyman el Dâri’nin liderliğindeki Müslüman Ulema Cemiyetidir. Bu örgüt, geçici yönetimle iş birliği yapmayı reddederek işgale ve iş birlikçilerine karsı tavır almıştır. 25 

Sünnî Araplar, 30 Ocak 2005’deki seçimleri boykot etmişlerdir. Boykota 
katılım, %80’ler düzeyinde gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda Sünnî Arapların çok sınırlı biçimde temsil edildikleri bir meclis ortaya çıkmıştır. Ülkenin yeni anayasasını yapmakla görevli olan bu meclisin ve buradan çıkacak hükümetin işlevselliği kuskusuz çok tartışmalı olacaktır. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 1

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE  BÖLÜM 1


Yazan: Yrd.Doç.Dr. İhsan Şerif Kaymaz* 

Özet 

Aşağıdaki makalede parçalanma sürecine girmiş olan Irak’ın durumu ve bu sürecin Türkiye üzerindeki olası etkileri değerlendirilmiştir. 

İngilizler tarafından 1921’de kurulan Irak’ın nüfusu ile ilgili genel bilgiler verildikten sonra, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan iki ana etnik grubun 
–Araplar ile Kürtlerin– göreli durumları tarihsel süreç içinde ele alınıp incelenmiştir. 

Şii Arapların Irak’taki konumları 1921’den günümüze değin yasanan gelişmeler ışığında irdelenmiş, bunların Sünnî ağırlıklı merkezi yönetimle uyuşmazlıkları, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ve Baas yönetiminin etkili politikaları sonunda giderek Arap ulusal kimliğini benimsemeleri anlatılmıştır. 
Bugün ülkede faaliyette bulunan baslıca Sii gruplar ve bunların ülkenin geleceği üzerindeki olası etkileri tartışılmıştır. 

Kuruluşundan beri devleti sıkı bir merkeziyetçilikle yöneten Sünnî Arapların yönetim politikalarında süreç içinde meydana gelen değişiklikler özetlenmiş, bugün gelinen noktada Sünnî ve Sii Arapların Irak’ın parçalanması tehlikesi karsısındaki yaklaşımları ele alınmıştır. 

Arapların ardından Kürtlerin durumu değerlendirilmiştir. Kürt kimliği ve Kürt sorunu hakkında özet açıklamalar yapıldıktan sonra, Irak Kürtlerinin 
devletin kurulmasından buyana merkezi yönetimle çatışmaları ve bu süreçte bölge dısı emperyalist müdahalelerin rolü yine özet olarak anlatılmıstır. 

Birinci Körfez Savaşı’nı izleyen dönemde ülkenin kuzeyinde bir “de facto” Kürdistan Devleti’nin kuruluşu, bu olumsuz gelişmeye Türkiye’nin katkısı 
ve tepkisi, ortaya çıkan “de facto” oluşumun yasama sansı irdelenmistir. Amerikan işgali sonrasında temel parametrelerin değişmesi ve bu 
değisikliğin Kürt sorununa kazandırdığı yeni boyutlar ele alınmıştır. Kürdistan Devleti’nin “de facto” bir oluşum olmaktan çıkıp, resmen tanınması 
olasılığı ve Irak’ın bölünmesi anlamına gelecek olan böyle bir durumun Türkiye’ye maliyeti değerlendirilmiştir 

Giriş 

Irak, Birinci Dünya Savaşından hemen sonra, Osmanlı imparatorluğu’na bağlı 
Musul, Bağdat ve Basra vilayetleri üzerinde, bölge dışı bir güç olan ingiltere tarafından kurulmu yapay bir devlettir. Ülke toprakları, Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşturduğu vadi boyunca uzanmaktadır. Irak’ın coğrafî bütünlüğünü sağlayan Mezopotamya adı verilen bu nehir sistemidir. 

Günümüzde, Irak toprakları üzerinde yeni bir siyasal yapılanma süreci 
yasanmaktadır. Bu süreci yönlendiren ise yine bölge dısı bir güçtür. ABD’nin Irak’ın geleceğine iliskin hesaplarının, son derece karısık olan nüfus yapısından ve Kürtlerle Araplar arasındaki tarihsel düsmanlıktan yararlanarak ülkeyi bölmek ve kuzeyde bütünüyle kendisine bağımlı yeni bir yapay devlet yaratmak olduğu anlaşılmaktadır. 

Aşağıdaki makalede, Irak’ın nüfus yapısı ile ilgili genel bilgilerin ardından, 
ülkedeki iki ana etnik grubu oluşturan Araplar ile Kürtlerin Irak tarihindeki ve 
parçalanma sürecinin yasanmakta olduğu günümüzdeki göreli konumları ele 
alınmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin, ulusal çıkarlarına bütünüyle aykırı olan bu süreçte izlediği ve hâlen izlemekte olduğu politikalar irdelenmiş, genel bazı değerlendirmeler yapılmıştır. 

I. Irak Nüfusunun Yapısı 

Çeşitli kaynaklar, tarihinin en parlak dönemini yasadığı 8. ve 13. yüzyıllar 
arasında, Mezopotamya vadisinin toplam nüfusunun 20 milyona yaklaştığını ileri 
sürmektedirler.1 Aynı kaynaklar, Moğol istilasının yol açtığı büyük yıkımın ardından bölge nüfusunun hızla azaldığını ve 19. yüzyılın ortalarında 1,3 milyona dek düştüğünü belirtmektedirler. Osmanlı İmparatorluğunda 1881–82/1893 döneminde yapılan genel nüfus sayımında elde edilen sonuçlar, yukarıdaki saptamayı doğrular niteliktedir. İlkel sayım teknikleri kullanılarak yapılan ve esas itibarıyla nüfusun dinlere göre dağılımının belirlenmesinin hedeflendiği bu sayımda Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerinde toplam 1,5–2 milyon kisinin yasadığı anlasılmıştır.2 

Birinci Dünya Savasında bölge İngiliz işgali altına girmiştir. İngilizlerin 1919– 
1921 yılları arasında yaptıkları üç nüfus saptamasında yaklaşık nüfus 2,5 milyon 
olarak hesaplanmıştır. Bir sonraki nüfus saptaması, Irak’ın İngiltere’den kağıt üzerinde bağımsızlığını kazandığı 1932 yılından üç yıl sonra –1935’de– gerçekleştirilmiş ve ülke nüfusunun 3,5 milyona yükseldiği görülmüştür. Irak’ta modern anlamda ilk genel nüfus sayımı 1947’de yapılmıştır. Bunu 1957, 1965 ve 1977 sayımları izlemiştir. Irak’ın nüfusunun 1947’de 4,8 milyon, 1957’de 6,3 milyon, 1965’de 8 milyon, 1977’de ise 12 milyon olduğu belirlenmiştir. 

Bu tarihten sonra, sürekli savaşların ve ambargoların pençesinde kıvranan Irak’ta sağlıklı bir nüfus sayımı yapılmasına olanak bulunamamıştır. Çeşitli uluslar arası kaynaklar, Irak’ın nüfusunun 1987’de 16,3 milyona, 2000 yılında ise 22,7 milyona çıktığını belirtmektedir. Yıllık ortalama nüfus artı hızının %3 ila %4 gibi çok yüksek düzeylerde seyrettiği Irak’ta bugün yaklaşık 26 milyon insanın yasadığı ve bunun da %60’ını 20 yasın altındakilerin oluşturduğu 
tahmin edilmektedir.3 

Aynı dönemde, nüfus artısına koşut olarak ülkede köyden kente hızlı bir göç 
yaşanmıştır. 19. yüzyılın sonunda nüfusun 1/3’ünden fazlasını göçebe kabilelerin oluşturduğu, kentsel yerleşimin ise %20’nin altında kaldığı belirtilmektedir. Ancak bu görünüm, son 100-150 yılda büyük değişikliğe uğramıştır. Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşturduğu vadi boyunca kurulu olan kentlerde yasayanların toplam ülke nüfusuna oranı 1957’de %28, 1965’de %44, 1977’de %64 olarak hesaplanmıştır. Bugün ise kentsel nüfusun % 80’in üzerinde olduğu sanılmaktadır.4 Fakat kırsal nüfusun hızla kentlere akması geleneksel aşiret bağlarının kırılmasını sağlayamadığı gibi, nüfusun kültürel açıdan kentlileşmesi anlamına da gelmemektedir. Tersine, Türkiye’de ve benzeri tüm ülkelerde olduğu gibi bu durum toplumsal, kültürel, ekonomik ve çevresel 
anlamda çok ciddî bozulmalara ve yozlaşmalara yol açmıştır. Bu bozulma, Irak’ın son 25 yıldır içinde bulunduğu olağan dışı koşullarla birleşince, sorunlar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. 

Etnik dağılımı itibarıyla, Irak nüfusunun %75’i Arap, %18’i Kürt, %5’i Türkmen, 
%1’i Asurî dir. Kalan %1’i ise İranlı, Ermeni, Yahudi gibi çesitli küçük topluluklardan oluşur. Dinsel dağılım incelendiğinde ise nüfusun %98’inin Müslüman; %1’inin Yezidî, %1’inin Hristiyan olduğu görülür. Müslümanların %60’ı Şiî dir. Arapların yaklasık % 60’ı ile Türkmenlerin bir kısmı Şiî dir. Türkmenlerin ve Kürtlerin çoğunluğu Sünnî dir. 
Yezidîler etnik olarak Kürttür. Hıristiyanlar ise çoğunlukla Asurî dir. Irak nüfusunun 26 milyon olduğunu var sayarsak, nüfusun dağılımı kabaca söyledir:5 




II. Araplar

Irak’a demografik açıdan kimliğini kazandıran Araplardır. Her dört Iraklıdan 
üçü etnik kökeni bakımından Araptır. Ancak ülke nüfusunun ana bloğunu 
oluşturmalarına karsın, son yıllara değin Araplar arasında ortak bir ulusal kimlik 
algılaması gelişmemiştir. Bunun temel nedeni, tarihsel kökleri çok eskilere dayanan mezhep ve aşiret ayrışmasının aşılamamasıdır. Söz konusu ayrısmanın ana eksenini Sünnî–Siî karşıtlığı oluşturmaktadır. 

A. Şiîler 

1. Irak Devletinin Tarihinde Şiîlerin Yeri 

Daha çok ülkenin güneyinde yasayan Şiîler, hem ülke genelinde, hem de 
başkent Bağdat’ta çoğunluğu oluşturmalarına karsın, sayısal ağırlıklarını yönetime yansıtamadıkları için Irak devletinin kurulusundan bu yana dinsel bir azınlık görünümündedirler. Ekonomik ve toplumsal gelişmişlik düzeyleri Sünnîlerin gerisindedir. Ayrıca aralarında bir bütünlük de yoktur. 

İngiliz işgalinin ilk yıllarında, işgal yönetimine karsı, Siî din adamlarının basını 
çektiği çok büyük bir ayaklanma çıkmıştır.6 1920 Haziranında başlayıp ancak ertesi yılın baslarında bastırılabilen bu ayaklanmanın hemen ardından İngilizler, Sünnî Arapların ağırlıkta olduğu Irak Krallığını kurarak basına da Serif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı geçirmişlerdir. 50 yıl önce Mithat Paşanın yaptırdığı Bağdat Sarayında, İngiliz Yüksek Komiseri Percy Cox tarafından Faysal’a taç giydirildiği tarih olan 23 Ağustos 1921, Irak Devleti’nin resmî kurulu tarihi sayılmaktadır.7 

Ehl-i beyt anlayışında yani İslâm’ın Sia yorumunda, dinin devletle ilişkisi; ehl-i 
sünnet anlayışına göre daha mesafelidir.8 Devletin Sünnî ağırlıklı olarak yapılanması, Şiîlerin devlete daha da büyük bir kuşkuyla yaklaşmalarına yol açtı. Başlangıçta, pasif itaatsizlik sergileyerek, Faysal yönetiminin işlevsellik kazanmasını engellemeye çalıştılar. İngilizler, buna tepki olarak Siî toplumunun önderi konumundaki din adamlarını aileleriyle birlikte iran’a sürdü. Bassız kalan Siî toplumunu denetim altına almakta da güçlük çekmediler. 1924 yılında, Siî din adamlarının siyasetle uğraşmamaları, Faysal’dan özür dilemeleri ve yönetime bağlı kalmaları koşullarıyla Irak’a dönmelerine izin verildi. 

Gerek monarsi (1921–1958), gerekse cumhuriyet (1958–2003) dönemlerinde, 
Sünnî ağırlıklı Irak yönetimiyle Siî din adamları arasındaki kusku ve güvensizlik hiç eksik olmadı. Siî din adamları devletin merkeziyetçi ve seküler politikalarına soğuk yaklaşırken, Sünnî yöneticiler de Siî din adamlarının İran’la olan yakın ilişkilerini her zaman kuşkuyla izlediler. 

     İslâm dünyasında dinin siyasallaşmaya başladığı 1950’li yıllarda, Siîler de 
kendi partilerini kurdular. Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr tarafından kurulan Dava Partisinin temel hedefi, — siyasal İslâm’ı bayrak edinen tüm benzerleri gibi— şeriata dayalı bir İslâm toplumu ve devleti yaratmaktı. Partinin siyasal söylemleri hiçbir zaman dar mezhepçilik kalıplarının ötesine geçemedi. 1960’lı ve 1970’li yıllar, Dava Partisinin etkin olduğu yıllardı. Özellikle 1968’de yönetime el koyan Baas Partisinin Siî din adamları üzerindeki baskıyı artırmasından sonra Parti, tepkisel kitle eylemlerine ağırlık verdi. 1974 ve 1977 yıllarındaki Hüseyini ye ve Asura törenleri, Baas yönetimini hedef alan protesto gösterilerine dönüştü. 9  Buna karsın, Baas yönetiminin baskısı daha da arttı. 1978’de İran’ın dinî lideri Ayetullah Humeyni Irak’tan sınır dısı edildi; 1979’da da Siî din adamlarına karsı geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlatıldı. 

    1 Nisan 1980’de Irak’ın dısisleri bakanı bir suikast sonucu öldürüldü. 4 gün sonra yapılan cenaze törenine ise bombalı saldırıda bulunuldu. Bunun üzerine, Dava Partisinin tüm faaliyetleri yasaklandı ve partinin kurucu lideri Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr tutuklanarak idam edildi. Dava Partisi, 1982’den itibaren eylemlerini İran’da sürdürmeye basladı.10 Partiden ayrılan Ayetullah Muhammed Bekir el Hakim de yine aynı yıl Tahran’da Irak İslâm Devrim Yüksek Konseyini (IDDYK) kurarak İran’ın desteğiyle Baas yönetimine karsı silâhlı direnişe başladı. Iraklı Şiîler arasından toplanıp, İran tarafından silâhlandırılan gönüllülere Kuzey Irak’ta Mesut Barzani’nin denetimindeki bölgede askerî eğitim verildi. Bedir Tugayları adıyla oluşturulan paramiliter güç, İran–Irak Savası boyunca Irak içinde birçok silâhlı saldırı ve sabotaj 
eylemi gerçekleştirdi.11 

   İran–Irak Savası, Irak’ta Arap ulusçuluğunun gelisimine katkıda bulundu. 
Savaş  boyunca, Irak tarihinde ilk kez, Arap ulusal kimliğinin, dinsel-mezhepsel 
kimlikleri asan bir üst kimlik olarak algılanmaya başlandığını görüyoruz. 

Bu algılama değişikliğinin etkilerinin Baas yönetimine yansıması gecikmedi. Saddam Hüseyin’in, Irak yönetimini tek basına ele geçirdiği 1979 yılında, ordunun üst düzey komuta kadrosu Sünnî Müslümanlardan olusuyordu. Alt kademedeki subaylarla eratın 2/3’ü Siîydi. Bu durum, İran–Irak Savası sırasında Irak ordusunda ayaklanma çıkacağı beklentisini yaratmıştı. Ama öyle olmadı. Siî askerler Irak ordusuna bağlı kaldılar. Hatta savaş sırasında bir ara İran Ordusunun işgali altına giren ve nüfusunun tamamını Şiîlerin oluşturduğu güneydeki sınır bölgelerinde halk, Bağdat yönetimine bağlı kalmayı sürdürdü. İran’ın Irak Şiîlerini hedef alan ve onları İslâm devrimine katılmaya çağıran yoğun propagandası da etkisiz kaldı. Savaş boyunca, çok sayıda Şiî komutan Irak ordusunda kilit roller üstlendi. 1982’deki büyük İran saldırısını püskürten Irak ordusunun komutanı bir Şiîydi. Bütün bunlar, sava sırasında ulusal duyguların dinsel duygulara ağır bastığını gösteriyordu. Irak İslâm Devrim Yüksek Konseyine bağlı Bedir Tugaylarının yukarıda sözü edilen saldırı ve sabotaj eylemleri de, bunların arkasında İran’ın olduğu bilindiği için, Irak’taki Siî halk tarafından desteklenmedi.12 

Birinci Körfez Savasının hemen arkasından, Mart 1991’de IDDYK tarafından 
kıskırtılan bir kısım Siî halk, kuzeydeki Kürtlerle eszamanlı olarak ayaklandı. Fakat bu ayaklanma, sanılanın ve umulanın tersine Siîlerle Sünnîler arasında bir gerilim yaratmadı. Baas yönetiminin laik ve merkeziyetçi uygulamalarından rahatsız olan kimi Sünnî çevreler de Siîlerle birlikte hareket etti. Siî ayaklanması denmesinin nedeni, Siî bölgesinde çıkması ve katılanların çoğunun da Siî olmasıydı. Diğer bir ifadeyle bu, kuzeydeki Kürt ayaklanmasından farklı olarak devleti değil, rejimi hedef alan ve rejim karsıtı tüm Arap unsurların katıldığı bir ayaklanmaydı. Bu yüzden de Batılılarca desteklenmedi ve Saddam Hüseyin tarafından kolayca bastırıldı. 

Ayaklanmanın ardından Baas yönetiminin, laik ve merkeziyetçi politikalarını 
yumusatarak, dinsel motifleri daha yoğun biçimde kullanmaya basladığını ve 
Sünnîlerle Şiîleri ortak bir Irak–Arap kimliği altında birlestirmeyi amaçlayan politikaların uygulanmaya basladığını görüyoruz. Esasen, İran–Irak Savası böyle bir ulusal bütünleşmenin zemininin mevcut olduğunu kanıtlamıstı. Aradaki gelişmişlik farkını ortadan kaldırmak için, Siîlerin kendilerini daha fazla geliştirmelerine ve yönetime daha etkin bir biçimde katılmalarına olanak sağlayan adımlar atıldı. Saddam Hüseyin liderliğindeki Devrim Komuta Konseyinin yapısı, Üç Şiî Arap, üç Sünnî Arap, bir Kürt ve bir Asurî olarak yeniden düzenlendi. Yönetimden açıkça dışlanan tek grup Türkmenlerdi. Baas Partisinin yerel yönetim organları olan Bölge Komuta Konseylerinin, Siî nüfusun yoğun olduğu yerlerdeki merkezlerinde yerel Siî unsurların çoğunluğu oluşturmaları sağlandı. İçisleri Bakanlığı da Siîlere ayrıldı. Siîlerin yönetimdeki etkinliklerinin artmasına koşut olarak, Irak ekonomisindeki ağırlıkları da artmaya basladı. Eğitim düzeyi bakımından da Sünnîlerle Siîler arasındaki fark giderek  kapandı.  Bu gelişmelere bakarak, Baas yönetiminin Siîleri kazanmak ve her iki mezhebi kapsayan ortak bir Arap ulusal kimliği yaratmak yönündeki politikası nın başarılı olduğunu söyleyebiliriz.13 Bu politikanın başarısının en somut göstergelerinden birisi, Amerikan Ordusunun Irak’ı işgali sırasında Siîlerin işgale karsı, Sünnî Araplar kadar, hatta yer yer onlardan bile daha kararlı bir direniş sergilemiş olmalarıdır. 

Saddam Hüseyin’in Siîlere yönelik politikasının temelinde, doğrudan doğruya 
Siî halkını ve orta sınıfını muhatap alarak Siî halkı temsil ettikleri savındaki geleneksel dinsel ve aşiretsel önderleri devre dışı bırakma anlayışı yatıyordu. Baas yönetimi sırasında baskı altında tutulan bu feodal önderler, Amerikan işgalinden sonra yeniden güç ve etkinlik kazandılar ve Siî halkı temsil etme konusunda aralarında çetin bir rekabete giriştiler. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***