Marksist - Leninist etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marksist - Leninist etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2019 Cumartesi

TÜRKİYEDE TERÖRLE MÜCADELEDE PKK ÖRNEĞİ., BÖLÜM 10

TÜRKİYEDE TERÖRLE MÜCADELEDE PKK ÖRNEĞİ.,  BÖLÜM 10




İKİNCİ BÖLÜM;

TÜRKİYE'DE TERÖR ÖRGÜTLERİYLE MÜCADELE 


Türkiye'de 1960'lardan 1980'lere gelinceye dek aşırı şiddet olayları diğer bir değişle anarşi hüküm sürmüştür. Esasında bu Anarşizmin kaynağı dönemin güçlenen sol akımlarının halkta yarattığı güvensizlik-emniyetsizlik halidir. Söz konusu dönemde ortada örgüt, şiddet ve siyasi amaç unsurları varken terörizm yerine çok farklı bir kavram olan Anarşizmin tanımlamada tercih edilmesinin temel sebebi; devletin ve halkın, devletin varlığına yönelik her türlü eylemi, devleti tamamen ortadan kaldırmaya yönelik olarak ele alması ve Anarşizmin hiyerarşisi olmayan otoritesiz-yöneticisiz toplum istemiyle ilişkilendirmesidir. 

Bu dönemin bir diğer özelliği bu anarşinin belirli örgütlerce değil tüm toplumca icra edilebiliyor olmasıdır. Diğer bir değişle faşist-komünist, sağcı-solcu, ilerici-gerici, Alevi-Sünni gibi kutuplaşmaların yarattığı topluma yayılmış anarşi hali bir ya da birkaç örgütün bundan sorumlu olmasını ve belirli bir terör örgütü tanımlamasını engellemiştir. Çünkü örgütlenme, şiddet yaratma ve siyasi amaçlar neredeyse tüm kesimlerde söz konusudur. 

Türkiye'nin gerçek anlamı ile bir terör örgüt ile tanışması ise 1973 yılında ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia / Ermenistan'ın 
Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu) ile olmuştur. Artık ortada örgütlenme, şiddet ve siyasi amaçla oluşturulmuş bir örgüt vardır. Ve bu örgütün amacı daha önceki anarşi olaylarındaki gibi "ülkeyi kurtarmak" değildir. 

1994 yılına dek eylemlerde bulunan ASALA ilerleyen yıllarda etkisini tamamen yitirse de Türkiye'de gerek ASALA gerekse PKK dışında pek çok terör 
örgütü faaliyet göstermiştir. Çünkü Türkiye, gerek bulunduğu coğrafi bölgenin oluşturduğu hassasiyet ve gerekse ülke içerisinde yaşanan siyasal gelişmelere bağlı olarak terörden çok yoğun olarak etkilenmiş bir ülkedir ve halen de bu etki devam etmektedir (Dilmaç, 2011: 71). 

Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu'ndan beri devam eden terörizmin tüm çaba, yöntem ve stratejilere rağmen tam olarak bitirildiği söylenemez; çünkü ortada 
savaşan bir devlet yerine farklı ideolojilere sahip ve yıllar içinde doğan büyüyen ve ölen birden çok terör örgütü vardır. Böyleyken terör örgütleri çözülmekte ve yok olmakta; fakat ideoloji varlığını devam ettirmekte ve farklı şiddet frekansları ile farklı terör örgütlerinde yaşamını sürdürmektedir. Diğer ölçütler bir yana terörizmin üç unsurunda biri olan ideoloji unsuru uluslararası alanda olduğu gibi Türkiye'de de terör örgütlerini ayırmada esas ölçüttür. Terör örgütlerinin terörizmin diğer unsurları olan örgüt veya şiddet/eylem ölçütleri ile sınıflandırılmamasının sebebi ise neredeyse tüm terör örgütlerinin ayrını örgüt yapılanması ile şiddet araçlarını kullanmasıdır. 

Bu kapsamda Türkiye'de faaliyet gösteren terör örgütlerinin savundukları / içselleştirdikleri ideolojiler ekseninde aşırı sol/radikal terör örgütleri, aşırı sağ/dini motifli terör örgütleri ve bölücü/etnik terör örgütleri olarak sınıflandırıldıkları görülmektedir. Bölücü terör örgütlerine ilerleyen başlıklarda değinilmekle birlikte aşırı sol/radikal sol terör örgütleri ve aşırı sağ/dini motifli terör örgütlerine aşağıda değinilmiştir. 

2.1. Türkiye'de Faaliyet Gösteren Aşırı Sol/Radikal Terör Örgütler 

Aşırı sol ideolojili terörizm, başka bir deyişle Marksist-Leninist terörizm; Silahlı Halk Savaşı neticesi mevcut düzeni yıkıp, sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen 
kurmayı amaç edinen örgütlerin gerçekleştirdiği terör eylemleridir (Acar, 2012: 121). Marksist-Leninist terörizm öncelikle işçi ve köylüden oluşan proleterin devrimle iktidarı ele geçirip bir geçiş süreci olan sosyalist devlet düzenini kurmalarını ve bu geçiş sürecinin devletin ortadan kalktığı komünist düzene doğru dönüşümünü ifade etmektedir. 
Lenin'in, devleti hâkim sınıfın -burjuvazinin- "icra komitesi" olarak nitelemesi (Kapani, 2007: 111) Marksist-Leninist düşüncenin son aşamada devletin ortadan kaldırılmasını hedeflediğini göstermektedir. 

Marx, Engels ve Lenin'in, Sosyalizme geçiş sürecinin silahlı mücadele ile hızlandırılabileceğine inanmaları ve ayrıca devrimi gerçekleştirmek için silahlı 
mücadele ve şiddetin kaçınılmaz ve vazgeçilmez olarak kabul edilmesi, doğal olarak komünist ideolojinin şiddet kavramı ile birlikte anılmasına neden olmuştur (Dilmaç, 2011: 156). 

Aşırı solcu ve Komünist örgütlerinin tümünün hedefi çok küçük farklılıklarla da olsa birbirinin aynısıdır, bu hedef; mevcut anayasal düzeni yıkıp ülkenin tümünde veya arzuladıkları bölümünde Komünist ideolojinin yayılmasını sağlamak ve Marksist-Leninist, Komünist bir düzen kurmaktır (YÖK, 1985: 79). Özellikle dönemin Sovyet Rusya'sının desteklediği aşırı sol terör örgütleri Türkiye'de de özellikle 1960'lı gençlik hareketlerini ateşlendirmiş ve bu etki ilerleyen yıllarda da devam etmiştir. Yine de bu durum Türkiye'de radikal sol hareketin Soğuk Savaş ürünü olduğu anlamına gelmemektedir. Ülkemizde radikal sol hareketin başlangıcı 1820'li yıllara kadar götürülebilir; 1910 yılında İştirakçi Hilmi ve arkadaşları tarafından kurulan "Osmanlı Sosyalist Fırkası" ve daha sonra kurulan Dr. Şefik Hüsnü'nün "Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası" (Demirci, 2011: 201) sol hareketin gerek düşünsel gerekse propaganda mahiyetinde temellerini atmıştır. 
Ancak Türkiye Cumhuriyeti'ni göz önünde bulundurarak konuyu ele alacak olursak, radikal sol alanda kurulmuş ilk önemli örgüt 10 Eylül 1920 yılında Bakü'de kurulan ve 1925 yılında yasadışı hale gelen Türkiye Komünist Partisi'dir (YÖK, 1985: 83). Radikal solun bu dönemlerde örgütsel ve düşünsel yapısı oluşurken ortada sistematik bir terörizm yoktur. Radikal solun terörizme tam anlamı ile başvurması ise 1960'lı yılların sonu itibariyle başlamıştır. Bu tür terör örgütlerinin 1960'lı yıllardan itibaren güçlenmesinin nedeni ise 1961 Anayasası'nın göreceli olarak o dönemde özgürlükçü olması ve böylece terör örgütlerinin örgütlenmesine neden olmasıdır. 
Bu dönemde Mahir Çayan'ın liderliğindeki THKP/C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi).43 

43 "Parti" burada sivil siyasi hareketi, "Cephe" ise askeri hareketi belirtmektedir. 

Hareketi ile bir diğer önemli isim olan Deniz Gezmiş'in liderliğini yaptığı THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) dönemin en etkin yasadışı örgütlenmeleri olmuş 
ve sonraki yıllarda bu iki örgüt birçok başka illegal örgütlenmeye temel teşkil etmiştir (Dilmaç, 2011: 73). 

12 Mart Muhtırası'nın bu sol örgütlenmeler üzerinde gösterdiği büyük etki, bir yandan yasadışı faaliyetlere geçişin fitilini ateşlerken bir yandan da sol örgütlerin faklı isimler altında bölünmelerine yol açmıştır (Demirci, 2011: 204). Bu şekilde sayıları artan radikal sol terör örgütleri 1970'li yıllarda radikal sağ örgütlerle çatışması başlamıştır. Artık sağ ve sol kamplara ayrılan öğrenciler arasındaki mücadele karşılıklı adam kaçırmaya, silahlı çatışmaya ve adam öldürmeye kadar varan bir boyut kazanmıştır (Acar, 2012: 248). 

1990'lı yıllar ile 2000'li yıllarda ilerleyen başlıklarda daha ayrıntılı değineceğimiz bölücü/etnik terör örgütlerinin tam anlamı ile güçlendikleri dönem olurken bu dönemde oldukça eylemsel olan radikal sol terör örgütü ise 1994 yılında kurulan DHKP/C (Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi)'dir. 

2008 yılında DHKP/C lideri Dursun Karataş'ın kanserden ölümü ile etkinliği ve gücü azalan örgüt, eski başbakan Nihat Erim, eski bakan Gün Sazak ile çeşitli 
yüksek bürokratların ölümüne yol açacak terör eylemleri geçekleştirmiştir. 

Mevcut dönemde sol terör örgütlerinin genel bir analizi yapıldığında aşağıdaki tespitleri yapmak mümkündür (Demirci, 2011: 206-207): 

. Bu örgütler ülkemizde kitlesel desteği zayıf, örgütsel asabiyeti yüksek ve ideolojik birikimi güçlü bir yapıya sahiptirler. 
. Eylemselliği sürekli tutmak isteyen sol örgütler, eylem şiddeti düşük ancak sayısal olarak çok sık ve toplamda fazla eylem yapma profili 
  gösterebilmektedirler. 
. Eleman temini noktasında yaşanan sıkıntılar karşısında mevcut örgüt üyelerinin ideolojik ve örgütsel bağlılıklarını yükseltme yoluna 
  gitmektedirler. Sol örgüt üyelerinin bölücü örgüt üyelerine göre ideolojik açıdan çok daha donanımlı olmalarının temelinde yatan sebeplerden birisi 
  de budur. 
. Sol terör örgütlerinin örgüt hafızası gelişmiştir. Bu sebeple geçmişte yaşanan olaylar örgüt için seçilmiş travma olarak görülebilir. Örgütçe 
  önemli görülen günler kitlesel eylemlerle hafızalarda canlı tutulmaya çalışılmaktadır. 
. Güvenlik güçlerinin sol terör örgütleri ile mücadelesinde tecrübe sahibi olması, sol terör örgütlerini yeni stratejilere ve açılımlara itmektedir. 
. DHKP/C terör örgütünün geçmişten gelen tecrübeleri ile nitelikli istihbari bilgiler toplayarak etkili eylemler yapabilmektedirler. 
. Yurt dışı bağlantılarının sol örgütlerin yönetim ve organizasyonu anlamında büyük önemi bulunmaktadır. 
. Mevcut dönemde sol terör örgütlerinin gençleri etkileme ve örgüte kanalize etme yöntemlerinin başında sol eğilimli protest müziklerin veya 
  konserlerin gençler üzerindeki dinamik etkisi gelmektedir. Bir ezgi bazı gençlerin hayal dünyalarında seçilmiş algılamalarına büyük etki 
  yapabilmektedir. Bu anlamda sol örgütlerin müziği çok etkili bir araç olarak kullandıkları görülmektedir. 
. Kitlesel desteğin sol örgütlerde zayıf olması, bu örgütlerin Kürt toplumsal yapısına yönelmelerine yol açmıştır. Bu yolla sol eğilimli Kürtleri kendi 
  saflarına çekmeye çalışmaktadırlar. Bu durum zımnen PKK’ye destek olarak geri dönmektedir. 

Türkiye'de bu özellikleri taşıyan sol terör örgütleri yanında ideoloji bağlamında solun karşıtı kabul edilen sağ düşünüşe sahip aşırı sağ ya da dini motifli 
terör örgütleri de Türkiye'de yaşanan terörizmin önemli aktörleri arasında olmuştur. 

2.2. Türkiye'de Faaliyet Gösteren Aşırı Sağ/Dini Motifli Terör Örgütleri 

Faşizme kadar uzanan sağcı ideolojiler, insanın doğuştan kötü olduğunu savunan ve bu nedenle doğuştan iyi ve üstün yaratılmış olan küçük seçkin bir azınlığın, kendi başına bırakılması zararlı olan çoğunluktaki tüm bencil ve vahşi insanlar üzerindeki baskı ve şiddet temelli yönlendirme-yönetme fiillerini savunan  ideolojilerdir (Kışlalı, 2006: 31, 32). Devletin yeniden teşkilatlan dırılmasından hareketle; sosyal, siyasi ve ekonomik yapıda değişiklikler yaparak bir kadro  oluşturulması (YÖK, 1985: 100) gibi her alana müdahaleyi hedefleyen aşırı sağ ideolojiler, Marksizm-Leninizm ve Anarşizmin tersine devletin varlığını kutsayan ve bireye karşı onu koruyan ve öncülleyen bir görüşü savunurlar. Özellikle din referanslı aşırı sağ terörizm oldukça tehlikelidir; çünkü din diğer bir deyişle cennet vaadi insanları her türlü eylemi yaptıracak güçtedir. Bu nedenle güçlü bir şekilde ajite edilmiş militanlar intihar eylemlerine dahi gönüllü olmaktadırlar. Aşırı sağ ideolojili terörizme örnek olarak; El Kaide, Ku Klux Klan, Irgun, Hizbullah (Lübnan) vb. örgütler verilebilir. Aşırı sağ ideolojili terör örgütlerinin dünyadaki bu örnekleri yanında Türkiye'de de aşırı sağ ideolojili terörizm yansımasını bulmuştur. 

Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemde dini ve etnik temele dayalı isyanların çokça yaşandığı bir ülke olan Türkiye’de özellikle 1960’lı yılların ikinci yarısında 
başlayan süreçte 1971 muhtırası sonrası dönemde siyasal düşünce temelinde oluşturulan birçok terör örgütü ve bu örgütlerin artan terör eylemleri ortaya çıkmıştır (Baharçiçek, 2000: 9). Bu dönem Türkiye'de yavaş yavaş güçlenmeye başlayan sol terör örgütleri yanında Soğuk Savaş Dönemi'nde ABD'nin Sovyet Rusya ile mücadelede desteklediği dini motifli diğer bir değişle aşırı sağ terör örgütleri de güçlenmeye başlamıştır. Örneğin bu dönemde, ABD Başkanı Carter'ın Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı Z. Brzezinski "Kontrolden Çıkmış Dünya" isimli kitabında, İslam dünyasında politik birlikteliğin sık rastlanan bir olgu olmadığını, 30 Haziran 1986 tarihli U.S. News and Report dergisinde yayınlanan yazısında da İslam dostlarımızda bastırılmalı, düşmanlarımızda teşvik edilmeli diye yazmıştır (Acar, 2012: 255, 256). Konjonktürün bu dönemde dini motifli terör örgütlerin gelişmesine uygun olması ayrıca 1979 yılında İran'da Şahlık rejimi yerine dini esaslı bir rejimin kurulması Türkiye'de de etkisini çabuk bulmuştur. 

1990'lı yıllarda aşırı sağ/dini motifli terör örgütlerin tam anlamı ile güçlendiği söylenmekle birlikte bu terör akımının Türkiye'ye ya da İslam coğrafyasına has bir özellik olduğunu söylemek doğru değildir. Günümüzde Avrupa'da, Asya'da, Amerika'da, Afrika'da, Japonya'da özetle dünyanın her yerinde sadece İslam değil her türlü dini, kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayarak, insanların dini duygularını istismar eden terör örgütleri varlıklarını sürdürmekte ve insanlığı tehdit etmektedir (Acar, 2012: 122). 

Dini motifli terör örgütlerinin tarihsel gelişim süreci incelendiğinde İslamî Büyük Doğu Akıncıları Cephesi, Hilafet Ordusu, Tevhid-Selam/Kudüs Ordusu, 
Vasat vb terör örgütleri çeşitli eylemlerde bulunmuş olsa da bunlar arasında kuşkusuz en önemlisi Hizbullah olmuştur. 

Güvenlik güçlerinin organize operasyonları daha çok PKK terör örgütüne yönelmiş ve devletin dikkatinin ayrılıkçı terörü önleme noktasında yoğunlaşmış 
olması sonucunda, Hizbullah terör örgütünün, diğer terör örgütleri ile karşılaştırılmasına bakılırsa, nispeten rahat bir ortamda büyüdüğünü söylemek 
herhalde doğru olacaktır (Bal, 2006c: 37). Hizbullah 1980'li yıllarda Diyarbakır'da Vahdet Kitapevi'nde bir araya gelen Hüseyin Velioğlu ve Fidan Güngör liderliğinde kurulmuş ve daha sonra örgütün şiddete başvurup başvurmaması noktasında yaşanan görüş ayrılığı neticesinde "İlim Grubu" olarak adlandırılan ve şiddeti benimseyen Hüseyin Velioğlu'nun liderliğinde güçlenmeye devam etmiştir. İlim Grubu etkisindeki Hizbullah'ın PKK'nın etkin olduğu Güneydoğu Bölgesi'nde faaliyette bulunması PKK ile Hizbullah'ın çatışması ile sonuçlanmış ve o dönemde devletin Hizbullah'ı PKK ise mücadelede kullanmaya başlaması bu çatışmayı doruk noktasına vardırmıştır. 

Hizbullah'ın kendine özgü kullandığı terör stratejisinin özellikleri şunlardır (Bal, 2006c: 26): 

. Hizbullah terör örgütü propaganda da dar alan ve terör eylemlerinde de üstlenmeme stratejisini geliştirmiştir. Bu stratejinin temel çalışma mantığı, 
eylemlerin açıktan üstlenilmemesi ancak hedef kitlenin yapılan eylemi gerçekleştirenleri bilmesi ve böylece terörün baskı, korkutma ve sindirme 
etkisinden yararlanmasıdır. 
. İkinci olarak ise devlet güçlerini ve geniş halk kitlelerini doğrudan karşısına almadan, propaganda etkinliğini istediği dar alanla sınırlamasıdır. 
Hizbullah terör örgütünün gerçekleştirdiği eylemleri üstlenmemesi ve eylemlerde öldürdüğü önemli kişilerin cesetlerini saklaması, Türkiye'de 
faili meçhul cinayet tartışmalarını kızıştırmış ve bu cinayetlerin devlet tarafından işlendiği söylentileri ortaklıkta dolaşmıştır. Örgüt her bakımdan 
başarılı bir strateji benimsemiş, hem gizli ve dar propagandasını başarmış hem de eylemlerini devletin gerçekleştirdiği izlenimini vermiştir. 

17 Ocak 2000 tarihinde Hizbullah örgütüne yönelik gerçekleştirilen operasyonda örgütün elebaşı Hüseyin Velioğlu'nun ölü, diğer üst düzey militanların ise sağ olarak ele geçirilmesiyle birlikte 65 ilde başlatılan operasyon sonucu 4060 militan çok sayıda silah ve patlayıcı madde ile ele geçirilmiştir (Acar, 2012: 256). 

Hizbullah'ın aldığı bu darbeden sonra eski gücüne bir daha kavuşamadığı ve dikkatleri üzerine çekecek eylemler yapamadığı görülmektedir. Böylece Türkiye'de dini motifli terör örgütleri gündemden bir süreliğine düşse de ABD'de 11 Eylül 2001 tarihinde El Kaide'din yaptığı terör eylemi ile dini motifli terör örgütü hem dünyanın hem de Türkiye'nin gündemini tekrar meşgul etmiştir. 

Yukarıda sözüne edilen terör örgütleri yanında Türkiye'de faaliyette bulunmuş ve hala bulunmakta olan en önemli terör örgütü kuşkusuz PKK'dır. Bu nedenle PKK, çalışmamızda olduğu gibi pek çalışmada da terör, terörizm ve terörle mücadele kavramlarının temel örneği olarak karşımızda durmaktadır. 


 11. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

15 Mart 2017 Çarşamba

Abdullah Öcalan PKK YI KURDU


 Abdullah Öcalan PKK YI KURDU


Marksist - Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı 30 yıl boyunca silahlı saldırılar düzenleyen PKK'nın kurucusu ve lideri, 2013 yılında Kürt Sorunu'nun çözümünde kilit rol üstlenmeye başladı.

20 Oca 2014 
Güncelleme 10:08 TSİ


12 Eylül askeri darbesinden kısa süre önce Suriye'ye geçen Öcalan, örgütü uzun yıllar bu ülkeden yönetti. [AFP]

Türkiye Cumhuriyeti'nin otuz yılı aşkın süredir çözüm aradığı Kürt Sorunu'nun silahlı aktörü Kürdistan İşçi Partisi'nin (Partiya Karkerên Kurdistan - PKK) kurucu lideri Abdullah Öcalan, 1999 yılından bu yana İstanbul yakınlarındaki İmralı Adası'nda bulunan cezaevinde hapis yatıyor. Öcalan, gerek Kürt siyaseti gerek örgütün dağ kadroları tarafından, halihazırda meselenin diyalog yöntemiyle çözümünün sağlanması sürecinin kilit pozisyonunda görülüyor.

PKK öncesi günleri

1949 yılında Şanlıurfa'nın Halfeti İlçesi'ne bağlı Ömerli Köyü'nde doğan Öcalan, Ankara'da Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi'nde eğitim gördü. Mezun olduktan sonra Diyarbakır'da kadastro memurluğu yapmaya başladı. Diyarbakır'daki birçok tapuda halen Öcalan'ın imzası bulunuyor. Taraftarlarınca Serok (Önder) olarak anılan PKK liderinin o günlerine dair bilgiler arasında rüşvet aldığı söylentileri dikkat çekiyor. Köylülerden bazı işlemler karşılığında 10 bin TL rüşvet aldığı öne sürülüyor. Yıllar sonra kendisine bu olay hatırlatıldığında Öcalan, söz konusu parayı örgüt kurmak için kullandığı şeklinde bir yanıt vermişti.
Öcalan, 1971'de Bakırköy Tapulama Müdürlüğü'ne atanınca İstanbul'a gitti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolan Öcalan, aynı yıl kaydını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne aldırdı. Ankara Siyasal'a girişi, tapu memuru Öcalan'ı silahlı bir örgütün kurucu liderliğine taşıyacak yolun dönüm noktasıydı.

Ankara'daki siyasi arayışlarına Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nda (DDKO) başlayan Öcalan, 1970 başında Mahir Çayan ve arkadaşlarınca kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP/C) örgütünde faaliyette bulundu. 1972'de Çayan ve ekibinin güvenlik güçlerinin operasyonunda öldürülmelerini protesto ettiği, ayrıca Doğu Perinçek ve arkadaşları tarafından çıkarılan Şafak dergisini dağıttığı gerekçesiyle gözaltına alındı. 7 ay boyunca Ankara'daki Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldı.

Beraber yakalandığı arkadaşları ceza alırken Öcalan'ın, dönemin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Baki Tuğ'un talebiyle serbest bırakıldığı iddiası, onun devletle bağlantısı tezini kanıtlamak için en sık başvurulan unsurlardan biridir. Öyle ki beraber yakalandığı herkes hapis cezasına çarptırılırken Öcalan'ın kurtulmasının nedeni sorulduğunda Tuğ'un, "Bana yukardan talimat geldi" dediği söylenir.

Kesire Yıldırım ile evliliği

Öcalan'ın resmi nikahlı yegane eşi Kesire Yıldırım'dır. 21 Ekim 1951'de doğan Kesire Yıldırım, Elazığ'ın Karakoçan İlçesi'nde, Cumhuriyet Halk Parti (CHP) destekçisi olarak bilinen ve 2. Dünya Savaşı'nın ardından Tunceli'nin Mazgirt İlçesi'nden gelip Karakoçan'a yerleşen Yıldırım ailesinin en büyük kızıydı. Yıldırımlar, 1925 Şeyh Sait ve 1938 Dersim isyanlarında devletin yanında yer almışlardı. Kesire Yıldırım, Elazığ Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra 1973'te Karakoçan'a bağlı Yeniköy İlkokulu'unda vekil öğretmenlik yaptı. 1974'te Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu kazandı.

Üniversitede sol gruplarla temas kuran Yıldırım, Öcalan ve Apocular denen grubun üyeleriyle 1975'te tanıştı. Kesire Yıldırım ile Öcalan, 24 Mayıs 1978 günü Ankara Gençlik Parkı Nikah Salonu'nda evlendiler. On yıl süren bu beraberlik, Yıldırım'ın 1988'de Öcalan'dan ayrılmasıyla noktalandı.

PKK'nın kuruluşu

Kürt Sorunu, 70'lerin sonunda sol hareket bünyesinde kendine alan bulmuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra Kürt hareketini örgütlemeyi amaçlayan Öcalan, silahlı mücadele fikrini savundu. Bu doğrultuda faaliyet alanını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine taşıdı. 1978'de başlatılan silahlı hareketle adını Apocular veya UKO'cular (Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak duyurmaya başlayan grup, Diyarbakır'ın Lice İlçesi Fis Köyü'nde 27 Kasım 1978'de yaptıkları toplantıyla örgütlenmelerinin isminin PKK olmasına ve kurulacak partinin tüzük ve programının hazırlanmasına karar verdi.

Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan örgütün liderliğini yürüten Öcalan, 12 Eylül 1980 Darbesi'nden kısa süre önce Türkiye'den ayrılarak Suriye'ye yerleşti. Öcalan'ın darbeden hemen öncesinde yurdu terk etmesi halen tartışılır. Kimi devlet yetkililerinin Öcalan'a, ülkeden bir an önce ayrılma tavsiyesinde bulundukları söylenir.
1980 sonrasında ülkede oluşan sıkıyönetim ve baskı rejiminden kaçan Kürtlerin bir kısmı Avrupa'ya sığınırken, bazıları da PKK'ya katılmıştı. PKK bünyesine dahil olanların büyük kısmı Suriye, Lübnan ve Filistin'deki kamplarda silahlı eğitimden geçti. 1984'te Diyarbakır Cezaevi'nden çıkan muhalif Kürtler, kitleler halinde dağa çıkarak PKK'ya katıldı.

1987: PKK'nın En kanlı yılı

PKK'nın düzenlediği ilk kongrede örgütü Kuzey Irak'a doğru genişletmeyi başaran Öcalan, ikinci kongrenin ardından da örgüte ilk kez silahlı eylem talimatı verdi. 1984 yılı itibarıyla kamplardaki üyelerini gerilla savaşına hazırlayan örgüt, Siirt'in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçelerine eşzamanlı baskınlar düzenledi. Öcalan'ın emirleriyle özellikle Hakkâri, Mardin ve Siirt illerini kapsayan bölgedeki askeri hedeflere düzenlenen silahlı eylemlerle çatışma süreci başlatıldı.
Öcalan liderliğindeki PKK, 1980'lerin sonundan itibaren eylemlerini yoğunlaştırdı. Öcalan'a atfedilen ve hakkındaki iddianamede yer alan şu ifade, PKK'nın eylemlerinin şiddeti açısından dönüm noktasıydı: "DEP'e (Demokrasi Partisi) oy vermeyenin tavuğunu bile öldürün". Bu sözler sonrasında 1987 yılında Türkiye, PKK'nın katliamlarıyla sarsıldı. PKK'lıların köyleri basarak kadın ve çocukları dahi öldürdüğü saldırılar, Türk kamuoyunda "Bebek katili Öcalan" imajının doğması ve yerleşmesine sebebiyet verdi.

PKK, 90'lı yıllar boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı dönem dönem ateşkes ilan ettiğini açıklasa da mutlak bir silahlı mücadele içerisinde kaldı. Örgüt; 1993 ilkbaharında ilk kez ateşkes imzaladı. Daha sonra ateşkesin, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın isteğiyle gerçekleştiği öğrenildi. Özal, aralarında gazetecilerin de yer aldığı bazı isimleri Öcalan'a göndererek ateşkes ilan etmesini sağlamıştı. Ateşkes, 24 Mayıs 1993'te birliklerine giden 33 silahsız askerin Bingöl-Elazığ karayolunda PKK tarafından öldürülmeleriyle son buldu. 
'33 Er Olayı', Öcalan ile örgütün diğer önde gelen isimleri arasında çatlak olduğunu ilk kez kamuoyuna gösterdi. 1998'de Türk güvenlik güçlerinin Kuzey Irak'ta düzenlediği operasyonla yakalanan örgütün iki numaralı ismi Şemdin Sakık, o saldırının doğrudan Öcalan'dan gelen emirle yapıldığını söyledi. Sakık, eyleme Avrupa ülkelerinden şiddetli tepki gelmesi nedeniyle Öcalan'ın, daha önce üstlendiği talimatı kabul etmeyerek sorumluluğu kendisine yüklemeye çalıştığını öne sürdü. PKK'nın üst düzey yöneticilerinden Murat Karayılan ise 2011'de yayımlanan Bir Savaşın Anatomisi başlıklı kitabında, infaz emrini Sakık'ın kendi başına aldığını ifade etti.

Öcalan, PKK'nın silahlı ve siyasi faaliyetlerini, 1998 sonbaharına kadar fiilen Suriye'den sürdürdü.

Suriye'den çıkarılması

PKK liderinin yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, üç aylık bir diplomatik baskı ve ABD istihbaratıyla ortak operasyon sayesinde gerçekleşti. Ekim 1998'de dönemin hükümeti, Öcalan'ı topraklarında barındırmaması konusunda Şam'a baskısını arttırdı. 9 Ekim 1998'de Suriyeli yetkililer tarafından sınır dışı edilen Öcalan, önce Yunanistan'a gitti. Atina'nın iltica talebini kabul etmemesi üzerine daha sonra Rusya'ya sığındı. 
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Öcalan'ın Suriye’den ayrıldığı ve Rusya'da barındığını belirlemişti. Ankara hemen Moskova ile temasa geçerek PKK'nın başındaki ismin teslim edilmesini istedi ama beklediği yanıtı alamadı. Dönemin Rusya Ankara Büyükelçisi Aleksander Lebedev, Öcalan’ın ülkelerinde olmadığını açıkladı. Türkiye, Öcalan'ın iade edilmesi için Rusya'ya nota verdi.
Burada 30 gün geçiren Öcalan, Rusya Parlamentosu'ndan sığınma hakkı elde etti. Ancak diplomatik baskılara dayanamayan Rusya, Öcalan'ı İtalya'ya gönderdi. İtalyan makamları, Türkiye'ye iade edilmeyeceği garantisi vererek PKK liderinin iltica işlemlerini başlattıysa da sahte pasaport taşımaktan dolayı onu tutukladı. Büyük yankı uyandıran olay, Roma'nın Öcalan'ı iade edeceğine dair Ankara'nın ümitlerini boşa çıkardı. İtalya Adalet Bakanlığı Müsteşarı Franco Carleone, "İtalyan hükümeti, ölüm cezasıyla karşı karşıya olan birini iade edemez" açıklamasıyla Türkiye'nin talebini reddetti.
Ankara'da Roma'ya karşı büyük tepki oluşurken, ülke genelinde İtalyan mallarına karşı ekonomik boykot başladı. İtalya aleyhinde büyük gösteriler düzenlendi. İtalya'da bir eve yerleştirilen Öcalan, ABD'nin devreye girip baskı uygulaması üzerine Avrupa'nın birçok ülkesinde 'istenmeyen kişi' haline geldi. Bu süre zarfında mahkemeye çıkan Öcalan, sorgusu sırasında İtalyan hakimlere, gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı pişmanlık duyduğunu söyledi. Öcalan'ın cezasını, 'sağlık durumu ve kaçmayacağı yönündeki kanaat' gerekçesiyle ev hapsinde geçirmesine karar verildi. Fakat Türkiye'nin giderek artan diplomatik baskısı nedeniyle çözüm arayışına giren İtalya, PKK liderinin zorunlu ikamet kararını kaldırdı. 65 gün sonra İtalya'yı terk etmek zorunda kalan Öcalan, gidebileceği tüm ülkelerden tek tek olumsuz yanıt aldı. 

Kenya'da yakalanması

İzini kaybettirmeye çalışan Öcalan'ın bir süre Yunanistan'da barındığı, ardından Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'ne gittiği tespit edildi. Öcalan'ın Kenya'nın başkentinde telefonla konuştuğu ve sesinden yerinin tespit edildiği çokça konuşuldu. 14 Şubat 1999'da Kenya güvenlik güçleri, Yunanistan Büyükelçisi'nin ofisini ve konutunu kuşattı. Öcalan'ı daha fazla barındıramayacağını anlayan Yunanistan, PKK liderine istediği ülkeye gitmek üzere büyükelçilikten ayrılması gerektiğini tebliğ etti.
ABD'nin dış istihbarat birimi Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) ve MİT'in ortak operasyonuyla 15 Şubat 1999 günü Nairobi Havalimanı'nda yakalanan Öcalan, Türk güvenlik güçlerince özel bir uçağa bindirildi. Uçakta onu "Memlekete hoş geldin" diyerek karşılayan yüzleri maskeli MİT görevlilerine, "Türk devletine hizmet etmeye hazırım" cümlesiyle karşılık verdi. Öcalan'ın bu sözleri, PKK üyeleri ve örgütü destekleyen kitlelerde şaşkınlık yaratacaktı. 16 Şubat 1999 sabah 03.00 sularında Türkiye’ye getirilen Öcalan, önce Bandırma, oradan da yargılanacağı ve hapsedileceği İmralı Adası'na götürüldü. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, PKK liderinin yakalandığını sabah saatlerinde Türkiye’ye duyurdu.

Yargılanma süreci

Öcalan’ın yargılanması 31 Mayıs 1999’da İmralı Adası'nda kurulan özel mahkemede başladı; dava dokuz duruşmada tamamlandı. Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yürüttüğü dava sonunda Öcalan hakkında şu hüküm verildi: "Kurduğu silahlı PKK örgütünü verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri gerçekleştirdiği sabit görüldü".
Türk Ceza Kanunu'nun 'vatana ihanet' suçunu düzenleyen 125. maddesi uyarınca hakkında idam cezası verildi. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne uyum yasaları gereği -bu yasalarda dönemin koalisyon hükümetinde yer alan Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) de imzası vardı- idam cezasını kaldırması üzerine Öcalan hakkındaki idam hükmü, ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Mahkemenin gerekçeli kararında, 'Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle cezai sorumluluğu azaltan maddelerden yararlanmasının uygun görülmediği' açıklandı.

Oslo'da Çözüm arayışı

İmralı Adası'nda, sadece kendisine tahsis edilen yüksek güvenlikli cezaevinde tutulan Öcalan'ın, Kürt Sorunu'nun çözümü ve PKK'nın silah bırakması için zaman zaman devlet temsilcileriyle görüştüğü kamuoyunda sık sık gündeme geldi.

Örgüt üzerinde halen büyük oranda etkinliği bulunan Öcalan, son yıllarda Kürt siyasetçiler tarafından çözümün adresi olarak gösteriliyor. Öcalan ile mutabakata varmadan PKK'nın silahsızlanmasının ya da müzakere masasına oturmasının mümkün olmadığı, 12 Haziran 2011'deki genel seçiminin ardından daha güçlü şekilde gündeme geldi. Bu yaklaşım, kamuoyunda görece normal karşılanır hale gelse de 'Çözüm Süreci' resmen başlayana kadar Öcalan ile ara ara görüşüldüğü resmen doğrulanmadı.

13 Eylül 2011 günü Dicle Haber Ajansı'nın internet sitesinde yayımlanan bir ses kaydı, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetini bu görüşmeleri kamuoyu ile paylaşmak zorunda bıraktı. Kayıt, o sırada Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan'ın da yer aldığı bir MİT heyetinin, PKK yöneticileriyle Norveç'in başkenti Oslo’da bir araya geldiğini ortaya koyuyordu. Aynı ses kaydı, MİT görevlilerinin ayrıca İmralı Adası'na giderek Öcalan ile görüştüklerini açığa çıkarıyordu. Ses kaydının yayımlanmasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MİT görevlilerini, meseleye çözüm arayışı için bizzat kendisinin görevlendirdiğini açıkladı.

Ev hapsi tartışmaları

2012'ye gelindiğinde, PKK'lı ve iddianameye göre çatı örgüt olan KCK'ya üyelikten yargılananların, başta Öcalan'a ev hapsi olmak üzere bir dizi taleple açlık grevi başlatması, Öcalan'ın tutukluluğu hakkındaki tartışmaları gündeme getirdi. Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) de destek verdiği eylemler, 12 Eylül 2012'de başladı ve 68 gün boyunca devam etti. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, eylemin ancak Öcalan'ın çağrısıyla sona erebileceğini ifade etti.
Başbakan Erdoğan, İmralı’da cezası infaz edilen Öcalan’ın ev hapsine alınmasının mümkün olmadığını söyledi. Ülke çapında düzenlenen eylemler, hükümetin anadilde savunma hakkı konusunda adım atmasını tetiklese de, Öcalan'ın durumunda değişiklik yaşanmadı. PKK liderinin sağlık durumunun kötü olduğu, zehirlendiği yönündeki iddialar zaman zaman yandaşlarını sokağa döktü. Örgüt yıllarca bu iddiaları yandaşlarına eylem yaptırmak amacıyla kullandı. Fakat yapılan tetkiklerde Öcalan’ın sağlık durumunun iyi olduğu belirlendi. Öcalan’ın cezaevi şartları da eylemlere bahane oldu. Sempatizanları Öcalan’ın küçük hücrede tutulduğundan şikayet ettiler. Öcalan’ın yeri iki kez değiştirildi.

Öcalan Yeniden Muhatap

2013'ün ilk günlerinde, MİT görevlilerinin Öcalan ile görüştüğü gündeme geldi. Bir süredir 'İmralı' ile görüşüldüğünü açıklayan Başbakan Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Öcalan'ın Kürt Sorunu'nun çözümünde hâlâ en önemli aktör olduğunun altını çizdi. Ardından 1 Ocak 2013 itibarıyla Türk medyasında, MİT Müsteşarı Fidan'ın 16 Aralık 2012'de İmralı'ya gittiği, Ekim 2012'de başlayan süreç çerçevesinde daha önce iki kere MİT Müsteşar Yardımcısı seviyesinde gerçekleştirilen toplantıların, bu tarihten itibaren Fidan ile Öcalan arasındaki görüşmelere dönüştüğü yönünde haberler çıkmaya başladı.
Bu bilgiler, Başbakan Erdoğan'ın Kasım 2012'deki, " İmralı ile ilgili olarak çeşitli enstrümanları kullandığımız zaman, burada genelde kullanılan MİT'tir; onlar görüşme yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz. Çünkü asıl olan sorunu çözmektir " sözlerini doğrular nitelikteydi. Görüşmelerin yapıldığının açıklanmasından bir gün sonra, BDP Batman Milletvekili Ayla Akat ile BDP'nin desteğine sahip Bağımsız Mardin Milletvekili Ahmet Türk de Öcalan ile bir araya geldi.

İkinci İmralı görüşmelerine BDP Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Pervin Buldan katıldı. Görüşme sonrasında Öcalan tarafından BDP, KCK ve PKK’nın Avrupa Temsilciliği’ne üç ayrı mektup hazırlandı. Avrupa ve Kandil’e mektuplar BDP’li milletvekilleri tarafından götürüldü. Kandil’e gönderilen mektupta Öcalan'ın, " Ne savaşmayı biliyorsunuz ne de barışmayı. Silahlı mücadele dönemi bitti. Bu şekilde savaşarak bir yere varılamaz. Size sunduğum yol haritasını tartışın ve çatışmasızlık sürecini başlatalım" dediği belirtildi.
15 Mart'ta Karayılan, Fırat Haber Ajansı'na (ANF) yaptığı açıklamada mektuba yanıt verdiklerini belirterek şunları söyledi: " Daha önceden de ifade ettiğimiz bazı kaygıları taşımakla birlikte, işler ters dönerse bölgesel avantajları ve taktik performansın başarı kazanabileceğine olan inancımızı da korumakla birlikte, Önderliğimizin ortaya koymuş olduğu stratejik perspektifin daha doğru olduğunu, buna çok güçlü bir biçimde katılmanın kararlaşması ve iradeleşmesi oy birliğiyle gerçekleşmiştir ".

PKK liderinin, 23 Şubat 2013 günü Önder, Tan ve Buldan ile gerçekleştirilen üçüncü görüşmenin tutanaklarının basına sızdırılması, Öcalan'ın süreçle ilgili düşüncelerinin kamuoyuyla paylaşılmasını sağladı. Tutanaklara göre Öcalan, sürecin devamı için hükümetin somut adımlar atması gerektiğini vurguluyordu.
Öcalan, 21 Mart 2013 Nevruz kutlamalarında gönderdiği mektupla, PKK'ya sınır dışına çekilme talimatı vererek 30 yılı aşan savaşın bitebileceğinin somut işaretlerini, alanda toplanan yüz binlerce Kürt’e ve elbette masanın diğer tarafında oturan Türklere verdi. Öcalan ile BDP ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) heyetleri arasındaki görüşmeler devam ediyor.

Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar


http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-abdullah-ocalan


***