BARZANİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BARZANİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2017 Salı

“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler, BÖLÜM 1

“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve  Çeşitlemeler, BÖLÜM 1



Şanlı Bahadır KOÇ*
21 YY DERGİSİ SAYI 22


Bunun yazının bir kusuru olarak görülmemesini umuyoruz. Aslında muhtemelen makalede böyle başlığa sahip bir yazıyı okumaya karar veren türde insanların daha önce duymadıkları ve açıkça ya da belli belirsiz düşünmedikleri çok az şey vardır. Ama yine de okumaya devam edilmesinde fayda olabilir. Yazı meseleye olabildiğince cesur, makul ve pratik açılardan yaklaşmaya çalışacaktır. 
Objektif olmak için de elden gelen yapılacaktır ama bu konuda kesin bir söz veremiyoruz. 

Bu yazıda K. Irak’ta ve/veya Türkiye’de Kürt devletinin kurulma ihtimal ve senaryolarını, bunların Türkiye’ye muhtemel etkilerini ve konu hakkında bölgesel ve uluslararası aktörlerin hesap ve politikalarını tahlil etmeye çalışacağız.1 

TÜRKİYE ve KÜRTLER 

Türkiye’de bugün Kürt meselesine biraz da kötümser gözlüklerle bakan biri kolaylıkla aşağıdaki türden kaygılara sahip olabilir: 

• K. Irak’ta bir Kürt devletinin altyapısı büyük ölçüde oluşmuştur; 
• Türkiye’de Kürtçülük ve Kürt milliyetçiliği çok önemli entelektüel, siyasi, hukuki ve (hatta coğrafi) kazanımlar elde etmiştir; 
• Türk Hükümeti’nin bu konulara yaklaşımı yeterince güçlü, kararlı, akıllı ve organize değildir; 
• Hem Irak hem de Türkiye’de Kürt ayrılıkçılığının önündeki en büyük güçlerden biri olan Türk Silahlı Kuvvetleri neredeyse hiçbir zaman olmadığı kadar moral, inisiyatif ve hatta belki de prestij kaybetmiştir; 
• Türkiye’de Kürtler ile Kürt olmayanlar arasındaki karşılıklı şüphe ve kızgınlık 1990’larda terörün bugünkünden çok daha şiddetli olduğu günlerdekinin bile ötesine geçmiştir; 
• Türkiye’de Kürt sorununun kontrol edilmez boyutlara ulaşması ve belki de ülkenin bölünmesinde çıkarı, planı ve gücü olduğundan şüphelenilen yabancı unsurların Türkiye’yi cezalandırma ve ona zarar verme isteklerinin artabileceği bir döneme girilmiştir; 

Bu kadar kötümser olmayan bir bakış açısı ile bakıldığında ise, 

• ABD’nin Irak’tan çekilme sürecine girmesiyle Irak’ta resmen bir Kürt devletinin kurulma ihtimalinin zayıfladığı, 
• Bölge ülkelerinde bu tür bir devleti engellemeye yönelik irade ve koordinasyonun nispeten arttığı, 
• PKK’nın bağımsızlık yönündeki talebini - ne kadar samimi ve kalıcı olduğu tartışmalı olsa da – daha aşağılara çektiği, 
• Yaşanan her şeye rağmen Türklerle Kürtler arasında büyük çaplı şiddet içeren çatışmaların yaşanmadığı, 
• Kürtlerin önemli bir kısmının Türkiye’ye yönelik bağlılık, muhabbet, ihtiyaç ve katkısının hala devam ettiği ve 
• Türkiye’deki Kürtlerin sürekli olarak, kahir ekseriyetle, baskı altında kalmadan kendi kararıyla ve güçlü bir şekilde bağımsızlık isteyeceğini düşünmenin kolay olmadığı söylenebilir. 


Türkiye’de başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere bürokrasinin siyaset üzerindeki gölgesi birçok açıdan sorunluydu. Ancak, öte yandan son dönemde bu kuruma yönelik yapılan entelektüel ve fiili taarruzun dışarıda destek bulmasının en önemli nedeni sivilleşmenin ve demokratikleşmenin ötesinde bu kurumun Türkiye ve Irak’ta Kürt meselesinin belli bir şekilde çözülmesinin önündeki en önemli engel olması ile ilgisi olabilir. Bir Kürt devletinin önündeki en büyük engel Türkiye’nin bunu engelleme yeteneği ve iradesidir. Bu kırılırsa / kırıldığında bu amaca ulaşmak mümkün olabilir. Bağımsızlık isteyen Kürtler ve bu amaca “insani” ya da stratejik amaçlarla kafa yoran diğerlerinin bu durumun farkında olmaları ve söz konusu engeli aşmak için planlar geliştiriyor 
olması ciddi bir ihtimaldir. 

Türkiye’nin geri kalanında üniter yapının değişmesine ve diğer daha sınırlı 
adem-i merkeziyetçi önerileri destekleyen veya bunu gerektiren talep, ihtiyaç ya da şartlar yoktur. Her şeye rağmen, Kürtlere “hak etmedikleri halde” kültürel veya siyasi otonomi vermek doğru olabilir mi? 

Bu Kürtlerin ne kadarının talebidir? PKK yanlısı partilerin bölgeden, Kürtlerin tamamından veülke genelinden aldığı oy (kabaca söylersek sırasıyla % 40–50, % 20–30, % 5–7) ülkenin siyasi yapısını değiştirmek için yeterli değildir. Peki ya Kürtleri başka gruplar da takip ederse? Bunun daha ileri taleplerin ilk adımı olmadığından nasıl emin olunabilir? Türkiye’nin “çözüldüğü” ve bütün “kutsal” pozisyonlarını birer birer ve hızla terk ettiği görüntüsü oluşursa bunun dışarıdaki 
bazı hasımlarımızı da cesaretlendirmek gibi sonuçları olabilir mi? 
Kürtler PKK’nın kendilerini götürmek istedikleri yerin farkındalar ve gerçekten oraya gitmek istiyorlar mı? Kürtlerin “kendi başlarına” ve/veya sancılı on yıllar alması muhtemel olan bir pan-Kürdist süreçten sonra bölgedeki diğer Kürtlerle birleşerek, hem şimdikinden hem de bir çözüme ulaştıktan sonra Türkiye’de yaşayabileceklerinden daha iyi bir hayatları olacağını düşünmek 
aşırı iyimserlik olur ve bunu denemekte ısrar etmeleri kendileri açısından akıllıca olmaz. 

Bağımsızlık, federasyon ve hatta otonominin Kürtler için hangi sorun ve maliyetleri getireceği bu grup tarafından yeterince anlaşılmıyor olabilir. Milliyetçiliğin, hele “geç kalmış” ve henüz olgunlaşmamış ergin olmayan 
milliyetçiliğin genelde rasyonel ve pragmatik olmadığı söylenebilir. Türkiye’deki Kürt milliyetçiliği kendini paylaşım, ekonomik programlar ve refah talepleri değil kimlik üzerinde tanımlamaktadır. Kürt milliyetçiliğinin kimlikle ilgili talepleri ülkenin bütünlüğüyle ilgili makul endişeleri arttırmadan tatmin edilebilir mi? 





Bazı Kürtler, ülkedeki diğer etnik grupların talep etmediği statü ve ayrıcalıkları talep ederek, ülkedeki herkesin parçası olmayı ve oluşturmayı kabul ettiği “Türk kimliğini” reddederek kendileri dışındakilerin tepkisini çekmektedir. Kürtlerin 
bu yaptığı “mızıkçılık” ve hatta “şımarıklık” olarak algılanmaktadır. 
Türkiye’nin bir parçası olmanın Kürtler için bir sorun ya da yük değil avantaj olduğu, “Türk olmayı” kabul etmenin belli bir etnik grubun hegemonyasını kabullenmek değil büyük bir şemsiyenin altında toplanmak olduğu anlatılamamıştır. Türkiye’nin ekonomik, siyasi, sosyal ve diplomatik alandaki ilerleme ve başarıları Güneydoğudakiler dahil Kürtlerin radikal siyasi taleplerini 
gözden geçirmelerini ve “en akıllıca” yolun bu başarıların bir parçası olmak olduğu düşünmelerini sağlayabilir mi? Yoksa milliyetçiliğin “başarı, refah ve rahatlık” değil de daha duygusal ve hatta mazoşist amaçlar peşinde koşan rasyonel olmayan bir yönü olduğunu mu düşünmeliyiz? 
Türkiye’deki Kürtlerin ülkedeki diğer etnik gruplara kıyasla farklı ve ayrıcalıklı bazı durumları vardır. Kürtler Anadolu’daki tarihlerinin Türklerden de, Türkiye’deki Türk milletini oluşturan ya da onun içinde yoğrulmuş diğer etnik gruplardan da eski olduğunu iddia etmektedirler. 
Kürtler ayrıca sayı olarak büyük bir gruptur. Yakın zamana kadar tek bir bölgede yoğun olarak yerleşmişler ve bugün de önemli bir kısmı ülkenin değişik bölgelerinde yaşıyorlarsa da Güneydoğu’da baskın durumdadırlar. Kürt yerel liderlerin Osmanlı döneminde de merkezi otoriteye karşı bugünkü Türkiye’nin diğer bölgelerine kıyasla fiili anlamda daha büyük bir otonomileri olmuştur. 
Bölge feodal yapıdan milli devletin bir unsuru olma sürecini uzun ve gecikmeli bir süreçte yaşamış, bu süreci tamamlayamadan terör batağına saplanmış ve bu arada ekonomik ve sosyal açıdan ülkenin geri kalanına kıyasla daha da geriye düşmüştür. Kürtler için sınırın hemen ötesinde K.Irak’ta en azından ilk başta bazı gözlere bir ölçüde çekici gelen bir deney yaşanmaktadır. Bütün bunlar Kürtleri Türkiye’deki birçok etnik gruptan farklı bir noktaya getirmektedir. 
Ancak yine de bu farklılık Kürtlerin istediği türden bir ayrıcalığı gerektirir ve haklı çıkarır mı? Türklerde, Doğu’daki Kürtlerle ilgili olarak, vergi vermekten kaçındıkları, başta elektrik olmak üzere hizmetlerden kaçak olarak yararlanma eğiliminde oldukları; batıdaki Kürtler hakkında ise, gasp başta olmak üzere suç oranının yüksek olduğu, mafyalaşma eğiliminin arttığı, uyuşturucu kullanımının arttığı, bu grubun uyuşturucu ticaretinden kazandığı gelirleri batıda yasal 
sektörlere yatırım yaparak kullandığı, devletten doğuda üretim ve istihdam yaratma karşılığı aldıkları teşvikleri batıya taşıdıkları türünden giderek daha geniş çevrelerce paylaşılan bir dizi algılama vardır. Biz bu algılamaların ne kadar gerçeği yansıttığını ölçecek durumda değiliz ama bu durumun Kürtlerle halkın diğer kesimleri arasındaki mesafe ve açıları olumsuz şekilde etkilediğini görmek zor değildir. 

< PKK ile K. Irak yönetimi arasındaki ilişki muğlak, çelişkili, kompleks ve değişkendir ve dışarıdan bakan gözlere kendini kolay ele vermeyen bir yapısı vardır. >

PKK yanlısı partilerin Kürtlerin ekonomik ve sosyal sorunlarına ciddi derecede ilgisiz olmaları ve belediyelerde hizmet açısından gösterdikleri düşük performans bölgede Kürtlerin oylarının önemli bir kısmını almaya devam etmelerini engellememiştir. AKP’nin bu partilere ciddi bir rakip haline gelmeye başlaması sorunun çözümü ve bu partilerin “kendilerine çeki düzen vermeleri” 
açısından kısmen umut vericidir. Ama AKP’ye oy veren bölgede yaşayan Kürtlerin radikal taleplerde bulunup bulunmadıkları tam açık değildir. Bu kişilerin bir kısmı bağımsızlık da dahil amaç ve taleplere sahip oldukları halde, kısa vadede daha iyi hizmet almak istedikleri için, AKP’nin bu taleplerin karşılanması için daha akıllıca bir ara yol sunduğuna inandıklarından da din dahil başka faktörlerin etkisiyle AKP’ye yönelmiş olabilirler. Kürtlerin önemli bir kısmı PKK propagandasının da etkisiyle yoğun olarak yaşadıkları bölgenin bilerek ve planlı bir şekilde geri bırakıldığına inanmaktadır. 

Ama Türk bürokrasisi ve devletinin işleyişini biraz bilen biri bu iddianın doğru olamayacağını da bilir. Bölgenin nispeten geri kalmışlığını açıklamak için merkezden bu tür bilinçli çabadan değil, coğrafi ve iklim şartlarının zorluğu, denize ve büyük pazarlara olan mesafe, daha geç tasfiye olan ve halen de etkisini tam yitirmemiş feodal yapı, devlet kurumlarının buraya girmekte ve etkili olmakta geç kalması, zorlanması ve belki en fazla bu noktada devletin beceri ve 
hayal gücü eksikliği göstermesi ile son dönemde de terörün özellikle Türk ekonomisinin dinamizm yaşadığı döneme denk gelerek bu gelişmenin bölgeye de yansımasını engellemesi gibi nedenler sayılabilir. Son yıllarda bölgeye yapılan kamu yatırımı ve harcamaları ve verilen teşviklerle buradan toplanan vergi ve bölgenin ülkenin geri kalanına yaptığı ekonomik ve sosyal katkı arasında ciddi bir uçurum olduğu söylenebilir. Güvenlik ortamı sağlanmadan özel sektörün bölgenin kaderini etkileyecek ölçekte yatırım yapmayacağı görülmüştür. 

Radikal Kürt milliyetçilerinin Kürtlere en büyük zararı veren grup olduğu düşüncesini tekrarlamak muhtemeldir ki bazı kulaklara “eskimiş bir devlet propagandası” olarak gelecektir. Ama bu cümlenin ciddi oranda hakikat barındırdığı bize açık görünmektedir. Türkiye’deki Kürtlerin kaderi sayıları az olmayan bir azınlığın zorlaması, yönlendirmesi ve kandırmacaları ile kendilerinden çalınmaktadır. Bunun farkında olan ve buna karşı mücadele etmek isteyenlerin sayısının bunu açıkça ifade edebilenlerden çok daha fazla olduğunu düşünebiliriz. ABD işgalinden sonra K. Irak’ta bir Kürt devleti kurulup kurulmayacağını takip ederken Kürt meselesinin Türkiye’nin içinde nasıl önceden düşünülemez noktalara evrildiğini gözden kaçırmış olabiliriz. K. Irak’taki durumun Türkiye’nin içindeki bu gelişmede önemli bir payı olmuş olabilir. Bu arada K. Irak’ın Türkiye Kürtleri için emsal ve feyiz kaynağı olması için ille de 
resmi bir Kürt devleti kurulmasının gerekmediği ortaya çıkmıştır. AKP ve Fethullah Cemaati Türkiye’nin Kürt devletini engelleme iradesini zayıflatıyorlar mı? Başbakan Erdoğan Kürt devletini engelleme yönünde bir ihtiyaç, risk ve ivedilik hissediyor mu? Başbakan’ın bazı danışmanları etnik kökenleri nedeniyle bu riski küçümsüyor olabilirler mi? Kürt devleti kurulmasını arzu edenler AKP iktidarı ve Cemaat’in artan ve derinleşen gücünü ve bu soruna yaklaşımlarını 
kendileri için fırsat olarak görüyorlar mı? Bu iki aktör, Türk milliyetçiliğine ve askeri güç kullanımına mesafeleri; dış etkilere ve fikirlere belki sağlıksız derecede açık olmaları; içlerinde önemli sayıda ve üst pozisyonlarda Kürt ve Kürtçü barındırmaları ve “eski” Türk devletinin yapısını, ideolojisini ve kurumlarını aşındırma ve hatta onu toptan değiştirme yönündeki istek, çaba 
ve yetenekleri nedeniyle Kürt devleti isteyenleri umutlandırıyor olabilir. Bu iki aktörün belki de kısmen yukarıdaki nedenlerle tam tersine sorunun çözümü için bir fırsat sunduğunu düşünenler de vardır.

 <  PKK “adam öldüre öldüre” Siyasi bir Kürt kimliği yaratmayı başarabildiyse de bugün bile bağımsızlık isteyenlerin azınlıkta olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. >

PKK 

İddia edilebilir ki, bundan 30 yıl önce Türkiye’deki Kürtlerin çok azında bağımsız bir devlet isteği güçlü olarak vardı. PKK “adam öldüre öldüre” siyasi bir Kürt kimliği yaratmayı başarabildiyse de bugün bile bağımsızlık isteyenlerin azınlıkta olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Ama bu durum Kürt devletinin gerçekleşme ihtimalini tek başına ortadan kaldırmamaktadır. 
Son on yılda Türkiye’de Kürtler lehine yapılan değişiklikler bu grup tarafından önemli ölçüde PKK’ya -ve bir ölçüde AB’ye- ciro edilmiştir. PKK’nın dayanıklılığı, her türlü ideolojik söylemine rağmen özellikle diplomatik anlamda esnekliği 
ve “çevikliği”; tüm eksik, kusur, kabahat ve suçlarına rağmen Kürt halkının azımsanmayacak bir kısmının istekli veya zoraki desteğini sağlayabilmesi ABD tarafından not ediliyor olmalıdır. PKK’nın tutum, talep, tarz ve araçları zaman içinde şartlara göre değişmiştir. PKK ne istediğini biliyor ve her attığı adım o nihai hedefe dönük denebilir mi? PKK, eğer varsa, bu amaca yönelik attığı adımlarda stratejik hatalar yaptı mı? PKK ne kadar yekpare, hiyerarşik ve bağımsız bir örgüttür? Yabancı aktörlerden, “Kürt kamuoyu”ndan, Türkiye dışı Kürt lider ve entelektüellerden ne kadar etkileniyor? PKK’nın Kürtler arasındaki desteğinin ve meşruiyetinin kaynakları ve derecesini tespit etmek kolay değildir. PKK liderleri şiddetle elde edilebileceklerin sınırına geldiklerini düşünüyorlar mı? Silahı, “daha onunla yapacak çok şey olduğunu düşündükleri” 
için mi, silahsız bir hayatı tahayyül edemediklerinden mi, kendilerini korumak için mi, yoksa “abilerinin” de bunu istediklerinden daha emin olmadıkları için mi bırakmıyorlar? PKK kendini gelecekteki bir “Kürdistan”ın silahlı kuvvetleri olarak mı görüyor? 

PKK K. Irak’ta kurulacak Kürt devletinin Türkiye’ye kabul ettirilmesinin bir aracı olarak kullanılmak isteniyor olabilir. PKK terörü, K. Irak’ta kurulabilecek bir 
Kürt devletini Türkiye’nin 

1) Fiiliyatta kabullenmesi, 
2) Resmi olarak tanıması, 
3) Onunla işbirliği yapması, 
4) Onu koruma altına alması, 
5) Onunla federasyon kurması amacına hizmet edebilir. 

K. Irak’ta bir süre sonra “saygınlık kalkanı” kazanmış bir Kürt devleti kurulursa PKK değişik isim ve şekillerde Kürtlerin bölgedeki “vurucu gücü” rolünü oynayabilir. 
Ama bu noktada ABD’nin dikkat etmesi gereken bir denge vardır: PKK Türkiye’nin K. Irak’taki kurguyu bozmasının nedeni ve mazereti de olabilir. 
K. Irak’taki hakim elitler ile PKK arasında ideolojik ve sosyal farklar olmasının pratik sonuçları olacak mı? Kürt aktörler arasında var olan çelişkileri gün yüzüne çıkarmak ve bunlardan istifade etmek kolay olmayabilir. Kürtler bu farklılıkları ve çelişkileri belli bir düzeyin üzerine çıkarmamaya kararlı görünmektedir. “Kürtlerin birbirini keşfetmesi” ve “Kürt dayanışması” gibi motifler güçlenmektedir. PKK ile K. Irak yönetimi arasındaki ilişki muğlak, çelişkili, kompleks ve değişkendir ve dışarıdan bakan gözlere kendini kolay ele vermeyen bir yapısı vardır. Bu ilişkide, rekabet, şüphecilik, düşmanlık ve hatta çatışmanın yanında karşılıklı “göz yumma”, nihai ortak çıkar ve kader algısı, işbirliği, “Kürt kamuoyunun kabul etmeyeceği adımlardan sakınma” gibi boyutlar vardır. İki aktör de diğerinin bahçesinde bayrak göstermekte ama belli bir noktanın 
ötesinde diğerini zorlamaktan kaçınmaktadır. Ama zaman zaman pan-Kürdist pozlar takınsa da Barzani’nin şu anda elinde olan mutlağa yakın gücü ve petrolü Türkiye Kürtleri ve onların bağımsızlık isteyen kesiminin lideri PKK ile paylaşmak isteyeceğini düşünmek zordur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

18 Haziran 2017 Pazar

Türkiye'de Barzanici Hareket (1965-2007), BÖLÜM 6



Türkiye'de Barzanici Hareket (1965-2007),  
BÖLÜM 6

VIII. DİNİ FAALİYETLERİ

Din eskiden beri nüfuz yaymada önemli bir unsur olarak süregelmiştir. Nüfuz yayma bazen misyonerlik, bazen bir mezhep veya tarikatın propagandası, bazen
de tahrif edilmiş din, tarikat ya da mezhep olarak karşımıza çıkabilir. Bu tür operasyonlar etkili ve de ucuza mal olması bakımından sık başvurulan 
operasyonlardandır.



Mesut Barzani de gündeme getirmemekle birlikte el altından ailesinin mensubu olduğu Halidi Nakşibendiliği vasıtasıyla Irak'a komşu ülkelere,  özellikle Türkiye'ye yönelik faaliyetlerde bulunmaktadır.

Halidi Nakşibendiliği temelleri Irak'lı bir Kürt olan Mevlana Halidi Nakşibendi tarafından atılan sünni bir tarikattır. Uzun süre Hindistan'da eğitim gördükten sonra 1810'lu yıllarda İran üzerinden Irak'a gelen Mevlana Halid karizmatik kişiliğinin de avantajı ile kısa sürede altmışın üzerinde halife atayarak bölgede oldukça etkili bir şeyh haline geldi.

Barzani aşiretinin Halidi Nakşibendiliği ile tanışması ise Şeyh 1. Abdusselâm dönemine rastlar. Daha önce yine aynı aşiretten Şeyh Tacettin zamanın da Barzan'da müritlerin bir araya gelmesi için bir tekke mevcuttur. Barzani aşireti Mevlana Halid'in Şeyh Abdulselam'ı halife olarak atamasıyla Nakşibendi geleneğinin bir halkası haline geldi.69 

Aşiretin Halidi Nakşibendiliğinin halifeliğini kazanması bölgedeki nüfuzunu daha da artırarak sonraki yıllarda Kürtçü hareketle anahtar rol oynamalarının yolunu açtı. Bundan sonraki yıllarda bölgede meydana gelen her türlü hareketlilikte Barzan aşireti bir şekilde mutlaka bulunmuştur.

Halidi Nakşibendiliği'nin Doğu Anadoludaki temsilcilerinden olan Şeyh Said'in 1925'te Türkiye Cumhuriyetine karşı isyanında da Barzani  izlerini görmek mümkündür. Şeyh Said isyan etmezden evvel Muş civarında Molla Mustafa Barzani ve Nebrili Seyyid Abdulkadir ile bir araya gelerek durum değerlendirmesi yapmıştır. Halidiye Nakşibendiliği'nin temsilcileri benzer şekilde bir araya gelerek irtibatlarını sürekli devam ettirmişlerdir.
Mevlana Halid'in şeyh gibi davranabilme yetkisi verdiği halifelerin çoğu şeyh ailelerinden değildi,böyle olunca da eski şeyh ailelerinin bölgede kurmuş
olduğu tekel kırılmış yerini Halidî ekol almıştır. Şeyh Halid'in Nakşibendi tarikatına getirdiği yeni yorum da onun karizmasının artmasında etkili
bir rol oynamıştır. O dönemde Nakşibendilik geleneğinde Nakşibendi tarikatının en önemli unsuru olan, rabıta halifelerle yapılırdı. Mevlana Halid rabıtanın
direk kendisi ile yapılması geleneğini getirerek tarikat üzerindeki etkinliğini daha da arttırmıştır.Şeyh Halid'in halifeleri yeri geldiğinde birçok yerde kendi halifelerini atadılar ve böylece Erzurum'dan Süleymaniye'ye kadar olan yerlerde Halidi Nakşibendi ağı örülmüş oldu.

Milliyetçi bir karakter taşıyan ilk Kürt isyanı sayılan Şeyh Ubeydullah
Nehri İsyanı da bu Nakşibendi ağının halifelerinden olan Ubeydullah


Barzani'yi destekleyen Serbesti Dergisi'nin internet sitesinden bir görüntü.

Nehri tarafından çıkarılmıştır. Ubeydullah Nehri'nin isyanını izleyen yıllarda
henüz yeni başlamakta olan hareketlere liderlik edenler esas olarak şeyhlerdi.

Gerçekten de 19.yy.ın ikinci yarısından sonra tarikat şeyhleri en önemli politik liderler oldular. 71

Nakşibendi şeyhlerinin bu kadar etkili olmasında şüphesiz II.Mahmut döneminde başlayan “merkezileştirme” çalışmaları çerçevesinde bölgede bulunan feodal Kürt beylerinin nüfuzlarının azaltılması ve etkisizleştirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Merkezileştirme çalışmaları neticesinde Osmanlı merkezi idaresi tarafından atanan yöneticilerin halkı idare etmede yetersiz kalmaları sonucunda doğan otorite boşluğu Halidi Nakşibendiliğin halifeleri tarafından doldurulmuştur. Böylece bu şeyhler dini otoritelerinin yanına birde siyasî otorite ekleyerek Kürt milliyetçisi örgütlerinin çekim merkezi halini aldılar.




Molla Mustafa Barzani, üyesi olduğu Halidi Nakşibendiliği ağı sayesindedirki Irak'a komşu olan ülkelerdeki geniş kitlelerde büyük bir nüfuz ve sempatiye 
sahip olmuştur. 

Nakşibendi ağıolmasaydı onca savaşçıyı harekete geçiremeyecekti; bu insanlar onun kurtarıcı bir kişi olduğuna inanmayacak, bu kadar fanatikçe savaşmayacak ve ona bağlı olmayacaklardı.72

1960'ların sonu ve 1970'lerin başında Kürt milliyetçiliğinin bir kitle hareketi haline gelmesinin nedeni, Kürtçülerin Kürt milliyetçiliği fikrini soyut
olarak vurgulayan propagandalarının bir sonucu değildir.;asıl neden Irak'ta ve Irak'ın komşu ülkelerinin her köşesinde efsanevî kahramanlık hikâyeleri 
anlatılan,türkülere konu olan Molla Mustafa Barzani'nin kazandığı politik ve askeri başarısıdır.

< Bugün oğul Mesut Barzani de babasından kalan bu mirası çok profesyonelce kullanmaktadır. Türkiye'de Doğu ve Güneydoğu'da dindar Kürtlerin çevrelerinde Barzani'nin mutlak bir saygınlığı vardır. >

Bu saygınlıkta Halidi Nakşibendiliği ekolünün etkisi oldukça fazladır. Türkiye'- de Halidi Nakşibendiliği'nin kollarına mensup Kürtçüler sürekli Barzani'nin
bu özelliğine vurgu yaparak onun propagandasını pompalamaktadır. Söz konusu tarikatın bazı önde gelenlerinin kurdukları yada aracı oldukları şirketlere
Irak'ın kuzeyinde iş vererek bu ilişkiyi daha kalıcı hale getirmenin alt yapısını hazırlamaktadır.

ABD'nin Saddam rejimini devirmesinden sonra Irak'ın kuzeyindeki oluşumun başına geçen Barzani'yi tebrik amacıyla,Türkiye'den bir çok tarikat
bağlantılı ziyaretçi akını olmuştur. Palu Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Sait'in torunu HAK-PAR eski genel başkanı Abdulmelik Fırat başkanlığında bazı 
aşiret ve tarikat liderlerinden oluşan heyet Erbil'e hayırlı olsun ziyaretine gitti. Haberlere göre Barzani,Abdulmelik Fırat'ı dedesi Şeyh Sait'in
resminin asılı olduğu bir salonda ağırlayarak Fırat'ın dedesine itibar ve iltiatlar etmiştir.73

Bir dönem bakanlık da yapmış ve Diyarbakır'da nüfuzlu bir Şeyh ailesine mensup Salim Ensarioğlu da bir röportajında “Güneydoğu'da Barzani'nin
etkinlik kazanmasından rahatsızlık duymuyorum..Barzani de benim gibi feodal bir aileden geliyor. Dini ön plânda tutuyor. Şeyh ailesinden geliyor.
Görüştüğümüzde "ben de şeyhim" diyorum..Türkiye'ye geldiğinde görüşüyoruz. 74 Bazen de aracılarla haberleşiyoruz'' diyerek Barzani'ye bakışını
ortaya koyuyor.



İki dostun Beyaz Saray'da el sıkışması.


M. Barzani Türkiye'nin Kerkük konusunda atacağı muhtemel adımların
önüne geçebilmek için Irak'ın kuzeyindeki imamları devreye sokmuştur.

Bölgedeki bütün camilerde Türkiye karşıtı vaazlar verilmekte ve halk Türkiye'ye karşı kışkırtılmaktadır. Ayrıca Irak'taki tarikat liderlerini de 
Türkiye'deki tarikat önderleri ile daha sıkı işbirliğine yöneltmektedir.

SONUÇ

Barzan klanının mensuplarının 19. yüz yılın sonlarından itibaren peşinde koştuğu bir rüyayı gerçekleştirmeye en fazla yaklaşmış olan Mesud Barzani'dir.
Bu büyük rüya, aşamalı olarak, önce Irak'ta federal devlet çerçevesinde federe Kürdistan, sonra Irak'ın parçalanması ile Irak'ın kuzeyinde bağımsız 
Kürdistan, ve nihayet, Türkiye, Suriye ve İran'ın parçalanması ile doğması hedeflenen Büyük Kürdistan'dır.
Bu rüya, M. Barzani gizli gördüğü ve kimse ile paylaşmadığı bir rüya değildir. Aksine M. Barzani rüyasını herkesle paylaşmaktadır. Türkiye'ye yönelik
yayın yapan Barzanici bir sitede M. Barzani ile yapılan bir röportajın giriş cümleleri bu rüyayı şöyle anlatmaktadır: “..Acaba Kürtler sadece Kürdistan'ın
güneyiyle ve Irak'ın ortaklığıyla yetinecekler mi? Hayır! O nedenle Kürdistan Başkanı Mesud Barzani, daha şimdiden başlayarak bağımsız
Kürt devletinden söz ediyor. Mesud Barzani, Bağdat'daki mevki ve makamları kendine haram etmiş. 
O sadece Kürt halkına hizmet etmek için çalışacağını söylüyor. Bu hizmeti de, yalnız Kürdistan'ın güneyi için olmayacaktır."
Mesud Barzani'nin rüyası Kürdistan'ın güneyinden daha büyüktür. Mesud Barzani gibi bir lidere Kürdistan'ın güney kenarı dar geliyor. Onun bakış
ufku geniştir. Onun büyük bir ülkeye ihtiyacı var. Sere Reş (Kürdistan Baş- kanlık Sarayı)'ten Kürdistan'ın dört parçasını kapsayan büyük Kürdistan gece
gündüz onun hayallerini süslüyor. O, büyük Kürdistan'ın hesabını yapıyor.

Mesud Barzani'nin rüyası Türklerin, Arapların ve Farsların kâbusudur. Barzani daha şimdiden kendi rüyasından söz ediyor ki, Türkler, Araplar ve
Farslar onun rüyasına alışsınlar. Eline fırsat geçtiği ve dünya konjonktürü uygun olduğu an, o rüyasının gerçekleştirilmesini talep edecek…”
Barzani'yi gördüğü bu rüyadan uyandıracak iradenin mevcut olmaması O'nun daha da ileri giderek Türkiye'ye kafa tutmasının önünü açıyor.


DİPNOTLAR;

1  Radikal, 28 Ağustos 2005, Avni Özgürel “Kuzey Irak ve Barzaniler”   
2 Bkz. Martin van Bruinessen, "Ağa,Şeyh,Devlet", İletişim Yayınları Ankara 1996, s.
3 Mesud Barzani, "Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ve Barzani", s.25
4 Mesud Barzani, "Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ve Barzani", Doz yayınları. S.18
5 Sevr Anlaşması'nın söz konusu 62.63.ve 64. maddeleri aşağıdaki gibidir:
62.Madde: Fırat'ın doğusundan, ileride saptanacak Ermenistan'ın güney sınırının güneyinde ve 27. maddenin II / 2ve 3. fıkralarındaki tanıma uygun olarak 
saptanan Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini,iş bu anlaşmanın yürürlüğe konulmasından 
başlayarak altı ay içinde İstanbul'da toplanan ve İngiliz,Fransız ve İtalyan hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır. 
Herhangi bir sorun üzerinde oy birliği oluşmazsa, bu sorun, komisyon üyelerince, bağlı oldukları hükümetlerine götürülecektir. 
Bu plân, Süryani-Geldaniler ile, bu bölgelerin içindeki öteki etnik ve dinsel azınlıkların korunmasına ilişkin tam güvenceleri de kapsayacaktır; 
bu amaçla İngiliz, Fransız, İtalyan, İranlı ve Kürt temsilcilerinden oluşan bir komisyon incelemelerde bulunmak ve, iş bu anlaşmalar
uyarınca, Türkiye sınırının İran sınırı ile birleşmesi durumlarında, Türkiye sınırında yapılması gerekebilecek düzeltmeleri kararlaştırmak üzere bu 
yerleri ziyaret edecektir.
63. Madde: Osmanlı Hükümeti,62.maddede öngörülen komisyonlardan birinin ya da ötekinin kararlarını, kendisine bildirildiğinden başlayarak üç ay içinde 
kabul etmeyi ve yürürlüğe koymayı şimdiden yükümlenir.
64.Madde: İş bu anlaşmanın yürürlüğe konulmasından bir yıl sonra, 62.maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler,bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun 
Türkiye'den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyine başvururlarsa ve konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa
yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu öğütlemeye(tavsiyeye) ve bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir.
Bu vazgeçmenin ayrıntıları başlıca Müttefik devletlerle Türkiye arasında yapılacak özel sözleşmeye konu olacaktır. 
Bu vazgeçme gerçekleşirse ve gerçekleşeceği zaman, Kürdistan'ın şimdiye dek Musul ilinde kalmış kesiminde oturan Kürtlerin,bu bağımsız Kürt devletine 
kendi istekleri ile katılmalarına,başlıca Müttefik devletlerce hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır. (İbrahim Sadi Öztürk, Mondros, Sevr, Lozan Anlaşmaları, s.55-56)
6 Hasan Celal Güzel, "İşte diyaloğa hazırlandığınız Barzani'nin gerçek yüzü”, Radikal,22.2.2007
7 Mesud Barzani, "Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ve Barzani", s.27
8 “MİT'in Hakkari analizi”, Milliyet, 17.13.2006
9 M. Sirac Bilgin, "Barzani", Do Yayınevi , İstanbul, s. 35
10 Dr. İ.Ethem Gürsel, "Kürtçülük Gerçegi", s.73
11 Dr. Nihat Ali Özcan, "PKK Tarihi,İdeolojisi ve Yöntemi", s.19
12 İ. E. Gürsel, "a.g.e.", s.83
13 M. S. Bilgin, "a.g.e.", s.347,
14 http://www.bilgin.nu/about.php
15 İ. E. Gürsel, "a.g.e." , s.84
16 "a.g.e." , s.105
17 Michael M. Gunther, "The Kurdish Problem in Turkey" , s.398'den aktaran Abdulhalık Çay, Kürt Dosyası, s.443
18 Martin van Bruinessen, "Kürdistan Üzerine Yazılar", İletişim yayınevi, s.349,
19 Neşe Düzel, "Sertaç Bucak,söyleşi", Radikal,5.2.2007
Sertaç Bucak: Eğer Ankara sahip çıkmazsa,Kürt sorununu çözemezse,Kürtleri şimdiye kadarki bu tavırla yönetmeye kalkarsa Kürtler yönünü Erbil'e döneceklerdir. Çünkü insanlar, Erbil'dekilerin ekonomik ,siyasî ve sosyal durumlarına bakıp "onlar da Kürt,biz de Kürt'üz; peki biz niye böyleyiz,onlar niye böyle?" dediklerinde Erbil çekim merkezi olacaktır onlar için. Neşe Düzel: Kürtlerin yüzünü Erbil'e dönmesi,Kuzey Irak'la birleşmek istemeleri değil midir?
Sertaç Bucak:Aynen öyledir… Bu işin gideceği yer orasıdır…
Neşe Düzel: Türkiye ile Kuzey Irak'taki Kürt devleti ciddî bir çatışma çıkarsa buradaki Kürtler ne yapar sizce?
Sertaç Bucak: Güven sıfıra iner, ve Kürtler ciddî demokratik muhalefet yaparlar. Yani sivil itaatsizlik yaparız. Çocuklarımızı okula göndermeyiz., yolları, askerlerin önünü keseriz.
HAK-PAR Mayıs 2006'- da Diyarbakır'da “Kürdüm. Tarafım, Talep Ediyorum” sloganı ile bir imza kampanyası başlatmış,bu kampanya sonunda toplanan imzalar önce AB Ankara temsilciliğine, arkasındanda TBMM'ye sunulmuştur.
20 Kırmızı Çizgi, “Barzani destekli PDK-Bakur Şemdinli'nin neresinde”, Aralık 2005
21 Kırmızı Çizgi, “Barzani destekli PDK-Bakur Şemdinli'nin neresinde” , Aralık 2005
22 Haftalık Dergisi, Ercan Çitlioğlu, “Şemdinli'de olayların başlamasından iki dakika sonra
Roj TV nasıl canlı yayına geçti”, 25.Kasım.2005- 1.Aralık.2005, sayı 138/2005, s.23-24
23 Sabah, 24 Şubat 2006
24 Tempo, “Barzani Türkiye'ye KDP-Bakur örgütü ile sızacak” , 15 Mart 2007
25 Tempo, “Barzani Türkiye'ye KDP-Bakur örgütü ile sızacak” , 15 Mart 2007. Rojhat Amedi hakkında ayrıca Güneydoğu'da sınıra yakın yerlerdeki düğün ve 
nişan törenlerinde Mesud Barzaniadına altın gönderdiğine dair iddialar da mevcuttur. Bkz,Vedat Yenerer, Yeniçağ , “Almanya'nın PKK ve PJAK sevgisi", 
2-6-2006
26 Tempo, “Eski tüfek Kürtlerin dönüşü”, 3.2.2006
27 Milliyet,10.6.2006
28 Nokta, 7-14 Aralık 2006
29 Devrim Sevimay- "Haşim Haşimi söyleşi", Vatan, “Pazartesi Röportajları”, 12.9.2005
30 Devrim Sevimay- "İhsan Arslan söyleşi", Vatan, “Pazartesi röportajları” ,8.8.2005
31 Anadolu Ajansı, “Bir Teröristin İtirafları”, 12.5.2006
32 Sabah, “PKK'lılar Kuzey Irak'a Sığınıyor” , 1.3.2006. Nitekim aynı habere göre; 10 yıl PKK' da aktif görev aldıktan sonra örgütten kaçarak KDP güçlerine 
sığınan S.K adlı terörist, muhabire 2 yıl önce dağdan indim,I-KDP'ye başvurup yeni kimliğimi aldım ve Dohuk'a yerleştirdim” demektedir.
33 Sabah, “Eski PKK'lılar Bağdat'a paralı asker oluyor”, 13.2.2007444
34 Taha Akyol, ”Kürtçü harekette büyük bölünme”, Milliyet, 22.9.2005
35 Neşe Düzel, "Sertaç Bucak", söyleşi, Radikal, 5.3.2007
36Güler Kömürcü,Akşam, “Neler Oluyor”,19.8.2005,Arslan Bulut'tan naklen
37Murat Arısoy,Aydınlık,s.32,18.3.2007
38 Tempo, 1.4.2007
39 Akşam, 22.3.2007
40 Uğur Yıldırım, Aydınlık,1.2.2004
41 Pearson bu konuşmayı 17 Temmuz 2003'de Türkiye Müteahhitler Birliğinde yapmıştır.
42 Sabah, 26 Nisan 2006
43 Siirt Mücadele gazetesi, 5 Mart 2007
44 Ümit Özdağ, “Kerkük krizi ve Türkiye'nin Kuzey Irak Politikası”, 21.Yüzyıl Dergisi, s.26, Ocak-Şubat-Mart-2007
45 Güler Kömürcü, “İşte Barzani'nin Gizli Ekibi”, Akşam, 10.4.2007
46 Hürriyet, 20.7.2003

47 Mehmet Faraç, “Güneydoğu'da Barzanicilik Yükseliyor mu?”, Cumhuriyet, 5.5.2005
48 Emin Pazarcı, “Güneydoğu Notları”, Bugün, 29.1.2007
49 Güler Kömürcü, Akşam, 18.11.2005.Komisyon başkanı Vahit Kiler'in şu ifadesi oldukça düşündürücüdür: “Biz tüm bu büyük suça adı karışanları isim isim listeleyip açıkladık,hayat riski altında araştırmalarımızı tamamladık;bundan sonrası da bu ülkenin savcılarının,hakimlerinin ve sokaktaki vatandaşın takip gücüne, sorumluluğuna kalmıştır..” Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere bir takım maddi menfaatler karşılığında Barzani çetesi devletin üst kademelerince kollanmaktadır.
Konuyla ilgili ayrıca bakınız, 19.2.2007, Yenicağ, CHP Adana milletvekili Tacidar Seyhan'ın açıklamaları
50 Kırmzı Çizgi , Aralık 2005, s.36.39
51 Ahmet Erhan Çelik, “Barzani'ye Ödenen Türk Vergisi”, Tempo, 1.6.2006,s.22
52 Aytunç Erkin, Aydınlık, 13.11.2005, s.10-11 ve Hakan Güven, Aksiyon, 2.5.2005
53 Saygı Öztürk, Gözcü, 31.3.2006.Hatta bu sorumlu gümrükçülerden birisinin paralarla birlikte örgütten kaçarak, Barzani'nin yanına sığındığı iddia edilmektedir.
54Hakan Güven,Aksiyon,2.5.2005, “Kaçak Sigarada Barzani Tekeli”
55 Hakan Güven, “Kaçak Sigarada Barzani Tekeli”, Aksiyon, 2.5.2005
56 Halka ve Olaylara Tercüman, 24.11.2006
57 ATO, “Kaçakçılık Raporu” , 08.10.2006
58 Irak'a sefer düzenleyen kamyoncularla yapılan röportaj için bakınız, Tempo, 22-6-2006. Ayrıca “karasal liman” teklifi ve Kürt ticaret burjuvazisi 
oluşturma girişimleri için bakınız, Prof. Dr. Şener Üşümezsoy, www.gencturkhaber.com/yazi.php?id=26
59 Tempo, “Kürt Üniversitelere Türkiye'den 360 öğrenci”, s.36-38, 15.2.2007
60 Tempo, “Barzani Türkiye'deki Kürtlere Nüfus Cüzdanı Dağıtıyor”, 11.10.2005
61 Ahmet Erhan Çelik, “Türkiye Barzani ile Mutabakat Yolunda mı?”, Tempo, 2.12.2005
62 Güneş, “Barzani Hakkari'de altın dağıtıyor”, 13.4.2006
63 Tempo, ”Türkiye'deki Kürtler Irak'a yerleştiriliyor”, s.31, 20.92005
64 Tempo,22.2.207
65 Ece Temelkuran, “Adı konmamış şantiye devlet” , Milliyet, 11.2.3006-12.2.2006
66 Ece Temelkuran, “Adı konmamış şantiye devlet”, 15.2.2006
67 Mesud Barzani, “ Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ve Barzani”, s.24
68 Yalçın Koçak, http://internetajans.com/item-print.asp?iid=28599
69 Mesud Barzani ,age,cilt I ,s.23 / ayrıca Martin van Bruinessen, “Ağa Şeyh Devlet” ve “Kürdistan
Üzerine Yazılar” adlı kitaplarında konu ile ilgili ayrıntılar mevcuttur.
70 Mesud Barzani, "a.g.e.", Cilt I, s.27
71 Martin van Bruinessen, "Kürdistan Üzerine Yazılar", s.35
72 Martin van Bruinessen, "Ağa, Şeyh, Devlet", s.313
73 Tempo, 23.8.2005
74 Fikret Akfırat, Aydınlık, s.5, 3.12.2006
75 http://www.kerkuk-kurdistan.com/hevpeyvinek.asp?ser=3&cep=4&nnimre=4449



Kaynak Alıntı;

http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/51.pdf

***

25 Haziran 2016 Cumartesi

PKK VE BARZANİ KARŞISINDA YENİ BİR MAĞLUBİYET..



PKK ve Barzani Karşısında Yeni Bir Mağlubiyet

Yazar: Ümit Özdağ
07 MAYIS 2013 

Ancak Türkiye'ye gelmesinin nedeni Hakkari'de PKK'nın gerçekleştirdiği son saldırıda 24 askerimizin şehit olmasının Türk kamuoyunda uyandırdığı infiali ortadan kaldırmaktı. Barzani, Türkiye'de A. Gül. Erdoğan ve A. Davutoğlu ile görüşmeler yaptı. Tabii aslında uluslar arası diplomasi kuralları gereği federe bir devletin başkanı olarak örneğin Bavyera başbakanından farkı olmadığı için Türkiye'deki muhatabı olsa olsa dışişleri bakanı olması gereken Barzani'nin bu seviyede muhatap alınması önemli bir yanlıştı. Ancak AKP Hükümetinin Barzani'ye bitmek tükenmek bilmeyen kredisi bu zatı şımarttığı gibi diplomasinin kuralları dışında sanki bağımsız bir devletin başkanı imiş gibi muhatap alınması da ayrı bir yanlıştı.

Barzani ile yapılan görüşmelerde AKP Hükümetinin K. Irak yönetiminden PKK'ya karşı önlemler alınması taleplerini gündeme getirdiği duyuldu. Bu önlemler çerçevesinde PKK'nın yol kontrollarının engellenmesi, PKK'nın lojistik kaynaklarının çözülmesi, PKK'lıların peşmergeler tarafından yakalanması ve en önemlisi PKK'ya Avrupa'dan hava yolu ile Erbil havaalanı üzerinden gelen paraların Kandil'e ulaşmasının durdurulması talep edilmişti. Ayrıca, AKP Hükümeti Barzani'yi eğer "  Sen PKK'yı durdurmaz isen biz durdururuz " şeklinde tehdit etmişti. Barzani'nin bu taleplere verdiği cevap ise PKK ile çatışmayacağı doğrultusunda bir cevap olmuştu.

Ancak Barzani ile görüşmelerin bir başka boyutu olduğu ortaya çıktı. Taraf gazetesinin 14 Kasım 2011'de verdiği habere göre Erdoğan Barzani'den Karayılan ile görüşerek yeni bir ateşkes için arabuluculuk yapmasını istemiştir. Taraf'ın iddiasına göre Erdoğan, "Karayılan ile görüş ateşkes ilan edip, silahı bıraksınlar. Ortalık yangın yerine dönse de askeri operasyonlar sürecek. Eğer PKK silahlı mücadeleye devam ederse sen de zarar görürsün" demiş. Bu 1984'den buyana ilk kez bir hükümetin PKK'dan ateşkes talebidir. PKK 1990'ların başından itibaren bir çok kez ateşkes ilan etmiş ancak Türkiye Cumhuriyeti bu "ateşkes ilanlarını" yok saymıştır. Çünkü ateşkes talebi tarih boyunca savaşmaktan yorulan ve masaya oturduğu zaman taviz vermeye hazır olandan gelir. Erdoğan'ın " PKK'ya ateşkes ilan et " demesinin doğal sonucu, " Sen ateş kesersen bende keserim " demektir. Bu noktaya gelinmiştir. Bu, PKK karşısında uğranılan bir mağlubiyettir.

Peki, Erdoğan'ın PKK ateşkes ilan etmez ise sende zarar görürsün tehdidi Barzani'yi hiç etkilemiş midir? Hayır etkilememiştir. Çünkü, geçtiğimiz günlerde Türkiye'nin 1990'lardan buyana Irak-Türkiye sınırında Habur dışında bir ikinci sınır kapısının açılması için mücadele etmiştir. Ankara'da değişik hükümetler bu sınır kapısının Ovaköy bölgesine yapılmasını ve oradan Telafer-Musul hattı üzerinden orta ve güney Irak'a ulaşmasını istemişlerdir. Barzani ise bu talebi sürekli geri çevirmiş ve ikinci kapının ya Habur'un hemen yanına ya da kendi istediği bir bölgeye yapılmasını istemiştir. Hiç kimsenin aklına Habur sınır kapısını kapatarak "Ovaköy'e yeni kapı açılmadan Habur çalışmayacak" demek gelmemiştir. Eğer Türkiye Habur'u kapatır ise K. Irak boğulur.

Böyle olmayınca Barzani'nin baskıları netice vermiş ve Ovaköy'ün 5 kilometre doğusunda Barzani'nin istediği yerde ikinci bir sınır kapısı açılması için AKP Hükümeti tarafından yasa tasarını TBMM Dış İşleri Komisyonuna sevk edilmiştir. Komisyonda MHP milletvekilleri Tuğrul Türkeş, Tunca Toskay ve Sinan Oğan, kapının Ovaköy'den açılması gerektiği ve açılacak kapının Türkmenlerin haklarının ihlali olduğunu belirterek muhalefet şerhi koymuşlardır. Ancak AKP Hükümetinin teklifi AKP'li ve CHP'li milletvekillerinin oyları ile kabul edilmiştir.

Şimdi siz Barzani olsanız, Erdoğan'ın " PKK ile mücadele etmez isen sende zarar görürsün " tehdidinden etkilenir misiniz? 
Doğru! 

Barzani'de hiç etkilenmiyor. 

Muhtemelen Karayılan'a " Sen dayan ve devam et " önerisinde bulunmuştur.

http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6367



..

4 Nisan 2016 Pazartesi

IRAK FAKTÖRÜNÜN TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ




IRAK FAKTÖRÜNÜN  TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ 





Türkiye’nin Irak politikası uzun yıllar salt Kuzey Irak’taki gelişmelere endeksli oldu. 
(IKYB lideri Celal Talabani, Eylül 1996’da Ankara’da yapılan toplantılarda görülüyor.) 


< Dr. İrina Svistunova Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Üniversitesi İnceleme >
Türkiye’nin Irak politikası uzun yıllar salt Kuzey Irak’taki gelişmelere endeksli oldu. 


İnceleme ;

Dr. İrina Svistunova 
Moskova Uluslararası İlişkiler 
Devlet Üniversitesi 


IRAK FAKTÖRÜNÜN  TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ 







The Impact of Iraq on Turkish Foreign Policy 

Abstract 

Iraq has been at the center stage of international politics since the 1990s and deeply affected Turkish Foreign Policy. Three main issues that leads Turkey to become an actor in Iraqi politics are the developments in Northern Iraq, Iraqi oil, and the status of the Turkmen. In order to better understand the impact of Iraq in Turkish foreign policy choices, we would need to look at the historical background as well as the regional dynamics. This study looks at Turkish-Iraqi relations since the 1990s as well as what we may expect in the near future. 

Ortadoğu Analiz DERGİSİ;
Temmuz - Ağustos’ 2010 
Cilt 2 -Sayı 19-20 
İnceleme 


Türkiye ile Irak arasında çok boyutlu ikili ilişkilerinin gelişmesi süreci Türkiye’nin hassasiyetlerine daha büyük dikkatle bakılmasını sağlayacaktır. 
Bağdat’ın ise Irak’ta istikrarın korunması sorununda Ankara’nın desteğine muhtaç olması Türkiye-Irak güvenlik işbirliğine iyi bir zemin yaratmaktadır. 

Ortadoğu bölgesi uzun zamandır dünyanın dikkatini çekmektedir. Modern sorunları ele alırken bugün gözlemlediğimiz süreçlerin derin tarihi kökleri olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Bunun yanı sıra Ortadoğu bölgesi küresel gelişmelerin tesiri altında bulunmaktadır. Soğuk Savaş döneminin 
bitmesiyle birlikte iki kutuplu dünya düzeni değişim sürecine girmiştir. Kaçınılmaz olarak ülkelerin dış politika stratejisinde yeni durumun yansımaları ortaya çıkmıştır. 

Son yıllarda güncelliğini yitirmeyen Irak sorunu uluslararası kamuoyunun gündemine 1990’da gelmiş ve o zamandan beri Türkiye’nin dış siyasetini 
etkilemiştir. Irak’ın önemi Türkiye’nin Kuzey Irak bölgesiyle ilgili hassasiyet lerinden kaynaklanmaktadır. Bu hassasiyetler arasında Kürt sorunu açısından Kuzey Irak’taki gelişmeler, Türkiye’nin ihtiyacı olan Irak petrolü ve Irak Türkmenlerinin durumu yer almaktadır. Sözü geçen etkenlerin taşıdığı önem Türkiye’yi Irak’la ilgili olaylara karşı tarafsız bir seyirci olmak yerine milli menfaatlerini korumaya çalışan bir aktör olmaya sevk etmektedir. Irak faktörünün etkisi en çok Türkiye’nin ABD, İran ve Suriye ile ilişkilerinde kendisini göstermektedir. 

Türk dış siyasetini bu açıdan incelemek için ilk önce, Ortadoğu ülkesi olmayan, ama bölgeyi kendi çıkar alanı ilan eden ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilere dikkat etmemiz gerekmektedir. 
İki kutuplu dünya düzeninde Türkiye ABD’nin stratejik ortağı olarak NATO’nun Sovyetler Birliği ile karşı karşıya geldiği sınırda yer alıyordu. Fakat Soğuk Savaş’tan sonra Türkiye ABD ile ortaklığının yeni esaslarını aramak zorunda kalmıştır. 1990-1991 Körfez Krizi patlak verdiğinde Türkiye uluslararası harekâta hemen destek veren ve BM tarafından uygulanan ambargoya katılan ülkeler den biri olmuştur. O dönemden beri Irak sorunu Türk -Amerikan işbirliğinin önemli alanı haline gelmiştir. 

Aynı zamanda Türkiye’nin Körfez Krizi’ndeki tutumu 80’li yıllarda dinamik olarak gelişen Türkiye-Irak ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmuştur. Gerçekten Türkiye’nin Irak ile komşuluğu ve tarihi bağları uluslararası koalisyona katılması kararını zor bir seçenek haline getirmiştir. Türkiye hükümetini bu karara sevk eden nedenlere bakarsak, uluslararası konjonktörün ağır bastığını görebiliriz. Ankara için Körfez Krizi her şeyden önce Soğuk Savaş sonrası NATO çerçevesinde azalan stratejik öneminin canlandırılması anlamına geliyordu. Bundan başka Türkiye hükümeti krizde Batı’ya desteği karşılığında ekonomik kolaylıkları ve AB ile müzakerelerin ilerlemesini bekliyordu. Doğal olarak 
Türkiye’nin bölgesel nüfuzunun güçlendirilmesi umutları mevcuttu. 

ABD ise Rusya’nın iç sorunlarına odaklanmasından faydalanarak Ortadoğu’da Yeni Dünya Düzeni’nin temelini atmayı amaçlıyordu. Körfez krizi sonrası bölgede askeri varlığının sürdürülmesi ABD’nin çıkarına geliyordu. Bunun için Irak’ın kuzeyinde Güvenlik Bölge oluşturulduktan sonra Ankara’nın yardımı Waşington’un gözünde eşsiz değer kazanmıştır. Güvenli Bölge 1991’de Irak’ta sivillere karşı uygulanan şiddeti kınayan BM kararından sonra oluşturulmuştur. Müttefikler denetim uçuşları için Türkiye’nin İncirlik üssünü kullanıyordu. 

Bu durum Türk- Amerikan ortaklığını güçlendirmekle birlikte 90’lı yıllar süresince Türkiye-Irak ilişkilerini gölgeleyen bir unsur oluyordu. 

Türkiye, denetim uçuşları için topraklarının kullanılmasına izin verip bölgesinde yıllardır güttüğü tarafsızlık politikasından vazgeçmiş oldu. Irak hükümetini tedirgin eden diğer bir gelişme Ankara’nın sınırötesi operasyonlarıydı. 1988’de sıcak takip anlaşmasını iptal eden Bağdat hükümeti Ankara’nın Kuzey Irak’ta fazla nüfuz kazanacağından korkuyordu. 

Körfez Krizi ve sonuçları Türk ekonomisini ağır hasarlara uğratmıştır. Savaştan önce Türkiye’nin ikinci büyük ticari ortağı olan Irak’la ticari-ekonomik bağların kesilmesi işsizliğin artmasına ve bir sıra sosyal-ekonomik sorunlara neden olmuştur. Özellkle Irak’a ambargo uygulanmasını takiben Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının kapatılması büyük ekonomik kayıplara yol açmıştır. 
Batı’dan beklenen yardım ise gelmemiştir. 1997’de “petrol karşılığı gıda” programına başlanınca ekonomik ilişkilerin canlandırılması ve Kuzey Irak bölgesinde istikrar sağlanması konuları Türkiye-Irak işbirliğinin gündemine gelmiştir. 


Türkiye gibi Irak’ın komşusu olup Kürt nüfusu barındıran İran ve Suriye, Irak’ın milli bütünlüğü konusunda benzer fikirleri paylaşıyorlardı. Bağdat hükümeti ve Irak’a komşu ülkeler Kürt devletinin kurulmasına yönelik gelişmeleri her zaman kaygıyla izliyorlardı. 1992’da Kuzey Irak’ta parlamento seçimleri yapıldıktan sonra Türkiye, Irak, İran ve Suriye Kürt sorunu üzerinde dörtlü toplantılar düzenlemeye başlamışlardır. Bu toplantılar giderek katılımcı ülkelerin diğer konularda da birbirine yakınlaşmasına ve eski anlaşmazlıklarının giderilmesine yardımcı oluyordu. 

1990’lı yıllarda Türkiye’nin Ortadoğu komşularıyla ilişkilerini şekillendiren iki önemli etken vardı. Birincisi Türkiye’nin PKK ile savaşı, ikincisi de 1991’den sonra Kuzey Irak’ta meydana gelen iktidar boşluğuydu. Zaman zaman Türkiye hükümeti Suriye, Irak ve İranı PKK’ya destek vermekle suçluyordu, bu yüzden ikili ilişkilerde krizler yaşanıyordu. Özellikle Türkiye-Suriye Türkiye’deki karar alıcılar, Irak’ın işgal hazırlıkları sırasında bir taraftan ABD’nin bir taraftan da kendi iç kamuoyunun yoğun baskısına maruz kaldı. İlişkilerinin normal gelişmesini engelleniyordu. 1998’de Suriye’nin resmi olarak PKK’ya desteğinden vazgeçmesi iki ülkenin yakınlaşmasına yol açmıştır. 

Güvenli Bölge oluşturulduktan sonra Bağdat’ın Kuzey Irak’taki durumunu etkileme imkânı sınırlı olmuştur. Komşu ülkeler ise kendi güvenliklerini düşünerek bu bölgenin istikrarlı olmasını amaçlıyor ve Irak Kürtleriyle işbirliği yapıyordu. Kürt partilerin mücadele ortamında Türkiye ve İran bölgedeki kontrollerini genişletmek için rekabet ediyordu. Ama hem Türkiye’nin, hem de 
İran’ın Irak sorunuyla ilgili hassasiyetlerini bu rekabetten daha üstün tutması kayda değerdir. 


< Rusya savaş sonrası Irak sorununun çözülmesi konusunda Türkiye ile aynı görüşü paylaşmaktadır. BM’in ana rolünü, yani Irak’ın toprak bütünlüğünün 
ve milli birliğinin korunmasını desteklemektedir. Türkiye, İran ve Suriye’nin kaygılarını anlayışla karşılamaktadır. >


Yani Irak faktörü Türkiye ile İran’nın bölgesel nüfuz için rekabetinin gerginleşmesini önlüyordu. Kuzey Irak konusunda ABD’ye destek vermesine rağmen Türkiye hükümeti Kuzey Irak’ın giderek Bağdat’ın kontrolüne dönmesinden yanaydı. ABD’nin Kürt sorununda açık olmayan politikası Türkiye’nin Bağdat’la ilişkilerinin normalleşmesini hızlandırıyordu. Körfez Krizi zamanında geri çekilen Türk büyükelçisinin 2001’de Bağdat’a dönmesi güven eksikliğinin giderilmesi yolunda etkin bir adımdı. Ama iki ülkenin ekonomik işbirliğinin gözle görülür bir şekilde canlandırılması 2003’te sona ermiştir. 

2000’li yılların başındaki Türkiye-Irak siyasi temasları dikkate değerdir. ABD’nin Irak’a saldırmaya hazırlandığı dönemde Türk yetkilileri birkaç defa Bağdat gezisine çıkıp Irak liderini ve hükümetini BM müfettişleriyle daha sıkı işbirliğine çağırıyordu. Ankara’nın çağrılarının pek fayda vermemesine rağmen Türkiye’nin bunu defalarca yapabilmesi bile, yani Saddam’a fikrini söyleyebilmesi, Türkiye-Irak ilişkilerinin yüksek bir düzeye ulaşmış olmasının göstergesidir. 

Genel olarak bakıldığında 1990’lı yılların başında, yani uluslararası sistemin yeniden şe-killendirilmesi döneminde, Irak faktörü Türk-Amerikan ittifakının yardımcı olmuştur. Türkiye Ortadoğu’da Batı’nın güvenilir bir müttefiki olduğunu ispatlamıştır. Körfez Krizi sonrası Türk-Amerikan işbirliğinin gündemine Kuzey Irak bölgesi sorunu gelmiştir. Denetim uçuşları için İncirlik üssünün kullanılması Türkiye içinde sert tartışma konusu olup Türkiye’nin uluslararası durumunu da etkiliyordu. İnsani müdahale bahanesiyle gerçekleştirilen denetim uçuşları 

Ortadoğu’da ABD’nin askeri varlığının artırılması anlamına geliyordu. Bu süreç ABD’nin düşman gözüyle baktığı Irak, İran ve Suriye tarafından tehdit olarak algılanıyordu. Türkiye’nin buna yardımcı olması ise komşu ülkelerin Ankara’ya karşı güvensizlik yaratıp ilişkilerinin gelişmesini engelliyordu. Bunun yanısıra Kuzey Irak’ta yıllardır iktidar boşluğunun sürmesi terörist gruplarının 
bölgede yerleşmesine imkân vermiştir. 

Hem Türkiye, hem de ABD farklı amaçlarla Kuzey Irak’ın istikrarlı bir bölge olmasını istiyordu. ABD’nin çıkarlarına göre öncelikli amaç Saddam’ın devrilmesiydi. Bu yüzden Bağdat’ın kontrolünden koparılmış olan Kuzey Irak’ın istikrar kazanması Saddam’a karşı oluşturulan bir cephe olarak değerlendiriliyor du. Türkiye açısından ise öncelliği taşıyan husus Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasıydı. Bunun için Türk Hükümeti Irak Kürtlerini Bağdat’la bağlarını güçlendirmesine teşvik etmeye çalışıyordu. 

Türkiye Irak Kürtleriyle işbirliği ve diyalog tecrübesine sahiptir. Özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye Irak Kürtlerinin liderlerine türlü yardımlarda bulunuyordu. Türkiye KürdistanYurtseverler Birliği ve Kürdistan Demokratik Partisi başkanlarına diplomatik pasaport verip Avrupa ve ABD’ye ulaşmalarını sağlıyordu. İki parti arasındaki anlaşmazlıkların çatışmalara dönmesi sürecinde 
arabulucu rolü oynuyordu. Ambargoya rağmen Türkiye ile Kuzey Irak arasında devam eden petrol ticareti her iki partiye gelir sağlıyordu. 


1998’de Washington’da Iraklı Kürtler arasında imzalanan anlaşmada federal bir devlet yapısından söz edilmesi ve toplantının ABD tarafından düzenlenirken Türkiye’nin devredışı bırakılması Ankara’nın sert tepkisini çekmiştir. ABD’nin kendi çıkarları izlediği, bölgede kendi oyununu oynadığı daha anlaşılır hale gelmiştir. Böylece 1990’lı yılların sonunda milli menfaatlerinin ayrılması 
nedeniyle Irak faktörü Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz etkilemeye başlamıştır. 

ABD’nin Irak’a saldırdığı 2003 yılı yaklaştıkça Amerikan yetkilileri Türkiye’nin aktif desteğini sağlamak için ikili temasları yoğunlaştırmışlardı. Türk hükümeti ise Körfez Krizi’nin yıllarca giderilemeyen ağır ekonomik sonuçları ve bölgesel durumu göz önünde bulundurarak hassas konularda net garantiler almakta ısrar ediyordu. Maalesef dünya basınında Türk-Amerikan görüşmelerindeki 
Türkiye’nin tutumu yanlış yorumlanarak Ankara’nın hayati derecede önemli olan milli çıkarlarını savunması soğukkanlı para pazarlığı olarak gösteriliyordu. 

2003 Irak krizi Türkiye’yi zor bir duruma sokmuştur. ABD’ye destek vermeyerek bu güçlü ülke ile geleneksel ilişkilerini riske atmıştır. Ama sonraki olaylara baktığımızda ABD’nin BM’nin onayı olmayan ve uluslararası hukuk bakımından yasadışı olan Irak’a saldırısına katılmayan Türkiye bölgesel nüfuzunu önemli ölçüde arttırmıştır. Türkiye’nin Irak savaşına taraf olmamasından 
kaynaklanan dış politika kazanımları şu yönlerde belirlenmektedir: 

Birinci olarak, Türkiye Irak halkı tarafından olumlu algılanıp Irak’taki her türlü etnik ve dinsel gruplarla işbirliğine hazır olduğunu ilan ederek yeni Irak’la yakın işbirliği kurabilmiştir. 

İkinci olarak, Türkiye’nin Suriye ve İran ile ilişkilerinde Irak savaşının etkisiyle çok derin ve vaadedici değişim süreci başlamıştır. Bunun sayesinde üç komşu ülkesi arasında geleceğe dönük çok yönlü işbirliği giderek artmaktadır. 

Üçüncü olarak, Ortadoğu bölgesinde Türkiye’nin imajı iyileşmiştir. Bölge ülkeleriyle ilişkilerini ilerleten Türkiye bölgesel sorunlarda arabuluculuk yapabilir hale gelmiş, hem de Batı ülkelerin 
gözünde ek değer kazanmıştır. 

2003 Irak krizinde Türkiye, İran ve Suriye’nin gösterdiği dayanışma bu üç ülkenin bağlarını yeni bir seviyeye çıkarmıştır. Savaş sonrasında Türkiye, İran ve Suriye’nin yöneticileri birçok kez Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, Irak’tan yabancı askerlerinin çıkarılması ve Irak’ın geleceğinin Irak halkı tarafından tayin edilmesi gerektiği konusunda resmi açıklamalarda bulunmuş lardır. Bunun yanısıra Türkiye, İran ve Suriye aralarındaki çok yönlü işbirliğini teşvik edecek adımlar atmışlardır. Bu adımların bazılarını hatırlatırsak, Türkiye ile Suriye’nin ticari ve ekonomik ilişkilerine yeni bir boyut kazandıracak serbest ticaret anlaşmasının imzalanmasını gösterebiliriz. Türkiye’nin katılımıyla Suriye ile İsrail arasında dolaylı görüşmeler düzenlenmiştir. Türkiye ile İran arasındaki üst düzey ziyaretler yoğunluk kazanmıştır. İran gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya ihracatı konusunda ön anlaşmaya varılmıştır. 

ABD’nin İran ve Suriye’ye karşı yaklaşımının sertleştiği ve uluslararası gerginliğin arttığı bir ortamda Türkiye-İran ve Türkiye-Suriye işbirliğinin yoğunlaşması Türkiye’nin aktif bölgesel politika izlemekte kararlı olduğunun kanıtıdır. Aynı zamanda Irak faktörünün Türkiye-Suriye ve Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesi için itici güç rolü oynadığını göstermektedir. 

Türkiye’nin Irak’la ilişkilerinde dikkat çekici bir gelişme Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi mekanizmasının oluşturulmasıdır. Düzenli şekilde yapılacak iki ülkenin bakanlarının toplantıları ikili ilişkilerin stratejik seviyeye yükseltilmesini sağlamaktadır. 2009 yılının sonunda Türkiye-Irak Konseyini örnek alarak Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi projesi de hayata geçirilmiştir. Ortadoğu’da bunun gibi eşini görülmemiş geniş kapsamlı işbirliği bağları potansiyel ihtilafları önleyici bir araç görevini yapabilmekte dir. 

Türkiye-ABD ilişkilerine gelince, her iki tarafın Irak sorununun önemini anladığı bellidir. 1 Mart 2003 Tezkeresi’nden sonra Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan kriz ortamı Çuval Olayı gibi bazı olumsuz gelişmelerin etkisiyle gerginleşmiştir. Irak sorununun düzenlenmesinde ABD’nin Türkiye’yi devre dışı bırakacağı tahminleri yayılıyorduysa da kısa bir süre içinde Irak’ın yeniden yapılandırılma sı işinin Washington’un planladığından çok daha zor olduğu ortaya çıkmıştır. Irak ile derin bağları bulunan, bölgesel güç olan Türkiye katılmadan ABD Irak’ta uzun vadeli huzur sağlayamaz. Buradan hareketle Amerikalı yetkililer Türk-Amerikan ilişkilerinin canlandırılmasına gayret göstermiştir. ABD Başkanı Barack Obama’nın ilk Avrupa turuna Türkiye ziyaretinin de dâhil edilmesi buna yönelik adımlardan biri olmuştur. 

Türkiye’nin Irak ve ABD ile ilişkilerinin güvenlik boyutu özel önem taşımaktadır. 2012 yılına kadar ABD’nin askeri birliklerinin Irak’tan çekilmesinin planlanması Irak’ta istikrar sağlanması sorununu güncelleştirmektedir. Bu bakımdan Türkiye’nin Bağdat ve Bölgesel Kürt Yönetimi’yle güvenlik alanındaki işbirliği ABD’nin çıkarına gelmektedir. Türkiye, ABD ve Bağdat’ın katılımıyla 
oluşturulan üçlü mekanizmaya Bölgesel Kürt Yönetimi’ iştirakı da sağlanmağa çalışılmaktadır. Türkiye, ortaklarının Irak’ta terörist gruplarının yerleşmesine karşı daha aktif şekilde hareket etmesini istemektedir. ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra Bağdat Ankara’nın terörizmle mücadele konusunda ana ortağı haline gelecektir. Türkiye ile Irak arasında çok boyutlu ikili ilişkilerinin gelişmesi süreci Türkiye’nin hassasiyetlerine daha büyük dikkatle bakılmasını sağlayacaktır. Bağdat’ın ise Irak’ta istikrarın korunması sorununda Ankara’nın desteğine muhtaç olması Türkiye-Irak güvenlik işbirliğine iyi bir zemin yaratmaktadır. 

2003’te Türkiye’nin girişimiyle başlanan Irak’a komşu ülkelerin toplantıları düzenli bir şekilde devam ederek bölge istikrarına, komşu ülkelerin yakınlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Toplan-tıların sonuç bildirgelerinde Irak’ın toprak bütünlüğü ve milli birliğinin sağlanması gerektiği ve Irak’taki terörist gruplarının bölge ülkelerinin güvenliğini de tehdit ettikleri, BM’in daha aktif rol alması gerektiği vurgulanmıştır. Böylece Türkiye’nin ortaya attığı bu bölgesel inisiyatif sayesinde ilk kez bölge ülkeleri güncel bir sorun üzerinde ortak bir tutum sergilemişlerdir. Uluslararası camianın söz konusu toplantılara ilgisinin artmasıyla birlikte zirvelere BM Güvenlik Konseyi, İKÖ, Arap Birliği, Avrupa Komisyonu ve G-8 temsilcileri de iştirak etmeğe başlamışlar. 

Bu husus da Türkiye’nin uluslararası konumunu ve imajını güçlendirmektedir, çıkarlarını savunmak, kaygılarını dünyaya duyurmak imkânlarını çoğaltmaktadır. 

Rusya’nın da Irak sorununa ve Türkiye’nin Irak’a yönelik politikasına yaklaşımından söz etmek gerekmektedir. 2003’te Rusya Irak’a müdahaleye karşı çıkan ülkeler arasındaydı, Irak sorununu bölgesel dengeleri belirleyecek bir faktör olarak değerlendirmektedir. Rus yetkilileri kriz sırasındaki Ankara’nın tutumunu Türkiye’nin milli çıkarlarına uygun bulduğunu dile getirmişler. 
Rusya savaş sonrası Irak sorununun çözülmesi konusunda Türkiye ile aynı görüşü paylaşmaktadır. BM’in ana rolünü, yani Irak’ın toprak bütünlüğünün ve milli birliğinin korunmasını desteklemektedir. 
Türkiye, İran ve Suriye’nin kaygılarını anlayışla karşılamaktadır. Irak halkının çektiği zorluklara, ıstıraplara bir an önce son verilmesi gerektiğine inanmaktadır. 


***


2 Şubat 2016 Salı

ALIŞIRSINIZ ALIŞIRSINIZ DEMİŞLERDİ ALIŞTIK...




ALIŞIRSINIZ   ALIŞIRSINIZ  DEMİŞLERDİ  ALIŞTIK...



Özal haklıymış: Alıştık!

Serap Yeşiltuna

05.01.2009/Sayı:218






Bugün PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmeyen Barzani ve Talabani, “Dayı” diye hitap ettikleri Özal’dan o dönem her türlü desteği alabiliyordu. Barzani’ye uluslararası alanda rahat seyahat edebilsin diye ''Türk Pasaportu '' veren de TURGUT Özaldı.




Türkiye Özalcılıkla Tanışıyor, ona Alışıyor

Biz 12 Eylül karanlığının gölgesinde yaşadık çocukluğumuzu. Sözde bir yumuşama ve % 90’ların üstünde güvenoyu almış bir 12 Eylül Anayasasının kazandırdığı sözde bir barış ortamının içinde yani.

İlk serbest genel seçimlerin ardından, 1983’te, Türkiye sivil bir iktidarla değil, uzun yıllar Türkiye’yi esir alacak bir Kürt-İslam dayatmasıyla tanışmıştı. Bu, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ydi. Darbeyle solun tükenme noktasına getirildiği, hiç de demokratik olmayan bir ortamda kazanılan bu seçimlerin ardından, 1987’de yapılan ikinci genel seçimler ise Özal iktidarının güven tazelemesi oldu.

Türkiye artık “Özalizm”le tanışıyor, onu kanıksamaya başlıyordu. Bunun bir ideoloji değil “anlayış” olduğunu anlayamadan.
İlk renkli televizyonların da hayatımıza girdiği yılları yaşıyorduk. Bu renkli televizyonlardan evlerimize giren, her hafta yayınlanan bir Türk filmi, bir iki çizgi film ve eğlence programı, ama en çok da Turgut Özal’ın kendisiydi. “İcraatın İçinden” programlarıyla bir yandan Özal kendi reklamını yapıyor, bir yandan da faşizm Türk Milletine yavaş yavaş kabul ettiriliyordu.
O yıllardan hatırımızda en çok kalan şey, gözümüzün içine sokulan bir dolma kalem ve Özal’ın saatler süren nutukları ve can sıkıcı gülüşüydü.
Bu belki çocuk hafızamıza yer eden bir ayrıntıydı, belki de ailelerimizin televizyon başında ettiği küfürlerin bilinçaltımıza işlemeseydi. Ama Türkiye’nin bir dönüm noktasında olduğunu da hissediyorduk.

Özal iktidarı neyin ifadesiydi peki?

Bunu en iyi anlatan şey Özal’ın kendi sözleridir aslında.
“Benim Memurum işini bilir”,
“Ben Zengini Severim”,
“Anayasayı bir kere de biz delsek ne olur”,
“Türk dediğin nedir ki”,
“Tren yolları Komünist işidir”
gibi pek çoğu Türk siyasi tarihine geçmiş olan bu sözler, tek tek bile ayrı bir incelemenin konusu olabilir.
Ama solcular açısından en çok yürek yakanı Kasım 1989’da Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından “alışamadık” diyenlere “alışırsınız, alışırsınız” diye cevap vermesi olmuştur.
Bunu özellikle 80’den sonra kendilerini “sosyal demokrat” olarak ifade etmeye başlayan solculara söylemiştir. Erdal İnönü’nün ifadesi ile “Aslan sosyal demokratlar”a yani…
Bugün bu yürek yakıcıdır; çünkü o dönem alışamayan solcuların hepsi bugün her şeye alışmıştır.
Alışırsınız, Alışırsınız” ifadesi söyleniş şekliyle bile oldukça alaycıdır, ama alaycı bir öngörü! Buradan incelenmesi gereken iki mesele var:
O dönem alışılamayan nedir?
Özal iktidarı neyin başlangıcıdır, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna yakışmamasının sebebi nedir?

Solcular neden rahatsızdır?

İkinci olarak da, bugün alışılıp temel politika haline getirilen nedir?
O gün Özal’a alışamayan solcular ne olmuştur da bugün önce Tayyip’e, sonra da Abdullah’a alışmıştır?





İlk renkli televizyonların da hayatımıza girdiği yılları yaşıyorduk. Bu renkli televizyonlardan evlerimize giren, her hafta yayınlanan bir Türk filmi, bir iki çizgi film ve eğlence programı, ama en çok da Turgut Özal’ın kendisiydi.
“İcraatın İçinden” programlarıyla bir yandan Özal kendi reklamını yapıyor, bir yandan da faşizm Türk Milletine yavaş yavaş kabul ettiriliyordu.
O yıllardan hatırımızda en çok kalan şey, gözümüzün içine sokulan bir dolma kalem ve Özal’ın saatler süren nutukları ve can sıkıcı gülüşüydü.

Bu belki çocuk hafızamıza yer eden bir ayrıntıydı, belki de ailelerimizin televizyon başında ettiği küfürlerin bilinçaltımıza işlemeseydi. Ama Türkiye’nin bir dönüm noktasında olduğunu da hissediyorduk.

“Özalizm” piyasacılıktır, köşe dönmeciliktir Özal dönemi gerçekten de Türkiye’de karşı devrimin somut biçimde yerleşmesini getirmiştir.

O sadece TRT ekranlarından hayatımıza giren adam değil, geleceğimizi de ABD’ye teslim eden, Kürtçülüğün ve şeriatçılığın tohumlarını eken adamdır.
24 Ocak 1980 kararlarının mimarıdır Turgut Özal. Serbest piyasa ekonomisini hayata geçiren, devletçiliği ve planlı ekonomiyi bitiren, özelleştirmeleri başlatan, dış ticareti ve faizi serbestleştiren bu ekonomik kararların hazırlayıcısı, 12 Eylül öncesinde Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirilen Turgut Özal’dır. Daha Başbakan olmamıştır, ama 12 Eylül öncesinde siyasetin içinde olup, 12 Eylül’de yargılanmadan iktidara gelen tek adamdır ve 24 Ocak Kararlarının da uygulayıcısı olacaktır.
Türk Parasını Koruma Kanunu’nu kaldıran adamdır Turgut Özal. Cumhuriyet dönemi iktisat yasalarının sembolü sayılan bu yasayı kaldırarak, emperyalizmin saldırılarına açık bir ekonomi yaratmış, Türk piyasasını yabancı sermayeye açmıştır.

AB ile ilk Gümrük Birliği anlaşmalarının mimarıdır aynı zamanda.

Yani Özal dönemi, ekonomide devletçiliğin tamamen sıfırlandığı bir dönemdir. Solcuların öncelikle alışamadığı bu olmuştur. Özal “ Zengini Seven” ve köşe dönmeciliği yerleştiren adamdır.

Solcular alışamamıştır Özal’a, çünkü o iktidara tırmanırken, dönemin aydınları yargılanmakta, işkence tezgahlarından geçmektedir.
Tabi bunlar bizim televizyonlarımızın ekranlarında yoktur. Bizim gördüğümüz “icraatlar”dır, ‘kalkınma programları’dır yalnızca. Her şeyi serbest hale getiren Özal, siyaset yasaklarının kalkmaması için çırpınmaktadır bir yandan.
“Bir koyup beş almak” siyaseti: Kürtlere verilen ilk tavizler
Turgut Özal Kürtçülüğün tohumlarını yeşerten adamdır aynı zamanda. Bir Kürt’tür ve federasyon tartışmalarını ilk kez gündeme o getirmiştir. PKK’nın ilk eylemlerini başlattığı dönemde Başbakan’dır ve Cumhurbaşkanlığı döneminde “Irak pastasından pay almak” politikasıyla, Saddam’a karşı ve ABD’nin tam destekçisi olarak tüm Kürtlerle uzlaşıyı seçmiştir.

“Bir koyup beş almak” sözleriyle gündeme oturan Özal, kişisel dostum dediği baba Bush’la sık sık görüşüyor, açıkça “savaş sonrası Türkiye sofraya değil masaya oturacak, o bölgede harita değişecek, söz sahibi olmamız lazım” diyordu.
Bugün PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmeyen Barzani ve Talabani, “Dayı” diye hitap ettikleri Özal’dan o dönem her türlü desteği alabiliyordu. Barzani’ye uluslararası alanda rahat seyahat edebilsin diye Türk Pasaportu veren de Özaldı.
Solcuların ona alışamaması normaldi. Çünkü Özal, “kendi Kürtleriyle barışmayan Kuzey Irak’a el atamaz, benim ninem de Kürttü” diyerek Kürtçülüğe karşı çıkarılmış pek çok yasağı kaldıran adamdı aynı zamanda. PKK’yı bugün Meclis’e taşıyacak olan siyasileşmenin tohumlarını atan adam…
Gösterilerde ilk kez Apo posterleri, PKK bayrakları açılıyor, kanlı Nevruz kutlamaları başlıyordu. Açılımlar PKK’yı daha da büyütüyordu.
“Masaya oturma” siyaseti Özal’la başlıyordu.

Özal İslamcıdır, Türbancıdır

Solcular alışamamıştır çünkü; Turgut Özal Nakşibendi tarikatına bağlı bir islamcıdır aynı zamanda. 1990 yılında türbanı üniversitelerde serbest bırakan yasayı onaylayan adamdır.
Daha 1977 seçimlerinde Milli Selamet Partisi’nden İzmir milletvekili adayı olmuş bir adamdır. Bugünün AKP’sinin temellerinin atıldığı partiden yani.
MSP ki, 1980 Konya Mitingi’nde, cübbe, takke, fes giymiş militanlarının yeşil bayraklarla yürüyerek “dinsiz devlet yıkılacak elbet”, “şeriat gelecek, vahşet bitecek” sloganları attığı bir partidir. Miting 12 Eylül’e gerekçe olmuştur ama yöneticileri delil yetersizliğinden serbesttir. Turgut Özal’da 3 yıl sonra Başbakan!
Solcular içine sindirememiştir bu Kürtçü, Şeriatçı, piyasacı adamı. Özal da işte böyle bir ortamın içinde söylemiştir o sözünü.

Alışırsınız, Alışırsınız…

Ve bugün alışmıştır solcular.

Alışma ve Duyarsızlaşma

Bu durum sosyojinin konusudur ama biraz da psikolojinin.
Bir duyu organını etkileyen uyarıcının şiddetinde ve özelliğinde bir değişiklik olmadığı halde, uyarıcının etkisinin azalmasına, daha sonra da kaybolmasına psikolojide “alışma” denir. Organizma belirli bir uyaranla sürekli olarak karşılaşırsa bir süre sonra o uyarana tepkide bulunmaz.
Bu çok basit bir psikoloji tanımı. Burada uyarıcı olan sağcılıktır, Kürtçülük, şeriatçılık, Amerikancılık, piyasacılıktır. Tanımın aksine uyarıcının şiddetinde ve özelliğinde bir değişiklik de vardır. Sürekli artmakta ve sürekli daha net ve gözle görülür hale gelmektedir.
Özal döneminde başlayan uygulamalar, Tayyip iktidarıyla birlikte şiddetini artırmıştır. Tam tersine alışmaya karşı bir direnç göstermesi gereken solcular, bu politikaları reddetmek yerine temel politika haline getirmişlerdir.
Örneğin Altı Ok bir direnç olabilecekken, CHP, önce devletçilikten verdiği tavizlerle özelleştirmelerin destekleyicisi olmuştur. Özal’ın piyasacılığını eleştiren solcular, Tayyip’in piyasacılığına alışmış, özelleştirmeyi parti programlarına koymuştur.
Atatürk milliyetçiliği mihenk taşıdır örneğin, önemli bir direnç olmalıdır. Ancak bir dönem Özal’ın Kürtçülüğünü Amerikancılığına bağlayabilen solcular bugün Tayyip’in Kürtçülüğüne de alışmıştır. “Etnik kimlik şerefimizdir” diyerek PKK’nın her türlü isteğine boyun eğen Baykal, Kürtçe TV’yi hararetle desteklemektedir.
O Kürtçe TV’nin ilk belgeseli ise solcuların “asla” alışamayacağı Turgut Özal’ın hayat hikayesinin Kürtçesi!
En önemli direnç ise laikliktir. Belki de Türkiye’de Atatürkçülerin en son alışacağı şey laiklikten verilen tavizdir.
Ancak Özal’ın türbancılığına alışamayanlar, Baykal’ın çarşafına alışmış, hatta açılım politikası haline getirmiştir. İmam hatipleri savunan, mezhep politikasını savunan, zorunlu din derslerini savunan artık o “aslan sosyal demokratlar”dır.
Baykal çarşaflı kadınlara rozet takarken buna karşı koyan ve “alışmayacağız” diyen milletvekiline bu kez Özal’ın cevabını veren Baykal’ın kendisidir: “Alışacaksınız!”
Organizma belirli bir uyaranla sürekli olarak karşılaşmış ve bir süre sonra ona tepki vermemeye başlamıştır.
Sadece alışmakla kalmamış, duyarsızlaşmaya da başlamıştır. Hatta sonrasında uyaran haline gelmiştir. İşin en acı tarafı belki de budur. Baykal Özallaşmış, Atatürkçü ve solculara İslamcılığı dayatan kişi haline gelmiştir.
Alışma, duyarsızlaşmayla devam etmektedir.
“Duyarsızlaşma”, duygusal yönden organizmayı etkileyen bir davranışı oluşturan bir durumla tekrar yüz yüze gelinmesi sonunda sözü edilen davranışın zayıflamasına denir. Bu durum, uzun süre aynı uyaranla karşı karşıya kalan organizmada uyaranın ilk etkisini, şiddetini yitirmesi demektir.
Türkiye’de solcular Özal’a olduğu gibi Abdullah Gül’e de alışamayacaklarını söylerlerdi örneğin. Ancak hem Gül’e hem de çarşaflı eşinin Çankaya’da oluşuna alıştılar. Sonra da duyarsızlaştılar.
Cumhuriyet Mitingleri verilen önemli bir tepkiydi. Milyonlarca Atatürkçü ve solcu sokaktaydı ama bugün o kitleler, alışmanın da ötesinde duyarsızlaşmış durumda. Tekrar tekrar Abdullah’ı gören, Hayrünnisa’yı gören solcular, onların Çankaya’daki varlığına alışıp duyarsızlaşmaya başladı.
Sadece solcular değil, Ordu bile duyarsızlaşmaya başladı. Başlarda protokollere katılmayı reddeden, türbanla yan yana durmaya karşı koyan Ordu mensupları artık bunu içselleştirmiş durumda.
Alışma ve duyarsızlaşma solculuktan vazgeçerek başladı.
CHP alışmıştır, Ordu alışmıştır ve kervana katılmışlardır.
Ancak en tehlikelisi alternatifsiz solcu kitlelerin alışmasıdır. Bu da solculuğun ve devrimciliğin adının sosyal demokratlığa çevrilmesiyle başlamıştır. “Sosyal demokrat”, ilk tavizleri vermeye başlayan adamdır aslında.
O nedenle sağcılar hep dalga geçmişlerdir sosyal demokratla. O ılımlıdır, çünkü uzlaşmıştır, en azına razı olmuştur. Karşılığında sadece ufak bir yaşam alanı ister. Artık iktidar olmak gibi bir kaygısı kalmamıştır.
1987’de SHP ilk kez seçimlere katılır, 1992’de de CHP yeniden açılır ve birleşmenin ardından o CHP “Atatürk’ün ve solcuların” partisi olma iddiasıyla Türk siyasi hayatına yeniden girerken solcuların değil, o bahsettiğimiz “sosyal demokratların” partisidir. İktidar kaygısı taşımayanların. Ona oy veren insanlar da, yöneticileri de o günden beri her şeye alışmaktadır.
Solculuktan vazgeçen, taviz veren Atatürkçüler sıradanlaşmış ve sürüye katılmıştır. 80 öncesinin devrimci dinamikleri, örgütçüleri ortadan kaybolmuş ve Atatürkçü kitle başlarda verdiği tepkiyi sonra sonra unutmaya başlamıştır.
Çünkü organizma burada edilgendir, alışma ve duyarsızlaşmaya engel olmanın yolu ise onu yeniden etken kılmaktan geçer. Bunun için de farklı bir uyarıcıya ihtiyaç var:

Devrimci Dinamikler.

Solcu kitlenin alışmasının en önemli nedeni solcu olarak ortaya çıkan CHP’nin emperyalizmin ve liberallerin rotasına girmesidir. Tek alternatif olarak görülen parti o rotada olunca, kitle de buna uymaktadır.
Kim diyebilirdi ki Türkiye’de Atatürkçüler bir gün türbanı da kabul edecek diye. Ama ettiler.
Yarın türban takmak zorunlu kılınsa onu da kabul ederler. Çünkü alışmamak, mücadele etmek, karşı koymak demektir. Alışmamanın kıstasları vardır. Herkes kuru kuruya “alışamadım” denemeyeceğini bilir. Mücadeleden kaçmanın kolayı da alışmak olmuştur o nedenle.
Burada devreye girmesi gereken şey alışma ve duyarsızlaşmaya karşı koyacak devrimci bir örgütlenmedir. 12 Eylül sonrasında alışmaya direnç gösteren bunun kalıntılarıydı. Şimdi gereken şey ise bu kalıntıları bir kenara atıp yepyeni bir örgütlenme yaratmaktır.
Özal’ı seyrederek büyüyen çocukların önüne yeni yeni Özal’lar koyan ve bunları tekrar tekrar izletip, Kürt-İslamcılığı, liberalizmi, piyasacılığı, köşe dönmeciliği dayatanların aksine o çocuklardan örülü, Atatürkçü bir çatı gerekiyor. Alışmayı tersine çevirecek tek şey budur.
CHP artık alışanlar ve alıştıranların kervanına katılmıştır.
Tarihi tersine çevirmenin yolu da alışmamak ve alışmayanların önderliğinde yürümektir.
Tabi kuru kuruya alışmamak değil, çalışmaktır!



..