Bülent Arınç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bülent Arınç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2019 Pazartesi

Bana en Büyük Cezayı şimdi verdiler.,


Bana en Büyük Cezayı şimdi verdiler.,


Selcan Taşçı

Yargıtay 9. Ceza Daire’nin Balyoz davasıyla ilgili hükmünü açıkladığı 9 Ekim günü, Silivri cezaevinin önünde tahliye olan yakınlarını bekleyenlerle, mahkumiyeti onananların açık görüşüne gelen aileler arasında yani  “araf”ta yazdığım yazıda üç yıldır  “hasret”i paylaşıp, şimdi “vuslat”ta ayrılanları yazmıştım ya, 11 Şubat 2011’den 9 Ekim 2013’e kadar kendini dışarıda yüreği zindanda tutsak asker eşlerinden birinden cevap geldi.
Muvazzaf albay olan eşi tahliye olmuş ama “Tutuklu kaldığı süre boyunca çok az gözyaşı döken ben şimdi ağlıyorum. Bize en büyük ceza bu” diyor.
Bakın neden:

“Evet, biz yola çıktığımız 11 Şubat 2011’den bu yana büyük bir aile olduk.  
Bu davaya kadar bir çoğumuz hiç tanışmıyorduk bile, ama kader bizim yollarımızı bir şekilde kesiştirdi. Ve bizler, sizin de dediğiniz gibi bazılarımız aynı lojmanda, birlikte ağladık, birlikte güldük. Her koşulda birbirimize destek olduk. 
O kadar güzel ifade etmişsiniz ki, benim 9 Ekim’de yaşadığım duygu karmaşasını, sanki ben bunları size anlatsam ancak bu kadar yazabilirdiniz. 
Ben 2,5 seneyi aşkın süredir bunları yaşarken çok az gözyaşı döktüm. Çünkü bir tek biz değildik; yüzlerce insan aynı kaderi paylaşıyordu. 
Eşlerimizin sağlıklarına duacıydık. Nasıl hepsi birden tutuklandıysa, hepsi de birden bırakılacaktı. Evet bizim için dün tahliye kararı çıktı.
Ama ben 2.5 yılın en büyük acısını da dün, tahliye haberiyle birlikte yaşadım. Ne 11 Şubat 2011’de, ne de 21 Eylül 2012’de içim bu kadar yanmamıştı. 
Ama dün, avukatımız tahliyeyi haber verdiğinde neye uğradığımı şaşırdım. 2,5 senedir hiç yapamadığımı yaptım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. 

Sizin de yazdığınız gibi sevinçten değil, kaderdaşlarımızın hükmü onanırken, kendi eşimin tahliyesine sevinemediğimden. 

Ve dedim ki;

Verilecek en büyük ceza, kardeşlerimizin hükmü onanırken, yıllarca yolunu beklediğim sevdiğimin tahliyesine sevinememek!..” 
Teşekkür, takdir satırlarını makaslayıp, mektubun üç yıla yakın tutukluluktan sonra eşine kavuşan bir kadının “sevinemeyişi”ni anlatan kısmını olduğu gibi aktarmaya çalıştım.

Not: Onlar karı-koca bu davanın başından beri yazdılar, çizdiler, haykırdılar; bu anlamda mücadeleci kişiliklerini sayısız defa ortaya koydular. Keza bu mektupta da kimliklerini gizleme ihtiyacı duymadılar. İmzalarıyla yolladılar. Ama söz konusu komutanın TSK’daki görevine dönecek bir muvazzaf subay olduğunu ve özellikle son dönemde aileleri hedef alan iğrenç saldırıları göz önünde bulundurarak ben bir tercih yaptım ve bu onurlu ailenin adını kendime saklamayı yeğledim. 

Nefret suçu

Daha  “paket”ten birkaç gün önce kameraların karşısına  geçip  “nefret suçları”  konusunda düzenleme yapacaklarını  “müjdeleyen(!)”  Bülent Arınç, CNN Türk’te Taha Akyol’la  karşılıklı iltifatlaşma programlarında, basın özgürlüğünü   konuşurken  “bazı gazeteciler” için aynen şu ifadeyi kullandı:
“Öylelerinden nefret ederim şahsen!” 
Bu durumda Arınç milyonlarca insanın şahitliğinde   “suç”  işlemiş olmadı mı?
Peki, gereği yapılacak mı?

Gereğini yapacak kimse var mı?

***

28 Eylül 2019 Cumartesi

İki MİT’çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet hikayesi !

İki MİT’çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet hikayesi !




Sabahattin Önkibar
26.4.2017

Fetullah Gülen’i MİT’e alan isim kurumun efsane isimlerinden 60’lı yılların ortalarından itibaren 2 kere müsteşar olan Korgeneral Fuat Doğu’dur.

Fuat Doğu’nun Gülen’i teşkilata alma amacı,Yeşil Kuşak Projesi bağlamında Risale-i Nur guruplarını Komünizme karşı örgütlemek ve Nur cemaatinin içinde devlet damarı oluşturup içerden bölmekti.
Fetullah Gülen bunun için MİT’de 2 yıla yakın özel eğitim gördü.

?    Bülent Arınç’ın, “ Mülkiye’de iken Namazlı-Abdestli çocuktu ” dediği Abdullah Öcalan’ı MİT’e alan isim ise Fuat Doğu sonrası bütün 70 yıllarda MİT’e Müsteşar ve vekil olarak hakim olan general Bülent Türker’dir.
Onun amacı da o dönem ortaya çıkan ayrılıkçı Kürt hareketini içerden kontrol altında tutmaktı.
Hayır bu aktardıklarım sır değil, Fetullah’ın önce Nurculara, sonrasında ise Erbakan hareketine karşı panzehir olarak görülüp Kenan Evren dahil, Özal ve Demirel tarafından bile desteklendiği yaşananlarla kanıtlıdır.
Keza APO’nun eşi Kesire Öcalan’ın babasının MİT mensubu olduğu kayıtlardadır. 
Bknz; http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/

   Peki niye mi ihanet ettiler?

Daha büyük bir güç onlara kişisel ikbal vadettiği için!

Öcalan 80’lerin başlarında, Fetullah ise 90’ların başlarında MİT’i aşıp CIA’den teminat ve talimat almaya başladılar ki birine Mehdilik, diğerine ‘Büyük Kürdistan’ın 
kuruculuğu vadedilmişti.

Benzer şey Afganistan’da ABD’nin başına geldi... El Kaideyi SSCB’ye karşı var eden CIA iken, bu örgüt daha sonra bizdeki Fetullah ve Öcalan misali efendisine 
ihanet etti.

   Aradaki fark şu:

?  ABD ihanet sonrası,El Kaide’yi bahane edip sadece Afganistan’ı işgal etmedi, aynı zamanda önderi Usame Bin Ladin’i yok etti.

SOKAK VE YENİ GEZİ DİRENİŞİNE HAYIR!

Doğrudur referandum kirli ve YSK’nın tutumu endişe vericidir.

Ancak buna karşı çıkmanın yolu yeni Gezi direnişlerini tertiplemek olmamalıdır.

Reklamdan sonra devam ediyor 

   Öyle, çünkü böyle bir teşebbüs abartısız Türkiye’yi iç savaşa taşır.

Sadece FETÖ’cü casuslar değil, bütün terör örgütleri ile yabancı istihbarat örgütleri devreye girer ve olmadık sabotajlar yapılır.

Etnik, inanç ve mezhep ekseninde ajitasyonlar yapılıp toplum karşı cepheleştirmelerle patlatılmaya çalışılır.

?  Hülasa yeni Gezi’ye de sokağın çare yapılmasına da Türkiye’nin bekası adına hayır diyoruz.

ZARRAB KÜRDİSTAN TAKASI!

Rudolpf Giuliani kim?

Newyork eski Belediye Başkanı ve ABD Başkanı Trump’ın yakın arkadaşı.

Dahası, Reza Zarrab’ın avukatı.

İşte bu Giuliiani, Doğu Perinçek’in açıkladığına göre Ankara gelip Tayyip Erdoğan ile gizlice buluşmuş.

Ne konuştukları sır, lakin Batı medyasına göre buluşma Reza Zarrab dosyası ile alakalı imiş.

Ve ABD medyasından son haber:

?   Buna göre Giuliani ile Tayyip Erdoğan Zarrab dosyası ile PYD’nin takası bağlamında anlaşmışlar.

Dolayısı ile artık Türk Ordusunun Suriye’de Rakka ve veya Münbiç diye bir hedefi ve zerre bir amacı kalmamış.

   Eğer bu haber doğru ise soru şudur:

Fırat Kalkanı isimli hareketla Suriye’ye sürülen 71 Mehmetçik neden şehit oldu?

Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye niçin girdi ve şimdi nerede duruyor?

https://www.aydinlik.com.tr/kose-yazilari/sabahattin-onkibar/2017-nisan/iki-mit-ci-fetullah-ile-ocalan-in-ihanet-hikayesi

*******

İşte Öcalan'ın MİT'çi Kayınpederi.,

Abdullah Öcalan,  MİT çi Kayınpederi, Ali Yıldırım, Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi, İsmet İnönü, PKK, Hollanda,Türkiye, Habertürk,Uğur Mumcu, Milli Emniyet Hizmetleri,


11/11/2010 


Abdullah Öcalan'ın MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafı ortaya çıktı.


Habertürk gazetesi Abdullah Öcalan'ın yıllarca MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafına ulaştı. 
Ancak Ali Yıldırım'ın nerede olduğu halen bilinmiyor. 
Kızı ve aynı zamanda bir dönem Öcalan'ın eşi olan Kesire Öcalan ise Hollanda'da yaşıyor. 
Öcalan eşi hakkında " Son derece iyi eğitilmiş biri. Ajan olup olmadığını çözemedim " demişti.

KIZININ ÖCALAN EVLİLİĞİ.,

Ali Yıldırım Türkiye 'nin ilk istihbarat teşkilatı olan Milli Emniyet Hizmetleri Riyaseti'nde (MAH) çalıştığı biliniyor. 
Ali Yıldırım karşı çıksa da kızı Kesire'nin 1978'de 
Öcalan ile evlenmesine engel olamamış. Uğur Mumcu'nun bu konuyla ilgili araştırma yaptığı biliniyor.

ŞEYH SAİT VE DERSİM İSYANINDA ATATÜRK 'ÜN YANINDA,

Ali Yıldırım'ın 1970'lerde MİT ile bağlantısını kesse de Öcalan hakkında teşkilata bilgi verdiği iddia ediliyor. 
Şeyh Sait isyanında Atatürk'ün safında yer aldı. 
Kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde sanıklara yöneltiler suçlamaların bilgi kaynağı ondan geldi. 
İsyan sonrası Şeyh Sait taraftarları arasında sarık ve cübbe giyerek bilgi topladı.

Dersim isyanında da devletin yanında yer aldı. O isyana katılmayan tek aşiret Ali Yıldırım'ın da üyesi olduğu Şadi aşireti oldu. 
General Abdullah Alpdoğan aracılığıyla İsmet İnönü ile görüşüyordu. 1970'li yıllarda Karakoçan'da CHP 'de belediye başkan adayı oldu. 
Ancak Adalet Partisi taraftarlarınca linç edilmek istendi.

ÖCALAN İLE KAVGALI AYRILDILAR

Kızı Kesire ise halen Öcalan ile evli görünüyor. 10 yıl birlikte yaşadıktan sonra Öcalan'ı diktatörlükle suçladı. 
Örgüt tarafından "Hain ve işbirlikçi" ilan edilen Kesire, Hollanda'ya kaçtı. 22 yıldır PKK ve Öcalan hakkında konuşmadı.

http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/

***

19 Kasım 2018 Pazartesi

DOLMABAHÇE MUTABAKATI, ve Bülent Arınç İle SÖYLEŞİ, Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir

DOLMABAHÇE MUTABAKATI, ve  Bülent Arınç İle SÖYLEŞİ



Bülent Arınç: Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir
Rengin Arslan
BBC Türkçe, Ankara
17 Haziran 2016


Türkiye Siyasetinin en deneyimli isimlerinden birisi olan, TBMM Başkanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve hükümet sözcülüğü yapan ve artık aktif siyasete ara veren Bülent Arınç, başkanlık tartışmalarından, çözüm sürecine; Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlık görevlerinden istifasından, kendi siyaset hayatına ve basın özgürlüğüne kadar pek çok soruyu BBC Türkçe için yanıtladı.

Bülent Arınç, “Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir. Bu parti milletin bize bir emanetidir, hepimizin partisidir. Bir kişinin şahsi mameleki haline getirilemez” diyor.

Davutoğlu’nun İstifasını ise 'gelişi ne kadar şık ve iyi olduysa, giderken herhalde çok da şık olmadı' diye yorumluyor ve soru işaretleri yarattığını söylüyor.

Medyada TRT dahil pek çok mecranın kendisine kapatıldığını düşündüğünü söyleyen Arınç’ın BBC Türkçe’nin sorularına yanıtları şöyle:

    _ Bugün Dolmabahçe Mutabakatı’ndaki fotoğrafta yer alan örneğin bir Yalçın Akdoğan’ın olmadığı bir dönemdeyiz, böyle bir hükümet ile iş başında AKP. Siz bu geçmiş bir yıldaki bu farkı nasıl görüyorsunuz? Barış süreci, çözüm süreci, farklı şekillerde isimlendirilen, bu ortaklaşma süreci nasıl bitti ve hükümetin eksiklikleri oldu mu? Yapılabilecekler var mıydı?

Çözüm süreci benim bildiğim 2009’dan beri, içinde bulunduğum için söyleyebilirim, onun öncesinde ise Oslo görüşmeleriyle ilgili bir tartışma söz konusu olmuştu. Devletin istihbarat elemanlarının, PKK’nın önde gelen birkaç lideriyle konuşma yaptıkları söylendi. Bunlar da inkar edilmedi. Bir şekilde dışarıya verilmiş, deşifre edilmiş ve bu şekilde insanlar; hükümetin, siyasi makamların değil belki ama esasen terörle mücadeleyi kendine görev bilen bir istihbarat örgütünün ne yapılabilir diye bir nabız yokladığını biz de bilmiş olduk.

VİDEOSU;

https://www.youtube.com/watch?v=dO6ncEqf8Yg

Sizin Haberiniz yok muydu?

Oslo’daki görüşmelerden yoktu. Ben hükümette değildim o tarihte. Dışarıdan da öyle bir duyum almamıştım.

Terörün bitmesi için bence siyasi bir karara ihtiyaç var."
Terör bir sonuç, onu meydana getiren sebepler var. O sebepleri ortadan kaldırdığınız zaman terör de kendiliğinden bitecektir. Buradaki hedefimiz şuydu: silahlı terör örgütünü, silahlarından arındırmak; eylem yapmaktan vazgeçirmek, sivil hayatın içine dahil etmek ve terör örgütlerinin en büyük sermayesi olan dağa çıkan gençleri dağa çıkmaktan vazgeçirmek ve dağdakileri de indirmek. Bütün bunlarla biz iyi niyetle bir çözüm sürecine başlamıştık. Bu kademe kademe devam edecek, güven arttırıcı önlemler diyebileceğimiz bazı tedbirlerle de sonuca ulaşabilecektik. Gerçekten de süreç geliştikçe mesela terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan, yani şu an hükümlü olarak İmralı’da bulunan kişinin giden gelenler marifetiyle olumlu mesajlar verdiğini, bu mesajların belki birincisinin de 2013 Nevruz’unda okunan mesajdı. 'Silahları bırakacaksınız, ülkeyi terk edeceksiniz, bundan sonra fikir ve siyaset konuşsun' dedi. Bizim de istediğimiz buydu. Sembolik bazı çıkışlar başladı ama örgüt hayır dedi ve kalmaya devam etti.

'Çözüm süreci bitmedi, Buzdolabında'

Eğer ortada daha önce gelişmiş bir diyalog ve müzakere varsa bir masa tek taraf tarafından zor devrilir. Bu anlamda soruyorum aslında, sizce hükümetin hiç mi kabahati yok çözüm sürecinin bitişinde, bu çatışmalı sürecin tekrar başlamasında?
Yani kabahatimiz yok diye söylüyorum, bunu bilerek de söylüyorum. Taktiksel bazı yanlışlıklar belki yapılmış olabilir. Ama biz burada çok iyi niyetliydik. HDP ve Kandil çok kötü niyetliydi. Bu çok açık. Her fırsatı kollayarak, bu büyük toplu terör olayları olmasa bile, bireysel olarak çok kötü işler yapıyorlardı. Bunların bir kısmına belki çözüm süreci zarar görmesin diye göz yumuluyordu. Ama büyük bir kısmı da adli olay olması sebebiyle müsaade edilmiyordu.

Ama bu süreçte bir kırılma noktası olarak; siz de söylediniz en son 28 Şubat'ta HDP’li milletvekilleriyle Yalçın Akdoğan, Mahir Ünal ve Efkan Ala’nın da birlikte olduğu; sanırım Kamu Güvenliği Müsteşarının da olduğu bir toplantı yapıldı. Bu bir mutabakat değildi. Burada anlaşılan şuydu: HDP, tarafı kendi düşüncelerini ortaya koyacak, hükümet de ne yapılması gerektiği konusunda kendi düşüncesini ortaya koyacaktı. Yoksa ortak bir metin üzerinde konuşulmuş ve anlaşılmış değildi.



Niyetimiz iyiydi ama devam etmedi. Bitti mi derseniz, bitmedi. Cumhurbaşkanı’nın tabiriyle buzdolabında kaldı. Ne zaman biter, bu çatışmalar tek taraflı olarak silahlarını bırakırlar, patlayıcılarını bırakırlar, Türkiye’den dışarı çıkarlar ve ta o başta geldiğimiz noktaya bugün samimi olarak geldiklerini fiilen gösterirlerse o zaman şüphesiz yeni bir süreç, yeni bir isimle yeni argümanlarla yeniden başlayabilir. Terörün bitmesi için bence siyasi bir karara ihtiyaç var.

“Başbakan Davutoğlu ile çözüm sürecini konuştuk”

Sizce o yöne doğru bir yönelim var mı? Binali Yıldırım’ın başbakanlığı ile de birlikte yeni bir dönem açılacak mı, yoksa eskiden de Davutoğlu ile bir halihazırda bir çalışma vardı ve devam eder mi?

Yeni başbakanımız tabii Cumhurbaşkanımızın talimatlarının dışına çıkmaz veya kendi görüşünü söylemeden önce, sayın Cumhurbaşkanımızın ne düşündüğünü öğrenmek ister. Siz benimle bir konuşma yapıyorsunuz, ben de spontane olarak bildiklerimi size söylüyorum. Ama benim yerimde sayın Binali Yıldırım otursaydı herhalde bu soruları alır, önce sayın Cumhurbaşkanımızla konuşur, sonra size cevap vermeye gayret ederdi. Benim böyle bir becerim olmadığı için ben sizinle doğrudan doğruya konuşabiliyorum.


Onların ne düşündüğünü sayın Cumhurbaşkanımız hemen hemen her toplantıda söylüyor. Bir imhadan bahsediyor. Terörle mücadelenin, teröristle mücadelenin bugünkü şekliyle devam edeceğini söylüyor. Bir taraftan da bu silahları alırlar, gömerler, betonla kaplarlarsa, ki bunu çok eskiden de söylerdi- o zaman tekrar belki bir şeyler olabilir diyor. Benim farkım şurada ben 29 Ocak akşamı, Taha Akyol bey ile CNN Türk’te uzun bir mülakat yaptım. O mülakatın bir yerinde de yarın sabahtan tezi yok bir süreç başlamalıdır dedim. Çözüm süreci demeyelim artık. Çünkü çok tavsadı. Çok gücünden kaybetti. Çok eleştirildi. Fakat bir siyasi ve toplumsal sonuca ulaşmak için bir yola ihtiyacımız var, bir sürece ihtiyacımız var. Bu sürecin adı gerektiği zaman konulur. Hiç önemli değil. Ben bunun ta o zaman ihtiyaç olduğunu düşünmüştüm, bugün daha büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.


Yani ben terörle mücadelede sonuca gitmek için mutlaka siyasi bir sürecin hemen başlaması gerektiğini düşünüyorum. Bunu paylaşan insanlar hükümette var mı, cumhurbaşkanlığında var mı onu bilmem doğrusu. Kendileriyle bunu tartışma imkanımız olmadı. Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu ile bu konuları görüşmüştük. O da pek çok konuda hak verdiğini ifade etmişti. Hatta bir sözü vardır, "2013 şartlarına dönülürse niye olmasın" diye. Ama sayın cumhurbaşkanımız herhalde bu sözü pek beğenmedi.

O şimdilik bu işin devam edeceğini ve silahlar gider ve üzerine beton dökülürse.. Bunu tek başına karşı taraftan bir vaat olarak almamız mümkün değil. Peki ben Türkiye’den gideceğim? Silahları da bırakacağım, üstünü de gömeceğim. Sonra ne olacak, ben ne olacağım, bu militanlar ne olacak? Türkiye’de ne olacak. Bunu da bilmeyi istiyorum. Bunun da bir karşılık kontr garantisinin olması lazım derse buna siyaset kurumu karar verecek.

Başkanlık: 'Türkiye’de her meselenin önünü kapatan bir konu'
Türkiye’nin bir başka ana gündem maddesi başkanlık sistemi. Bu konuda siz çok uzun zamandır açıklamalar yapıyorsunuz. Gündemde bu kadar hararetli olmadığı zamanlarda da açıkyürekli açıklamalarınızı duymuştuk. Bugün Türkiye’nin gündemindeki bu kadar merkezi bir tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Erdoğan yapısı itibariyle sözünü dinletebileceği, bütün karar mekanizmalarında tek başına müessir olabileceği, yapacağı çalışmaların önüne çok engelin çıkmayacağı bir başkanlık sistemi arzu ediyor."

Başkanlık konusundaki tartışmalar yeni Anayasa’nın da önüne geçti. Maalesef Türkiye’de her meselenin önünü kapatan bir konu haline geldi. Ekonomi konuşamıyorsunuz başkanlığı konuşmaktan; Suriye’yi konuşamıyorsunuz, dış politikayı konuşamıyorsunuz, iç politikadaki terörle mücadeleyi ve yeni süreci konuşamıyorsunuz. Ağzını açan herkes başkanlıktan veya yarı başkanlıktan bahsetmeye başlıyor. Geldiğimiz noktada aslında bu konunun hem parlamento içerisinde hem de referanduma götürülerek halkın bu konuda ne düşündüğünü bilmemiz lazım. Çünkü her meselenin önünü tıkayan çok hayati meseleleri arka plana atan bu tartışmalardan Türkiye’ye fayda yok, hayır yok. Bizim bu meseleyi gündemden çıkarmamız lazım. Yalnız çıkarabilmemiz için, sayın Cumhurbaşkanımızın nasıl bir sistem istediğini de bilmemiz lazım.

Mesela CHP nasıl bir başkanlık istiyorsunuz, getirin görüşelim dedi. E bu çok iyi bir meydan okuma. Bunun karşılığının AK Parti tarafından işte böyle bir başkanlık sistemi diyerek somutlaştırılması lazım. Şu anda somutlaşmış başkanlık yönetim modeli olarak bir model elimizde yok. Anayasa profesörleri bile konuşuyor, 20 defa dinleyin, ne dediğini anlamıyorsunuz. Ben anlamıyorum şahsen.

'Başkanlık Made in RTE Olsun'

Sizce Erdoğan ne istiyor peki? Çünkü başkanlık mevzusu sayın Cumhur başkanının Türkiye’nin gündeminde öncelikli sıralara yerleştirdiği bir konu oldu. Sizce Erdoğan neden ve nasıl bir başkanlık sistemi istiyor?

 Erdoğan yapısı itibariyle sözünü dinletebileceği, bütün karar mekanizmalarında tek başına müessir olabileceği, yapacağı çalışmaların önüne çok engelin çıkmayacağı bir başkanlık sistemi arzu ediyor.

Benim şahsen şu anki düşüncem şu: Bir, iyi bir model üzerinde AK Parti elinde varsa hemen elinde yoksa üç-beş gün içerisinde bir taslağı ama Cumhur başkanımızın okeyini aldıktan sonra, arada başka şeyler çıkmasın diye bunu söylüyorum; ben öyle dememiştim, siz böyle çıkardınız demesin diye söylüyorum; yani “Made in RTE” taşıyan ama AK Parti’nin ismiyle Meclis’e gelecek olan bir örnek çıksın. Bu örneği parlamentodaki partilerin önce genel başkanlarıyla sonra kendileriyle ne diyorsunuz diye konuşulsun. Bir ay sonra da arkadaş biz bunda varız veya yokuz derselerse bence 316 milletvekilinin imzasıyla o modeli versinler. Parlamentodan çıkacak duruma bakalım. 331 ile kabul edildi diyelim, hemen millete gideriz. 330’un altında kaldık diyelim üstünü örteriz. Bu iş Türkiye’nin gündeminden bir şekilde çıkması lazım.

Sayın Davutoğlu’nun istifası beklenen bir istifa değildi. Kendisi de açıklamasında, burada kendi isteğimle istifa ediyor değilim, diye konuşmasında da zaten ifade etti. Siz kurucusu olduğunuz partinin geçtiği bu süreci nasıl değerlendiriyor sunuz? Bu süreçler nasıl yaşanır AKP’de. Bu sefer ne olmuştur sizce?

Sayın başbakan bir akşam köşke gitti ve dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz şaşırdık."

Biz 2001 14 Ağustos’ta Partiyi kurarken doğrusu bu tür geçişlerin olacağını düşünmemiştik. Ama ben mesela ben o tarihte, ileride meclis başkanı olacağımı hiç düşünmemiştim. Yani süreç içerisinde karşılaştığımız olaylardır. Bunlardan üzüldüklerimiz vardır, iftihar ettiklerimiz, sevindiklerimiz vardır.

'' Sayın Başbakan bir akşam köşke gitti ve Dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz Şaşırdık."

Şimdi sayın cumhurbaşkanımız 10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı oldu. Partiye bir genel başkan gerekti ve o genel başkan ve aynı zamanda başbakan olacak. İstişareler yapıldı, yapıldığı söylendi. Benimle de konuşuldu. Sonunda sayın Davutoğlu’nu bizzat sayın Erdoğan genel başkan adayımız olarak açıkladı.


'Bir insanın onuru vardır, haysiyeti vardır'

Son güne kadar yanında başbakan yardımcısı olarak, hükümet sözcüsü olarak yanında çalışmış bir insanım. Fakat günün birinde işte bu troller, troliçeler ortaya bir şeyler atmaya başladılar. Ahlak sınırlarını aşan, terbiyesizce, sayın Davutoğlu’nu itham eden pelikan, penguen her neyse dosyaları açıklanmaya başlandı. Biz bunların hiçbirine ihtimal vermedik. Ama sayın başbakan bir akşam köşke gitti ve dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz şaşırdık. Yani böyle bir şey Türk siyasi tarihinde hiç rastlanmamıştır, bizim çizgimizde de hiç olmadı bu. Yani bir sebep olması lazım. Bir insan bu kadar başarılı olduktan sonra 'Ben gidiyorum, Allahaısmarladık' demez.

Nedir Sebebi sizce?

Burada iki büyük engelimiz var. Sayın başbakan sebepleri kendisi söylememiştir, hatta üzerini örtmüştür. Sayın Cumhurbaşkanımıza bağlılık yeminleri yapmıştır, onun namusunu, ailesinin namusunu kendi namusu bilmiştir, onun hukukunu koruyacağını söylemiştir

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olması, başbakan olması eşitler arasında onu birinci gördüğümüz için olmuştur."
Bizim de söyleyebileceğimiz sayın Davutoğlu’nun gelişi ne kadar şık ve iyi olduysa, hepimizin gönlünden geçen olduysa; giderken herhalde çok da şık olmadı. Hiç alışık olmadığımız bir vefasızlık örneği oldu. Bir de bir insanın onuru vardır, haysiyeti vardır. Git denince veya gitmelisin deyince; kongreyi yap, şuna devret denince bu hoş bir şey değil. Çevresine nasıl anlatacak bunu, ailesine nasıl anlatacak, kendisine dönüp nasıl anlatacak, biz dava arkadaşlarına nasıl anlatacak; herhalde onun altında ezildiğini düşünüyorum. Keşke bir açık kapı bıraksaydı, bir işaret gösterseydi ve bunun üzerine Türkiye’de ve parti içerisinde de olumlu bir sorgulama olabilirdi. Yine Tayyip Erdoğan sevgisi devam ederdi, yine AK Parti’nin bütünlüğü devam ederdi, ama şimdi insanlar kendilerine soruyorlar bu iş neden böyle oldu diye. Onlar da izah etmekte zorlanıyorlar.

VİDEO  2 
https://www.youtube.com/watch?v=dO6ncEqf8Yg&t=4s

'Biz muhalif bir hareket değiliz'


Az önce başka bir konuda konuşurken sayın Davutoğlu ile o sırada haberleştiğinizi söylediniz. Yeni başbakan ile böyle bir diyaloğunuz oldu mu, olacak mı sizce?
Hayır sadece kendisine başarılar diledim. Ama bu konularda bir görüşmemiz olmadı ama arzu ederlerse görüşebiliriz tabii.

AKP içinde davaya halel gelmesin, zarar gelmesin duygusunun çok güçlü olduğunu sadece gazeteciler değil kamuoyu da yakından görüyor. Siz bu süreçlerde, Gezi eylemleri oldu, 17-25 Aralık süreçleri oldu, dışarıya yansımasa bile, parti içerisinde eleştirileriniz dile getirdiniz mi?

Çok fazlasıyla. Bunu herkes bilir aslında. Biz her gün mikrofonların önünde onu bunu eleştirecek, ona buna muhalefet edecek insanlar değiliz. Öncelikle ben bir milletvekiliyim. Milletvekillerinin bir grubu var. İkincisi bakanım, bakanlar kurulu var. Üçüncüsü başbakan ile cumhurbaşkanı ile görüşme imkanım var. Bunların hepsini değerlendirmem lazım. Biz dışarıdaki bir insan değiliz. Şu anda dışarıdaki bir insanım. Onun şartları farklı. Ama geçmişte bakanlar kurulunda da, cumhurbaşkanı olduktan sonra da diğer bütün zeminlerde de benim bildiğim ve doğruluğuna tanık olduğum olaylar konusunda onların görüşlerinin tamamen dışında, onların görüşlerinin tamamen dışında, onları eleştiren konuşmalar yaptığımı herkes bilir.

Mesela benim orada bir sözüm, "Eskiden Bizdik şimdi Ben olduk" sözü aslında çok şey konuşur. Ben çünkü partiyi kuranlardan birisiyim.


Bülent Arınç, Erdoğan'ın Başbakanlık yaptığı dönemde hükümet sözcülüğü ve Başbakan Yardımcılığı görevlerini yürtmüştü.

Biz o zaman 10 tane başbakan adayı çıkarın deseler çıkarırdık ama içimizde eşitler arasında birinciyi de ön plana koyardık. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olması, başbakan olması eşitler arasında onu birinci gördüğümüz için olmuştur. Yoksa Allah’ın özel olarak gönderdiği, tek başına her şeyi ifade eden, herkesten daha üçlü, herkesten daha akıllı, herkesten daha bilgili, herkesten daha sorgulanmayan bir insan olarak kendisini görmedik.

 ^^ ''  Bugün biz muhalif bir hareket değiliz. Bizim damarımızda muhaliflik yok. Eleştiri var. Doğruyu göstermek var." ^^

   Şimdi tek adam deniliyorsa, bizde tek adam modeli yok. Bir insan nihayetinde insandır, beşerdir, bizim kendimize örnek aldıklarımız her zaman yanındaki arkadaşlarıyla, ekibiyle kadrosuyla istişare eden görüşlerini onlarla paylaşan, hatta onların verdiği kararları uygulayan bir anlayıştır. Bundan bir vazgeçme veya uzaklaşma olduysa biz bunları zaman zaman dile getirmişizdir.

 ^^ Turgut Özal Üniversitesi’nde yapacağınız çalıştayın engellenmesine ilişkin bir açıklama “Aktif siyasete ara verdiğim bu dönemde” diye başladınız açıklamanıza. Geri mi dönüyorsunuz, aktif siyasette sizi görecek miyiz tekrar? ^^

Bugün biz muhalif bir hareket değiliz. Bizim damarımızda muhaliflik yok. Eleştiri var. Doğruyu göstermek var. Mutlak doğruyu Allah bilir. Ben kendi doğrumu söylüyorum. 
Siz de bana kendi doğrunuzu söylersiniz. Ben sana söylüyorum aslında. Eskiden İslam sosyologları öyle demişler. Benim söylediğim doğrudur. Ama yanlış olma ihtimali vardır. Sen konuş, bana göre söylediğin yanlış ama doğru da olabilir. O zaman ben konuşayım sen dinle. Sen konuş ben dinleyeyim.

  ^^  Ergenekon, KCK, Odatv gibi başlıklarda Türkiye’nin büyük davalarında gazetecilerin de yargılandığı ve hapiste olduğu dönemler oldu. O zaman “Türkiye’de basın özgürlüğü vardır”, onların yargılanmalarının sebepleri başka kanunlardır gibi açıklamalarınızı yakinen hatırlıyoruz. Buradan geriye baktığınızda fikrinizde bir değişiklik olmuş mudur?  ^^

Geldiğimiz nokta çok olumlu değil. Bunu göğsümü gere gere anlatacak, savunacak bir noktada değilim. Ben beş buçuk yıl basından, medyadan sorumlu olarak çalıştım.

Kendime göre iyi işler yaptım, doğru işler yaptım.

Fakat bu sizin sözünü ettiğiniz, söylediğiniz ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü konusunda iki sıkıntımız vardı. Bir, terörle mücadele kanunundan kaynaklanan. 
Örneğin Freedom House geliyor, CPJ (Gazetecileri Koruma Komitesi) geliyor, efenim bizim kayıtlarımıza göre sizde diyelim ki 39 veya 49 kişi tutuklu veya hükümlü. 
Biz de dönüp bakıyoruz, basın mesleğinde çalışır da çalışma hayatını gazetecilik üzerine yapan insan görünmüyor. Nerden kaynaklanıyor bu? İsimleri verirlerdi bize, bakardık, adam gazeteci olarak yazdırmış ama banka soymaktan hükümlü. Sıfatı gazeteci suçu terör örgütünün propagandasını yapmak. 
O zaman propaganda suçtu. 
Adam gazeteci yazdırmış kendisini ama terör örgütüne mali finansman sağlamış veya da patlayıcı getirmiş.


6 Mayıs'taki duruşmada gazeteci Can Dündar'a 5 yıl 10 ay hapis cezası verilmişti.

O zaman dönerdik dostlarımıza bunların suçları, terörle mücadele kanunundan kaynaklanıyor, dolayısıyla bu basın mesleği veya çalışma hayatıyla veya gazetecilik faaliyetleri üzerine inşa edilebilecek suçlar değil. Bizde bir terörle mücadele kanunu var. Teşekkür ederiz, anladık derlerdi. Bunu bozan iki şey oldu. Ahmet Şık ve Nedim Şener. İddianame öyleydi. Kitap yazmışlar, basılmadan el konmuş. O kitaplarıyla terör örgütüne yardım ve yataklık gibi bir suçlama.

Fakat sonradan günümüzde daha çok Can Dündar ve Erdem Gül ile başladı. Daha sonra başka gazeteciler Hidayet Karaca ve Ekrem Dumanlı vs ama iddianamelerine bakarsanız, gizli sırları ifşadan, devlete zarar veren faaliyetler den ve casusluktan bahseden garip, inanılması mümkün olmayan birtakım iddianameler yazılmaya başlandı. 

Bunu zannediyorum paralel devlet yapılanmasıyla mücadele kapsamında bir gizli silahlı terör örgütü kapsamına sokabilecek faaliyetler olarak görüyor savcılar. 
Böyle dava açıyor. İddianamede suçlamalar korkunç. Bir de tutukluyorlar. Ondan sonra içeriden çıkmak da çok uzun yıllar alıyor.

'TRT'den Uzaklaştırılmam Talimatla yapıldı'

Yine son açıklamanızdan, “Hoşa gitmeyen gerçekleri duymama ve duyurmama adına izlenen bu anti demokratik yol baskı rejimlerinin yoludur ve tarih kitapları 
bu yolcuların hazin sonlarıyla doludur” demiştiniz. Türkiye sizce bu kadar dramatik bir baskı rejimi yolunda mı, onun içine girdi mi, o yol çoktan bitti mi çoktan?
Bunlar eleştiriler. Dramatik bir baskı rejimi sözünü ben söyleyemem. Bununla kendimizi inkar etmiş oluruz. Ya da AK Parti iktidarını doğrudan suçlamış olurum. 
Bunu yapacaksa başkaları yapsın. Her şey ortada. Bütün veriler ortada. Bir kısmı buna doğru diyebilir. Bir kısmı o kadar da değil diyebilir. Bir kısmı Türkiye demokratik bir ülke ve bütün şartlarıyla devam ediyor diyebilir. Ben diyeceklerimi belki farklı bir kapsamda konuşmak isterim. Bir defa benim bazı özel televizyonlardan, başta TRT’den hemen hemen iki seneden beri uzaklaştırılmış olmamamın birilerinin talimatıyla yapıldığını çok iyi biliyorum. Üniversiteler özgür alanlar. Ben gerçekten üniversite gençliğini çok seviyorum. Kendi gençliğimi orada görüyorum. Bütün üniversitelerden bize öğrenci topluluklarından davet geldi.

Tayyip Erdoğan Milletvekili değilken ben bu partiyi orada temsil ettim."

Yine benim kötü bir huyum var. Sorulara bildiğim kadarıyla ve dürüst cevaplar veriyorum. Falan yere filan yere bakıp, sorup edip, efendim ne buyurursunuz, ne söylemem gerek filan demiyorum. Bu söylediklerim yine birilerini rahatsız etti. Birileri adına durumdan vazife çıkaranları rahatsız etti. Bu kez neredeyse gününü koyduğumuz üniversite toplantıları iptal edildi.

Kimdir Birileri?

Yani çok malum şeyler bunlar. Çok malum. Sokağa çıksanız sahibini sorsanız o bile söyler ama beni mazur görün. Mani oluyor halimi takrire hicabım.

Peki sizce AKP’nin bir muhalefete ihtiyacı var mı? Kurucu kadrolarından çok fazla kişi üçüncü dönem, başka sebeplerle, çok da önemli bir birikim bir yandan, 
bugün parti içerisinde değil, kademelerde değil, hükümette değil. Sizce böyle bir muhalefete ihtiyaç var mı?

Buna halk karar verir. Kendi konumumu söyleyeyim. Biz toplumda bilinen insanlarız. Bana AK Parti’nin vicdanı dediler, eyvallah dedim. Dürüst adamdır dediler, eyvallah dedim. Korkmaz, bildiğini doğrudan söyler dediler. Bunlar bana göre güzel meziyetler. Bunu vatandaş bana vermişse, ben de alır şerefle taşırım. 
Bu bir tarafa. Ama ben bu partinin kurucusuyum. Bu parti benim kucaklarımda yetişti. Parlamentodan grup başkanıydım. Yani Tayyip Erdoğan milletvekili değilken ben bu partiyi orada temsil ettim.

"AK Parti’de işlerin iyi gitmediğini düşünenler varsa..."
'' Kimse bize bir muhalif hareket olarak, yeni bir parti kuracaklar gözüyle bakmasınlar."

14 sene millete çok büyük hizmetler yaptık. Bunun en azından 2011 seçimlerine kadar olan bölümü sayın Erdoğan’ın mükemmel bir başbakanlığıdır. Türkiye içeride ve dışarıda çok mesafe kat etmiştir. Sonra yaşadığımız başka olaylar var. Ben bu partim varken, beni dışlayanlar olsa bile, seni kuruculuktan çıkardık diyenler olsa bile, kongreye davet ederken sıfatlarımı ihmal etmiş olsalar bile, hâlâ birtakım trol ve troliçelerin arkasında durarak, ceplerine para koyarak üzerimize saldırtsalar bile ben yine AK Parti’deyim.

Bir deyiş vardır. Ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin. Bizim gidecek başka bir diyarımız yok. Biz gidemeyenlerdeniz. AK Parti’nin iyi olmasını isteriz. 
Cumhurbaşkanı’nın iyi olmasını, başarılı olmasını isteriz. 40 yıllık arkadaşımız. Ama eğer kötü giden bir şey varsa, biz onlara yapmayın etmeyin, şu daha doğrudur deme hakkımızın da olmasını isteriz. Bunu şu an çok fazla bulamıyoruz.

Ama ben şu an partimin zararına olabilecek hiçbir şeyin içerisinde olamam. Kimse bize bir muhalif hareket olarak, yeni bir parti kuracaklar gözüyle bakmasınlar. 

Onlar bizim başka tarafa bakmayacağımızı çok iyi bilirler. Ama bundan istifade ederek de sürekli bizi yok etmeye, küçültmeye, basit ve aciz görmeye hatta, pelikan lı penguen li şeylerle aşağılıkça iftiralarla suçlamaya kalkarlarsa tepemizi attırmasınlar. Söyleyeceğimiz o. Fakat siyaset boşluk kabul etmez. Bugün AK Parti’de işlerin iyi gitmediğini düşünenler varsa, artık bu partiden Türkiye’ye hayır gelmez, ben buna oy vermem diyenler varsa, çareyi çözümü onlar bulurlar. Su akacağı yolu mutlaka bulur.

Biz 2001'de kurulduğumuzda biçim için çok uygun bir zemin vardı. Siyaset dip yapmıştı. Mevcut partilerin hiçbirisini millet istemiyordu. Zaten hepsini parlamento dışında bıraktı. Biz güzel bir tablo koyduk önlerine. Güzel bir fotoğraf tablosu. Tayyip bey var, Abdullah Gül bey var, ben varım, o var, bu var. Millet bizim fotoğrafımızı beğendi. Süleyman Demirel’in aile fotoğrafında kim varsa, millet onları reddetti. Ama AK Parti’nin aile fotoğraf tablosunda kim varsa millet onları kabul etti.

Bu AK Parti’nin başarıları tek başına Recep Tayyip Erdoğan’ın başarıları değildir. Sayın Bekir Bozdağ’ın da kulağını çınlatalım. Bu parti Tayyip’in partisi değildir. 

Bu parti Milletin bize bir Emanetidir, hepimizin partisidir. Bir kişinin şahsi mameleki haline getirilemez.

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/06/160616_arinc_arslan_mulakat


***

13 Ekim 2017 Cuma

BAŞSAVCIYA AĞIR SUÇLAMA


BAŞSAVCIYA AĞIR SUÇLAMA 


25 Ekim 2008 06:59

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'na Anayasa Mahkemesi'nden ağır suçlama. 

Anayasa Mahkemesi: Başsavcı Tahrifat yapmış 

Anayasa Mahkemesi kararında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın kapatma istemine gösterdiği 400’ü aşkın kanıttan bir bölümünün gazete veya internetteki halinden farklılaştırıldığı, eksik ya da parçalı aktarıldığı vurgulandı 

“Odak” yapan 30 eylem 

AKP’nin “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiği”ne, ancak eylemlerin ağırlığının kapatma yerine Hazine yardımından yoksun bırakma yaptırımını gerektirdiğine hükmeden Anayasa Mahkemesi, AKP’ye yol haritası çizdiği gerekçeli kararında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’yı “tahrifat yapmak”la suçladı. İddianamede, Yalçınkaya’nın kapatma istemine gösterdiği 400’ü aşkın kanıttan bir bölümünün gazete veya internetteki halinden farklılaştırıldığı, eksik ya da parçalı aktarıldığı vurgulanırken, AKP’nin odak sayılmasına türban, Kuran kursları ve imam hatiplerle ilgili 30 eylemin neden olduğu kaydedildi. Kararda “Dinsel duyguların siyasal mücadele aracı haline getirilmesi laiklikle bağdaşmaz” denildi. 
Resmi Gazete’de yayımlanan gerekçeli kararda, Yalçınkaya’nın iddianamesinde yer alan 400’ü aşkın delilden sadece 30’unun değerlendirmeye esas alındığı belirtildi. 
Başsavcılığın gösterdiği diğer delillerin tasnif dışı bırakılmasının nedenleri şöyle açıklandı: 
- Öznel yorumlardan oluşması ve iddianamede yer almayan kitapların esas alınarak düzenlenmesi. (Ergenekon sanıklarından Ergun Poyraz’ın Patlak Ampul kitabı vs.) 
- Bir kısmının yalnızca belirli bir yayın politikası olan gazete veya internet sitelerinde yer aldığı, ses ve görüntü kaydıyla desteklenmediği, karşıt gazete ya da sitelerde yer almadığı. 
- Bir kısmının parti tarafından kabul edilmediği. 
- Bir kısmının gazete veya internet sitelerinde yer aldığından farklılaştırılmış biçimde iddianameye alındığı ya da eksik ve parçalı aktarılmış olduğu. 
- Bir kısmının vaki olmadığı ya da sübut bulmadığı. 
- Bir kısmının ifade özgürlüğü kapsamında olduğu. 

Mahkeme, AKP’nin “odak” sayılmasına yol açan 30 eylemi de şöyle sıraladı: 
- Erdoğan’ın 12 ayrı açıklaması: 
1- Kişiler laik olmaz. 
2- Laiklik din olursa, aynı anda Müslüman olunamaz. 
3- Tommiks - Teksas okumaya kimse mani olmuyor, ama kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz? Benim tezgâhımdan geçmiş olanların ülkeme ne zararı var ki? (Türban konusunda) tayming önemli. 
4- Özel üniversitelerde türbanla eğitimi serbest bırakalım. 
5- Başörtüsü sorununun Kopenhag kriterleriyle açıklanması nasıl olur, merak     ediyorum. 
6- Kızlarım başlarını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı. 
7- Benim kızlarım ABD’de okuyor. Burada o özgürlük anlayışı var. 
8- Eşim başörtülü, Başbakanlık Konutu’nda takabiliyor. 
    Karşıda (Cumhurbaşkanlığı) takamıyor. 
9- (Türban) konusunda söz söyleme hakkı din ulemasınındır. 
10- Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi? (Danıştay 2. Daire’nin türban kararı için) 
11- Velev ki siyasi simge... 
12- (Cumhuriyet mitingleri için) Gerilim taraftarı olsam, o meydanlara 10 katını biz toplarız. 

Eski TBMM Başkanı Bülent Arınç: 

1- “Devlet dini inançların yaşanmasını engelliyor” sözleri. 
2- “Sivil, dindar, demokrat cumhurbaşkanı istiyorum” açıklaması. 

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik: 

1- İmam hatip lisesi mezunlarının katsayı engelini aşmak için yasal değişiklik çalışması yapması. 
2- (Erdoğan’ın ulema açıklaması için) “Hâkim, hukuk kararlarıyla bunu yasaklayamaz” sözleri. 

AKP kurucularından Cüneyd Zapsu

1- “Korkulan ne şeriat? 700 sene Osmanlı şeriatla idare edilmiştir” sözleri. 
2- “Türbanını çıkar demek, sokaktaki kadına donunu çıkar demekten farksızdır” açıklaması. 
AKP Milletvekili İrfan Gündüz’ün “Türban konusunda Anayasa Mahkemesi fetva veren bir kurum mu” sözleri. 

AKP Milletvekili Mehmet Çiçek’in “Türban tartışmasının çözümüne muhatap Din İşleri Yüksek Kurulu’dur” açıklaması. 
AKP Milletvekili Abdullah Çalışkan’ın “Devrim ya kırmızıdır ya yeşildir. Ben yeşilden yanayım” sözleri. 
Eski AKP milletvekili Resul Tosun’un “Oligarşik kurumların direnci toplumsal taleple kırılacaktır” sözleri. 

- Danıştay 2. Daire’nin türban kararı konusunda AKP Milletvekili Selami Uzun’un “Ancak dehşet denebilir” sözleri.
- Aynı konuda AKP Milletvekili Hasan Kara’nın “Böyle bir karar infiale neden olur” açıklaması. 
- Dinar Belediye Başkanı Mustafa Tarlacı’nın ramazan ayında 8 camide teravih namazı kıldırması. 
- Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın “Başörtülü bir kadın da belediye başkanı olabilmeli” açıklaması. 
- MEB Merkezi Sınav Yönetmeliği’nden sınavlara başı açık gelinmesi koşulunun çıkarılması. 
- MEB Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği’ne, imam hatiplilere çifte diploma verilmesi yolunun açılması. 
- Alanya’da açık lise sınavlarına türbanla girilmesine izin veren müdürü rapor eden 3 öğretmen hakkında soruşturma açılması. 
- Üniversitelerdeki türban yasağını kaldırmaya yönelik anayasa değişikliği. 

12 İsim Yasaklanacaktı 

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılması kararı vermesi halinde, Başbakan Erdoğan, Arınç, Çelik, Gündüz, Çiçek, Çalışkan, Uzun, Kara, Zapsu, Tosun, Balaman ve Tarlacı’ya 5 yıl süreyle siyaset yasağı konulacaktı. 

AKP’ye Yol Haritası 

Kararda, bir oyla kapatılmaktan kurtulan AKP’ye şu uyarılarda bulunuldu: 
- Laikliği reddeden düzenlemeler demokratik değildir. 
- Siyasi partiler dinsel özgürlük talepleri konusunda politika geliştirebilir, ancak dinsel duyguları siyasal mücadele aracı haline getirerek ayrışmalara yol açmaları laiklikle bağdaşmaz. 
- Dinsellik sadece siyasal mücadelede üstünlük sağlıyor diye siyasal alanda gerektiğinden fazla yer alamaz. Aksi durum, siyasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açar. Bu sakınca, iktidarı kullanan parti söz konusu olduğunda daha da artar. 
- AKP başörtüsü yasağını, Kuran kurslarındaki yaş sınırını, imam hatiplerin katsayı sorunu konularındaki siyasal mücadeleyi laikliğe uygun yürütmemiştir. 
Ayrışma ve gerginlik yaratacak biçimde siyasetin temel sorunu haline getirilmiş, dinsel duyarlılıklar yalın siyasal çıkar amacıyla araçsallaştırılmıştır. 
Diğer sorunların siyasetin gündemine gelmesi güçleşmiştir. 
- Ülkeyi tek başına yönetme sorumluluğu, sadece kendi tabanına yönelik kullanılamaz. 
- Siyasal çözümlerin, mümkün olan en fazla uzlaşıyı sağlaması gereklidir. 
- Basın özgürlüğü, demokratik siyasal iradenin ortaya çıkmasının güvencesidir. 
- Çoğunluğun, azınlıkların özgürlüklerini korumayı kabullenmesi zorunludur. 

Kapatma Kriterleri 

Karara göre, “odak” haline gelen partiler, “demokratik ilkelere aykırı bir amaç taşıması, şiddeti teşvik etmesi, özgürlükleri yok etme amacı taşıması, bu konularda açık ve yakın tehlike oluşturması” halinde kapatılacak. 
Odak haline gelen partilere uygulanacak yaptırım belirlenirken şu kriterlere de bakılacak: 
- Laikliğe aykırı eylemlerin toplumsal tahammülün ötesine taşıp taşmadığı. 
- Çoğunluğa hâkim olabilecek aşırı endişe, kaygı ve belirsizlik. 
- İdeolojik tercihlerin öncelik kazandığı kamu hizmeti anlayışı. 
- Anayasal güvencesizlik yaratılması. 
- Eylemlerin şiddet çağrısı içermese de tahrik, dayatma ve demokratik teamüllerle bağdaşmaz nitelikte olup olmaması. 
- Eylemlerin düşünce özgürlüğü kapsamında olup olmadığı. 
- Odaklaşmaya yol açan eylemlerin partinin temel politikasını belirleyecek ağırlıkta olup olmadığı. 

Kurtaran İçtihatlar 

Kararda, AKP’nin “google iddianamesi” şeklinde eleştirdiği iddianameye yönelik tartışmalara nokta konuldu. Kapatma davalarında parti lehine olan delillerin de 
inceleneceği karar altına alınarak, AKP’ye kapatma yerine Hazine yardımından yoksun bırakma yaptırımının uygulanmasının yolu açıldı. Böylece AKP’nin amaçları araştırılırken, AB ve kadın odaklı politikaları da göz önüne alındı. Kararla ortaya çıkan içtihatlar şöyle: 
- Gazete ya da internetten haber ve yorum biçimindeki belgelerin tek başına kanıt niteliği yoktur. 
- Bu haberler, farklı ve karşıt yayın organlarında aynı biçimde yer alıyor ve ifade sahibi ya da parti tarafından reddedilmiyorsa kanıt olarak değerlendirilir. Kuşkudan uzak kanıt yoksa ve beyanların doğruluğu parti savunmasından anlaşılamamışsa, haberler kanıt sayılmaz. 
- Milletvekillerinin Meclis’teki beyan ve eylemlerinde demokratik düzeni ortadan kaldırma amacı açıkça saptanabiliyorsa, bu eylemler parti kapatma davalarında gözetilir. 
- Parti kurulmadan önce yapılan eylemler, parti kapatma davasında gözetilmez. 
- Kapatma davalarında sadece lehte değil, aleyhte deliller de değerlendirilir. 
- Kanıtların “odak” kriteri sayılması için 11 üyeli mahkemenin en az 7 üyesince kabulü gerekir. (Bu nedenle çok sayıda delil 6 oyla tasnif dışı kaldı.) 

aktif haber 

***

29 Mart 2017 Çarşamba

Bir Mahallede İki Muhtar!…


Bir Mahallede İki Muhtar!… 


Rifat Serdaroğlu
Cuma, Ağustos 05, 2011


Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Yüksek Askeri Şura toplantısındaki oturma düzeniyle ilgili haberlere ilişkin, “Bugüne kadar şu veya bu sebeple belki yanlış bir görüntü vardı, bugün bu görüntü olması gereken bir yerde kendini gösteriyor. Bizim Anadolu’da bir tabir var, ‘Bir köyde iki muhtar olmaz’ derler. Sayın Başbakanımızın böyle bir toplantı düzeninde bulunması çok olağan, çok normal, çok doğru, çok haklı karşılamanız lazım” dedi…
Bülent Bey, çok hisli, çok hassas, çok içli, çok yumuşak biridir. En küçük bir duygu dalgalanmasına yakalandığında hemen ağlamaya başlar ve ağzına geleni söyler, ağzının da freni yoktur. AKP Grubunda Başbakan ne zaman şiir okusa, Gazze’den, Filistin’den bahsetse, Bülent Bey dayanamaz ve sular seller gibi gözyaşı akıtır. Cindoruk, bu yüzden Bülent Bey’e “Ağlayan Kaşar” lakabını takmıştır…
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ise Bülent Bey’den çok daha nazik, çok daha ince, çok daha zarif, çok daha yumuşak bir Bakandır. Onun değerlendirmesi ise;
“Başbakanın masanın başında tek başına oturması geçici değil, kalıcı bir görüntüdür. Başbakan ile Genelkurmay Başkanının yan yana oturması kanun ve teamül değil, fiili durumdur.(Demek ki, Paşalar Başbakan’ın yanına zorla oturmuşlar)  Yaş’ta, Başbakan’ın Eşbaşkanı yani ortağı yoktur” (Nerede var?)
Bir köyde iki muhtar olmaz diyen, Bülent Bey’den şu soruların cevaplarını isteyelim, ama lütfen ağlamadan cevap versin, benim de yüreğim yufka, dayanamıyorum kardeşim;
Bir Köyde İki Muhtar” olmaz, demek, “Bir Kümeste İki Horoz Olmaz” veya “Bir yerde otorite tek kişide olur” demekle eşdeğerdir.
Peki,  Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanının yanında oturmasına tahammül edemeyen, bunu demokrasiye aykırı bulan ve tek başına oturmayı “İleri Demokrasi’nin” gereği olarak  gören Başbakan Erdoğan, nasıl oluyor da  Büyük Ortadoğu Projesinde, “EŞBAŞKAN” olarak, Obama ile zaman zamanda Amerikan Genelkurmay Başkanı ile yan yana oturabiliyor?…
Türk olunca “Antidemokratik”, Amerikalı olunca “Demokratik” mi oluyor?
Yabancıya var da, Türk’e yok mu? Hani aynı sudan içmiştik?…
Eşbaşkan-Başbakan Erdoğan  “Dinler Arası Diyalog”  hareketinin de Eşbaşkanıdır. İspanya Başbakanı Zapatero ile yan yana otururlar!..
Sormak hakkımız değil mi?
Hıristiyan olunca yan yana oturuluyor da, Müslüman olunca mı yan yana oturmak günah oluyor?
Jose Luıs Rodrigez Zapatero olunca uyuyor da, Necdet Özel olunca mı uymuyor?.. 
Bülent Bey’in, “Bir mahallede iki muhtar olmaz” cümlesindeki kastının, Başbakanın TSK üzerinde “Tek Otorite” olduğunu vurgulamak istemesiydi, bunu hepimiz biliyoruz.
T.C Başbakanı, Anayasa ve yasalarda belirlenmiş yetkilere sahip seçilmiş bir “Otoritedir.”
Sorumlu olduğu ve asla “Görev İhmali” yapamayacağı konular vardır. Bunlardan en önemlisi “Türkiye’nin Bölünmez Bütünlüğüdür.” Bugün için ülkemizin bir bölümünde “Demokratik Özerklik” ilan edilmiş ve Türkiye dışında bu özerkliğin tanınması çalışmaları başlamıştır. Türkiye’nin bir bölgesinde Türk Bayrağı dalgalanamaz durumdadır.  Cumhuriyet Hükümetinin Bakanının gözü önünde Atatürk’ün resimleri kapatılabilmektedir. Sınır kapılarımızın işgal edilip, Türk Bayrağının indirildiği, yerine terör örgütü paçavrası asıldığı eylem hala cevapsız bırakılmıştır…
Eğer Başbakan Erdoğan, Bülent Arınç’ın mahallesinde “Tek Muhtar” olmak istiyorsa önce görevini tam olarak yerine getirmesi gerekir.
Bülent Bey’in ağzının freni yok demiştim. Halbuki devlet işlerinde fazla aceleci olmamak lazımdır.
Bugün “Tu Kaka” ilan ettiğiniz adam yarın çıkar ve “Türk Ordusuna yapılan uygulamalar ne ulusal hukuka, ne de uluslararası hukuka uymamaktadır. Bunu protesto etmek için bu oturma düzenini biz tertip ettik” derse ne yapacak, Cindoruk’un  ağlayan kaşarı?…
Ne olacak Bülent Bey’in mahallesindeki muhtarlık?…
Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu

https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/08/bir-mahallede-iki-muhtar-rifat.html



***

22 Şubat 2017 Çarşamba

AKP Devlete Karşı




AKP Devlete Karşı



İnan Kahramanoğlu

05.05.2003/Sayı:29

AKP Hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan Resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.

Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacak larını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.

23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.

AKP Devlet Savaşı Büyüyor

AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.

Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.



Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.


Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.

Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.

Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.

AKP’den Devlete Şeriatçı Kuşatma


Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.

AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.

İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.

AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.

THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.


Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.

Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararname lerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.

Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”

Şeriatçı Terör Örgütlerine Devlet Protokolü

AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.


İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.

Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.

Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.

AKP Orduya Savaş Açtı

MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.

Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.

AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.

Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.

Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.

MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.

AKP AB Kozunu kullanarak Orduyu Tasfiye etmek istiyor

Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.

Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.

Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.

AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “ordu siyasilerin emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”

Başkanlık Sistemiyle Devlet ortadan kaldırılacak

Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.

AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.

Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor

Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.

Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme

AKP Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?

Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.

Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.

Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.

Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.

Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.

Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.

http://www.turksolu.com.tr/29/kahramanoglu29.htm


26 Kasım 2016 Cumartesi

Abdullah Gül'ün Şövalyelik Sırları BÖLÜM -5




Abdullah Gül'ün Şövalyelik Sırları BÖLÜM -5


ASLAN BULUT
12.11.2010 23:08


ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi açıklamasıdır: 'Abdullah Gül’ü de biz yetiştirdik'


ABD bursu aldı; Milli Kültür Vakfı bursu dediler! 

ABD bursunu 'Milli Kültür Vakfı bursu' adı altında, Abdullah Gül, Şükrü Karatepe ve Fehmi Koru’ya sağlayanlar Sabahattin Zaim ile Nevzat Yalçıntaş idi. Gül, Karatepe ve Koru’ya verdikleri Milli Kültür Vakfı Bursu, gerçekte Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu idi ve bu konu Türk kamuyoundan bugüne kadar gizli tutuldu

Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Kültürel İşler Bürosu’nun İnternet sitesinde, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu ile yetiştirilmiş dünya liderleri arasında gösterildi!
'The Bureau of Educational and Cultural Affairs (ECA) of the U.S. Department of State' olarak adlandırılan sitede, kurumun, 1961’de Amerika Birleşik Devletleri halkı ve diğer ülkelerden insanlar arasında dostluk, karşılıklı anlayış ve barışçıl ilişkiler geliştirmek için kurulduğu bildiriliyor. Büronun ayrıca ırksal ve etnik azınlıkların temsil edilmesi için faaliyet gösterdiği de ifade ediliyor. Siteyi siz de ziyaret ederek konuyla ilgili yayını inceleyebilirsiniz: Adres şöyle:


http://exchanges.state.gov/alumni/prominent-alumni.html.

Gül ve diğer ünlü mezunlar...

ECA’nın dünya çapında mezun sayısının bir milyonun üzerinde olduğu, bunlar arasında Nobel ödülü alan 40 kişi ile eskiler de dahil 300’den fazla devlet ve hükümet başkanı bulunduğu açıklanıyor.

Sitede, 'Sürdürülebilir ağ oluşturma' başlığı altında 'Amerikan Dışişleri Bakanlığı, eski ve yeni mezunlarının, küresel toplumun oluşumu yolundaki çabalarının en üst düzeye çıkması için daimi destek sunuyor. Tüm dünyada kurulan ağ ile fikirlerini, projelerini ve deneyimlerini paylaşmalarına yardımcı oluyor.
Ayrıca hedef odaklı yerel projelerin uygulanması için dernekler kuruyoruz' deniliyor.
Sitede, mezunlar ECA mezunu ya da Fullbright mezunu olarak tanıtılıyor.
Mezunlar arasında Abdullah Gül dışında Tony Blair, Hamid Karzai, Mohamed Yunus Ruth Simmons, Javier Solano, John Updike, Rita Dove, Werner Herzog ve Giscard d’Estaing de sayılıyor. 

'ECA’nın önde gelen mezunları' arasında, Afrika, Doğu Asya, Pasifik, Avrupa, Yakın Doğu, Orta Asya’dan ve Batı ülkelerinden 57 devlet ve hükümet başkanı var. Aralarında Abdullah Gül’ün de ismi bulunuyor.

Kamuoyundan gizlenen burs

Abdullah Gül, Türkiye’de devlet okullarında okudu. Kendisinin özgeçmişinde açıklanan tek burs, Exeter Üniversitesi’ne yüksek lisans için gönderilirken verilen Milli Kültür Vakfı bursudur. Abdullah Gül, Şükrü Karatepe ve Fehmi Koru’ya bu bursu sağlayanlar ise Sabahattin Zaim ile Nevzat Yalçıntaş idi. Sabahattin Zaim öldü. Yalçıntaş ise bu konuda bir açıklama yapmadı. Gül, Karatepe ve Koru’ya verdikleri Milli Kültür Vakfı bursu, gerçekte Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu idi ve bu konu Türk kamuyoundan bugüne kadar gizli tutuldu.


Dünyanın en önemli siyasi projesi ve AKP! 

The Independent gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, yani Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davası ile ilgili kararını açıklamasından bir gün önce Daniel Howden, Türkiye’nin AKP dönemindeki AB macerasını 'Dünyanın en önemli siyasi projesi' olarak nitelendirdi, AKP’yi övdü, Türk generallerini suçladı. 
Howden’in ifadesi şöyle: 


'Müslüman, demokratik, laik, mali açıdan istikrarlı ve Avrupa Birliği’ni Orta Doğu’ya bağlayan bir ülke yaratma projesi, Türkiye’yi muhtemelen bugün dünyadaki en önemli siyasi deney haline getiriyor. Ve bu proje çökmenin eşiğinde.


Demokratik olarak seçilmiş, kökenleri siyasi İslâma dayanan bir hükümetin, nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede ortaya çıkması, muazzam bir siyasi toplumsal ve ekonomik ilerlemeye rast geldi. Bu ilerlemenin motoru AB üyeliği ihtimali oldu. Tıpkı zengin ülkelerin oluşturduğu genişlemekte olan bir bloğun tarihi mantığının, Sırbistan’ı savaş suçlularını tutuklamaya zorladığı gibi Türkiye’yi de reform yapmaya itti.' 


İngiliz gazeteciler daha önce de kendi toplumlarını uyarmıştı. 


Financial Times gazetesinde 7 Aralık 2006 tarihinde, Vincent Boland ve Paul Betts, 'Türk Lokumu' başlıklı yorumda 'Geçtiğimiz dört yıl içerisinde AB ve IMF’nin teşvik ettiği reformlar, Türkiye ekonomisinin AB’ye entegrasyonunu  pekiştirdi. Bu da Dexia, Fortis, Citigroup ve BNP Paribas  gibi yabancı yatırımcıların, ekonomik dönüşümden en fazla faydalanan sektör olan bankacılık sektörüne girmelerini  sağladı. Öte yandan yatırım bankaları  İstanbul’da çok ciddi miktarlarda işlem yapıyor' diye yazmışlardı.   


İngiliz gazeteciler, ABD-İngiltere merkezli dev şirketlerin, 'Aman AB sürecini kesmeyin, ’Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefaaatine sığınan’bir iktidar sayesinde bakın Türkiye’de ne kadar kârlı bankalar satın aldık. Bu bankalar üzerinden İstanbul’da çok ciddi alımlar yapıyoruz. Ellerindeki bütün serveti alana kadar Türkleri oyalayın' görüşünü seslendiriyordu.


Cüneyt Ülsever diyorki...

İngiliz gazetecilerin ifadelerinden AKP’nin aslında nasıl bir proje olduğunu bütün çıplaklığıyla anlamayan varsa, onlar için Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever devreye giriyor ve diyor ki, 'Şimdi tekrar ilan ediyorum ki, AKP’nin kapatılmaması kararı, ölümü gösterip sıtmaya razı etme formülü ile, kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye’nin formatlanmasında en büyük merhalenin aşılmasına vesile olmuştur.' 


İndependent gazetesinden Adrian Hamilton 29 Temmuz tarihli yazısında 'İslâm ve Batı münakaşasını atın bir kenara. Türk Hükümeti kaybederse hepimiz mağdur olacağız' diye yazdı.


Neymiş AKP’nin kapatılmaması? 


'Kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye projesi' imiş!
Bunu nasıl sağlıyorlar? 


Ülkenin bankalarını yabancılara satarak!
AKP kaybederse kim kaybedermiş?
Zengin ülkelerin dev şirketleri! 


Cüneyt Ülsever’in bahsettiği 'Kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye formatlanması' Türk Milleti’nin egemenlik hakkının ortadan kaldırılma teşebbüsüdür, anayasa suçudur! Türk Milleti’ni Ergenekon’a hapsetme projesinin ana hatları böyleydi.



Gül’ün Oxford Mütevelli Heyeti’nde bir görevi mi var?
Anadolu Ajansı, 13 Mayıs 2009’da üç satırlık bir haber geçti: 'Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi Mütevelli Heyeti’nin İstanbul’daki toplantısına katıldı. Dolmabahçe Sarayı’nda basına kapalı gerçekleşen toplantı, yaklaşık 2 saat sürdü.' 


Haber bu kadar! 


Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın, İslâm dünyası üzerinde yüzyıllardan beri operasyon yapan bir ülkenin, 1993 yılında kurduğu İslâmi Araştırmalar Ensitüsü’nün Mütevelli Heyeti toplantısına katılmasının sebebi neydi?
Gül, bu konuda bir açıklama yapmadı.  Böyle bir merkezin mütevelli heyeti toplantısına Türkiye’nin Cumhurbaşkanı niçin katılır? Kendisi de mütevelli heyetinde midir? Başka ülkelerin Cumhurbaşkanları da bu tür toplantılara katılıyor mu?  İngilizlerin 1. Dünya Savaşı öncesi hedefi, Balkanlar, Kafkasya, Önasya (Türkiye) ve Orta Doğu’da oluşturulacak 4 federasyonu, kendi güdümlerindeki bir 'ılımlı halife'ye bağlı olarak 4’lü konfederasyon içinde yönetmek idi. Başaramadılar. Şimdi bu politikayı, Büyük Orta Doğu Projesi adı altında ABD sürdürüyor. İngiltere, İsrail ve Türkiye ABD’ye yardımcı oluyor!
Zaten bu projeyi güncelleştiren, Türkiye’de benimsenmesi için 1996 yılında İstanbul’da konferans veren, İngiltere ve ABD vatandaşı, İngiltere doğumlu, Yahudi asıllı tarihçi Bernard Lewis’tir. 


Yani bugün de İngiltere, Oxford Üniversitesi’ndeki İslâmi Araştırmalar Merkezi ve Exeter Üniversitesi’ndeki Arap ve İslâmi Araştırmalar Enstitüsü’nün rehberliğinde, İslâm Dünyası üzerinde uygulayacağı strateji ve taktikleri geliştiriyor. 


Aslında Abdullah Gül, Oxford Üniversitesi Mütevelli Heyeti toplantısına ilk defa katılmıyor. Cihan Haber Ajansı’nın 20-21 Temmuz 2006’da geçtiği haberlere göre Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Oxford kentinde o sırada yapımı süren Oxford Üniversitesi İslâmi Araştırmalar Merkezi’nin inşaat halinde olan binasında incelemelerde bulundu. Abdullah Gül, İslâmi Araştırmalar Merkezi’nin Oxford şehir merkezinde yer alan binasında yönetim ve komite üyeleriyle de bir araya geldi. Gül, ertesi gün de Araştırma Merkezi’nin mütevelli heyeti toplantısına katıldı. 


Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi’ni Türkiye’de sevdirmek için de devamlı olumlu haberler üretildi. 


Bu haberlerden birine göre 1993 yılında faaliyete geçen Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi, Bursa’nın İznik ilçesinde üretilen dünyaca ünlü çinilerle baştan aşağı kaplandı. İznik Eğitim ve Öğretim Vakfı Başkanı Işıl Akbaygil, İngiltere’deki Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi için yaptıkları çinilerin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Türkiye adına, araştırma merkezine hediye edildiğini açıkladı. Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi’nden Dr. Muhammed Ekrem Nedvî’nin yıllarca süren araştırmalar sonucu  'İslâm toplumunda kadın alimler' konulu, 40 ciltlik bir eser yazması ile ilgili övgü dolu haber de bu türdendi.  Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, Türk halkına Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi’nin Mütevelli Heyeti toplantılarına niçin katıldığını, bu durumun görevi ile bağdaşıp bağdaşmadığı sorularına hiçbir cevap vermedi.


Avrupa Musevi Kongresi Başkanı Besnainou Erdoğan ve Gül ile neyi görüştü?

İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ni davet ederek aşağıda oturtması, görüşmede Türk bayrağı bulundurmaması, üstelik İbranice konuşarak, gazetecilere 'Bu fotoğrafı çekin' demesiyle başlayan kriz, Tayyip Erdoğan’a 'İslam Dünyasının Nobeli' denilen Kral Faysal ödülü verileceğinin açıklanması ile aynı güne denk geldi. 


Bu bir tesadüf olabilir miydi? 


Aslında Davos’ta Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın omuzu da dürtülmüştü. Hem de bir gazeteci tarafından. Şimdi ise büyükelçinin şahsında Türkiye ve Türk Milletine hakaret edildi. 


Davos’taki ' One Minute ' krizinden bir ay önce İsrail’in Jerusalem Post gazetesinde Herb Keinon, 'Üst düzey yetkililer, Erdoğan’ın ülkede yükselen laik muhalefet karşısında meşruiyetini sağlamlaştırmak için yüksek profilli bir uluslararası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledi' diye yazmıştı. Bu bilgiyi gazeteci Herb Keinon’a veren İsrail Başbakanı Ehud Olmert idi. Hem de Tayyip Erdoğan ile görüştükten hemen sonra! 


BM Genel Sekreteri Ban-Ki Moon da Erdoğan’a, 'Orta Doğu’da liderliğinize ihtiyaç var' diye sesleniyordu! 


Yine Avrupa Musevi Kongresi Başkanı Besnainou, Türkiye’de Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ile görüştükten sonra 'Erdoğan’ın, İslam dünyasının sözcüsü olması gerekiyor' demişti. 


Ehud Olmert, bakanlarını 'Türkiye aleyhine konuşmayın' diye uyarıyordu!
Türkiye Başbakanı, İsrail Cumhurbaşkanı’na alenen 'katil' dediği halde susuyorlardı! 


Fakat İsrail’de bu politikayı hazmedemeyenler, ülkenin gururu zedelendi düşüncesiyle Türkiye’den intikam almak istiyordu. Son olarak İsrail hükümetinin Türkleri suçlaması bir şeyler olacağını gösteriyordu. 


Diğer taraftan 'Büyük Orta Doğu Projesi, Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile birlikte hareket ediyoruz. Amacımız İslâm ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek. Olumsuz bir tablo çıkarsa İran’a kapılarımızı kapatmak zorunda kalırız' diyen de Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül idi.
Tayyip Erdoğan da aynı projenin eş başkanlığını üstlenmişti.
Projenin mimarı MOSSAD idi. Türkiye’yi ortadan kaldırmayı, yerine Orta Doğu federasyonu kurmayı öngören ABD-İngiltere-İsrail ortak yapımı Büyük Orta Doğu projesi, Yemen olayında görüldüğü gibi bütün hızıyla uygulamadadır.
Erdoğan’ın her yıl İstanbul’da topladığı Uluslararası Yatırım Danışma Konseyi üyeleri, daha çok ABD ve İngiltere merkezli şirketlerin başkanlarından oluşuyor ve bunların da çoğu Yahudi’dir. Bu toplantılarda Türkiye’de hangi sektörün kime satılacağına karar verilmektedir! 


Gül, Çankaya köşkünde İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres onuruna verdiği yemekte yaptığı konuşmada da İsrail’in güvenliği ve tanınmış sınırlar içinde yaşama hakkına sahip olmasının, Türkiye’nin Orta Doğu politikasının değişmez önceliklerinden olduğunu söylemiştir.
Türkiye’nin İsrail ile kapışması, Tayyip Erdoğan’ın bütün İslâm ülkelerinde yıldızlaşmasını sağladı. Hatta 'Mısır’da Mübarek’in karşısında aday olsa Tayyip Erdoğan seçilir!' deniliyor. İşte İsrail ile başlatılan kavganın asıl sebebi bu sonucu elde etmek içindi. BOP eş başkanlığını sürdürmek için bu türde vukuatlara ihtiyaç var! 


Türkiye’yi İslâm’ın Truvası olarak kullanmak, silâhla gerçekleştirilemeyen Büyük Orta Doğu Projesi’nin yumuşatılmış şeklidir!


-BİTTİ-

GÜL’ÜN şövalyelik SIRLARI -5-

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/gulun-sovalyelik-sirlari-5-42097h.htm

..