Anayasa Mahkemesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anayasa Mahkemesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Nisan 2020 Pazar

TC Demokrasisinin Devamı için: HAYIR..,,

TC Demokrasisinin Devamı için: HAYIR..,,






ÖZDEMİR SÖKMEN..,

    HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi konusunda hükümetin; demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına çok önemli
darbe vurduğunu kaydeden İzmir Baro Başkanı Özdemir Sökmen, “Anayasa Mahkemesi, yapmış olduğu bu cüzi değişiklikle bana göre kendi ipini, 
kendi kesmiştir. Bu değişikliklerle demokrasi, bir zevale uğruyor çünkü Yürütme, bundan sonra Yargıya hükmetmeye başlayacaktır. 

   Zaten Yasama, kendi ellerinde” diye konuştu. EGİAD YARIN’a özel yaptığı açıklamalarının devamında halkın, referanduma dair bilinçlendirilmesi çalışmalarındaki ‘evet-hayır’ oylarının ne anlama geleceği anlatılırken neticenin, AKP iktidarı ile  bağlanmaması gerektiğine vurgu yapan Sayın Sökmen, referandum sonucunun Türkiye Cumhuriyetinin devamını  etkileyeceğini önemle ifade etti. Hükümetlerin, gelip-gideceğini belirterek, “AKP de geldiği gibi gider ama Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye  Demokrasisi elden giderse işte onu yeniden kurmak çok zor olur” dedi.

   Uzlaşılmış bir anayasa değişikliği değerlendirilmeliydi İktidarın referanduma sunduğu Anayasa değişiklik paketinin hukuk alt yapısı bakımından  yeterince donanımlı bir ekip tarafından hazırlandığını düşünüyor musunuz?

   Anayasa konusunda gerçek bir değişiklik yapılacaksa başta TBMM’de grubu bulunan bütün siyasi partilerin ve bu konuda yetkin bütün STK’ların ve hukukla ilgili bütün kesimin katılımcılarının da bulunduğu heyet tarafından gündeme getirilip, kabul edeceği bir değişiklik yapılması gerekirdi.
İktidar partisi de başlangıçta bu tür uzlaşma sözleriyle yola çıkmasına rağmen maalesef bu yöntemi tercih etmedi. Önce Anayasa profesörü Ergun Özbudun’a müracaat ettiler;

Sayın Özbudun’un hazırladığı taslak, kötü bir çalışma olmamakla beraber bize göre o da çok yetersizdi.
İktidar, Özbudun’un bu taslağını da beğenmeyince başta Burhan Kuzu olmak üzere tamamen kendi ekip üyelerinden oluşan bir heyete anayasa değişikliğini hazırlattılar. AKP, Mecliste her ne kadar çoğunluğu sağlamış ise de Türkiye genelinde yüzde 33 ortalamasında bir parti olup yüzde 67’si de bu Melis’in dışındadır dolayısıyla bu yüzde ortalamasına sahip bir partinin hazırladığı anayasa değişiklik paketi, kesinlikle tüm Türkiye’yi kucaklayan bir anlayışta olamazdı ki böyle olmadığı da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Şahsi görüşüme göre bu anayasa değişiklik paketi, tamamen ucube bir şekilde doğmuştur.

  Sunulan bu değişiklik paketinin iptali konusunda Anayasa Mahkemesi’ne çok güveniyordum.
Siz de takdir edersiniz ki özellikle Anayasa Mahkemesi ve HSYK konusundaki düzenlemeler, hukukun tamamen yok edilmesine yönelik programlardır. İlk sorunuzun karşılığı olarak size şunu söyleyebilirim; bu anayasa, sağlıklı bir alt yapıya oturmadan, bu işin erbabı ve ustası olan, hukuku gerçekten benimsemiş, evrensel hukuku, hukukun üstünlüğünü kendisine ilke edinmiş hukukçulara hiç danışılmadan hazırlanmış bir değişiklik tasarısıdır.

   Kanunlaşırsa neticelenin de kötüye gideceğini zamanla hep birlikte göreceğiz.

    “Darbe Anayasasını değiştireceğiz” diye yola çıkanların, yola çıkış nedenleri yanlış Darbe anayasalarını eleştirerek daha fazla demokrasi, 
temel hak ve özgürlükler iddiası ile yapılan bu çalışmanın, gerçek bir sivil anayasa olacağını ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap verebileceğini 
düşünüyor musunuz? Hazırlanış ve sunuş itibariyle ne kadar demokratik bir anayasa değişim çalışması oldu?

   1924’e gitmeden 1961 Anayasasından başlayalım: 1961 Anayasası da ‘ihtilal anayasası’ idi ama son derece güzel bir anayasaydı; “keşke 1961 Anayasası halen Türkiye’de geçerli olsa” diye zaman zaman düşünürüm. Ardından 1980 ihtilali oldu ve o malum diktanın hazırlattığı 1982 Anayasası oluştu. 
82 Anayasası, ‘Darbe Anayasası’ diye tarihimize geçmiş olmakla birlikte bu anayasa da o zaman halkoyuna sunulmuştu ve hatırlarsanız, yüzde 93 gibi çok büyük bir kabul oyu ile geçmişti. Şimdiki iktidar, sivil bir anayasanın çok daha iyi olacağı iddiasıyla yola çıktı ve bu ucube anayasa değişikliğini hazırladılar. Kaldı ki halen yürürlükte bulunan 82 anayasası, bana göre o darbe anayasası niteliğini
çoktan kaybetti çünkü yanlış olan ve beğenilmeyen yönleri, iktidara gelen partilerce zaman içinde değiştirilerek, 83 maddesi yenilenmiştir.

    Neticede, “Biz ille de darbe anayasasını değiştireceğiz” diye yola çıkanların, bir kere yola çıkış nedenleri yanlış. Her şeye rağmen 82 Anayasası Türkiye’de, 1982’den 2010’a kadar 28 sene ayakta kalan ve bugüne kadar da herhangi bir şekilde kavgaya uğramamış bir anayasadır.

12 Eylül’deki referanduma sunulan ve şiddetle eleştirdiğimiz HSYK yapısının 82 Anayasasından hiçbir farkı yok. Bütün gerçek hukukçular ile demokrasiye inanan gerçek düşünce sahibi ne kadar insan varsa hepsi ve de STK’ları olarak HSYK’nın içinde hükümetin bir organı olan Adalet Bakanı ve Müsteşarının olmaması gerektiğini en başından beri sürekli ifade ediyoruz. Hatta AB komisyonlarında da bu yönde uyarılar alınmasına karşılık güya, “mevcut darbe anayasasını değiştireceğim” diye yola çıkan iktidar, bu konuya hiç değinmediği gibi HSYK
bünyesinden Adalet Bakanının çıkarılması konusundaki bütün önerileri ve tepkileri de dikkate hiç almamıştır.

    1982 Anayasasında buna benzer değiştirilmesi gereken çok önemli maddeler de varken hepsi göz ardı edilmiştir.

Kabul edilebilir maddeler, balığı avlamak için kullanılan yemler Referanduma sunulan taslaktaki 24 maddenin ilk 12-13 maddesi, herkesin kabul edebileceği değişiklikler gibi görülüyor. Bu maddeleri, “ Balığı avlamak için kullanılan yemler” olarak değerlendirmekteyim. HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimini Meclise ve Cumhurbaşkanlığına bırakan bu hükümet; demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına çok önemli darbe vurmuştur. Peki, bu durum zamanla bize, neyi getirecektir? Biliyorsunuz; biz, demokrasiyle yönetiliyoruz.
Bugüne kadar yapılan araştırmalara göre dünyadaki en iyi rejim şekli, cumhuriyettir. Anayasamızın 2. Maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti Laik, Demokratik bir hukuk devletidir” şeklinde hüküm bulunmaktadır.

   Yani Anayasamıza göre demokrasi ile yönetilmek şarttır ve demokrasi ile yönetilmenin esasında 3 önemli unsur olan Yürütme, Yasama ve Yargı organları birbirinden ayrı olarak mutlaka olmalıdır. Hiçbiri, diğerinden üstün olmayacak ama hepsi, birbirini kontrol mekanizma olarak bağımsız yaşayacak. Oysa yapılan bu anayasa değişikliği ile Yargı, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Yargının şimdiye kadar Yüksek Mahkemece ve hâkimler tarafından seçilen üyeleri, bundan böyle Meclis ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek.

    Hatta sunulan ilk haliyle; “Bir tek aday gösterilmesi” şeklinde geçiyordu ama çok şükür ki Anayasa Mahkemesi, bu maddeyi iptal etti; en az 3 aday arasından seçilmesi sağlandı.

    Tek aday olsa hepten kendilerine bağlı bir yargı kurulu oluşturacaklardı.
     Anayasa Mahkemesi, yapmış olduğu bu cüzi değişiklikle bana göre kendi ipini, kendi kesmiştir. Bu değişikliklerle demokrasi, bir zevale uğruyor çünkü Yürütme, bundan sonra Yargıya hükmetmeye başlayacaktır.


Zaten Yasama, kendi ellerinde…

   Ülke yönetiminde medyanın hatalı yönlendirmeleri Anayasa Mahkemesi; “bu kararlara uymayın” diyen raportörler barındıran bir kurum haline  gelmiştir.

   Anayasa, özü itibariyle bütün hukuk kurallarının üzerindedir. Anayasa Mahkemesi, en yüksek mahkeme olup bütün insanların güvenmesi gereken
bir mahkemedir. Kararlarına saygısızlığımız olamaz ama TC tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir şekilde, kısa bir süre önce bir raportör çıktı ve “Anayasa Mahkemesinin kararlarını dikkate almayın” diye konuşabildi.

Üstelik bu kişi ile ilgili, hiçbir yetkili mercii tarafından hiçbir yasal işlem yapılmadı. Artık bu tür kişileri içinde barındıran Anayasa Mahkemesi, bir hukuk kurumunun başında olan bir kişi olarak beni gerçekten çok üzen bir karar vermiştir.
Aslında Anayasa Mahkemesi, ‘güçler ayrılığı’ ilkesini hassasiyetle göz önünde bulundurmalıydı.

   Yapılan bu değişikliklerde Yargının, Yürütmenin himayesi altına gireceği çok açık ve net olduğu halde, ‘güçler ayrılığı’ ilkesinin yok olacağını göre göre, bile bile iptal etmeyerek Anayasa Mahkemesi, bence kendi bindiği dalı kesmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’ne de çok büyük kötülük etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu kararlara karşı gelmek gibi bir niyetimiz elbette yok ama bizler, bu yönde çok daha etkili bir karar çıkmasını bekliyorduk. Belki bunu böyle yapmasının bir sebebi, biliyorsunuz; artık ülkeyi basın yönetmeye başladı.

“Anayasa Mahkemesinden böyle bir karar çıkarsa iktidar partisi, mağduriyeti oynayacak ve belki erken seçim isteyecek. Zaten karışık bir ülke ama netice itibariyle Türkiye, daha da karışacak” diye dayatıldı. Belki bu sebeple Anayasa Mahkemesi, böyle bir risk altına girmek istememiş olabilir.

    Referandum 12 Eylül’de gerçekleşecek.
Türk milletine güvenimiz sonsuz. İnanıyorum ki gerek STK’ları gerekse siyasi partilerce halka, bu anayasa değişikliği ile nereden nereye gelindiği ve nereye gidileceği çok iyi anlatılabilirse, referandumdan ‘Hayır’ oyu çıkacaktır.

   Bu olayda da basının çok önemli rolü olacak. Medya, maalesef bu gerçeklerin önemli bir kısmına yer vermiyor.
- Basının önemli bir bölümü, iktidardan nemalandığı için ‘Evet’ yönünde kampanyalar yürütmesi normaldir.
Doğru söylüyorsunuz. Referandumdan sonra insanların hâkimlere ve yargıya olan güvenci sarsılacaktır.
Nasıl ki ‘yandaş basın’ deniyor, artık ‘yandaş mahkemeler’ de olacaktır.
Bir süre önce Anayasa Mahkemesi bu iktidarı, “laiklik aykırı eylemlerin odağı bir parti” olarak ilan etti.
Birçok kişi gibi ben de “Yargı kurumlarını da kendi hâkimiyetlerinde tutmak suretiyle sonrasında başka iktidarlar geldiğinde bile açılacak davalarda, kendilerini kolayca aklayabilecekler”
diye düşünüyorum. Ancak önünde sonunda yargıdan kaçılmaz ve hukuk, herkesi layık olduğu şekilde yargılar.
Çıkan bu anayasa değişiklik paketi bir süre sonra sivil anayasa değil de ‘AKP Anayasası’ olarak anılır da iktidar değişimi ile birlikte yeniden bir anayasa değişikliğine gidilir mi? Elbette yeni bir anayasa yapılır. AB eğer dürüstse AKP’nin antidemokratik girişimlerine karşı çıkmalıydı Değişiklikler, AB hukuk yapısıyla ne kadar uyumlu? Bugün için bu değişikliklere sesini çıkarmayan AB, sonrasında “sizin anayasanız bizimle uyumlu olmadığı için sizi, AB’ye alamayız” der mi?

   Bu duruma inanın çok şaşırıyorum; AKP’nin iktidara geldiği 2002 yıllarında birileri, düğmeye bastı ve “AB’ne giriyoruz” diye kutlamalar yapıldı ama aradan 8 yıl geçmesine rağmen halen öyle bir niyet olmadığı gibi yakın zaman içinde de bizi AB’ne almayı düşünmedikleri ortada. Yapılan bu yanlış uygulamalardan sonra AB’ne girme şansımızın daha da azaldığını görüyorum.
Hiçbir AB ülkesinde, bırakın Avrupa ülkesini, hiçbir demokratik cumhuriyetle yönetilen ülkede; bir cumhurbaşkanına, HSYK’na 17 üyenin 7’sini atama yetkisi veren başka bir anayasa olduğunu sanmıyorum. Zaten Cumhurbaşkanını da kimin seçtiği belli… 17 üyenin 10’unu seçme yetkisini de Meclise verirsen neticede HSYK, tarafsız mı olur? Netice itibariyle AB, bu değişiklikleri kesinlikle
içine sindiremez. Asıl düşüncem şu ki biliyorsunuz, AB ve ABD, iktidara gelmesi için AKP’ne destek verdi. İktidara taşıdığı AKP’nin yaptığı bütün yanlışlara karşılık AB, görevini yapmıyor. AB’nin anlayışı bu şekildeyse biz, AB’ne girsek ne olur, girmesek ne olur!

      - Ama ABD, biliyorsunuz ki “Irak ve Afganistan’a demokrasi götüreceğiz” derken demokrasi ile yönetilen Türkiye’ye uygun gördüğü model,’ Ilımlı İslam’ diye adlandırıp, şekillendirdikleri modeldi dolayısıyla


     AKP, aslında onların istedikleri doğrultuda hareket etmiş oluyor. AB de sonuçta halen ABD’nin yörüngesinde olduğu için Türkiye’deki olası bir rejim değişikliği, onları şaşırtmayacaktır.

     Olabilir tabii, doğru söylüyorsunuz;

‘Büyük Ortadoğu Projesi’ diye bir proje attılar ortaya, Sayın Başbakan da “BOP’nin eşbaşkanıyım” diye belirtti ama sonrasında bu sözlerini inkâr etti. Yaptıklarından görülüyor ki hakikaten BOP’nin mimarlarından biri gibi duruyor. Mevcut iktidar, son zamanlarda İsrail’e karşı büyük bir hareket başlattı. Ortadoğu ve Arap ülkeleriyle daha samimi ilişkiler yürütmeye çalışıyor. Amerika da bu gelişmelere destek verir gibi görülüyor.



O zaman hiç inkâr etmesinler; ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ tabiri ortaya atıldığında inkâr edenler, yaptıkları son uygulamalarla, bu ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ni oluşturma çabalarını ortaya koymuş oluyorlar.

  Her tür olumsuz gelişmeye karşılık umudumu hiçbir zaman yitirmem.
Türkiye, tarihi boyunca ne badireler atlatmıştır dolayısıyla tahmin ediyorum ki bu zorlu günlerin de üstesinden milletimiz, gelecektir.
STK’larının başındaki insanlar olarak bizlerin, topluma doğruları korkusuzca söylemek gibi ciddi bir görevimiz var. Bizler, uyarılarımızı yapalım.
Toplumumuz son derece duyarlıdır.
AKP de aslında bu ülkenin bir partisidir; benim bu partiye şiddetle karşı çıkışım olamaz. Fakat ben bir hukukçuyum ve İzmir Barosu kuruluşundan günümüze, hukukun üstünlüğünü savunan çok sağlam bir barodur dolayısıyla bu baronun, ‘Baro Başkanı’ sıfatımla da bu mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğimi her yerde ifade ediyorum. Bu memleket kolay kazanılmadı. 7 düvele karşı yüz binlerce şehit verilerek memleketimizin sınırları çizildi. Şimdi bizi bölmeye, bu sınırları küçültmeye çalışan zihniyetlere kesinlikle Türkiye’yi teslim etmeyeceğiz.

Bu anayasa değişikliği ve referandum, Türkiye’nin önünde duran çok önemli bir konudur.
  
‘Evet’ derseniz, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği tehlikeye girer Referandum tarihinin 12 Eylül olarak belirlenmesinin stratejik içeriği  konusunda neler söylersiniz?

12 Eylül’e getirilmiş olması da çok enteresandır. Zamanlaması da çok taktiksel bir olaydır. Milletimizi; her şeyi kabul eden, baş eğen, çok saf bir millet olarak görmesinler. Sayın Başbakan, “ Biz, Anayasa değişikliğini hap haline getirdik ve onu, Millete yutturacağız” diye konuştu. 

   Bence de bu millet, bu hapı kolay kolay yutmaz…

   - 12 Eylül’de canı yanan öyle geniş bir kitle var ki sadece bu sebeple, ‘Evet’ diyebilirler ama.

Ana muhalefet partisi olan CHP’nin bu konuda gerçekçi ve çok isabetli hareket etmesini istiyor ve bekliyorum.

   - CHP, bence hatalı bir yaklaşımla biraz siyasi girdi olaya…

Evet, bu durumu, iktidar partisinin geleceğine endekslememeleri lazım. 

“Referandumdan ‘Hayır’ çıkarsa bu hükümetin işi bitti, ‘Evet’ çıkarsa hükümet, devam edecektir” şeklinde düşünmek, tamamen yanlıştır. 
     Referandumun hükümetle filan ilgisi yok; Türkiye Cumhuriyetinin,  Türkiye Demokrasisinin geleceği ile ilgili olan son derece önemli bir konu bu… Hükümetler, Gelir-Gider; AKP de geldiği gibi gider ama Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Demokrasisi elden giderse işte onu yeniden kurmak çok zor olur. Bu sebeple topluma, bunu anlatmak lazım.

“ ‘Evet’ derseniz AKP, bir dönem daha başınızda” deyip de AKP’yi bir umacı gibi göstermekten ziyade “ ‘Evet’ derseniz, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği artık tehlikeye giriyor” diye anlatmak gerekir.
Bu konuda İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası, İzmir Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası olarak birlikte hareket etme kararı aldık. 

Yaz dönemi olduğu için öncelikle sayfiye yerlerinden Çeşme, Ayvalık, Dikili, Foça gibi başlamak üzere, bu işi gerçekten
bilen insanları da oralara götürmek suretiyle halkımıza, değişikliklerin ne anlama geldiğini, referandumun Türkiye’ye ne getireceğini, ne
götüreceğini bizzat anlatmaya çalışacağız.

  AKP en başından beri sistematik ve stratejik uygulamalarla yol alıyor.,

    Sayın Sökmen, Evet/Hayır oy renkleri konusundaki tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela beyaz rengin temiz vurgusuna karşılık özellikle iş dünyasında kahverengi tercih edilen bir renk değildir.

   Haklısınız, kahverengi itici bir renktir. Yönetimdeki mevcut iktidar partisi, en başından beri her uygulamalarını stratejik plan-program  çerçevesinde ve de ısrarla yapmaya çalışıyor.

Bilinçli olan insanlar için bu renk tercihlerinin bir önemi olmayacaktır. Fakat toplumumuzun içerisinde eğitim seviyesi düşük ve bilinçsiz pek çok insan var ki çoğunluk da bu yöndedir dolayısıyla bu kesimi etkilemek için bu renklerin tercihinde bile taktik uygulamış olmaları doğaldır.

- Koyu bir renk olduğu için kullanılan oyun belli olacağı sıkıntısından da bahsediliyor.

Olabilir zaten seçim sandıklarında bile bir takım hileler olduğu ifade edilmişti. Buradan sizin aracılığınızla okurlarınıza seslenmek istiyorum;
referandum sandığınıza sahip çıkın. AKP, ciddiyetle uygulamalarını takip ediyor ama aynı şekilde ana muhalefet ve diğer partilerin de sandıklarda etkin olması gerekir. Üstelik önümüzde çok az bir zaman var.

                  Demokrasi Gittikçe DİKTA  Rejimine Döner.,



Evet/Hayır kabulünün getireceği sonuca göre Türkiye’nin demokrasi ve yargı bağımsızlığına yönelik gelecek öngörüsü konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Anayasa değişikliği paketi, bu şekilde referandumdan geçerse, bugüne kadar hiç olmadık şeyler olacak.

Bunu söylemek istemiyorum ama bunun başka türlü bir anlatımı da yok; demokrasi gittikçe dikta rejimine dönecek yani tek elden yönetilecek bir ülke haline geleceğiz. Padişahları, başımızdan boşuna mı kaldırdık!

   Ülkemiz kurulurken cumhuriyetin ve demokrasinin en iyi rejim şekli olduğu herkes tarafından kabul edildi ve Türkiye, 1923’ten beri cumhuriyetle yönetilmektedir. Yürütme-Yasama-Yargı kuvvetler ayrılığı ayaklar altına alınıp çiğnenirse iş, bir tek yürütmenin elinde toplanmasına kalır. Yürütmenin tek elde toplanması neticesinde, denetim mekanizması  ortadan kalkar ve Mecliste sahip oldukları çoğunlukla da hareket edilirse, yetki gaspının olması kaçınılmaz olur. 

Bunun şu an için bile örnekleri mevcuttur; mesela YÖK, RTÜK gibi kurumlardaki atamalarda yaşananlar ortadadır ve bu kurumlardaki uygulamalar, hiç de demokratik değildir. HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin atanması, Cumhurbaşkanı ve Hükümete bırakılırsa, aynı şekilde anti-demokratik atamalar olacaktır zaten aksini düşünmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu sadece AKP için değil, yarın başka bir parti geldiğinde de aynı şeyi yapacaktır. Referandumda halkımız ‘Hayır’ oyu kullanmalıdır ki bir daha hiç kimse böylesi bir değişikliğe 
cesaret edemesin.

Bu tür sıkıntıların bir daha yaşanmaması için de ihtiyaç duyulan her tür anayasal değişim, bu işin uzmanları nezdinde ve tüm yetkin kurumların katılımıyla, toplumumuzun tümünü kucaklayan şekilde gerçekleşmelidir.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 


***

17 Nisan 2020 Cuma

Kur'an'da Başörtüsü yok, Refah Partisi'nin Kapatılması doğruydu...

Kur'an'da Başörtüsü yok, Refah Partisi'nin Kapatılması doğruydu...



Yekta Güngör Özden: Kur'an'da başörtüsü yok, Refah Partisi'nin kapatılması doğruydu...



Anayasa Mahkemesi Onursal Başkanı Yekta Güngör Özden, “Özel yaşamımda olsun, devlet görevinde olsun yaptıklarımdan hiçbir pişmanlık 
duymuyorum. Başörtüsünün üniversitelerde kötü niyetli kullanılmasına karşıydık. Sokaktaki başörtüsüne karşı olduk mu? 
Kur’an-ı Kerim’de tesettür ve başörtüsü ile ilgili ayet yok.” şeklinde skandal sözler sarf etti.

Gündem 30 Ekim 2019 
Çarşamba 02:15 

28 Şubat sürecinde başkanlığını yaptığı Anayasa Mahkemesi’nde başörtüsü yasağının en ateşli savunuculuğunu yürüten Yekta Güngör Özden, yeniakit.com.tr ’ye dikkat çeken açıklamalarda bulundu. 28 Şubat’ın yasakçı zihniyetini bugün dahi savunan 88 yaşındaki Yekta Güngör Özden, yine başörtüsü yasağını savundu ve özgürlüklerin önünü açan AK Parti hükümetini suçladı. Mehmet Özmen sordu, Yekta Güngör Özden yanıtladı.

"Yanlış bir iş yaptım kanısında değilim"

- Geçmişle ilgili bir pişmanlığınız var mı?

Hayır. Hiçbir pişmanlığım yok. Özel yaşamımda olsun, devlet görevinde olsun yaptıklarımdan hiçbir pişmanlık duymuyorum. Yanlış bir iş yaptım kanısında değilim. Olsa öncelikle ulusumdan, ailemden, kamuoyundan özür dilerim.

"Bülent Ecevit’in 26 sene avukatlığını yaptım"

- Bizi görünce ilk akla gelen, herhalde Akit, neyi soracak bize….Refah Partisi’ni soracak, Milli Görüş’ü soracak….

Sorun...Şimdi tabii davanın yanları olanların duygusal nitelemelerden kurtulmaları olanaksız. Ama dava ile hiçbir kişisel bağı olmayanların, görevi nedeniyle o davada yer alanların kanıları daha objektif olur. O bakımdan ben söylüyorum, baktığımız davalarda yürürlükteki kurallara göre ve dosyadaki kanıtlara göre karar vermekten hiçbir zaman uzak kalmadık. Bugün beni beğenmeyen, benimle araları hiç olmayan iktidar mensupları bile dönüp de ‘Yekta Bey’in döneminde Anayasa Mahkemesi şu kararı verdi, şu yanlıştı’ diye kimse söyleyemiyor. Bu kolay bir şey değildir. Ben 1953’te tanıştığım 1956’da avukatlığını aldığım Bülent Ecevit’in 26 sene avukatlığını yaptım. Benim başkanlık dönemimde onun bize davası geldi, reddettik. O bile bana karşı tutum aldı ama tutup da ‘şöyle şöyle yaptılar’...O kadar objektif davrandık ki biz yıllarca avukatlığını yaptığım insanın bile Anayasa Mahkemesi’nde davasını reddettik. Hakim dediğin insan vicdanını yastık yapar, yatar.

"Refah Partisi için bir milyon para teklif ettiler"

- Vicdanıyla dediniz ama… Refah Partisi’nin kapatılmasıyla ilgili öteden beri ‘Refah Partisi dış güçlerin baskısıyla, talimatıyla kapatıldı’ şeklinde iddia dile getiriliyor. Ne dersiniz?

Hayır efendim. İnanır mısınız, bilmem bizler evimizde, özel yaşamımızda resmi işlerimizi konuşmayız, görüşmeyiz. Hiç kimsenin Refah Partisi ile ilgili bir önerisi, baskısı, etkisi olmadı. Bunu da inşallah yayınlarsınız… Ankara’nın en zengin adamlarından biri beni evimde ziyaretime geldi. ‘Sizi ziyaret etmek istiyorum’ dedi. ‘Buyurun’ dedim, eşiyle evime geldi. Benim rahmetli eşim çay yapmıştı… ‘Ağabey senin resim sergini görmek istiyorum’ dedi. İçeri geçtik. Dedi ki; ‘Ben buraya mahsus geldim. İsmini vermeyeceğim Refah Parti’li Yekta Bey ne isterse vermeye hazırız, bir milyon bile, bu davayı halletsin’ dedi bana. Kendisine ‘derhal eşini alıp evini terk edeceksin’ dedim. Karısına ‘telefon geldi acele gideceğiz’ dedi ve hemen çıktı dışarı. Masadaki pastaları, çayı yarım bırakıp ayrıldılar.

- Bunu ilk kez mi dile getiriyorsunuz?

Evet, ilk kez söylüyorum.

- Kim bu işadamı?

Söyleyemem onu…

- Tanınan bilinen bir iş adamı mı?

Evet, meşhur birisi… Ankara’nın meşhurlarından birisi… Ben emekli olduktan 7 gün sonra parti kapatıldı. Benim zamanımda kapatılmadı. Ben yönetim aşamasında, dinleme aşamasında vardım. Karar aşamasında yoktum. Rahmetli Erbakan’ı ben dinledim, o oturumda vardım. Ben emekli olduktan 7 veya 8 gün sonra Anayasa Mahkemesi yeni başkan Ahmet Necdet Sezer’in yönetiminde kararını verdi.

"Erbakan benim dostumdu"

- Rahmetli Erbakan’la ilgili ne düşünüyorsunuz?

Kendisi benim dostumdu.

- ‘Dostum’ dediniz adamın partisini kapattınız...

Ben kapatmadım. Benden 7 gün sonra parti kapatıldı.

"Söylemler, eylemler RP’nin kapatılmasını haklı gösteriyordu"

- Sizce RP’nin kapatılma kararı yanlış mıydı?

Yanlış da değildi... Bugünün koşullarında o günün anayasa kurallarına ve siyasi parti yasası kurallarına göre eylemler, söylemler ve ortaya gelen olaylar Refah Partisi’nin kapatılmasını haklı gösteriyordu. İddianameye göre konuşuyorum. Ama ben karar aşamasında olsaydım nasıl oy verirdim, onu bugünden söylemem mümkün değil.

- ‘Dostum’ dediniz merhum Erbakan’la ilgili...Nasıl bir dostluğunuz vardı?

Bir araya geldiğimiz olmadı. Şöyle dostumdu benim… Birkaç toplantıda yan yana oturduk: özel bir üniversitenin açılışında. Bir de başkentte açılan bir üniversite açılışının çıkışında ‘oğlum Fatih, gel Yekta Bey’in elini öp’ dedi. Sonra da Fatih’le birlikte bir nikahta karşılıklı şahitlik ettik.

"Bana göre bugünkü iktidarın suyu ısınmıştır"

- Bugünkü Türkiye ile ilgili biraz konuşalım. İçinde bulunduğumuz Türkiye fotoğrafını nasıl ortaya koyuyorsunuz?

Bugünkü Türkiye fotoğrafını bugünkü iktidarın yönetiminde olumlu bulmuyorum. Bana göre bugünkü iktidarın suyu ısınmıştır. Çünkü Türkiye’yi Türkiye olmakta yücelten, yükselten, değerlendiren ve güçlendiren ilkelere karşı bir anlayışın yavaş yavaş yürürlüğe konulmak istendiğini, Türkiye’nin tek adam yönetimine sokulmak istendiğini, bir din devleti özleminin bugünkü yönetimin içinde büyük bir dalga olarak bulunduğu kanısındayım.

"Bunlar din devleti özlemcileri gibi görünüyorlar"

- Yekta Bey, inanın şimdi gülüyorum...İzleyicilerimiz de lütfen bağışlasınlar. ‘Din devleti’ dediniz, 28 Şubat sürecinde ‘irtica’ dediniz... Müslümanlara yönelik şunları, bunları söylediniz… ‘ Din devleti’ hâlâ olmadı.

Olmadı… Bakın ne diyorum… Bunlar din devleti özlemcileri gibi görünüyorlar.

- Ne zararı var?

Dünyanın bu çağında bir devletin ‘din devleti’ olması yanlıştır. Değişik inançta bulunan insanların yaşadığı bir ülkede dinle değil, hukukla yönetilir devlet.

"Cumhuriyet sulandırılmış ve çizgisinde saptırılmış bir durumdadır"

- Yıllar geçti… AK Parti icraatlarıyla sizi bu konuda tatmin edici bir cevap vermedi mi?

Vermedi hayır. Ben AK Parti’nin hiçbir eylemini ve işlevini hiçbir şekilde geçerli ve değerli bulmuyorum. Siyasetçi olmadığım halde söylüyorum bunu, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak söylüyorum bunu. Ben Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün kurduğu ve özleyerek nitelikleriyle çok üstün çok özel bir duruma gelmesini dilediği ve beklediği bir yapı olarak düşünüyorum. Dinle yoğrulan bir devleti asla gözetmiyorum. Devlet hukuk devleti olabilir, devlet cumhuriyet olabilir. Bugün bana göre cumhuriyet sulandırılmış ve çizgisinden saptırılmış bir durumdadır, açıkça söylüyorum.

" Müslümana ayrı ders, Hristiyana ayrı ders yoktur"

- Müslümanlara yönelik eylemlerden söz ettik. Yüzde 99’u Müslüman olan bir Türkiye Cumhuriyetinde yaşıyoruz ama, onların değerlerine yönelik, başörtüsüne yönelik, inançlarına yönelik birçok saldırı oldu. Bu saldırıların bazı noktalardaki bir parçası oldunuz. Örneğin başörtüsüne karşı çıktınız.

Anayasa mahkemesinin başörtüsüne ilişkin kararını okursanız, bilimsel değerlendirme yaparak gerçeklere yakın durursanız, başörtüsünün üniversitelerde kötü niyetli kullanılmasına karşıydık. Sokaktaki başörtüsüne karşı olduk mu? Üniversitede bilimsel bir alanda kimsenin ırkına, dinine bakmadan herkes dersini verir, dersini alır. Müslümana ayrı ders, Hristiyana ayrı ders yoktur.

" Bilimsel ortamlarda başörtülü gelip gitmenin sakıncasına değindik"

- 28 Şubat döneminde başörtülü öğrenciler üniversitelerde okuyamadı...

Onu söylüyorum, siz beni iyi dinleyin. Bakın Anayasa Mahkeme kararı var. Biz sokaktaki başörtüsüne karışmadık. Bilimsel ortamlarda başörtüsüyle gelip gitmenin sakıncasına değindik. Bilimsel gelişme ve toplumsal barış açısından.

- 2019 yılında da bunu mu düşünüyorsunuz?

Bugün de aynı şekilde düşünüyorum. Başörtüsünü ne amaçla takıyorlar çoğunluğu biliyor musunuz?

- İnancı gereği takıyorlar…

İnancı gereği takmıyorlar, siz öyle diyorsunuz. Çoğu da simge olarak takıyorlar, inandığından falan değil.

- Neyin simgesi?

Dincilik örgütü gibi çalışıyorlar. Din, inanç sömürüsü yapıyorlar. Hepsini demiyorum. Üniversitede ne gereği başörtüsünün? Çeşitli dinlerden öğrenciler yok mu? Herkes istediği gibi mi giyinsin? Olacak şey değil. Hukuk devletleri düzen devletleridir. Onların dinle yönetilmesi, dinle biçimlendirilmesi olanağı yoktur. Bunu iyice bilmek gerekiyor. Bunu bilmeyen de yoktur. Bilimsel yönden karşılanması, her yönden bir arada bulunması, her yönden ders verilmesi ve onlara hiçbir inancı gözetilmeden insanlığın ve bilimin gereklerinin anlatılması zorunludur.

- Bizi izleyenlerin bir kısmı ‘Yekta Güngör Özden Bey, hala bu yobaz düşüncesini sürdürüyor mu?’ diyor olabilir.

Ben yobaz değilim. Bana bunu yakıştıranların kendileri yobazdır.

"Burası at tarlası değil, üniversite"

- AK Parti iktidarı ile birlikte üniversitelerde ve kamu kuruluşlarında başörtüsü serbest hale geldi. Şimdi sizce ne zararı oldu?

Bu görüntü iktidarın inanç sömürüsüne dayanması, onunla beslenmesi, ondan medet ummasının sonucudur. Bu kadar açık söylüyorum. Bir hukuk devletinde, bir laik yönetimde insanları inançlarına göre değil, yaşamlarını o günün ortamına göre çağdaş bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Bak dedim, sokağa karışmıyoruz. Delvet ayrı sokak ayrı, üniversite ayrı. Burası at tarlası değil, üniversite.

- Çok ilginç.. Gerçekten 2019 yılında da bu düşünceleri savunuyor olmanız çok ilginç….

Benim için de siz ilginçsiniz.

"Kur’an-ı Kerim’de tesettür ayeti yok"

- Kur’an’ı Kerim’deki başörtüsü / tesettür ayetleri hakkında birçok ayet var…

Yok yok, onlar da yalan. Kur’an-ı Kerim’de tesettür ve başörtüsü ile ilgili ayet yok.

- İlahiyatçı gibi konuşuyorsunuz...

Açıkça söylüyorum yok… ‘Göğsünüzü örtün’ dediği zaman ‘başınızı örtün, başınızı türbana sokun’ anlamı çıkmıyor.

- Diyanet İşleri Başkanı bile böyle demiyor!

Diyanet İşleri Başkanının söylediğine de katılmıyorum. Diyanet İşleri Başkanı siyasi etkilerle konuşuyor.

"Dinde yoktur’ demedi ama…"

- Sizin döneminizdeki Diyanet İşleri Başkanı ‘başörtüsü dinde yoktur’ dedi mi?

‘Dinde yoktur’ demedi ama ‘dinde vardır, mutlaka örteceksininiz’ de demedi. Aradaki farkı iyi düşünmemiz lazım. Başka var mı?

- Var… Son olarak Barış Pınarı Harekatı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Siyasi askeri bir harekattır. Benim uzmanlık alanıma girmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi bağımsızlığını korumak , sınırlarını aydınlıklar içinde tutmak ve terörden arındırmak için yapacağı her girişimin ben de yanında olurum.

- Yaşınızı biraz önce söylemiştiniz, izleyenlerimiz ile paylaşmak ister misiniz?

Gelinlik kızlara sorulur bu… Bana soruyorsun. Ben 1932 doğumluyum. 88’in içindeyim.

-Peki, Allah hayırlı ömürler versin.

Yeniakit.com.tr-Mehmet Özmen


https://www.habervakti.com/gundem/yekta-gungor-ozden-kur-an-da-basortusu-yok-refah-h83555.html


***

29 Mart 2020 Pazar

Koronavirüs ve Anayasa Mahkemesi…

Koronavirüs ve Anayasa Mahkemesi…



Hüseyin GÜLERCE
hgulerce@stargazete.com
Yazarın Sayfası.,
< https://www.star.com.tr/yazarlar/huseyin-gulerce/ >

28 Mart 2020 Cumartesi

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, Anayasa Mahkemesine yönelik eleştirileri dikkat çekiyor.

Son olarak A Haber’de Anayasa Mahkemesi’nin, bakanlık olarak devletin güvenliğini sağlama görevini yaparken işlerini zorlaştırdığını söyledi.

Devlet, başta sağlık ve içişleri bakanlıkları olmak üzere koronavirüs salgınını kontrol atına alma/önleme adına topyekun canla başla çalışıyor.

Ama devlet ve millet düşmanları da boş durmuyor.

FETÖ, PKK, etki ajanları, beşinci kol faaliyeti içinde görev alanlar; kirli propaganda, manipülasyon, yalana dayalı algı operasyonlarla, verilen mücadeleyi sekteye uğratmaya, başarısız kılmaya çabalıyor.

Bilhassa sosyal medyada, milletimizin moralini bozmak, infial meydana getirmek, halkı panikletmek ve ardından kaos çıkartmak için her türlü melanet işleniyor.

FOX TV’de Fatih Portakal, Sözcü ve Cumhuriyet gazeteleri de bu şer cephesine omuz veriyor. Hiçbir çaba, gayret bu malum medyadan destek görmüyor. Tam tersine her şey kötü gidiyor, her şey kötü yönetiliyor. Gerçekler halka anlatılmıyor…

Mesela Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil’e göre İstanbul’dan sonra virüsten en büyük darbeyi yiyen kent İzmir’miş.“ Hala İran sınırında 50-60 bin kişi elini kolunu sallaya sallaya ülkeye giriyor. Bu nasıl virüsle mücadele "ymiş…

Rakama dikkat edin 50-60 bin kişi. Hem de salgının en çok can aldığı İran’dan elini kolunu sallayarak Türkiye’ye giriyor...

İçişleri Bakanı, “ Yalan söylüyorlar, Ömrüm bu yalanlarla mücadeleyle geçiyor. Ahlaksızca bir şekilde insanları tahrik etmeye çalışıyorlar. Elinde veri varsa açıklamıyorsan ahlaksızlıktır." diye tepki veriyor.

Kızaran bir yüzleri yok ki. Yalan, ahlaksızlık böylelerinin karakteri olmuş.

Bir yanda devletin, güvenlik ve bekamız için verdiği mücadele var.

Bir Tarafta da., Bir Şer Cephesi.

Bu vaziyet karşısında Anayasa Mahkemesi nerede durmalıdır?

İşte Sayın Soylu’yu Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını eleştirmeye sevk eden de bu sorunun cevabıdır.

Sosyal medyada provokasyon yapan, bilgi kirliliği ile milleti infiale ve paniğe sevk etmeye çabalayan 2 bin 551 kişi hakkında işlem yapılmış.

İçişleri Bakanı diyor ki; “Provokasyon yapanların yüzde 70'i FETÖ, DHKP-C, PKK…”

Polis, bu görevini, 8 Mart 2018 tarihinde yürürlüğe giren düzenlemeye dayanarak yapıyor. Yasa; “Polis, sanal ortamda işlenen suçlarda, yetkili Cumhuriyet başsavcılığının tespiti amacıyla, internet abonelerine ait kimlik bilgilerine ulaşmaya, sanal ortamda araştırma yapmaya yetkilidir.” diyor.

Anayasa Mahkemesi, 19 Şubat’ta Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası’ndaki bu düzenlemeyi iptal etti.

Önümüzdeki günlerde gerekçesinin yayınlanması beklenen karar yürürlüğe girince, polis; savcı veya hâkim kararı olmadan, sanal ortamda araştırma yapamayacak, internet abonelerine ait kimlik bilgilerine ulaşamayacak ve bunu savcılığa bildiremeyecek…

Anlamı ne bunun?

Bozguncular, yalancılar, Devlet ve Millet düşmanları yapacağını yapacak, güvenlik tedbiri alınıncaya kadar bozgunculuk, ihanet hedefine ulaşacak.

Onun için de Sayın Soylu; “AYM'nin kararları bizi gönülsüzleştirmektedir, şevkimizi kırmaktadır.” demektedir.

İfade özgürlüğü tamam da, dört bir yandan sarılmış, bir de virüs salgını ile uğraşan devletin elini kolunu tutmak neyin nesi?

Bakan Soylu’nun dediği gibi sanki Türkiye Norveç de, yedi düvelle uğraşmıyoruz.

Güvenlik giderse, Anayasa Mahkemesi Hukuk nasihatleri verebilir mi?

https://www.star.com.tr/yazar/koronavirus-ve-anayasa-mahkemesi-yazi-1526037/


1 Aralık 2019 Pazar

Adaletin Sağlanması ve Temel Hakların Korunmasında Mahkemelere Büyük Sorumluluk Düşüyor



Adaletin Sağlanması ve Temel Hakların Korunmasında Mahkemelere Büyük Sorumluluk Düşüyor


< Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde Adalet yoktur.  >




İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Üye ve Gözlemci Devletlerin Anayasa ve Yüksek Mahkemeleri 1. Yargı Konferansı açılış töreninde konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan konferansın bir öncü olmasını umduğunu belirterek “Bu kapsamda yüksek mahkemelerimiz arasında kurulacak bir yargı forumu, ortak hukuki sorunların tartışılması, mahkemelerin işleyişine dair konuların ele alınması, fikir alışverişi ve tecrübelerin paylaşılması için çok önemli bir fırsat sağlayacaktır” dedi.


Anayasa Mahkemesinin ev sahipliğinde gerçekleştirilen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Üye ve Gözlemci Devletlerin Anayasa ve Yüksek Mahkemeleri 1. Yargı Konferansı başladı.
İİT’na üye ve gözlemci devletlerin yüksek mahkemeleri arasında verimli ve yapıcı bir iletişim sağlanması için yargısal bir forum oluşturmayı amaçlayan ve ilk kez bu yıl yapılan konferansın açılış töreni Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirildi.
Törene Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Binali Yıldırım, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, İİT üyesi ülkelerin anayasa ve yüksek mahkeme başkanları, Afrika Anayasa Yargısı Konferansı Örgütü ile Venedik Komisyonu temsilcilerinin yanı sıra Bosna Hersek, KKTC, Rusya ve Tayland gözlemci, Bulgaristan, Hırvatistan, Karadağ, Hindistan, Makedonya ve Sırbistan da misafir ülke olarak katıldı.
Toplam 48 ülke ve kuruluştan temsilcinin katılımıyla gerçekleştirilen konferansın bu yılki konusu “Hukukun Üstünlüğü ve Temel Hakların Korunmasında Yüksek Yargının Rolü” olarak belirlendi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Arslan açılış törenindeki konuşmasına konuklara teşrifleri için teşekkür ederek başladı. Toplantının gerçekleştirildiği Muayede Salonunun Anayasacılık ve parlamento tarihimizin dönüm noktalarından biri olan Osmanlı Meclis-i Mebusanının açılış törenine de ev sahipliği yaptığını ve tarihte çok önemli olaylara şahitlik ettiğini belirten Başkan Arslan,  Sultan II. Abdülmamid’in 20 Mart 1877’de bu salonda yaptığı konuşmada devlet ve milletlerin gelişmesi ve büyüklüğünün ancak adaletle olacağını söylediğini hatırlattı.
“Geçmişten Ders ve İbret Almalıyız”
Konuşmasında tarihte yaşanan olaylardan örnekler sunan Başkan Arslan, geçmişten ders ve ibret alınması gerektiğine işaret ederek dünyada bugün de fanatizmin pençesinde kutsal adına işlenen cinayetlerin devam ettiğini vurguladı. İstismar edilen kutsallar ve istismarcıların değişebildiğini ancak bağnazlığın beslendiği kaynağın aynı kaldığını belirten Başkan Arslan, “biz ve öteki” ayrımına dikkat çekerek “öteki” olanın birlikte yaşanılacak değil yok edilecek bir varlık olarak görülmesinin kutsal adına yapılan kötülüklerin anası olmaya devam ettiğini belirtti.
Bağnazlığın özellikle Batı’da yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslamofobi olarak ortaya çıktığını, hızla yayılan bu virüsün, farklılıkların bir arada yaşaması için gerekli ortamı her geçen gün daha fazla zehirlediğini ifade eden Başkan Arslan, konuşmasına şöyle devam etti. “Batı’da özellikle yüksek mahkemelerin yabancı düşmanlığını ve İslamofobiyi besleyecek yönde kararlar vermesi gerçekten endişe vericidir. Müslümanlara yönelik seyahat yasağını onaylayan, üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağını haklılaştıran, çalışanın başörtüsünden dolayı işten çıkarılmasını ayrımcılık olarak görmeyen ulusal ve uluslararası düzeydeki mahkeme kararları, İslamofobik politikaları tahkim etmiştir.”
“Mültecilere Kapılarımızı Açarak Örnek Bir Misafirperverlik Gösteriyoruz”
 İslam coğrafyasında yaşanan insanlık dramlarına da değinen Başkan Arslan vicdanları kanatmaya devam eden olumsuz görüntülerin “kalbi sökülmüş bir çağ”da insanlığın suçüstü hali olduğunu ifade ederek, adı “barış” anlamına gelen ve Peygamberinin sıfatı “emin” olan bir dinin mensuplarının, bir kaç istisna dışında, yaşanan cinayetler, katliamlar ve haksızlıklar karşısında sessizliğe bürünmesinin ibret verici olduğunu kaydetti. “İslam ülkelerinin, adalet, hukukun üstünlüğü, demokrasi, temel hak ve özgürlükler gibi alanlarda da iç açıcı bir durumda olduğu maalesef söylenemez. Bu noktada bir özeleştiri yapmalı, hukukun üstünlüğü ve temel haklar gibi değerlerin korunması konusunda çok da parlak durumda olmadığımızı belirtmeliyiz” diyen Başkan Arslan, Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in “…İslam en iyisi, ama biz en iyisi değiliz” sözlerine değinerek, 20 yıl önce söylenen bu sözlerin bugün de geçerli olmasının üzüntü verici olduğunun altını çizdi.
Olumsuzlukların yanında “biz en iyisiyiz” diyeceğimiz konuların da bulunduğuna dikkat çeken Başkan Arslan, mültecilerin Batı coğrafyasında tel örgülü sınırlardan içeri sokulmaması gereken tehlikeli “yaratık”lar olarak görüldüğünü belirte buna karşılık ülkemizin milyonlarca mülteciye ev sahipliği yaptığını ve dünyaya örnek olacak bir misafirperverlik politikasını hayata geçirdiğini vurguladı.
“Hürriyetin Olmadığı Yerde Adalet, Adaletin Olmadığı Yerde ise Hiçbir Ahlaki veya Toplumsal Değer Yoktur”
 Doğu’da ve Batı’da yaşanan sorunların dünya düzeninde de bir değişimi zorunlu kıldığını, bu değişimin yönünün adalet ve hürriyet olduğunu vurgulayan Başkan Arslan, “Hürriyetin olmadığı yerde adalet, adaletin olmadığı yerde ise hiçbir ahlaki, siyasi veya toplumsal değer yoktur.” dedi. Adaletin günümüzdeki en önemli yansımasının bireylerin temel hak ve özgürlükleri olduğunu, bunun da herkesin insanca yaşaması için gerekli, vazgeçilmez ve devredilmez kazanımlar olduğunu ifade eden Başkan Arslan şöyle devam etti: “Adaletin sağlanması ve temel hakların korunması noktasında en büyük sorumluluk mahkemelere düşmektedir. Bilhassa anayasallık denetimi yapan yüksek mahkemelerin varlık nedeni, hukukun üstünlüğünü sağlamak suretiyle temel hak ve özgürlükleri güvenceye almaktır.”
Başkan Arslan, İslam ülkelerindeki yüksek mahkemelerin kendilerinden beklenen rolü hakkıyla yerine getirebilmesi için hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargının bağımsız ve tarafsızlığının önemine işaret etti ve bu kavramların içeriklerine değindi.
Türk Anayasa Mahkemesinin kararlarında da vurgulandığı üzere, kuvvetler ayrılığının, temel hak ve özgürlüklerin en önemli teminatlarından biri olduğunu belirten Başkan Arslan, millet adına devlet yetkisi kullanan organların, milletin hak ve hukukunu birlikte korumaları için düelloya değil, düete ihtiyaçları bulunduğunu, anayasanın, kuvvetler ayrımının yasama, yürütme ve yargı organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmediğini, bu organlar arasında medeni bir iş bölümü ve iş birliğinden ibaret olduğunu kaydetti.
Aklı ve vicdanı hür olmayanların dini de istismar ederek bu ülkeye büyük zararlar verdiğinin hep birlikte yaşayarak görüldüğünü belirten Başkan Arslan, İslam coğrafyasının yaşananlardan ders çıkarmasının, bağımsız ve tarafsız yargıyı temin etmenin hayati derecede önemli olduğunu söyledi. Yargının hukukun üstünlüğü ve temel hakları korumak için bağımsız ve tarafsız olması gerektiğini de vurgulayan Başkan Arslan, aksi takdirde yargının, yasama ve yürütme tasarruflarını hukuka uygunluk bakımından denetlemesinin, bireysel hak ve özgürlükleri korumasının imkânsız hale geleceğini belirtti.
“Konferansın İİT Üyeleri Arasında Kalıcı Bir Platform Oluşturmasını İstiyoruz”
Başkan Arslan, Birleşmiş Milletlerden sonra en fazla üyeye sahip olan İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye devletlerin anayasa mahkemeleri, anayasa konseyleri ve benzeri görev yapan yüksek mahkemelerinin ilk kez bir konferansta bir araya gelmesinin önemine değinerek “Alanında ilk olan bu konferansın kalıcı bir platformun oluşturulmasına da öncü olmasını umuyoruz. Bu kapsamda yüksek mahkemelerimiz arasında kurulacak bir yargı forumu, ortak hukuki sorunların tartışılması, mahkemelerin işleyişine dair konuların ele alınması, fikir alışverişi ve tecrübelerin paylaşılması için çok önemli bir fırsat sağlayacaktır. Esasen yüksek mahkemeler olarak, hukukun üstünlüğü ve temel haklar alanında karşılaştığımız sorunlara kalıcı çözümler bulmak, bu konuda taşıdığımız ağır sorumluluğun da bir gereğidir.” dedi.
Konuşmasının sonunda hukukun üstünlüğüne ve temel haklara dayanan adil bir dünya arayışı temennisinde bulunan Başkan Arslan, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın dönem başkanlığını yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, tüm katılımcılara ve organizasyonda emeği geçenlere katkılarından dolayı teşekkür etti.
Konferans Programı
Konferans süresince, “Anayasa Yargısı Pratiğinde İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğü”, “Yüksek Yargıda İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğünün Korunması”, “Küresel ve Yerel Dinamiklerin İnsan Haklarını ve Hukukun Üstünlüğünü Korumadaki Etkisi” başlıklı oturumlar gerçekleştirilecek. Konferans, 15 Aralık’ta düzenlenecek “Genel Değerlendirme ve İş Birliğinin Geleceği” başlıklı kapanış oturumu ile sona erecek.
***

13 Ekim 2017 Cuma

Anayasa Mahkemesi’ne ‘ Artık Yeter ’ denmeli

Anayasa Mahkemesi’ne ‘ Artık Yeter ’ denmeli 



Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin AK Parti kapatma davası ve başörtüsü düzenlemesiyle ilgili gerekçeli kararlarını açıklamasının ve tırmanışa geçen terör olaylarının gölgesinde kritik bir ayı geride bıraktık. Siyaset alanının daralmaya devam ettiği bu kritik dönemde AYM’nin Türk siyasi tarihindeki yeri ve Kürt sorunu gibi konular etrafında Türk demokrasisinin serencamını, Türkiye’de Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’ndan mülkiyet ve kamulaştırma konularında kabul edilebilirlik kararları alan ilk avukat olan Kazım Berzeg ile ele aldık. 1938 yılında Samsun’da doğan Berzeg, ilk ve ortaöğrenimini Samsun’da, yükseköğrenimini 1961’de İstanbul Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Daha sonra Ankara’da D.S.İ. Genel Müdürlüğü ile Türkiye Şeker Fabrikaları ve Sanayi Bakanlığı’nda müşavir avukat olarak çalıştı. 1964-1994 yılları arasında 
Zafer, Son Havadis, Milliyet, Cumhuriyet, Pazar Postası, Yeni Kafkasya gibi gazetelerde, Forum, Polemik, Yeni Forum, Ankara Barosu, Türkiye Barolar Birliği, Kafkasya Gerçeği, Tarih ve Toplum, Yedi Yıldız vb. dergilerde hukuk, tarım, politika ve tarih konularında çok sayıda yazısı yayınlandı. Yayınladığı kitapları arasında Türk Tarımı ve Toprak Reformu (1972), Hukuk Başlangıcı ve Ayni Haklar Ders Notları (1978), 1820 Edirne Muahedesinden Sonra Osmanlı Devletinin Çerkes Politikası (1990), Liberalizm Demokrasi Kapıkulu Geleneği (1993) ve Liberalizm Hukuk Ahlak (1994) bulunmaktadır. 


(..) 

Türkiye Cumhuriyeti tarihin son büyük imparatorluklarından birinin kalıntısı olarak kuruldu. Osmanlı olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı. Osmanlı bütün geçmiş imparatorluklar gibi çok uluslu, çok dilli ve çok dinli bir yapıydı. Netice itibarıyla değişik ırklardan olan Müslümanlar, Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan gelerek Türkiye’de toplandılar. Türkiye’de Türk ırkından olanlar da vardı. Ama ehemmiyetli miktarda, Anadolu Türklerin hâkimiyetine geçtikten sonra Müslüman olup Türkleşmiş olanlar da vardı. Yani bunların içinde Grekler ve Ermeniler olabilir. Müslüman olduktan sonra da “artık Ermeni’yim” demiyor, Türk oluyordu insanlar. Türkiye böyle bir yapıya sahip. 

Bir de tabii yerleşik unsurlar arasında Kürtler vardı. Türkçeyle hiçbir ilgisi olmayan bir dil konuşuyor bu insanlar. Sev ya da sevme, bu ülkede Kürtler de yaşıyor. Türkiye, yalnız Türklerin iskan edildiği bir yerde kurulmuş bir devlet değil, imparatorluk bakiyesi. Aslında Cumhuriyet kurulduğunda 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde Türkiye’nin bu gerçeğini ifade eden gayet güzel bir vatandaşlık tarifi vardı: “Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibâriyle (Türk) ıtlak olunur.” Yani “Türkiye ahalisi din ve ırk farkı olmaksızın” derken Türkiye’de dini ve ırkı farklı insanların varlığını kabul ediyor. “Vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur” da, “Türk adı verilir” demek. Bunlar “
Türk olurlar” demiyor yani. Ancak pratikte maalesef Türk kimliği halka dikte edildi, Kürtler başta olmak üzere diğer etnik gruplar kimlikleri korunarak sisteme entegre edilemediler. Böyle olunca da PKK ve Kürtler, askerî yollarla bir şekilde kontrol altına alınmaya çalışıldı. 

Türkiye’de laikçi kanadın tarih tezine göre Cumhuriyet öncesi dönem insan hak ve hürriyetleri açısından “karanlık” bir döneme işaret ediyor. Bu ne kadar doğru? 

Türkiye’deki propagandanın da etkisiyle, Batı’da uzun müddet Osmanlı çok geri kalmış bir devlet olarak yansıtıldı. Tabii bu işlerine de geliyordu. Osmanlı’yı parçaladıkları ve paylaştıkları için Batı’nın meşrulaştırma noktası bu idi. Türkiye’de de yeni rejimi kuranlar, kendi hareketlerini meşrulaştırmak için yapıyorlardı bu propagandayı. 

Bir ittifak vardı bu iki grup arasında. Ancak son 15-20 senede bu ittifak sona erdi. Batılılar Osmanlı tarihini artık daha farklı yazıyorlar. Osmanlı’nın son 100-150 yılını olağanüstü bir modernleşme süreci olarak yazanlar var. Hollanda’nın Hükümet Politikası İçin Bilim Kurulu diye bir resmî kuruluşu var. Önde gelen akademisyenler, Türkiye Avrupa’ya layık mı değil mi, Türkiye’yle müzakere süreci açılsın mı açılmasın mı diye 70 sayfalık bir rapor hazırladı. Bu raporda Osmanlı tarihine yaklaşımdaki değişimi görmek mümkün. “Türkiye Avrupa’ya uygundur” diyen bu rapor bütün Avrupa devletlerine dağıtıldı ve bunun üzerine müzakere süreci Aralık 2004’te açıldı. 

Buna temas eden bir-iki gazete yazarı oldu sadece, onlar da yalnız başlangıcında ufak tefek özet verdiler. 

Türkiye uzunca bir süredir modernleşmeye çalışan bir ülke. Fransız Ticaret Kanunu’nu 1850’de aldı. 1858’de aldığı Fransız Ceza Kanunu yerine 1926’da İtalyan Ceza Kanunu’nu koydu. Mecelle, İslami hukuk değil. 1860’larda Fransız Medeni Kanunu’nu tercüme edelim diye tartışmalar başlıyor. Ahmet Cevdet Paşa, Fransa’da Kod Napolyon’dan itibaren başlayan kodifikasyon hareketine uygun şekilde, aynı yöntemle bizzat Osmanlı kodifikasyonunu yapalım diye Mecelle’ye başlıyor. Mecelle de Avrupai bir şey. Elbette içinde İslami esaslar da var. Bütün bunları hesaba katmak suretiyle adamlar, Türkiye’nin modernleşmesi Avrupa’dan geri değil, Avrupa’ya paralel diye yazıyorlar. 

Peki en son 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları kapsamında televizyonlardaki tartışma programlarında dillendirilen “Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren halkın hak ve özgürlüklerinin ciddi anlamda genişlediği” argümanlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Kesinlikle katılmıyorum. Bu argümana karşı, 1924 ve 1961 anayasalarını karşılaştırarak cevap vermeye çalışayım. 1961 Anayasası’nın özgürlükçü bir anayasa olduğu ve özgürlükleri genişlettiği anlayışı var Türkiye’de. Bu bir şehir efsanesi. Aksine 1961 Anayasası’yla birlikte anayasal düzeyde özgürlükler kısıtlanmaya başlandı. 

1924 Anayasası’nda şöyle deniyor: “Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet, başkasına muzır olmayacak her türlü tasarrufatta bulunmaktır. Hukuk-ı tabiiyyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hudud-ı hürriyetidir.” Burada özgürlüklerin son derece esaslı ve felsefî temeli ifade ediliyor. Özgürlüklerin, doğal hukuktan, yani devletten önce var olan doğal hukuktan kaynaklandığını ifade ediyor. Ondan sonra “Türkler kanun nazarında müsaile bila-istisna kanuna riayetle mükelleftir” diyor. “Her türlü zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazları murdar ve memnudur” diyerek de eşitliğe atıfta bulunuyor. Özetleyecek olursak, hakları ve özgürlükleri devlet verdi demiyor.

1961 Anayasası’yla evvela doğal hukuka atfı kaldırdılar. Böylece özgürlüklerin ve hakların temeli olarak devleti koydular, yani hakları ve özgürlükleri devlet vermiş oldu. Ondan sonra “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” vs. şamatasıyla “haklar ve özgürlükler sınırlandırılır” dediler. Devleti koruma refleksi içine girdiler. 1924 Anayasası’nda sınırlandırma yoktu. Bu Anayasa muntazam bir şekilde uygulandı mı peki? Uygulanmadı elbette. Ama en azından 1950’den sonra kısmen uygulandı üç-dört seneliğine. Mesele şu, 1961 Anayasası, 1924 Anayasası’ndan metin olarak daha özgürlükçü olmak bir yana, özgürlükleri kısıtlayan bir anayasadır. 

Özetleyecek olursak, devlet iktidarını korumak adına çok farklı yollara başvuruldu; karanlık bağlantılarla bazı örgütler kurduruldu ve desteklendi; siyasetin alanı darbelerle ve bürokratik yollardan tıkanmaya çalışıldı. 

Sol partiler 1961 Anayasası’na destek vermişlerdi. Sol hareketlerin özgürlüğe yaptığı vurguyu göz önüne aldığımızda, özgürlükleri daraltan bir düzenlemeye destek vermeleri çelişki değil mi? 

Türkiye’de sol diye adlandırılan Cumhuriyet Halk Partisi, sol bir parti değil aslında. 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası sol olarak kurulmuştu, CHP ise sağdı. Sonra ne oldu? 1954’ten sonra CHP’nin muhalefeti, hakikaten liberal bir muhalefettir. Sol falan yoktu bu dönemde. 1957 seçimlerinde bu muhalefet tarzı CHP’nin oyunu %35’ten %41’e çıkardı. CHP, en başarılı neticesini de bu seçimlerde aldı. Ama 27 Mayıs 1960 Darbesi öncesinde CHP darbe tahrikçiliği yaptı. Ve devamında bu darbeye sahip çıkarak da çok büyük bir hata yaptı. Sahip çıkınca bu sefer millet CHP’ye verdiği %41 oranındaki oyu, 1961 seçimlerinde %37’ye, 1965’te ise %29’a düşürdü. Bunun üzerine bu yol tutmuyor diye İsmet Paşa “ortanın solu”nu icat etti. O güne kadar “ortanın solu” diye bir şey telaffuz etmemiş, “ Sosyal Demokrat ” dememiş olan CHP’liler, İsmet Paşa “ Sola Marş ” deyince birden solcu oldular. Demek istediğim, CHP’nin prensipli bir sol çizgisi olmadı; aksine topluma karşı devleti savunan, özgürlüklerin kısıtlanmasına destek veren bir parti oldu. 

Anayasa Mahkemesi (AYM) kurumu dünyada hangi tarihî bağlamda ortaya çıktı? Bu kurumu ortaya çıkaran ana unsurlar nelerdir? 

İkinci Dünya Harbi’ne kadar Anayasa Mahkemesi diye bir kurum yoktu dünyada. Tek istisna ABD’de 1803’te Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin uygulamaya koyduğu anayasaya uygunluk denetimi mekanizması. Bu Amerika’ya has bir uygulamaydı ve tam olarak da AYM’yi karşılamıyordu. İkinci Dünya Harbi’nin ardından Amerika Almanya, İtalya ve Avusturya’da kısmen yeni rejimler kurdurttu. Bir görüşe göre faşist eğilim tekrar güçlenmesin diye yapıldı bu. Fakat Alman Anayasa Mahkemesi’nin Komünist Parti’yi kapatması, İtalya’da İtalyan Komünist Partisi’nin Rus Komünist Partisi çizgisini terk etmesi ve karşı tutum sergilemesini göz ününe aldığımızda, faşizmin hortlamasından ziyade Almanya ve İtalya’yı Amerikan yörüngesinde tutmak için kurulmuş oldukları da söylenebilir. Hakikaten özgürlükçü bir amaç uğruna AYM’ler kurulmuş olsaydı, Alman Komünist Partisi’ni kapatmaması ve İtalyan Komünist Partisi’ni de Rus çizgisinden ayırmak için uğraşmaması lazım gelirdi. 

Bu açıdan bakınca, ABD’nin bu mahkemeleri acaba hakikaten özgürlükçü demokrasi bu ülkelerde hâkim olsun diye mi, yoksa bu ülkeler Rusya yörüngesine girdiğinde AYM marifetiyle yörüngelerini değiştirmeleri için mi kurdurduğu hususu tartışılabilir. 

Türkiye’de de aynı dönemde AYM kurumu ihdas edildi. Türk AYM’sinin kurulmasında hangi süreçler işledi? 

Türkiye’de Demokrat Parti’ye karşı muhalefet, 1954’ten sonra liberal yönde bir muhalefetti. Türk düşünce tarihinin üç önemli dergisinden biri olan Forum dergisi de (diğerleri Kadro ve Yön) 1954’ten itibaren yayınlanmaya başlamıştı. Turhan Feyzioğlu, Aydın Yalçın gibi o günün önde gelen akademisyen ve fikir adamları 
DP’ye karşıydılar. Kısmen CHP kısmen de sonradan kurulan Yeni Hürriyet Partisi taraftarlığı yapıyorlardı. Bunlar popülist DP’yi sınırlandırmak için Almanya, İtalya ve Avusturya’da bulunan AYM’leri DP karşıtı propagandanın içine soktular. Öyle propaganda yapıldı ki, sanki dünyadaki bütün demokrasilerde AYM var da yalnız Türkiye’de yoktu. Basın sürekli bunu yazdı. Türkiye’de biraz kendini okur-yazar taifesinden addeden herkese de ezberlettiler bunu. AYM mistik bir inanç haline getirilerek kuruldu. 
Türk halkına AYM’ler demokrasinin olmazsa olmaz şartı dedikleri dönemde, Avrupa’da yalnız Amerikalıların kurdurttuğu üç AYM vardı. Gerçi 1958 Anayasası’yla Fransa’da Anayasa Konseyi kuruldu; ama bu AYM değildi, hâlâ da bu hüviyette değil. Amerikan işgaline uğramadığı halde Avrupa’nın ilk AYM’sini Türkiye kurdu. 

AYM kurumunun varlığı özellikle demokrasi açısından bir problem mi teşkil ediyor? 

Ben AYM’nin mevcudiyetine karşı değilim. Ama Türkiye’deki gibi değil. Mesela Fransa’da AYM yok, ama yargısal denetim var. Amerika’da da, İsveç’te de yargısal denetleme var, ama AYM yok. Bu ülkelerde yasamayı denetleme yetkisi var, ama mahkemeler parlamentoların alanına karışmamak için bu yetkilerini kullanmıyorlar. AYM yalnızca insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması için gerekli; devleti, Cumhuriyet’i korumak için değil. Çünkü Norveç, Danimarka, Belçika ve Hollanda cumhuriyet rejimiyle yönetilmemelerine rağmen buralarda insan hak ve özgürlükleri güvence altında. Bunların bir kısmında AYM de yok. Onun için AYM çıkıp da “ Cumhuriyet’i Koruyorum ” diyemez. Böyle derse kendisinden beklenen işlevi yerine getirmiyor demektir. Cumhuriyet’i korumak parlamentonun görevidir. Parlamento isterse -rahmetli Adnan Menderes’in de dediği gibi- hilafeti dahi geri getirebilir. 

“Cumhuriyet’i korumak”tan tam olarak kastınız nedir? 


Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, aslında 1954’te başlatılan propaganda ve 27 Mayıs darbe ideolojisi istikametinde kuruldu. Burada amaç, Türkiye’nin demokrasi olmasının istenmemesidir. Milli Güvenlik Kurulu olsun, onun biraz geri planda kaldığı dönemlerde de AYM ve Danıştay olsun; ama millet devleti sivil siyasetçiler idare ediyor zannetsin, sorumluluğu onlar taşısın. Kafası bozulan da siyasetçilere veryansın etsin. Bunun karşılığında da siyasetçiler kendilerine biçilen alanda kalıp rant paylaşsınlar; ama Türkiye’nin asıl idaresine karışmasınlar. Halk kafası bozulduğunda birini indirip ötekini getirsin. Kurulan rejim bu. AYM insan hak ve özgürlüklerini korumak için değil, bu tertibin devamı için teşkil edilmiş bir kurumdur Türkiye’de. 

Günümüzde bahsi geçen dört ülke dışında AYM var mı? 


AYM’lerin sayısı dünyada 1950’den bu yana belli ölçüde arttı. Ama hepsi AYM değil, bir kısmı buna benzer organlar. Bu organlar bütün demokrasilerde, özellikle de köklü demokrasilerde yok. Zaten Türkiye’de demokrasi diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum, olan sadece ilkesiz popülizm. 

Türkiye’de demokrasinin gelişmemişliğinden muzdarip olan geniş bir halk kesimi var. Bu kesimin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye’de bu kesimlerin en büyük hastalığı bilgisizlik. Beğensek de, beğenmesek de son 3-4 yüzyılın medeniyet meşalesini Batı taşıyor. 
Türkiye’de tartıştığımız kurum ve kavramların hepsi Batı’dan gelme. Onun için Batı tefekkürünü doğru dürüst öğrenmek ama evvela doğru dürüst dil bilmek ve okumak lazım. Okumuyorlar. Okumadıkları için de laikçi düzene teorik düzeyde seviyeli bir eleştiri geliştiremiyorlar. Refah Partililer ve AK Partililer mahalli idarelerde oldukça başarılı oldular. Belediyelerde insanın insan yerine konulması gerektiği inancına göre hareket ettiler. Eskiden resmî daireye gittiğinde devlet memurları vatandaşımızı adam yerine koymazlardı. Şimdi bunlar büyük oranda değişti. Bu büyük bir hizmettir; ama iş elbette bundan ibaret değil. Mesela bir Leyla Şahin davası var ki evlere şenlik. 

Biraz açarsak. 


Davanın, AİHM Büyük Dairesi’ne gönderilmesi kararı verildikten sonra, buraya esas hakkında bir layiha vermek gereği var. Büyük Daire o verilen layihaya göre davayı görecek. Öyle adamları toplamışlar ki, yazdıkları layiha tam bir fiyasko. Leyla Şahin’in verdiği dilekçede şu ifadeler geçiyor: “Türk Anayasa Mahkemesi kamu sektöründe ve okullarda başörtüsü kullanmasını savunan siyasi partilerin görüşlerinde şeriata dayalı bir rejim kurmak niyetini görerek bu partilerin kapatılmasına karar vermiştir. Böylece dinsel sembolleri siyasal amaçla kullanan laiklik karşıtı siyasal hareketler yasaklanmıştır… Daire kararında başörtü giyilmesinin her olayda din özgürlüğünün kullanılması anlamına gelmeyeceğini ima etmiştir. Başvurucu Leyla Şahin dairenin bu yaklaşımını da kabul etmektedir.” Burada yapılan, üniversitelere başörtüsü ile girme hakkının din özgürlüğü kapsamında değil de eğitim özgürlüğü esas alınarak savunulması. AİHM tarafından bu safhada davanın din özgürlüğü kapsamında mütalaa edilmesi ihtimali vardı. Ama dilekçenin bu şekilde verilmesi sebebiyle bu gerçekleşemedi. Dava bu yüzden kaybedildi. 

Leyla Şahin ve daha öncesinde Refah Partisi’ni kapatma davasında verdiği kararlardan sonra Türkiye’de halkın belli bir kesiminde AİHM’nin tarafsızlığına olan inanç sarsılmıştı. Leyla Şahin’in davayı kaybetmesinde AİHM’in hiç mi etkisi yok? 

Leyla Şahin ve Refah Partisi’nin kapatılması kararları AİHM’deki Türklerin görüşüne dayandırıldı. Batı’da “Cezayir Sendromu” denilen bir şey var. Buna göre Cumhuriyet kurulduğunda Türk toplumu cebren modernleştirildi. Türkiye’de bu cebir olmazsa, ülke tekrar eski haline döner tasavvuru üzerine bina edilmiş bir önyargı var. Bu önyargıyı üretenler de bizzat oradaki Türk hâkimler. Yabancı hâkimler, oradaki Türk hâkimi buna rıza göstermedikçe, kararı böyle bir tarih tezine dayandırma cüretinde bulunamazlar. Onun için bu kararların asıl müsebbibi, orada bulunan Türk hâkimi. Rıza Türmen, Feyyaz Gölcüklü gibi isimler bu kararlarda etkili olanlar. 

Bir de AİHM’de Türk hukukçular ve mütercimler grubu var. Resmî dil İngilizce ve Fransızca. İyi Fransızca bilen hukukçular da yalnız Galatasaray mezunları. 
Bunların hemen hemen hepsi de laikçi. Ne diyor bunlar? Eğer türban yasak olmazsa, Türkiye Cezayir gibi iç harbe gidecek veya Türkiye’de şeriat düzeni kurulacak. 

Bu motivasyonla verilmiş kararlar bunlar. Leyla Şahin davasının sonucundan bizzat sorumlu olan kişi Rıza Türmen. 

Geçtiğimiz günlerde AYM, AK Parti’yi kapatma davasının gerekçesini açıkladı. Bu karar hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Bu kararla hükümet ve parlamento iş yapamaz hale getirildi. İş öyle bir noktaya geldi ki Anayasa’yı ihlalden hepsi idam dahi edilebilir. AYM’nin bu kararları sonrasında artık parlamento, Güneydoğu’da demokrasiyi geliştirip vatandaşın PKK’ya temayül etmesini önleyecek tedbirleri almaya cesaret edemez. Çünkü Anayasa’yı ihlalden Menderes gibi idam edilebilirler. 

Bu noktada halk AYM’ye tepkisini nasıl gösterebilir? 


17. yüzyılın sonlarından itibaren demokrasinin gelişmesinde yön gösterici formüllerden birisi, John Locke’un ortaya attığı direnme hakkıdır. 
Devlet, insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için halkın rızasıyla kurulur. İnsan hak ve özgürlüklerini koruma hedefinden sapan veya insanların rızasını kaybeden devlete karşı halkın direnme ve onu yıkıp yerine yenisini kurma hakkı vardır. Bu prensip, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’nin ki Fransızlarınkinden öncedir esasıdır. Bütün demokratik gelişim hareketlerinde olduğu gibi Türkiye’de de 1961 Anayasası’nın başlangıcına da alınmıştır, “Hukuk dışı uygulamalarıyla meşruiyetini kaybetmiş siyasi iktidara karşı direnme hakkını kullanan Türk milleti” diye. Tabii millet kullanmadı direnme hakkını, askerler darbe yaptılar ve darbeyi meşrulaştırmak için de bu prensibi kullandılar. Direnme hakkı iktidara karşı kullanılır, iktidarın bir parçası da yargıdır. O halde halkın, hukuk dışı uygulamalarıyla meşruiyetini kaybeden AYM’ye karşı direnme hakkı vardır ve bu ciddi bir hukuki tezdir. 


Peki, bu direniş nasıl olacak? 



Bunu tabii ki silahla yapmayacaklar. Kalabalıklar, ellerine birer pankart alıp meşru direnme hakkımızı kullanıyoruz diye toplansınlar meydanlarda. 
Yalnız onu yazsınlar o kadar. AYM’nin kararı bir sindirme hareketidir. Bunu unutmamak lazım. 

Bir de son yıllarda özellikle CHP kanadında “uzlaşma” ifadesini sürekli duyar hale geldik. Bu tam olarak ne anlama geliyor? 

Uzlaşma dayatması faşizmdir. Mesela örneklerden birisi Lübnan. Lübnan’da Şii ve Sünni Müslümanlar var, Hıristiyanlar var. Lübnan sistemi, devletin bunlar arasında paylaşılması üzerine kurulmuş. Cumhurbaşkanı Hıristiyan, başbakan Sünni Müslüman, meclis başkanı Şii Müslüman. İsviçre’de de buna benzer bir sistem var. Dört ayrı dil konuşulur. Yedi kişilik bir devlet konseyi var; üyelerden dört tanesi Almanca, iki tanesi Fransızca, bir tanesi ise İtalyanca konuşur. Çoğunluğun dili Almanca olduğudan, meclis çoğunluğu da Almanca konuşan üyelerden meydana gelir. Madem “uzlaşma” ifadesini kullanıyoruz ve oydaşmacı demokrasiye göre hareket ediyoruz, o zaman cumhurbaşkanı Türkçe konuşanlardan olsun, başbakan başka dil konuşandan vs. diye bir düzen kurmamız icap eder. 

Uzlaşma diyenler tam olarak bunu mu kastediyor sizce? 


Onu söylemedikleri açık. Ancak bunun dışında bir uzlaşmayı dayatmak faşizme götürür; herkes uzlaşacak birbiriyle demektir. Halbuki demokrasi uzlaşmayanların yarışmasıdır. Halkın çoğunluğunu kim ikna edebilirse o yönetir. Demokraside çoğunluğun yönetimi vardır; bireylerin ve azınlıkta kalanların haklarını korunmak suretiyle elbette. 

Son olarak AYM’lerle ilgili ileriye dönük ne tür düzenlemeler yapılmalı? 


AYM’lerin varlığı demokratik sistemin iyi bir şekilde işlemesi için olmasa olmaz bir kural değil. Ama aynı şekilde bu mahkemelerin varlığı, belli şartlar altında, demokrasinin ruhuna uygun olduğu sürece de büyük bir problem teşkil etmez. Yapılması gereken AYM üyelerinin halk veya parlamento tarafından seçilmesi. Bunu özellikle vurguluyorum, seçilmiş olmaları gerekir, atanmış değil. 

Röportaj: Ali ASLAN - Ebru AFAT
Anlayis.net 


***

Osman Can Tabuları Zorluyor ,

Osman Can Tabuları Zorluyor ,


11 Kasım 2008 09:04 

Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can, Bilkent Üniversitesi'nde Türkiye'nin tabularına deprem etkisi yapacak açıklamalar yaptı. Başkan Kılıç bile korktu... 


.............. Osman Can: Yargıya artık Kemalist giremez.............  RESMİNİ KOY

14.05.2012 08:49

Anayasa Mahkemesi'nin eski raportörü Doç. Dr. Osman Can, gündemdeki konularla ilgili açıklamalarda bulundu.
Anayasa Mahkemesi'nin eski raportörü Doç. Dr. Osman Can, geçmişte yargıda Kemalistlerin çoğunlukta olduğunu hatırlatarak, "Şimdi işler tersine döndü. Bundan sonra bir tane Kemalist dahi Anayasa Mahkemesi'ne, HSYK'ya gelemez. Bu bir risk" dedi.

Akşam gazetesine konuşan Osman Can, yargıda denge kurulmasını söyledi.

Can, şöyle konuştu:

TOPLUMUN FARKLILIKLARI DEVLETE YANSIMALI


"Adem-i merkeziyetçi bir sisteme geçmemiz gerekiyor. Anayasal düzeni toplumun hizmetine koşulacak, ideolojik referansları olmayan bir aygıt olarak düzenlememiz gerekiyor. Ayrıca etkin ve hızlı karar alabilen bir yürütmeye de ihtiyaç var. Bunu sağladığımız sürece ikisi de fark etmez. Ayrıca yerel ve merkezi yönetimlerde, yasamada, yargıda... toplumun bütün farklılıklarının yansıtılmasını sağlamamız lazım. Mesela toplumda yüzde 20 civarında Kemalist varsa devlet kademelerinde de o civarda Kemalist olmalı.

DENGE TERSİNE DÖNÜYOR


Eskiden Kemalist yüzde 20 iken anayasal düzende yüzde 80 olarak temsil ediliyordu. Şimdi denge tersine dönüyor ve yüzde sıfıra doğru gidiyor. Bu muhtemelen böyle gider. Bu bir risk mi? Evet, risk.

BAŞKANLIK SİSTEMİ VURGUSU


Kemalizm bir düşünce tarzıdır. Yukarıdan aşağıya doğru toplumu adam etme sevdasıdır. Bu Jakobenliktir, İttihatçılıktan gelen bir gelenektir. Şimdi dindar 'Herkes şöyle giyinecek, böyle yapacak' derse bu da Kemalizm'in devam etmesidir, en fazla etiket değişmiş olur. Dolayısıyla önemli olan bu ilişki ve düşünce ağını çökertmek, bunun yerine çoğulculuk üzerine sistem inşa etmek ve kimsenin hayat tarzına, inancına, kimliğine müdahale etmeyen bir devlet oluşturmak gerekiyor. Bunları sağladığınız zaman başkanlık sistemi olabilir.

YARGIÇLAR BAĞIMSIZ HALE GELMELİ


Eğer toplumsal dengeyi yargıçlar dünyasına taşıyabiliyor ve bu şekilde denge sağlayabiliyorsak; yani bir Kemalist, bir milliyetçi, bir liberal, bir muhafazakar, Kürt, belki de bir gayrimüslim... Adaleti orada sağlayabiliriz. Bir de yargıçları kendilerini seçenlerden bağımsız hale getirmeniz gerekiyor. Yani bir emir veremeyecek, onu görevden azledemeyecek, maaş veya özlük güvenceleri ile oynama imkanı olmayacak...

1 KEMALİST BİLE GELEMEZ


Önceden Yargıtay'da Danıştay'da hep Kemalistler çoğunlukta olduğu için sadece Kemalistler geliyordu. Şimdi işler tam tersine döndü. Bundan sonra artık bir tane Kemalist dahi Anayasa Mahkemesi'ne, HSYK'ya gelemez.

Dengenin tersine bozulması Türkiye lehine olan bir şey değil. Tabii ki eski Kemalist düzene göre daha iyidir. Çünkü siyasette sadece varsayalım yüzde 20-30 olan Kemalistler, Yargıtay'da %70, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi'nde 70-%80'in üzerindeydi, ama şimdi hiç olmazsa toplumun %60'ı yargıda %70 olarak temsil ediliyor.

Fakat toplumsal dengeyi devletin bütün kurumlarına olduğu gibi, yargıya da yansıtmamız şart. Yani mevcut HSYK ve Anayasa Mahkemesi yapısının daha demokratik hale gelmesi şart."

Bilkent Üniversitesi ve Alman Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfınca düzenlenen 'Anayasalardaki Değiştirilemez İlkeler' konulu sempozyumunda konuşan Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can, Türkiye'de yüzyılı aşkın süredir, 1924 Anayasası hariç, 'ferman anayasalarının' yürürlükte olduğunu ifade etti. Can, Türk Anayasası'ndaki değiştirilemez ilkelerin diğer anayasalardaki değiştirilemez ilkelerden, argümanlar açısından oldukça uzak olduğunu kaydetti. 
Konuşmasının Anayasa Mahkemesini bağlamadığını akademik özgürlük kapsamında konuşacağını ifade eden Can, değiştirilemez ilkeler arasında "Milli Marş, devletin dilinin Türkçe" olduğu gibi "ilginç ifadeler" bulunduğunu söyleyen Can, "devletin dili değil, devletin resmi dili" olacağını savundu. 

Bir Anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelerine dokunmanın kaçınılmaz olacağını ifade eden Can, "Çünkü her bir anayasa değişikliği o anayasaya aykırıdır, her bir yasa değişikliği o yasaya aykırıdır ama aykırı olduğu unsuru çıkarır atar" diye konuştu. "Türkiye'deki Anayasa Mahkemesi'nin demokratik meşruiyet sorunu var. Türkiye'de yargı mekanizmasının demokratik meşruiyet sorunu vardır" diyen Can, Anayasa Mahkemesi'nin kurucu iktidar karşısındaki konumunun "Anayasa bekçiliği" olduğunu savundu. 

ANAYASA MAHKEMESİ OYUNA GELDİ 


Anayasa'nın aynı zamanda laik bir Anayasa olduğunu, değiştirilemez ilkelerin esnekliğe, işlevselliğe aykırı bir düşünce taşıyacağını ifade eden Can, yalnızca değiştirilemez ilkelerin esas alınmasının, demokratik talepler ile siyasal unsurlar arasında çatışmalara yol açabileceğini de ifade etti. Anayasa Mahkemesi'nin siyasal kararlar alamayacağını, yürütme veya yasamaya neyi yapması gerektiğini dikte edemeyeceğini dile getiren Can, "Bu durum parlamentonun ya da siyasal aktörlerin, kimi siyasal kararların mahkemeye yükledikleri ve mahkemenin de bu oyuna geldiği durumlarda geçerlidir" diye konuştu.

Doç. Dr. Osman Can'dan çarpıcı tespitler 


Anayasa'nın değiştirilmesini reddetmek, onu geçersiz kılmanın en etkili yoludur. 

Anayasa Mahkemesi, 'olağan dışılığı ilan eden bir kurum haline dönüştü. Bu durumda hukuk gider. 

Hukuku tesis edecek olan organ, ihlal ithamıyla suçlanan organdan daha çok hukuksal zemin içerisinde kalmalı. 

Anayasa Mahkemesi, siyasal kararlar alamaz. Yürütme veya yasamaya neyi yapması gerektiğini dikte edemez. 

Sosyal taleplerin karşısına değiştirilemez ilkelerin çıkarılması, anayasanın demokratikliğini ortadan kaldırır. 

Değiştirilemezlik gerekçesiyle güler yüzlü bir Frankoculuk'u korumaya devam edecek miyiz? 

Hukuk dışına çıkmakla hukuk sağlanamaz. Hukuksal normlar için değişmezlik iddiası totaliter anlayışın ürünü. 

Ne kadar cesaretli olabilirim, endişeliyim 

'Anayasalardaki Değiştirilemez İlkeler' konulu sempozyuma Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da katıldı. Kılıç, bu konuyu Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıl dönümünde tartışmayı düşündüğünü belirtti. Kılıç, "Ancak bu konuda ne kadar cesaretli olabilirim, o konuda biraz endişeliyim. Ama görüyorum ki hem vakfın hem de Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin cesaretle tespit ettikleri konunun ne kadar önemli ve Türkiye açısından ne kadar hayati bir değere sahip olduğunu anlamak mümkündür.'' dedi. 


aktif haber 




***

BAŞSAVCIYA AĞIR SUÇLAMA


BAŞSAVCIYA AĞIR SUÇLAMA 


25 Ekim 2008 06:59

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'na Anayasa Mahkemesi'nden ağır suçlama. 

Anayasa Mahkemesi: Başsavcı Tahrifat yapmış 

Anayasa Mahkemesi kararında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın kapatma istemine gösterdiği 400’ü aşkın kanıttan bir bölümünün gazete veya internetteki halinden farklılaştırıldığı, eksik ya da parçalı aktarıldığı vurgulandı 

“Odak” yapan 30 eylem 

AKP’nin “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiği”ne, ancak eylemlerin ağırlığının kapatma yerine Hazine yardımından yoksun bırakma yaptırımını gerektirdiğine hükmeden Anayasa Mahkemesi, AKP’ye yol haritası çizdiği gerekçeli kararında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’yı “tahrifat yapmak”la suçladı. İddianamede, Yalçınkaya’nın kapatma istemine gösterdiği 400’ü aşkın kanıttan bir bölümünün gazete veya internetteki halinden farklılaştırıldığı, eksik ya da parçalı aktarıldığı vurgulanırken, AKP’nin odak sayılmasına türban, Kuran kursları ve imam hatiplerle ilgili 30 eylemin neden olduğu kaydedildi. Kararda “Dinsel duyguların siyasal mücadele aracı haline getirilmesi laiklikle bağdaşmaz” denildi. 
Resmi Gazete’de yayımlanan gerekçeli kararda, Yalçınkaya’nın iddianamesinde yer alan 400’ü aşkın delilden sadece 30’unun değerlendirmeye esas alındığı belirtildi. 
Başsavcılığın gösterdiği diğer delillerin tasnif dışı bırakılmasının nedenleri şöyle açıklandı: 
- Öznel yorumlardan oluşması ve iddianamede yer almayan kitapların esas alınarak düzenlenmesi. (Ergenekon sanıklarından Ergun Poyraz’ın Patlak Ampul kitabı vs.) 
- Bir kısmının yalnızca belirli bir yayın politikası olan gazete veya internet sitelerinde yer aldığı, ses ve görüntü kaydıyla desteklenmediği, karşıt gazete ya da sitelerde yer almadığı. 
- Bir kısmının parti tarafından kabul edilmediği. 
- Bir kısmının gazete veya internet sitelerinde yer aldığından farklılaştırılmış biçimde iddianameye alındığı ya da eksik ve parçalı aktarılmış olduğu. 
- Bir kısmının vaki olmadığı ya da sübut bulmadığı. 
- Bir kısmının ifade özgürlüğü kapsamında olduğu. 

Mahkeme, AKP’nin “odak” sayılmasına yol açan 30 eylemi de şöyle sıraladı: 
- Erdoğan’ın 12 ayrı açıklaması: 
1- Kişiler laik olmaz. 
2- Laiklik din olursa, aynı anda Müslüman olunamaz. 
3- Tommiks - Teksas okumaya kimse mani olmuyor, ama kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz? Benim tezgâhımdan geçmiş olanların ülkeme ne zararı var ki? (Türban konusunda) tayming önemli. 
4- Özel üniversitelerde türbanla eğitimi serbest bırakalım. 
5- Başörtüsü sorununun Kopenhag kriterleriyle açıklanması nasıl olur, merak     ediyorum. 
6- Kızlarım başlarını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı. 
7- Benim kızlarım ABD’de okuyor. Burada o özgürlük anlayışı var. 
8- Eşim başörtülü, Başbakanlık Konutu’nda takabiliyor. 
    Karşıda (Cumhurbaşkanlığı) takamıyor. 
9- (Türban) konusunda söz söyleme hakkı din ulemasınındır. 
10- Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi? (Danıştay 2. Daire’nin türban kararı için) 
11- Velev ki siyasi simge... 
12- (Cumhuriyet mitingleri için) Gerilim taraftarı olsam, o meydanlara 10 katını biz toplarız. 

Eski TBMM Başkanı Bülent Arınç: 

1- “Devlet dini inançların yaşanmasını engelliyor” sözleri. 
2- “Sivil, dindar, demokrat cumhurbaşkanı istiyorum” açıklaması. 

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik: 

1- İmam hatip lisesi mezunlarının katsayı engelini aşmak için yasal değişiklik çalışması yapması. 
2- (Erdoğan’ın ulema açıklaması için) “Hâkim, hukuk kararlarıyla bunu yasaklayamaz” sözleri. 

AKP kurucularından Cüneyd Zapsu

1- “Korkulan ne şeriat? 700 sene Osmanlı şeriatla idare edilmiştir” sözleri. 
2- “Türbanını çıkar demek, sokaktaki kadına donunu çıkar demekten farksızdır” açıklaması. 
AKP Milletvekili İrfan Gündüz’ün “Türban konusunda Anayasa Mahkemesi fetva veren bir kurum mu” sözleri. 

AKP Milletvekili Mehmet Çiçek’in “Türban tartışmasının çözümüne muhatap Din İşleri Yüksek Kurulu’dur” açıklaması. 
AKP Milletvekili Abdullah Çalışkan’ın “Devrim ya kırmızıdır ya yeşildir. Ben yeşilden yanayım” sözleri. 
Eski AKP milletvekili Resul Tosun’un “Oligarşik kurumların direnci toplumsal taleple kırılacaktır” sözleri. 

- Danıştay 2. Daire’nin türban kararı konusunda AKP Milletvekili Selami Uzun’un “Ancak dehşet denebilir” sözleri.
- Aynı konuda AKP Milletvekili Hasan Kara’nın “Böyle bir karar infiale neden olur” açıklaması. 
- Dinar Belediye Başkanı Mustafa Tarlacı’nın ramazan ayında 8 camide teravih namazı kıldırması. 
- Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın “Başörtülü bir kadın da belediye başkanı olabilmeli” açıklaması. 
- MEB Merkezi Sınav Yönetmeliği’nden sınavlara başı açık gelinmesi koşulunun çıkarılması. 
- MEB Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği’ne, imam hatiplilere çifte diploma verilmesi yolunun açılması. 
- Alanya’da açık lise sınavlarına türbanla girilmesine izin veren müdürü rapor eden 3 öğretmen hakkında soruşturma açılması. 
- Üniversitelerdeki türban yasağını kaldırmaya yönelik anayasa değişikliği. 

12 İsim Yasaklanacaktı 

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılması kararı vermesi halinde, Başbakan Erdoğan, Arınç, Çelik, Gündüz, Çiçek, Çalışkan, Uzun, Kara, Zapsu, Tosun, Balaman ve Tarlacı’ya 5 yıl süreyle siyaset yasağı konulacaktı. 

AKP’ye Yol Haritası 

Kararda, bir oyla kapatılmaktan kurtulan AKP’ye şu uyarılarda bulunuldu: 
- Laikliği reddeden düzenlemeler demokratik değildir. 
- Siyasi partiler dinsel özgürlük talepleri konusunda politika geliştirebilir, ancak dinsel duyguları siyasal mücadele aracı haline getirerek ayrışmalara yol açmaları laiklikle bağdaşmaz. 
- Dinsellik sadece siyasal mücadelede üstünlük sağlıyor diye siyasal alanda gerektiğinden fazla yer alamaz. Aksi durum, siyasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açar. Bu sakınca, iktidarı kullanan parti söz konusu olduğunda daha da artar. 
- AKP başörtüsü yasağını, Kuran kurslarındaki yaş sınırını, imam hatiplerin katsayı sorunu konularındaki siyasal mücadeleyi laikliğe uygun yürütmemiştir. 
Ayrışma ve gerginlik yaratacak biçimde siyasetin temel sorunu haline getirilmiş, dinsel duyarlılıklar yalın siyasal çıkar amacıyla araçsallaştırılmıştır. 
Diğer sorunların siyasetin gündemine gelmesi güçleşmiştir. 
- Ülkeyi tek başına yönetme sorumluluğu, sadece kendi tabanına yönelik kullanılamaz. 
- Siyasal çözümlerin, mümkün olan en fazla uzlaşıyı sağlaması gereklidir. 
- Basın özgürlüğü, demokratik siyasal iradenin ortaya çıkmasının güvencesidir. 
- Çoğunluğun, azınlıkların özgürlüklerini korumayı kabullenmesi zorunludur. 

Kapatma Kriterleri 

Karara göre, “odak” haline gelen partiler, “demokratik ilkelere aykırı bir amaç taşıması, şiddeti teşvik etmesi, özgürlükleri yok etme amacı taşıması, bu konularda açık ve yakın tehlike oluşturması” halinde kapatılacak. 
Odak haline gelen partilere uygulanacak yaptırım belirlenirken şu kriterlere de bakılacak: 
- Laikliğe aykırı eylemlerin toplumsal tahammülün ötesine taşıp taşmadığı. 
- Çoğunluğa hâkim olabilecek aşırı endişe, kaygı ve belirsizlik. 
- İdeolojik tercihlerin öncelik kazandığı kamu hizmeti anlayışı. 
- Anayasal güvencesizlik yaratılması. 
- Eylemlerin şiddet çağrısı içermese de tahrik, dayatma ve demokratik teamüllerle bağdaşmaz nitelikte olup olmaması. 
- Eylemlerin düşünce özgürlüğü kapsamında olup olmadığı. 
- Odaklaşmaya yol açan eylemlerin partinin temel politikasını belirleyecek ağırlıkta olup olmadığı. 

Kurtaran İçtihatlar 

Kararda, AKP’nin “google iddianamesi” şeklinde eleştirdiği iddianameye yönelik tartışmalara nokta konuldu. Kapatma davalarında parti lehine olan delillerin de 
inceleneceği karar altına alınarak, AKP’ye kapatma yerine Hazine yardımından yoksun bırakma yaptırımının uygulanmasının yolu açıldı. Böylece AKP’nin amaçları araştırılırken, AB ve kadın odaklı politikaları da göz önüne alındı. Kararla ortaya çıkan içtihatlar şöyle: 
- Gazete ya da internetten haber ve yorum biçimindeki belgelerin tek başına kanıt niteliği yoktur. 
- Bu haberler, farklı ve karşıt yayın organlarında aynı biçimde yer alıyor ve ifade sahibi ya da parti tarafından reddedilmiyorsa kanıt olarak değerlendirilir. Kuşkudan uzak kanıt yoksa ve beyanların doğruluğu parti savunmasından anlaşılamamışsa, haberler kanıt sayılmaz. 
- Milletvekillerinin Meclis’teki beyan ve eylemlerinde demokratik düzeni ortadan kaldırma amacı açıkça saptanabiliyorsa, bu eylemler parti kapatma davalarında gözetilir. 
- Parti kurulmadan önce yapılan eylemler, parti kapatma davasında gözetilmez. 
- Kapatma davalarında sadece lehte değil, aleyhte deliller de değerlendirilir. 
- Kanıtların “odak” kriteri sayılması için 11 üyeli mahkemenin en az 7 üyesince kabulü gerekir. (Bu nedenle çok sayıda delil 6 oyla tasnif dışı kaldı.) 

aktif haber 

***