Recai Kutan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Recai Kutan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mart 2017 Çarşamba

SIRA: 242 KOD: 34.09.003



SIRA: 242 KOD: 34.09.003 


Rifat Serdaroğlu

Perşembe, Temmuz 14, 2011

Kamu Yararına Çalışan Derneklerin listesine veya herhangi bir arama motoruna yukarıdaki sıra numarasını ve dernek kodunu girdiğinizde karşınıza  “Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği”  çıkar. Bildiğiniz gibi, bir derneğin “Kamu Yararına Çalışan” dernek olmasına Bakanlar Kurulu karar verir.
Bu statüyü kazanan dernek,  büyük bir maddi yükten kurtulur ve bazı vergi-harç ve ödemelerden muaf tutulur.
Deniz Feneri Derneği, ayrıca Gıda Bankacılığı yapan Derneklerden sayılmış ve; 5035 Sayılı bazı kanunlarda değişiklik yapan kanun ile, 3065 Sayılı Gelir Vergisi Kanununun 40 ve 89 uncu ve Katma Değer Vergisi Kanununun 17. Maddesine eklenen açıklamalara göre, Gıda Bankacılığı yapan Dernek ve Vakıflara yapılan bağışların, Gelir ve Kurumsal Vergilerden, Katma Değer Vergilerinden muaf tutulma hakkına da sahiptir.  Albayrak Vakfı’da bu istisnadan yararlanan vakıflardandır…
Bu teknik ve mali bilgilerden sonra sizleri, değerli, dürüst ve yakın tarihin en önemli tanıklarından olan  gazeteci Sabahattin Önkibar’ın,  ilkini 3 Ocak 2008 de, ikincisini ise 4 Eylül 2008 de yazdığı yazısına götüreceğim;
“Yıl 1993. O yıllar Refah Partisi Milletvekili olan İ.Melih Gökçek arar ve aramızda şu diyalog geçer.
Sebo, Tayyip Erdoğan’ı tanıyor musun? Partimizin İstanbul İl Başkanı.  –Tanırım hemşerimdir. Niçin sordun?  -Ya kendisi yarın Ankara’ya geliyor. Bir özel TV kurma konusu var. Sen TGRT nin kuruluşundan tecrübelisin, sana bazı teknik sorular soracaklar. Öğlen yemekte beraber olabilir miyiz?
-Elbette oluruz, ama Tayyip Bey Ankara’ya misafir geliyor, ayıp olur, davet sahibi ben olayım. Yarın için Büyük Ankara Otelinde yer ayırtıyorum.  –Tamam Sebo, yarın öğlen buluşuyoruz. Yemekte buluştuk. Yemekte o güne kadar görmediğim ve tanımadığım iki isim daha var. Sanki Tayyip Bey’in asistanları gibi… Peki kim midir bunlar? Zekeriya Karaman ve Zahit Akman. Bugün bunlardan biri Türkiye’nin en önemli kanallarından birinin (Kanal 7) sahibi, diğeri de Türkiye adına TV’lerin devlet komiseri. 
Tam burada duralım ve soralım: Zekeriya Bey, bugün değeri yüzlerce milyon dolar olan ve o günün şartlarında kuruluşu da abartısız 200 milyon civarı kaynak gerektiren bu TV’ye söyler misiniz hangi kaynakla sahip oldunuz? Evet kamu adına, inanç adına, ahlak adına, vicdan adına soruyorum, bu parayı nerden buldunuz?
Siz ki Kanal 7 öncesi maaşla çalışan sıradan bir insandınız…” (18 Yıl önce yaşanan gerçek bir olay)
Aysel Ketenci, Başbakan Erdoğan’ın halasının kızıdır. Aysel hanımın eşi Osman bey aslen Rizelidir. Kasımpaşa Huzur Taksinin işletmecisi idi. Aysel-Osman çifti, 2001 yılında kızları Esma’yı, Başbakan Erdoğan’ın oğlu Burak ile evlendirdiler ve akrabalıkları katmerli hale geldi. Damat Burak Erdoğan ile eski taksici kayınpederi Osman Bey, Turkuaz Gemicilikte ortak oldular ve baba-oğul beraberce çalışıyorlar. Ketenci ailesi, ikinci kızları Şehriban Hanımı da, Kanal
7 nin patronu  Zekeriya Karaman’ın oğlu Habib Bey ile 2007 yılında muhteşem bir düğünle ve başta Başbakan Erdoğan olmak üzere çok sayıda AKP’linin şahitliğinde evlendirdiler.Böylece  Başbakan Erdoğan ile Zekeriya Karaman arasındaki, en az 25-30 yıllık dostluk ve iş arkadaşlığı, akrabalıkla da mühürlenmiş oldu…
Gelelim şimdi konunun en önemli yerine;
Sayın Özel Yetkili Savcılar;
Sizler Türkiye’yi temizlemeye karar vermiş cesur kanun adamlarısınız. Tarih hepinizi yazacak. O kadar güçlüsünüz ki, Eskişehir’de bir çay bahçesinde internet üzerinden yapılan, fakat ihbarcısı bulunmayan bir elektronik ihbarla, koskoca Orgeneral’i bile içeri tıkıverdiniz. Lütfen benim ihbarımı da ciddiye alın ve gereğini yapın;
1) Deniz Feneri davası sizden özellikle kaçırılıyor. Şüphelilerin tutuklama kararında; “nitelikli dolandırıcılık ve usulsüz para transferi” deniyor. Almanya’da ki davada ise; “ Teşekkül halinde dolandırıcılık, emniyeti suiistimal, dernekler yasasını ihlal, tüzüğe göre yardım amaçlı kullanılması zorunlu paraları amaç dışı kullanma, yasa dışı para transferi…” diye yazmaktadır. Mesleğinize ve yasalara olan saygınızdan dolayı bu işi sizin sahiplenmenizi ve Müslümanların sadaka paralarını dolandırıp,  siyaset yapmak üzere örgüt kuran bu “teşekkül halindeki” suçluların ipliğini pazara çıkarmanızı istirham ediyorum…
2)Adı geçen dernek, hem “Kamu Yararına Çalışan Derneklerden” hem de “Gıda Bankacılığı” yapan derneklerdendir. Bu nitelikleri ile milletimizin paralarından  haksız yere yararlanmaktadır.
Bu derneğin ve ona mal veren, hizmet satan, gıda bankacılığı yoluyla devlete vergi vermeyen kuruluş ve kişilerin incelenmesi ve trilyonlarca lira dolandırılan Türk Milletini hakkının teslim edilmesi ve adı geçen derneğin bu imtiyazlarının kaldırılması en büyük temennimizdir.
3)Yukarıda alıntı yaptığım Sayın Sabahattin Önkibar’ın da ifadesine başvurmanız halinde, karanlık ilişkiler açığa çıkacaktır. Ayrıca Başbakan Erdoğan’a da Zekeriya Karaman ve, Zahid Akman’la olan yakınlıkları ve ticari ilişkileri sorulabilir. Dokunulmazlığı var diye çekinmeyin. Siz davet edin, Sayın Başbakan delikanlı adamdır, cesur adamdır,  yasalara saygılıdır  gelir ve aslanlar gibi ifadesini verir.
Türk Milleti olarak biz de, Sayın Başbakanımızın çevresini bu dolandırıcıların nasıl sardığını öğrenmiş oluruz.

4)  Kanal 7 televizyonunun hisselerinin çalındığı, sahtekarlıkla başkalarına devredildiği konusunda  Sayın Recai Kutan’ın beyanları ve feryatları olmuştu. Rahmetli Erbakan’ı şahit olarak dinleyemeyeceğinize göre onun en yakını ve sırdaşı Recai Kutan Beyi, Fatih Erbakan’ı ve İ.Melih Gökçek’i dinlerseniz, gerçek ortaya çıkacaktır.

Sayın Özel Yetkili Savcılarımız;

Alman meslektaşlarınız tarafından “Avrupa’da Yüzyılın En Büyük Soygunu” olarak nitelendirilen ve hepimizin başımızı öne eğdiren bu lekeyi Türk Milletinin alnından temizlemek sizin öncelikli ve önemli görevlerinizdendir. Eğer bu soygunu araştırmazsanız, sorarım size neyi araştıracaksınız?
Size inanıyor ve güveniyoruz. Başarılar..

Değerli Okurlar, 

Sizlerden bir ricam var. Ben bu yazıyı Sayın Özel Yetkili Savcılara Ulaştırmaya çalışacağım. Aynı çabayı da sizlerden rica ediyorum. 
Bana yardımcı olur musunuz?. 
Bu yazıyı ekleyip sizler de Sayın Özel Yetkili Savcılara şikayette bulunabilirsiniz…
Sağlık ve başarı dileklerimle,
Rifat Serdaroğlu

https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/07/sira-242-kod-3409003-rifat-serdaroglu.html





***

26 Kasım 2016 Cumartesi

Abdullah Gül'ün Şövalyelik Sırları BÖLÜM -5




Abdullah Gül'ün Şövalyelik Sırları BÖLÜM -5


ASLAN BULUT
12.11.2010 23:08


ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi açıklamasıdır: 'Abdullah Gül’ü de biz yetiştirdik'


ABD bursu aldı; Milli Kültür Vakfı bursu dediler! 

ABD bursunu 'Milli Kültür Vakfı bursu' adı altında, Abdullah Gül, Şükrü Karatepe ve Fehmi Koru’ya sağlayanlar Sabahattin Zaim ile Nevzat Yalçıntaş idi. Gül, Karatepe ve Koru’ya verdikleri Milli Kültür Vakfı Bursu, gerçekte Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu idi ve bu konu Türk kamuyoundan bugüne kadar gizli tutuldu

Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Kültürel İşler Bürosu’nun İnternet sitesinde, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu ile yetiştirilmiş dünya liderleri arasında gösterildi!
'The Bureau of Educational and Cultural Affairs (ECA) of the U.S. Department of State' olarak adlandırılan sitede, kurumun, 1961’de Amerika Birleşik Devletleri halkı ve diğer ülkelerden insanlar arasında dostluk, karşılıklı anlayış ve barışçıl ilişkiler geliştirmek için kurulduğu bildiriliyor. Büronun ayrıca ırksal ve etnik azınlıkların temsil edilmesi için faaliyet gösterdiği de ifade ediliyor. Siteyi siz de ziyaret ederek konuyla ilgili yayını inceleyebilirsiniz: Adres şöyle:


http://exchanges.state.gov/alumni/prominent-alumni.html.

Gül ve diğer ünlü mezunlar...

ECA’nın dünya çapında mezun sayısının bir milyonun üzerinde olduğu, bunlar arasında Nobel ödülü alan 40 kişi ile eskiler de dahil 300’den fazla devlet ve hükümet başkanı bulunduğu açıklanıyor.

Sitede, 'Sürdürülebilir ağ oluşturma' başlığı altında 'Amerikan Dışişleri Bakanlığı, eski ve yeni mezunlarının, küresel toplumun oluşumu yolundaki çabalarının en üst düzeye çıkması için daimi destek sunuyor. Tüm dünyada kurulan ağ ile fikirlerini, projelerini ve deneyimlerini paylaşmalarına yardımcı oluyor.
Ayrıca hedef odaklı yerel projelerin uygulanması için dernekler kuruyoruz' deniliyor.
Sitede, mezunlar ECA mezunu ya da Fullbright mezunu olarak tanıtılıyor.
Mezunlar arasında Abdullah Gül dışında Tony Blair, Hamid Karzai, Mohamed Yunus Ruth Simmons, Javier Solano, John Updike, Rita Dove, Werner Herzog ve Giscard d’Estaing de sayılıyor. 

'ECA’nın önde gelen mezunları' arasında, Afrika, Doğu Asya, Pasifik, Avrupa, Yakın Doğu, Orta Asya’dan ve Batı ülkelerinden 57 devlet ve hükümet başkanı var. Aralarında Abdullah Gül’ün de ismi bulunuyor.

Kamuoyundan gizlenen burs

Abdullah Gül, Türkiye’de devlet okullarında okudu. Kendisinin özgeçmişinde açıklanan tek burs, Exeter Üniversitesi’ne yüksek lisans için gönderilirken verilen Milli Kültür Vakfı bursudur. Abdullah Gül, Şükrü Karatepe ve Fehmi Koru’ya bu bursu sağlayanlar ise Sabahattin Zaim ile Nevzat Yalçıntaş idi. Sabahattin Zaim öldü. Yalçıntaş ise bu konuda bir açıklama yapmadı. Gül, Karatepe ve Koru’ya verdikleri Milli Kültür Vakfı bursu, gerçekte Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu idi ve bu konu Türk kamuyoundan bugüne kadar gizli tutuldu.


Dünyanın en önemli siyasi projesi ve AKP! 

The Independent gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, yani Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davası ile ilgili kararını açıklamasından bir gün önce Daniel Howden, Türkiye’nin AKP dönemindeki AB macerasını 'Dünyanın en önemli siyasi projesi' olarak nitelendirdi, AKP’yi övdü, Türk generallerini suçladı. 
Howden’in ifadesi şöyle: 


'Müslüman, demokratik, laik, mali açıdan istikrarlı ve Avrupa Birliği’ni Orta Doğu’ya bağlayan bir ülke yaratma projesi, Türkiye’yi muhtemelen bugün dünyadaki en önemli siyasi deney haline getiriyor. Ve bu proje çökmenin eşiğinde.


Demokratik olarak seçilmiş, kökenleri siyasi İslâma dayanan bir hükümetin, nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede ortaya çıkması, muazzam bir siyasi toplumsal ve ekonomik ilerlemeye rast geldi. Bu ilerlemenin motoru AB üyeliği ihtimali oldu. Tıpkı zengin ülkelerin oluşturduğu genişlemekte olan bir bloğun tarihi mantığının, Sırbistan’ı savaş suçlularını tutuklamaya zorladığı gibi Türkiye’yi de reform yapmaya itti.' 


İngiliz gazeteciler daha önce de kendi toplumlarını uyarmıştı. 


Financial Times gazetesinde 7 Aralık 2006 tarihinde, Vincent Boland ve Paul Betts, 'Türk Lokumu' başlıklı yorumda 'Geçtiğimiz dört yıl içerisinde AB ve IMF’nin teşvik ettiği reformlar, Türkiye ekonomisinin AB’ye entegrasyonunu  pekiştirdi. Bu da Dexia, Fortis, Citigroup ve BNP Paribas  gibi yabancı yatırımcıların, ekonomik dönüşümden en fazla faydalanan sektör olan bankacılık sektörüne girmelerini  sağladı. Öte yandan yatırım bankaları  İstanbul’da çok ciddi miktarlarda işlem yapıyor' diye yazmışlardı.   


İngiliz gazeteciler, ABD-İngiltere merkezli dev şirketlerin, 'Aman AB sürecini kesmeyin, ’Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefaaatine sığınan’bir iktidar sayesinde bakın Türkiye’de ne kadar kârlı bankalar satın aldık. Bu bankalar üzerinden İstanbul’da çok ciddi alımlar yapıyoruz. Ellerindeki bütün serveti alana kadar Türkleri oyalayın' görüşünü seslendiriyordu.


Cüneyt Ülsever diyorki...

İngiliz gazetecilerin ifadelerinden AKP’nin aslında nasıl bir proje olduğunu bütün çıplaklığıyla anlamayan varsa, onlar için Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever devreye giriyor ve diyor ki, 'Şimdi tekrar ilan ediyorum ki, AKP’nin kapatılmaması kararı, ölümü gösterip sıtmaya razı etme formülü ile, kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye’nin formatlanmasında en büyük merhalenin aşılmasına vesile olmuştur.' 


İndependent gazetesinden Adrian Hamilton 29 Temmuz tarihli yazısında 'İslâm ve Batı münakaşasını atın bir kenara. Türk Hükümeti kaybederse hepimiz mağdur olacağız' diye yazdı.


Neymiş AKP’nin kapatılmaması? 


'Kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye projesi' imiş!
Bunu nasıl sağlıyorlar? 


Ülkenin bankalarını yabancılara satarak!
AKP kaybederse kim kaybedermiş?
Zengin ülkelerin dev şirketleri! 


Cüneyt Ülsever’in bahsettiği 'Kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye formatlanması' Türk Milleti’nin egemenlik hakkının ortadan kaldırılma teşebbüsüdür, anayasa suçudur! Türk Milleti’ni Ergenekon’a hapsetme projesinin ana hatları böyleydi.



Gül’ün Oxford Mütevelli Heyeti’nde bir görevi mi var?
Anadolu Ajansı, 13 Mayıs 2009’da üç satırlık bir haber geçti: 'Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi Mütevelli Heyeti’nin İstanbul’daki toplantısına katıldı. Dolmabahçe Sarayı’nda basına kapalı gerçekleşen toplantı, yaklaşık 2 saat sürdü.' 


Haber bu kadar! 


Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın, İslâm dünyası üzerinde yüzyıllardan beri operasyon yapan bir ülkenin, 1993 yılında kurduğu İslâmi Araştırmalar Ensitüsü’nün Mütevelli Heyeti toplantısına katılmasının sebebi neydi?
Gül, bu konuda bir açıklama yapmadı.  Böyle bir merkezin mütevelli heyeti toplantısına Türkiye’nin Cumhurbaşkanı niçin katılır? Kendisi de mütevelli heyetinde midir? Başka ülkelerin Cumhurbaşkanları da bu tür toplantılara katılıyor mu?  İngilizlerin 1. Dünya Savaşı öncesi hedefi, Balkanlar, Kafkasya, Önasya (Türkiye) ve Orta Doğu’da oluşturulacak 4 federasyonu, kendi güdümlerindeki bir 'ılımlı halife'ye bağlı olarak 4’lü konfederasyon içinde yönetmek idi. Başaramadılar. Şimdi bu politikayı, Büyük Orta Doğu Projesi adı altında ABD sürdürüyor. İngiltere, İsrail ve Türkiye ABD’ye yardımcı oluyor!
Zaten bu projeyi güncelleştiren, Türkiye’de benimsenmesi için 1996 yılında İstanbul’da konferans veren, İngiltere ve ABD vatandaşı, İngiltere doğumlu, Yahudi asıllı tarihçi Bernard Lewis’tir. 


Yani bugün de İngiltere, Oxford Üniversitesi’ndeki İslâmi Araştırmalar Merkezi ve Exeter Üniversitesi’ndeki Arap ve İslâmi Araştırmalar Enstitüsü’nün rehberliğinde, İslâm Dünyası üzerinde uygulayacağı strateji ve taktikleri geliştiriyor. 


Aslında Abdullah Gül, Oxford Üniversitesi Mütevelli Heyeti toplantısına ilk defa katılmıyor. Cihan Haber Ajansı’nın 20-21 Temmuz 2006’da geçtiği haberlere göre Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Oxford kentinde o sırada yapımı süren Oxford Üniversitesi İslâmi Araştırmalar Merkezi’nin inşaat halinde olan binasında incelemelerde bulundu. Abdullah Gül, İslâmi Araştırmalar Merkezi’nin Oxford şehir merkezinde yer alan binasında yönetim ve komite üyeleriyle de bir araya geldi. Gül, ertesi gün de Araştırma Merkezi’nin mütevelli heyeti toplantısına katıldı. 


Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi’ni Türkiye’de sevdirmek için de devamlı olumlu haberler üretildi. 


Bu haberlerden birine göre 1993 yılında faaliyete geçen Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi, Bursa’nın İznik ilçesinde üretilen dünyaca ünlü çinilerle baştan aşağı kaplandı. İznik Eğitim ve Öğretim Vakfı Başkanı Işıl Akbaygil, İngiltere’deki Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi için yaptıkları çinilerin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Türkiye adına, araştırma merkezine hediye edildiğini açıkladı. Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi’nden Dr. Muhammed Ekrem Nedvî’nin yıllarca süren araştırmalar sonucu  'İslâm toplumunda kadın alimler' konulu, 40 ciltlik bir eser yazması ile ilgili övgü dolu haber de bu türdendi.  Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, Türk halkına Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi’nin Mütevelli Heyeti toplantılarına niçin katıldığını, bu durumun görevi ile bağdaşıp bağdaşmadığı sorularına hiçbir cevap vermedi.


Avrupa Musevi Kongresi Başkanı Besnainou Erdoğan ve Gül ile neyi görüştü?

İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ni davet ederek aşağıda oturtması, görüşmede Türk bayrağı bulundurmaması, üstelik İbranice konuşarak, gazetecilere 'Bu fotoğrafı çekin' demesiyle başlayan kriz, Tayyip Erdoğan’a 'İslam Dünyasının Nobeli' denilen Kral Faysal ödülü verileceğinin açıklanması ile aynı güne denk geldi. 


Bu bir tesadüf olabilir miydi? 


Aslında Davos’ta Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın omuzu da dürtülmüştü. Hem de bir gazeteci tarafından. Şimdi ise büyükelçinin şahsında Türkiye ve Türk Milletine hakaret edildi. 


Davos’taki ' One Minute ' krizinden bir ay önce İsrail’in Jerusalem Post gazetesinde Herb Keinon, 'Üst düzey yetkililer, Erdoğan’ın ülkede yükselen laik muhalefet karşısında meşruiyetini sağlamlaştırmak için yüksek profilli bir uluslararası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledi' diye yazmıştı. Bu bilgiyi gazeteci Herb Keinon’a veren İsrail Başbakanı Ehud Olmert idi. Hem de Tayyip Erdoğan ile görüştükten hemen sonra! 


BM Genel Sekreteri Ban-Ki Moon da Erdoğan’a, 'Orta Doğu’da liderliğinize ihtiyaç var' diye sesleniyordu! 


Yine Avrupa Musevi Kongresi Başkanı Besnainou, Türkiye’de Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ile görüştükten sonra 'Erdoğan’ın, İslam dünyasının sözcüsü olması gerekiyor' demişti. 


Ehud Olmert, bakanlarını 'Türkiye aleyhine konuşmayın' diye uyarıyordu!
Türkiye Başbakanı, İsrail Cumhurbaşkanı’na alenen 'katil' dediği halde susuyorlardı! 


Fakat İsrail’de bu politikayı hazmedemeyenler, ülkenin gururu zedelendi düşüncesiyle Türkiye’den intikam almak istiyordu. Son olarak İsrail hükümetinin Türkleri suçlaması bir şeyler olacağını gösteriyordu. 


Diğer taraftan 'Büyük Orta Doğu Projesi, Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile birlikte hareket ediyoruz. Amacımız İslâm ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek. Olumsuz bir tablo çıkarsa İran’a kapılarımızı kapatmak zorunda kalırız' diyen de Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül idi.
Tayyip Erdoğan da aynı projenin eş başkanlığını üstlenmişti.
Projenin mimarı MOSSAD idi. Türkiye’yi ortadan kaldırmayı, yerine Orta Doğu federasyonu kurmayı öngören ABD-İngiltere-İsrail ortak yapımı Büyük Orta Doğu projesi, Yemen olayında görüldüğü gibi bütün hızıyla uygulamadadır.
Erdoğan’ın her yıl İstanbul’da topladığı Uluslararası Yatırım Danışma Konseyi üyeleri, daha çok ABD ve İngiltere merkezli şirketlerin başkanlarından oluşuyor ve bunların da çoğu Yahudi’dir. Bu toplantılarda Türkiye’de hangi sektörün kime satılacağına karar verilmektedir! 


Gül, Çankaya köşkünde İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres onuruna verdiği yemekte yaptığı konuşmada da İsrail’in güvenliği ve tanınmış sınırlar içinde yaşama hakkına sahip olmasının, Türkiye’nin Orta Doğu politikasının değişmez önceliklerinden olduğunu söylemiştir.
Türkiye’nin İsrail ile kapışması, Tayyip Erdoğan’ın bütün İslâm ülkelerinde yıldızlaşmasını sağladı. Hatta 'Mısır’da Mübarek’in karşısında aday olsa Tayyip Erdoğan seçilir!' deniliyor. İşte İsrail ile başlatılan kavganın asıl sebebi bu sonucu elde etmek içindi. BOP eş başkanlığını sürdürmek için bu türde vukuatlara ihtiyaç var! 


Türkiye’yi İslâm’ın Truvası olarak kullanmak, silâhla gerçekleştirilemeyen Büyük Orta Doğu Projesi’nin yumuşatılmış şeklidir!


-BİTTİ-

GÜL’ÜN şövalyelik SIRLARI -5-

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/gulun-sovalyelik-sirlari-5-42097h.htm

..

Abdullah Gül'ün Şövalyelik Sırları BÖLÜM -4






Abdullah Gül'ün Şövalyelik Sırları BÖLÜM -4




Ömrünü Siyonizmle mücadeleye adamış bir siyasi kadronun içinde yetişmişti ama...

Dindar Cumhurbaşkanı Siyonistleri ağırladı! 

Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı olduktan kısa bir süre sonra Siyonist örgütlenmenin en tepesindeki kuruluş olan B’nai Brith International’ın başkanı Moishe Smith ve beraberindekileri Çankaya köşkünde kabul etti 22 Temmuz seçimlerine bir yıl kala iktidar partisi AKP, özellikle ekonomik sebeplerle çok yıpranmış durumdaydı ve yapılan anketlerde 2002 seçimlerindeki oy oranını koruyamayacağı yüzde 30’un altına düşeceği anlaşılıyordu. Yurdun çeşitli illerinde çiftçi mitingleri yapılıyor ve iktidar protesto ediliyordu. Özelleştirmeler büyük tepki çekiyor ve yabancılara toprak satışı ile birlikte yurdun genelinde büyük bir endişeye sebep oluyordu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Abdullah Gül’ün adaylığı açıklanmadan önce iktidara uyarı niteliğini taşıyan Tandoğan mitingi düzenlendi. Gül’ün adaylığı açıklandıktan sonra ise 367 tartışması Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü. İktidar partisi milletvekilleri, daha önceki seçimlerde birinci ve ikinci turda toplantı yeter sayısı olarak 367’nin aranmadığını iddia ediyordu. Oysa Özal ve Demirel’in seçimlerinde birinci ve ikinci turlara 367’den fazla milletvekili katılmıştı. O dönemde, diğer partiler, Cumhurbaşkanı seçimine katılmamak gibi bir yönteme başvurmamıştı. 

27 Nisan gecesi...

Anayasa Mahkemesi karar vermeden hemen önce 27 Nisan gecesi, Genelkurmay Başkanlığı İnternet sitesinde sanal muhtıra denilen metin yayınlandı. 

Genelkurmay, 'Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün ’Ne mutlu Türk’üm diyene’anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır' diyordu. Muhtıranın bir bölümünde bazı illerdeki okullarda yapılan kutlu doğum haftası törenlerinde kız öğrencilere giydirilen kıyafetler eleştiriliyordu. Bu durum, halk arasında Hıristiyanların peygamberinin doğum gününde, yani yeni yıl kutlamalarındaki eğlencelerle kıyaslanıyor, sessiz ve derinden bir propaganda bütün yurtta etkili oluyordu.

Muhtıradan hemen sonra Çağlayan mitingi düzenlendi. Bu arada Anayasa Mahkemesi, birinci ve ikinci turda 367 milletvekili katılımının aranacağına karar verdi. Erkan Mumcu liderliğindeki Anavatan grubunun, YÖK Başkanı’na saldırı girişimi diye duyurulan haberden sonra seçime girmemesi, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın da buna destek vermesi sonucu iktidar 367’yi bulamadı. Seçim öncesinden başlayan, Cumhuriyet gazetesine saldırı, Danıştay baskını, Hırant Dink cinayeti gibi olaylar Türkiye’yi zaten germişti. İktidar bu olayların 'derin devlet' tarafından yaptırıldığını söylüyor, ulusalcıları ve milliyetçileri suçluyordu. Olayların perde arkası aydınlanamamakla birlikte, muhafazakar olduğunu iddia eden bütün yayın organlarında, bu olayların derin devlet tarafından düzenlenmiş ve Tayyip Erdoğan veya sonradan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını önlemeye dönük provokasyonlar olduğu iddiası yayılmıştı. Çağlayan ve İzmir mitinglerinin, katılımcılar tarafından solda ve sağda birleşme taleplerinin dile getirilme zemini haline dönüştürülmesi, mitingi düzenleyen tertip komitesindeki Türkan Saylan’ın muhafazakâr kitlelerin tasvip etmediği bir kişi olması, her ne kadar milli tavırlar sergilese de Nur Serter’in üniversite kapısında başörtülü genç kızları ikna odasına alan bir imaj sahibi olması gibi sebepler, mitinge, ABD ve AB emperyalizmine karşı çıkmak için gidenlerin çabalarını da baltaladı.. Mitingler, özgürlüklerini tehdit altında hisseden kadınların başkaldırısı olarak nitelendirildi ve şeriat aleyhine sloganlar atıldı. Oysa şeriat, Anadolu’da İslâm ile eş anlamlı kabul edilen bir kelimeydi. 

Bütün bunlar CHP’den ziyade AKP’yi besliyordu. Tayyip Erdoğan, bilinçli olarak gerginlik stratejisi takip ediyor, geleneksel olarak CHP karşısında bulunan ve CHP’ye oy vermesi mümkün olmayan yüzde 60’lık sağ kitlelerin tamamına hitap ederek, oylarını artırmaya başlıyordu. CHP de bu sayede oylarını koruyordu. 

Mağdur politikası... 

'Birleşin' sloganlarına uyan Deniz Baykal ve Zeki Sezer, Gündoğdu mitinginde bir türlü biraraya getirilemedi. Kanaltürk’ün sahibi Tuncay Özkan’ın başlattığı ilk mitingler, sonunda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin katkısıyla Cumhuriyet mitinglerine dönüştü. Fakat bu arada, Nokta dergisinin ortaya çıkardığı andıçların, AKP’ye yönelik darbe girişimini ihtiva etmesi de gerginliği yükseltiyor, bu durum da AKP’nin mağdur psikolojisini kullanmasına, Cumhuriyet mitinglerinin aleyhinde propaganda yapmasına zemin hazırlıyordu. Üç mitingde milyonlarca insan, bir araya gelmişti ama mitingleri düzenleyenler ve katılan sanatçıların tamamının sol kültürden gelmesi, muhafazakâr kitleleri biraz daha biledi. Diğer taraftan MHP, bu üç mitinge kurumsal olarak destek vermedi. Zaten iktidar, TSK, YÖK ve Yüksek Mahkemeler ile kavgalı bir görüntü sergiliyor ve türban meselesini bu engeller yüzünden çözemediği fikrini yayıyordu. 

Abdullah Gül’e karşı TSK, YÖK, Anayasa Mahkemesi ve CHP’nin tavır koymuş olmasını, AKP, 'Dindar bir Cumhurbaşkanı istemiyorlar' propagandası ile karşıladı ve Abdullah Gül üzerinden AKP mağdur edebiyatı yapmaya başladı. Dindar Cumhurbaşkanı söylemi Bülent Arınç’a aitti. 

Derken gazetelerde, Abdullah Gül’ün babasının sakallı fotoğrafı yayınlanıyor, 'Dindar Cumhurbaşkanı istemediler' propagandasına medya desteği veriliyordu. 

Cami avlusunda protestolar

Seçim kararı alındıktan sonra terör olayları artarak sürünce şehit cenazelerinde AKP protesto ediliyor, Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül İzmir'de, TBMM Başkanı Bülent Arınç Manisa’da cami avlusunda yuhalanıyordu. Tayyip Erdoğan, bu tepkilerde bozkurt işareti kullanılması üzerine ülkücüleri, Türkiye Kamu-Sen’i ve MHP’yi suçluyordu. 
Bu arada AKP medyası ve artık histerik bir şekilde AKP’yi ve hatta Tayyip Erdoğan’ın eş başkanı olduğu Büyük Orta Doğu Projesi’ni savunan bazı yazarlar, PKK terörünün artmasını da derin devletin, dolayısıyla TSK’nın işi olarak gösteriyor ve hedefin AKP’ye seçimi kaybettirmek olduğunu işliyordu. 

Seçime kısa bir süre kala, ABD’de yapılan bir düşünce kuruluşu toplantısına katılan Genelkurmay’ın düşünce kuruluşu temsilcilerinden birinin, 'PKK liderlerini yakalayıp seçimden önce teslim ederseniz, bu durum AKP’nin işine yarar' dediği iddiasının Henry Barkey tarafından Türk gazeteci Yasemin Çongar’a sızdırılması, haberin bomba gibi patlaması, TSK aleyhindeki AKP propagandasını kuvvetlendiriyordu. Genelkurmay Başkanı’nın sık sık Kuzey Irak’a operasyon yapılması gereğinden bahsetmesi de AKP’yi seçim öncesi köşeye sıkıştırma çabası olarak propaganda ediliyordu. 

Bütün bunlar hem Gül’ün hem de bütünüyle AKP’nin mağdur edebiyatı yapmasına zemin oluşturuyor ve Çankaya yolunu açıyordu. 

Ve Siyonistler Çankaya’da!Abdullah Gül, ömrünü Siyonizmle mücadeleye adamış bir siyasi kadronun içinde yetişip Cumhurbaşkanı olduktan kısa bir süre sonra Siyonist örgütlenmenin en tepesindeki kuruluş olan B’nai Brith International’ın başkanı Moishe Smith ve beraberindekileri Çankaya köşkünde kabul etti.  
İşte Abdullah Gül’ün siyasi yolculuğunun kendisini getirdiği yer burasıydı!  

Milli Gazete’nin verdiği bilgiye göre bu kuruluşun Asya-Afrika üzerindeki büroları, Mısır’ın başkenti Kahire ile İstanbul’da bulunuyor. Örgüt, özellikle İslâm ülkelerinde 'B’nai B’rith' ismi altında faaliyet gösteremediğinden, daha çok paravan isimler altında kurduğu derneklerle faaliyetlerini yürütüyor.

Erbakan ceza aldı, Gül Çankaya’ya çıktı!..18 Haziran 2008’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 'Kayıp Trilyon' davasında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında, 'Mevcut anayasal sistem gereğince, iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurları tartışılmaksızın, yasal imkansızlık nedeniyle soruşturma yapılmasına gerek olmadığına' karar verdi. Yasal imkansızlık olarak Cumhurbaşkanının ancak vatana ihanet gerekçesiyle ve Meclis kararı ile suçlanabileceği belirtildi.  Kayıp Trilyon’davasında birinci sanık Prof. Dr. Necmettin Erbakan hapse mahkum oldu ve cezasını evde çekti. Siyasi yasaklı oldu, para 12 trilyon olarak tahsil edilmeye başlandı. Yani Erbakan D-8 adlı ititfakı kurmaya çalıştığı için cezalandırıldı. Aynı suçtan sanık olan Abdullah Gül hakkında ise soruşturma açılamadı. Erbakan ve Gül aynı suçtan dolayı suçlandı. Birisine siyaset yasağı getirildi, seçime sokulmadı, diğeri ise Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı oldu! 

Yeni Osmanlıcılık Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül!

2003 yılında ABD’nin İstinye’deki başkonsolosluğunda, isimleri belli 10 gazeteciye; 'Yeni Osmanlıcılık' başlığı altında, 'Türkiye ile ABD’nin ortak çıkarlarının nerede olduğuna' dair özel bir seminer verilmişti. Hatta, bazı gazetecilerin, birkaç gün ortadan kaybolması da buna bağlanmış ve 'Bu isimlerin önümüzdeki dönemde; Türkiye’nin ’milli’çıkarları ile ABD’nin ’milli’çıkarlarını ’Osmanlıcılık’maskesi altında birleştirecekleri' ifade edilmişti. 

ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda Siyasi İşler Bürosu sorumlusu Stephen C. Kimmel’in çok önceden bazı yazarlara çengel attığı ve Beyoğlu’nda bir lokantada sık sık bir araya geldikleri biliniyordu. 
O dönemde MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, gazetelerin Ankara temsilcilerine bir yemek verdi ve 'Aranızda bazı arkadaşların yabancı istihbarat servisi elemanları ile görüştüğünü biliyoruz' dedi. 
Sesar adlı İnternet sitesinde ise 'İstanbul saldırılarından bir hafta önce ABD Büyükelçiliği’ndeki çalışma seansına davet edilen 28 gazeteci ile önümüzdeki dönemde gerçekleşmesi olası terör dalgasının nasıl karşılanması gerektiği yolunda görüş alışverişinde bulunulmuştur' ifadesi kullanılmıştı. 

Serdar Kuru imzalı yazıda daha ilginç bir bilgi veriliyordu: 'Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 1996 yılı Çalışma Raporu’nun 36. maddesinde de, Kimmel’in adı geçiyor. Çalışma Raporu’nun 36. maddesi aynen şöyle: 27.06.1996 tarihinde saat 14.30’da ABD İstanbul Konsolosu Stephen C. Kimmel Belediyemizi ziyaret etmiş ve Dış İlişkiler Müdürü Mehmet Duman ile Türkiye’deki son gelişmeler konusunda görüş alışverişinde bulunmuşlardır.'  
Erdoğan, son 10 yıldır, Türk kimliği yerine Türkiyelilik propagandası yaptı. Abdullah Gül de başbakanken, 20 bin dolara vatandaşlık satma projesi geliştirmişti! 

Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinde fırtınalar koparılan Abdullah Gül, bir seminerde yaptığı konuşmada 'Milliyetçilik öyle olmuş ki, Türkçülük şeklinde alınmış ve bu ister istemez aksini de bazı insanların aklına getirmiştir. Mesela bunları açık söylemek zorundayım, ’Ne mutlu Türk’üm diyene’lafını tutup her yere yaza yaza, Türkiye aslında ilkel bir hale dönmüştür. Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en büyük tahribatı vermiş olan sistemin ilkelerinden biri de laiklik ilkesidir.
İkinci Cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum' demişti. 

İşte Türkiye’yi yöneten kadronun felsefesi buydu. 



5.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

http://thegodisnowhere.blogspot.com.tr/2011/03/abdullah-gulun-sovalyelik-srlar-4.html


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/gulun-sovalyelik-sirlari-4-42084h.htm

..


Abdullah Gül'ün Şövalyelik Sırları BÖLÜM -3




Abdullah Gül'ün Şövalyelik Sırları BÖLÜM -3




CFR, Erdoğan’a yerel yönetimlere özerklik vermesini isteyen bir gizli memorandum göndermişti


Özerklik, PKK’dan önce CFR’nin Talebi!


AKP programına geçen gizli memorandumdaki özerklik talebinin alt yapısı, Ömer Dinçer’in Başbakanlık Müsteşarlığı sırasında hazırlanmaya başlandı. Abdullah Gül, Dinçer’in bakanlığa getirilmesini de onayladı
Eski Başbakanlık Müsteşarı ve şimdiki Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’in 19-21 Mayıs 1995 tarihlerinde Sıvas’ta gerçekleştirilen bir sempozyumda yaptığı konuşma çeşitli tartışmalara konu olmuştu. 
Dinçer, o konuşmasında önce ekonomi dünyasında başlayan ademi merkezileşme ve toplumun daha alt birimlerine yetki verme temayülünün giderek sosyal ve siyasal hayatta da kendisini gösterdiğinden, böylece devlet yapısının da değişmesi gerektiğinden söz ediyordu. 
Dinçer’in bahsettiği 'ademimerkeziyetçi yapı', federasyondur!


Dinçer’e göre Cumhuriyet kavramı da artık geçersizdir:


'Yine başlangıçta kurulurken ortaya atılan cumhuriyet ilkesinin de zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür.'


Dinçer, 'Globalleşme ne kadar artarsa İslâmlaşma da o kadar çok artacaktır. Böylelikle varlığını hissettirmeye başlayacaktır. Nitekim hissettirmektedir de. Öyleyse, Türkiye’nin bu durumu fark ederek, gerekli düzenlemeleri yapması gerekir' diyerek küreselleşmenin ulus devletler üzerinde yok edici olduğunu kabul ediyor ama, asıl direniş gücü olan milliyetçiliği yok sayarak, zayıfladığını, anlamını kaybettiğini ileri sürdü: 

Ulusal değil uluslararası!..'Uluslararası iş birlikleri giderek siyasallaşmakta ve ulusal devlet fikri yerine daha çok bölgesel devletlerin oluşturduğu bir yapıya dönüşmektedir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin öngördüğü ulusal devlet yahut milliyetçilik esaslarına dayalı devlet fikri yerine uluslararası işbirliği yapan ve belki de siyasi olarak bütünleşen ülkeler söz konusu olmaya başlamıştır.'


Dinçer, Türk Birliği veya İslâm Birliği gibi kızılelmalar veya uzun vadeli misyonlar yerine daha gerçekçi politikalar takip edilmesini ve Türkiye’nin Osmanlı coğrafyası üzerinde, kısa vadeli planlar ve politikalar geliştirmesi gerektiğini söyledi

Dinçer’e Erdoğan ve Gül desteği...


Dinçer, sonuç olarak şu kanaatini açıkladı: 'Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslâm’la bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı daha ademimerkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu bulunduğunu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.'
1995’te teorik olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini havaya uçuran Dinçer, konuşmasında ne demişse kamu yönetimi reformunu hazırlamak suretiyle onu yapıyordu artık. Onun Başbakanlık Müsteşarı ve Çalışma Bakanı olmasına onay veren de Tayyip Erdoğan ile birlikte Abdullah Gül idi. 

CFR’nin gönderdiği Memorandum 


CFR’nin 2001’de Tayyip Erdoğan’a görderdiği gizli memorandumda da 'Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir' deniliyordu. 


Bu memorandumu 26 Ağustos 2001 tarihinde ortaya çıkarıp, AKP’nin parti programı haline getirildiğini yüzlerce defa gündeme getirdiğimiz halde bugüne kadar, bu konuda Tayyip Erdoğan, hiçbir açıklama yapmadı. 

ABD’nin 'İslâm’da reform' stratejisi!


27 Ocak 2004 günü, ASAM ve Avrasya Bir Vakfı’nın düzenlediği toplantıda, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü dinliyorduk. Toplantıya milliyetçi aydınlar davet edilmişti. Abdullah Gül, yıllar sonra nereye aday olacağını bildiği için Dışişleri Bakanı olarak kendisini milliyetçi aydınlara anlatma ihtiyacı hissetmişti. Gerçekten yıllar sonra Cumhurbaşkanı olurken milliyetçi aydınlardan kimsenin sesi çıkmadı! 


Gül, o toplantıda her zamankinden farklı olarak bir dış politika vizyonu çiziyor ve ülkelerin her geçen gün birbirine bağlı-bağımlı hale geldiği kabulünden hareket ederek 'küresel konjonktür ve bölgesel sistem içindeki riskler ve fırsatlar'dan söz ediyor; 'yeniden yapılanan uluslararası sisteme uyumlu, bu sistem içindeki eğilimleri temel alan ve ABD ile dayanışma içinde' bir politikayı anlatıyordu.

Talmut’tan alınan ilham... 


Ertesi gün de Tayyip Erdoğan, Suudi Arabistan’da 'İslâm Ortak Pazarı doğru değildir' dedi. Erdoğan’ın konuşması, küresel sistem sahiplerine boyun eğdiği gibi Türkiye’nin gücünü ve etkinliğini kullanarak diğer İslâm ülkelerine de bunu tavsiye ettiğini gösteriyordu. Zaten, açıkça küreselleşmeyi bir teknolojik gelişme gibi algıladığını söylüyordu. Oysa küreselleşme, teknolojik gelişmelerin ötesinde, Hristo-Yahudi kökenli tarikatların, Talmut’taki Mesih inancını kullanarak, dünyayı tek bir merkezden yönetme projesiydi.


Erdoğan, Suudi Arabistan’dan döndükten sonra kimsenin dikkatini çekmeyen bir cümle daha kullanmış, bundan sonra ortaya koyacakları görüşlerin, bölgesel ve küresel etkileri olacağını söylemişti.


Oysa AKP kadroları içinde, özgün görüş üretebilen tek bir kişi bile yoktu!  Kim üretecekti bu görüşleri ki, bütün dünyayı etkileyebilsin?
Cidde’deki forumda Bill Clinton da konuşmuş ve 'Hz. Muhammed bugün yaşasaydı, eşlerinin otomobil kullanmasına izin verir, hatta dünyanın en büyük otomobil fabrikasını kurardı' demişti. Türkiye’nin kanserojen medyası ise bu sözleri göklere çıkarmıştı. Pek az kişi, 'Kendi dinimizi bir Hristiyan’dan mı öğreneceğiz?' diyebilmişti.


Türkiye verdikçe Hakediyor!.. 


The Economist dergisinin 24 Ocak 2004 tarihli sayısında ise 'Türkiye üslerini ve hava sahasını açarak Amerikan işgaline yardımcı oluyor, karşılığında birşeyler almayı hakediyor' denildikten sonra aynen şu ifadeler kullanılıyor: 'Sorun 11 Eylül’den bu yana ABD’nin çıkarlarının değişmiş olması. Soğuk Savaş sırasında, Türkiye’nin rolü Sovyetler Birliği’ni kontrol altında tutmaktı. Bugün ise, ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman’a göre ’İslâm dünyasında reform, ABD’nin en önemli stratejik girişimi’ve Türkiye’nin başarısı da bunda büyük rol oynayabilir.'

İslam dünyasında ABD reformu!.. Tekrar okuyalım:

'İslâm dünyasında reform, ABD’nin en önemli stratejik girişimi...'


Uygulayıcı kim?

Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül...


ABD’nin Yahudi teorisyenlerin fikriyle İslâm’da reforma kalkışacağına, bunu da Türkiye’nin Başbakanı ve Dışişleri Bakanı vasıtası ile yapacağına, ben de inanamazdım. Ama gerçek buydu.
 
İslam dünyasına AKP tuzağı


Nitekim Avrasya’yı 'Satranç Tahtası' olarak gösteren, ABD’nin eski Milli Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, New York Times gazetesinde 2004 yılı Mart ayı başında yayınlanan yazısında, Bush yönetimini uyardı.  Brzezinski, 'Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan bölgede uygulanacak Büyük Orta Doğu Planı’nın arkasında gizli niyetler olduğundan şüphelenilmesi halinde ters tepebileceğini yazdı, Brzezinski, bazı Arap ülkelerinin dayatma ile değişim olamayacağı gerekçesiyle plana karşı çıktıklarını hatırlattı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın danışmanı Ömer Çelik de Sabah gazetesinde konu ile ilgili dizi yazılarında, küresel gücün karar mekanizmasına akıl veriyor ve diyordu ki, 'ABD veya genel anlamıyla Batı, sinerji oluşturmak yerine ’müdahale’yollarını tercih ederse, değişim talebi, değişim dinamiklerinin en güçlü olduğu ülkelerde bile ’başkalarının beşinci kol faaliyeti’gibi algılanacağından zayıflayacak ve reddedilecektir. Küresel düzenin işlemesinde yeni ve güçlü bir meşruiyet tanımının öne çıkarılması, değişim talep eden ama değişimin kendi varlığına karşı bir ’beşinci kol faaliyeti’ne dönüşmesinden kaygı duyan ülkelerin tereddütlerini giderecektir. Bu nedenle ’Büyük Orta Doğu’bölgesine dönük siyasi yaklaşımlardan önce ekonomik yaklaşımlar üretmek gerekiyor.'




29 Ekim’in rövanşı: Avrupa Anayasası!

Mondros Mütarekesi, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda 30 Ekim 1918 tarihinde imzalandı. Mütareke, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını öngörmekte; İtilaf Devletleri’ne, güvenliklerini tehdit edecek bir durum sebebi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir bölgesini işgal hakkını tanımakta idi.
Atatürk’ün deyimi ile 'Osmanlı Hükümeti bu mütareke ile kendini kayıtsız şartsız düşmana teslim etmeğe muvafakat etmiştir. Yalnız muvafakat etmiş değil, düşmanların memleketi istilası için onlara yardım etmeyi de vaat eylemiştir.'
Atatürk, milli mücadele sonucunda, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyeti ilan ederken, düşmana, 'Biz sizden bir gün önce davrandık, fakat sizin haberiniz bile yoktu' mesajını verdi.

81 yıl sonra Türkiye Atatürk’ün gençliğe hitabesinde belirttiği şartları yaşamaya başladı.

Öyle ki, düşman da sanki mezarındaki Atatürk’e mesaj verircesine, 9 Eylül’de yani İzmir’in kurtuluş günü, Verheugen denilen AB komiserini İzmir’e gönderdi!
6 Ekim, yani İstanbul’un kurtuluş günü de Avrupa Birliği’nin Türkiye İlerleme Raporu açıklandı. Raporda Aleviler ve Kürtler azınlık ilan edildi!
29 Ekim 2004’te, Türk yıldızları Ankara semalarında havada gösteri yapar ve devlet erkanı resmi bayram kutlamalarında bulunurken de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Avrupa anayasasını imzalıyordu.  

Avrupa Anayasası, imzalayan ülkelerin anayasalarından üstün bir yasadır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Avrupa Anayasası karşısında artık bir hükmü yok demekti.

AB’nin her adımında bir simgesel mesaj vardı!

29 Ekim, Türkiye Cumhuriyeti’nin 81’inci kuruluş yıldönümü ama Avrupa Anayasası’nın da imzalandığı gün oluyor?

Bu kadar tesadüf olabilir mi?

Cumhurbaşkanı Evren’in tarihi sorumluluğu!

Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı adayı olarak yaptığı açıklamada, ' Ben Türk siyasi hayatında bilinen bir şahsiyetim. Benimle ilgili her şey açık seçik ortadadır. Bugün ortaya çıkmış herhangi bir noktam veya hususum söz konusu değildir. O bakımdan yıpranma gibi bir şey asla aklımdan geçmemektedir. Ben açık seçik bir şekilde 1991 yılından beri siyasetin içindeyim ve ortadayım' dedi! 
Gerçekten de Abdullah Gül’ün bizim açımızdan bilinmeyen bir yönü yoktu! 
' Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefaatine sığınmak ' politikasının mimarı olduğunu biliyorduk mesela! 

CIA istasyon şefi Graham Fuller ile görüşerek, 'Ilımlı İslâm' projesi üzerinde uzlaştığını ve Refah Partisi içindeki 'Yenilikçiler' adına destek sağladığını artık herkes biliyordu! 

2 Nisan 2003 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile gizli bir anlaşma imzaladığını da kendisi açıklamıştı! 

Türkiye, adım adım İngiliz şapkalı Amerikan destekli bir yönetim modeline, federasyona doğru sürükleniyodu! Öyle ki eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren bile eyalet sisteminden, her eyalette üç bayrak kullanılması gereğinden söz edebiliyor! Ve kendi döneminde bu şekilde konuşanlar 'Anayasa’yı tağyir, tebdil ve ilga'dan idamla yargılanırken, şimdilerde devlet katından ciddi bir tepki görmediği gibi üstelik destekleniyordu! 




..