21 Ekim 2018 Pazar

Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama...!

Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama...! 


AKSİYON HAFTALIK HABER DERGİSİ 01 Mart 2005, Salı 
(Aksiyon Weekly News Magazine) March 1, 2005 Tuesday 
Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama... 
(America does not want to lose Turkey, but…) 

Sayı: 534 | Ali Aslan 



WASHINGTON - Soner Çağaptay’a göre, ABD için Türkiye hâlâ gözde. Ama, Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığından kaygı duyuyor. Türkiye’nin desteği ABD’nin hareket alanını genişletiyor. İşler Türkiye’siz de oluyor; ama Türkiye ile daha kolay... 

Gelecek 5-10 yılda Amerikan ordusunda en aktif görev alacak subaylar, 1 Mart tezkeresinden öTürkiye’ye kızgınlık duyanlar olacak. 

Etkili düşünce kuruluşu Washington Enstitüsü’nün (WINEP) Ortadoğu ve Akdeniz misafirperverliğinin buluştuğu küçük bir odasında mütevazı ama büyük bir beyin çalışır. Washington ahalisi onu Alan Makosvky’den devraldığı ‘Türkiye Araştırma Programı’nın hakkını ziyadesiyle veren Soner Çağaptay olarak tanır. Bu Darüşşafakalı’nın yabancı dil dağarcığında kusursuz İngilizce’sinin yanı sıra Almanca, Fransızca, İspanyolca, Boşnakça, Osmanlıca, İbranice ve Azerice vardır. Amerika’nın gözde üniversitelerinden Yale’den tarih doktoralı Çağaptay, genç yaşına sığdırdığı entelektüel birikimiyle Washington’da Türk-Amerikan ilişkilerinin dünü, bugünü ve geleceğine başarıyla ışık tutan önde gelen analizcilerden biridir. Aynı zamanda Georgetown Üniversitesi’nde Türk tarihi 
dersi veren Çağaptay’la Türk-Amerikan ilişkilerinin Washington’dan görünüşünü 
konuştuk... 

-Wall Street Journal makalesi Türk-Amerikan ilişkilerinin ABD’de algılanışı açısından ne ifade ediyor? 

Makaleyi yazan gazeteci Robert Pollock son birkaç ayda Türkiye’ye birkaç kez gitmiş gelmiş. Gerek Ankara’daki havayı koklama, gerekse beraber seyahat ettiği Amerikalı hükümet temsilcileriyle sohbet etme imkanı bulmuş. Makale bu iki etkileşimin bir ürünü. 20 senedir Türkiye’ye yönelik eleştirel köşe yazısı yazmamış olan ve PKK terörüne karşı mücadeleden AB sürecine kadar pek çok konuda Türkiye’ye destek vermiş olan WSJ’da son birkaç sene içinde Türkiye hakkında çıkan en sert yazının yayımlanmış olması enteresan. Bu gazetenin yayın politikasının neden çok ciddi bir dönüş yaptığını sormak lazım. 

-Sizce Neden? 

Makalenin özünde, Türkiye ABD’den bakıldığında burayı eskiden beri iyi bilen 
Amerikalıların tanıyamayacağı kadar Amerikan aleyhtarlığının yükseldiği bir ülke 
olmuş deniyor. ‘Türkiye’yi kayıp mı ettik?’ tartışmalarının arkasında da Amerikalıları şaşırtan bir Amerikan aleyhtarlığı var. Metal Fırtına’nın çok popüler olması, komplo teorilerinin yaygınlığı, ve bunların artık marjinal medyayla kısıtlı olmaması, çok eğitimli hatta ABD’de eğitilmiş Türkler tarafından bile kabul görmesi burayı şaşırtıyor. WSJ makalesi, Türkiye’nin Amerikan siyasetini eleştiri hakkı yoktur diye yorumlanmamalı. Makalenin amacı o değil. Türkiye’nin eleştiri hakkı baki kalmakla beraber, ikili ilişkilerin oturduğu bir çıkar ittifakı zemini var. O zeminin korunması gerekir. Irak’ta Türkiye’nin hiçbir hassasiyeti göz önüne alınmadı. PKK, Kerkük, Türkmenlerin durumu. Bunların hiçbirinde ABD’nin somut adım atmaması da bir sıkıntı bence. 

-Peki Neden adım atmıyorlar? 

ABD’nin Irak siyasetinde etkin konumda olan askerlerin bakış açısından, Türkiye’nin 1 Mart tezkeresinde attığı adım çok negatif. Bu kişilerin, 1 Mart olayını hatırladıkları sürece, siyasi irade buradan her ne kadar farklı mesajlar veriyor olursa olsun, Türkiye’nin hassasiyetlerini tatmin etmeye yönelik adım atmasını beklemek zor. 

ABD’nin kızgınlığı, Türkiye’nin savaşa girmemesi, destek vermemesi değil. Bir, söz verip arkasından destek vermemesi. İki, o süreci çok uzatması. Bunların etkisi bence hâlâ bazı kafalarda. Türk-Amerikan ilişkilerinde Irak savaşı öncesine kadar askerler arası ilişkiler, bu münasebetin en güçlü payandasıydı. Türkiye ve 
dolayısıyla hükümet işte bu askeri elitin güvenini kaybetti. Orta vadede daha da 
kötü bir yansıması şu olacak. Irak’ta görev alan subaylar orduda diğerlerine göre daha hızlı terfi edecek. Yani önümüzdeki 5-10 yılda Amerikan ordusunun idari mekanizmalarında en aktif görevde bulunacak kişiler Türkiye’ye kızgınlık duyanlar olacak. 

-Birçok ülke savaşa karşıydı. Niye Türkiye’ye bu kadar kızgınlık var? 
-Çünkü Türkiye eleştirirken, Batılı ülkelerin kullandığı dili kullanmıyor. En büyük 
sıkıntı bu. Türkiye’nin Irak savaşına muhalefetini İspanya, Fransa gibi dile getirmesi bekleniyor. Son bir sene içindeki söylemde, buna hükümetin ve basının söylemi dahil, bunun böyle olmadığını düşünüyorlar. Eleştiriden ziyade Amerikalıların millet olarak kan dökücü, gaddar, çıkarları için milyonlarca insanı soykırıma tabii tutabilen bir millet olduğu fikri işleniyor ki, işte bu Amerikalılarda çok sıkıntı yapıyor diye görüyorum. Yani eleştirinin kendisi değil, içeriği sıkıntı yaratıyor. 

Türkiye’de tabii pek çok kişi Amerikan aleyhtarlığının gerekçeleri olduğunu 
söyleyecek. Irak savaşı, savaşın yerine getirilme biçimi gibi. Bazı kimseler 
Türkiye’de Amerikan aleyhtarlığının o kadar da ender bir fenomen olmadığını 
söyleyecek. Bunların hepsi doğru. Türkiye Irak Savaşı konusunda kaderin bir cilvesi olarak Meclis’inde oy kullanmış tek ülke. Türkiye savaşı Meclis’te oyladı ve savaşa hayır dedi. Halkın zihninde işte bu kaldı. Savaş bir nevi Türk halkına rağmen meydana getirilmiş oldu. Türkler, tarihsel olarak Batılılarla olan ilişkilerinde hak ettikleri saygıyı görmediklerini hissettikleri zaman ciddi Batı karşıtı tavır alan bir millet. Bunun neticesinde de Amerikalılara ve Avrupalılara karşı olan muhabbet bazen bir gecede kaybolabiliyor. 1 Mart tezkeresi bence bu etkisi açısından tartışılmalı. Amerikan aleyhtarlığı temelde Türklerin 1 Mart tezkeresini ve Irak savaşını algılama süreciyle alakalı. Bunun eşdeğer örneği, Türkiye’nin AB ile ilişkisinin tarihinde de var. AB ile işler ortalama düzeyde gidiyorken 1997 Lüksemburg zirvesinde Avrupalıların çıkıp “sizi aday ülke olarak bile görmüyoruz” demesinin ertesinde çok ciddi bir AB aleyhtarlığının oluşmasını 1 Mart tezkeresine çok benzetiyorum. Orada da saygı unsuru var. Türkler Batı dünyası ile ilişkilerinde eşit muamele görmek istiyor. Türk-AB ilişkileri açısından 1997 Lüksemburg zirvesi nasıl bir olumsuzluk ifade ediyorsa, 1 Mart tezkeresi de Türk-ABD ilişkileri açısından onu ifade ediyor. Ama işin ilginç tarafı şu, bizdeki Batı’ya olan kızgınlık saygı şartları zuhur ettiğinde ortaya çıktığı süratle zemin altına inebiliyor. Mesela, AB’ye kızgınlık 1999’da Helsinki’de buharlaştı. ABD’ye karşı ise tezkere sürecindeki kızgınlık hâlâ sürüyor. Çünkü 1999 Helsinki zirvesine denk düşen bir adım atılmadı ilişkilerde. 

-İlişkilere çok kötüyü sıfır, çok iyiyi 10 olarak nitelersek, şu anda kaç puan verirsiniz? 

Helsinki zirvesinde AB’nin Türkiye’yi dışlamasından sonra ABD’nin en ciddi global ortağımız olduğu, Apo’nun yakalanmasına destek olduğu, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesini Türkiye ile ABD’nin el ele hayata geçirdiği, Balkanlarda Boşnaklara ve Arnavutlara ortak destek verilen 1997-99 döneminde ilişkilerin 10; Kıbrıs harekatı sonrası afyon krizi ve ambargo dönemi olan 1974-1975’te sıfır olduğunu farz edersek, bugün Türk-Amerikan ilişkileri 0’la 5 arasında bir yerde. Amerikalı yetkililere göre ilişkilerde arzu edilen puan nedir deniyorsa, sekiz ve üstü. Ama gerçekte hissettikleri not dört. 

-İlişkilerin bozuk olması Türkiye’ye mi ABD’ye mi daha çok zarar verir? 

ABD, bugün süper güç değil, global güçtür. Süper güç, karşısında dengeleyen güç olan ülkeler için kullanılır. Soğuk Savaş’ta ABD bir süper güçtü. Şu anda karşısında denge unsuru bulunmayan global bir güç. Dünyanın bir tane hakimi varsa, Türkiye’nin ona tabii ki ihtiyacı var, bu hoşumuza gitse de gitmese de. 

Bu, Türkiye’nin şartsız olarak ABD’nin her istediğini yapacağı anlamına geliyor mu? 

Hayır. Çünkü Türkiye aynı zamanda bir bölgesel güç. Dolayısıyla Türkiye’nin bu 
ilişkide hâlâ bazı parametreleri belirleme gücü var. Ama bunun için önce ABD’nin bir küresel güç olduğunu idrak etmesi lazım. İstese de istemese de bölgesindeki bazı değişikleri bundan sonra ABD’nin yürüteceğini kabul etmesi lazım. Kabul ayrı, takdir ayrı. Türkiye bunu karıştırıyor. 

Türkiye’nin Irak savaşının kaçınılmazlığı kabul etmesiyle bu savaşı takdir etmesi aynı şey değil. Bundan sonra Ortadoğu’nun başka yerlerinde olabilecek şeyleri takdir etmesi gerekmiyor. Ama bunların kaçınılmazlığını ayrı bir mesele. Çünkü Irak savaşında gördük, tek başına Türkiye’nin bunları engelleme gücü yok. Irak savaşında öyle bir yanılgı oluşmuştu Türkiye’de. “Türkiye istemediği takdirde savaş olmaz” fikri vardı. Türkiye ya planlama sürecinde bu parametrelerin belirlenişine yönlendirici etki yapabilir, ya da tamamen sürecin dışında kalarak ne tayin edici ne yönlendirici etkisi olur.

-ABD dünyaya hakim bir güçse, Türkiye gibi bölgesel güç olan bir ülkedeki anti-Amerikanizm’den neden bu kadar endişe ediyor? 

Çünkü ABD’nin Türkiye’de görmek istediği sekiz, dokuz ve on; dört değil. Türkiye ABD’nin gözden çıkarttığı bir ülke asla değil. ABD’nin gözünde kıymetli bir ülke. Bu nedenle Türkiye’de Amerikan aleyhtarlığının artması ABD için endişe verici. Bazı konularda Türkiye’nin destek vermesi ABD’nin harekat alanını genişletiyor, manevra kabiliyetini artırıyor. Dolayısıyla Türkiye’siz yapılabiliyor ama Türkiye ile daha kolay. 

İşte o yüzden Türkiye’yi istiyor hâlâ. ABD’nin kafasında şu anda üç tane sorunlu 
bölge var. En büyüğü Ortadoğu, ikincisi Çin-Kuzey Kore, üçüncüsü Karadeniz’den başlayıp Kafkaslar üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan bölge. Türkiye, üçüncü bölgeye açılan en önemli kapılardan biri. Türkiye tek başına bu ülkelere gidip bölgesel güç olduğunu kanıtlayabilir mi? Bunun zor olduğunu 1990’larda gördük. 

Partner arayabilir mi? ABD açısından Türkiye cazip bir partner belki de. Ama bu, 
Türkiye’siz olmayacağı anlamına gelmiyor. İşte bu Türkiye’de çok karıştırılıyor. 
Türkiye, ABD’nin dış siyaseti için ortaklığı arzu edilen bir ülke, ama illa da olmazsa olmaz bir aktör değil. 

-WSJ makalesini ABD’nin AK Parti hükümetine güvenini kaybettiği şeklinde yorumlayanlar oldu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Hükümetin, ABD’nin Irak’taki varlığına yönelik sert eleştirilerinin nasıl açıklanacağı sorusu var burada. Bazı kişiler diyor ki, Türkiye’de böyle bir tepki var, Erdoğan da o kamuoyu tepkisini dile getirmek zorunda. İkincisi ise, liderler kamuoyu tepkisini yönlendirir. Erdoğan’ın son bir senede başarıyla yapmadığı, kamuoyu tepkisi tarafından idare edildiği imajı var. İşte bu belki de en çok sıkıntı yaratan fikir. 

Hükümetin tepkisi kamuoyu tepkisini şahlandırıcı bir vazife görmüştür diye 
düşünüyor insanlar burada. O da AK Parti hükümetinin ABD’ye Irak’ta yeterince 
ihtimam göstermediği şeklinde yorumlanabiliyor. Bence güven erozyonu var. 
Altında da, basındaki eleştirilerden ziyade hükümetin ve AK partili üyelerin ABD’yi eleştiride “işin ayarını kaçırmış” olduklarının düşünülmesi yatıyor. 

-Türkiye ile ABD arasında stratejik ortaklık var diyebilir miyiz? 

Adı hâlâ resmi olarak stratejik ortaklık ama geçmişteki gibi bir ortaklık yok. 
İçeriğinde çok yıpranma, belirsizlikler ve tanımlanmamış alanlar var. Stratejik 
ortaklıkta temel kavram, iki tarafın birbiri için hayati olan meselelerde birbirine her türlü desteği vermesidir. Mesela ABD kendisi için bütün olumsuz yansımalarına rağmen AB sürecinde Türkiye’ye destek verdi. Bu Türkiye için hayati bir meseleydi. 
Ama Irak’ta aynı stratejik ortaklık derinliğinin olmadığını görüyoruz. Irak hariç böyle bir ortaklık var. Ama Irak bu ortaklığın o kadar büyük kısmı ki, Irak’ta olmadığı zaman gerisinde kalanlar ne kadar çabuk yıpranır, o soruyu cevaplamak lazım. 
-Ortaklığın yürümediği alanlar olarak Suriye ve İran’ı da ekleyebilir miyiz? 
Öncelikle şunu söyleyeyim, Washington’da ne Suriye’ye ne İran’a yönelik bir savaş stratejisi var. Bunu Bush’un önümüzdeki 4 yılın gidişatını gösteren ‘Birliğin Durumu’ konuşmasını analiz ederek çıkartıyorum. Orada, Suriye Hizbullah’ı desteklemeyi bıraktığı zaman, Lübnan’dan çekildiği zaman biz onu batılı ülkeler âlemine kucak açarak kabul edeceğiz diyor. 

-Yani Libya’ya yaptıkları gibi.. 

Aynen, Libya modeli. Rejim değişikliği değil, savaş da değil. İran’a yönelik olarak da savaş bahsi yok.

-O halde sizce Washington’un ve Ankara’nın Suriye ve İran politikalarıyla ilgili karşılıklı endişeleri neye dayanıyor? 

İki taraflı bakalım. Türkiye’de kimi zaman gerçekçi ve çıkarlara dayalı dış politika üretememe sıkıntısı oluyor. ABD’nin Ortadoğu siyasetinin dönüşümünün arkasındaki gerekçelerin abartılması ve bunların hepsinin bir şekilde Türkiye’ye yönelik olduğu konusunda bir hezeyan var. Mesela “ABD, İncirlik üssünü kullandırsaydık Türkiye’yi işgal edecekti, hiç çıkmayacaktı.” diyenler var. Irak’ta bulunma sebebi Türkiye’yi kontrol etmek diyen çok ciddi insanlar var. Bunların hiçbirinin gerçekle alakası yok. 

ABD, Arap ülkelerinin dahil olduğu Ortadoğu’yu değiştirmek ve dönüştürmek istiyor. Türkiye bir laik demokrasi olduğu için hedefte değil tabii ki. Ama Türkiye kendisini bu projenin parçası olarak gördüğünden sıkıntı içinde. Dolayısıyla ABD’nin Irak’ta attığı ya da Suriye’de atacağı hiçbir adım sağlıklı olarak değerlendirilemiyor, hepsinin arkasında başka gerekçeler aranıyor. Bu da bir tür “sağırlar diyaloğu” sürecini ortaya çıkarıyor. Mesela, Türkiye, Beşşar Esad rejiminin dünyaya açılabilecek, Türkiye üzerinden Avrupa’ya açılabilecek ve kendi kendini reforme edebilecek bir rejim olduğunu düşünüyor. ABD, Beşşar Esad’ın Suriye derin devletinde etkili olamadığını, dolayısıyla Esad’ın Suriye üzerindeki değiştirici dönüştürücü etkisinin sınırlı olduğunu düşünüyor. Yani Türkiye dönüşüm Esad eliyle gelebilir diyor, Amerika gelemez diyor. Arada bir algılama farklılığı var. Ayrıca Türkiye’nin Suriye’yi algılamasında kısa dönem hafızası dediğim bir sorun var. Bu ülke 5 sene öncesine kadar Abdullah Öcalan’ın 15 sene ikamet ettiği bir ülkeydi. Suriye, beş komşumdan, işgal altında tuttuğu Lübnan hariç, üç tanesiyle sorunlarım var diye düşünüyor, kendini stratejik bir izolasyon altında hissediyor ve bunu kırmak için tek bir komşusu kalıyor; Türkiye. Suriye’nin Türkiye’ye bakışı tamamen stratejik ve çıkara dayalı. Türkiye’nin Suriye’ye bakışı ise iyi ilişkiler nosyonu gibi Lüksemburg’la Belçika arasında geliştirilebilecek bir ilişki üzerine kurulmuş, bölgede naif kalan bir bakış açısı. 

-İran için de aynı şey geçerli mi? 

İran’ın da Türkiye’ye bakışı son derece stratejik ama Türkiye’nin İran’a bakış 
açısında Suriye’de olduğu kadar naifimsi bir tavır yok. Kimileri İran Şii devlet olduğu için, kimileri Tahran nükleer silah peşinde olduğu için, kimileri de bunlar “Acem kurnazı” diye düşünerek İran’a karşı şüpheli. Ayrıca, bir diğer fark ABD ve AB’nin Suriye siyasetinde dozu gittikçe artan bir çakışma var. Irak’ta olduğu gibi 
Türkiye’nin yararlanabileceği bir ayrışma yok. İran’da böyle bir ayrışma mümkün. 

-ABD Nasıl bir Türkiye görmek istiyor? 

AB üyesi bir Türkiye. Niye? AB üyesi bir Türkiye’nin ekonomik olarak istikrarlı 
olacağını düşünüyor. ABD açısından Türkiye’nin ekonomik istikrarsızlığı en büyük sorun. Ayrıca, AB içinde Türkiye Ortadoğu’ya komşu olduğu için dış politika öncelikleri mesela Lüksemburg’dan farklı olacak. Bunda ABD’nin de çıkarı var: ABD ile iyi ilişkilerini koruyabilmiş AB üyesi bir Türkiye, sonuçta içeriden ABD’ye destek olan Atlantisist refleksleri kuvvetli bir İngiltere gibi davranabilecek. Türkiye’nin de çıkarı var burada, böylece eli kuvvetlendiği için Ankara kendi dış politika önceliklerini AB sürecine daha rahat katabilecektir. Türkiye, ABD ile AB arasında seçim yapmadan her ikisiyle kendi çıkarına olan kuvvetli ilişkiler kurabilir 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder