Ali ASLAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali ASLAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2018 Pazar

Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama...!

Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama...! 


AKSİYON HAFTALIK HABER DERGİSİ 01 Mart 2005, Salı 
(Aksiyon Weekly News Magazine) March 1, 2005 Tuesday 
Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama... 
(America does not want to lose Turkey, but…) 

Sayı: 534 | Ali Aslan 



WASHINGTON - Soner Çağaptay’a göre, ABD için Türkiye hâlâ gözde. Ama, Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığından kaygı duyuyor. Türkiye’nin desteği ABD’nin hareket alanını genişletiyor. İşler Türkiye’siz de oluyor; ama Türkiye ile daha kolay... 

Gelecek 5-10 yılda Amerikan ordusunda en aktif görev alacak subaylar, 1 Mart tezkeresinden öTürkiye’ye kızgınlık duyanlar olacak. 

Etkili düşünce kuruluşu Washington Enstitüsü’nün (WINEP) Ortadoğu ve Akdeniz misafirperverliğinin buluştuğu küçük bir odasında mütevazı ama büyük bir beyin çalışır. Washington ahalisi onu Alan Makosvky’den devraldığı ‘Türkiye Araştırma Programı’nın hakkını ziyadesiyle veren Soner Çağaptay olarak tanır. Bu Darüşşafakalı’nın yabancı dil dağarcığında kusursuz İngilizce’sinin yanı sıra Almanca, Fransızca, İspanyolca, Boşnakça, Osmanlıca, İbranice ve Azerice vardır. Amerika’nın gözde üniversitelerinden Yale’den tarih doktoralı Çağaptay, genç yaşına sığdırdığı entelektüel birikimiyle Washington’da Türk-Amerikan ilişkilerinin dünü, bugünü ve geleceğine başarıyla ışık tutan önde gelen analizcilerden biridir. Aynı zamanda Georgetown Üniversitesi’nde Türk tarihi 
dersi veren Çağaptay’la Türk-Amerikan ilişkilerinin Washington’dan görünüşünü 
konuştuk... 

-Wall Street Journal makalesi Türk-Amerikan ilişkilerinin ABD’de algılanışı açısından ne ifade ediyor? 

Makaleyi yazan gazeteci Robert Pollock son birkaç ayda Türkiye’ye birkaç kez gitmiş gelmiş. Gerek Ankara’daki havayı koklama, gerekse beraber seyahat ettiği Amerikalı hükümet temsilcileriyle sohbet etme imkanı bulmuş. Makale bu iki etkileşimin bir ürünü. 20 senedir Türkiye’ye yönelik eleştirel köşe yazısı yazmamış olan ve PKK terörüne karşı mücadeleden AB sürecine kadar pek çok konuda Türkiye’ye destek vermiş olan WSJ’da son birkaç sene içinde Türkiye hakkında çıkan en sert yazının yayımlanmış olması enteresan. Bu gazetenin yayın politikasının neden çok ciddi bir dönüş yaptığını sormak lazım. 

-Sizce Neden? 

Makalenin özünde, Türkiye ABD’den bakıldığında burayı eskiden beri iyi bilen 
Amerikalıların tanıyamayacağı kadar Amerikan aleyhtarlığının yükseldiği bir ülke 
olmuş deniyor. ‘Türkiye’yi kayıp mı ettik?’ tartışmalarının arkasında da Amerikalıları şaşırtan bir Amerikan aleyhtarlığı var. Metal Fırtına’nın çok popüler olması, komplo teorilerinin yaygınlığı, ve bunların artık marjinal medyayla kısıtlı olmaması, çok eğitimli hatta ABD’de eğitilmiş Türkler tarafından bile kabul görmesi burayı şaşırtıyor. WSJ makalesi, Türkiye’nin Amerikan siyasetini eleştiri hakkı yoktur diye yorumlanmamalı. Makalenin amacı o değil. Türkiye’nin eleştiri hakkı baki kalmakla beraber, ikili ilişkilerin oturduğu bir çıkar ittifakı zemini var. O zeminin korunması gerekir. Irak’ta Türkiye’nin hiçbir hassasiyeti göz önüne alınmadı. PKK, Kerkük, Türkmenlerin durumu. Bunların hiçbirinde ABD’nin somut adım atmaması da bir sıkıntı bence. 

-Peki Neden adım atmıyorlar? 

ABD’nin Irak siyasetinde etkin konumda olan askerlerin bakış açısından, Türkiye’nin 1 Mart tezkeresinde attığı adım çok negatif. Bu kişilerin, 1 Mart olayını hatırladıkları sürece, siyasi irade buradan her ne kadar farklı mesajlar veriyor olursa olsun, Türkiye’nin hassasiyetlerini tatmin etmeye yönelik adım atmasını beklemek zor. 

ABD’nin kızgınlığı, Türkiye’nin savaşa girmemesi, destek vermemesi değil. Bir, söz verip arkasından destek vermemesi. İki, o süreci çok uzatması. Bunların etkisi bence hâlâ bazı kafalarda. Türk-Amerikan ilişkilerinde Irak savaşı öncesine kadar askerler arası ilişkiler, bu münasebetin en güçlü payandasıydı. Türkiye ve 
dolayısıyla hükümet işte bu askeri elitin güvenini kaybetti. Orta vadede daha da 
kötü bir yansıması şu olacak. Irak’ta görev alan subaylar orduda diğerlerine göre daha hızlı terfi edecek. Yani önümüzdeki 5-10 yılda Amerikan ordusunun idari mekanizmalarında en aktif görevde bulunacak kişiler Türkiye’ye kızgınlık duyanlar olacak. 

-Birçok ülke savaşa karşıydı. Niye Türkiye’ye bu kadar kızgınlık var? 
-Çünkü Türkiye eleştirirken, Batılı ülkelerin kullandığı dili kullanmıyor. En büyük 
sıkıntı bu. Türkiye’nin Irak savaşına muhalefetini İspanya, Fransa gibi dile getirmesi bekleniyor. Son bir sene içindeki söylemde, buna hükümetin ve basının söylemi dahil, bunun böyle olmadığını düşünüyorlar. Eleştiriden ziyade Amerikalıların millet olarak kan dökücü, gaddar, çıkarları için milyonlarca insanı soykırıma tabii tutabilen bir millet olduğu fikri işleniyor ki, işte bu Amerikalılarda çok sıkıntı yapıyor diye görüyorum. Yani eleştirinin kendisi değil, içeriği sıkıntı yaratıyor. 

Türkiye’de tabii pek çok kişi Amerikan aleyhtarlığının gerekçeleri olduğunu 
söyleyecek. Irak savaşı, savaşın yerine getirilme biçimi gibi. Bazı kimseler 
Türkiye’de Amerikan aleyhtarlığının o kadar da ender bir fenomen olmadığını 
söyleyecek. Bunların hepsi doğru. Türkiye Irak Savaşı konusunda kaderin bir cilvesi olarak Meclis’inde oy kullanmış tek ülke. Türkiye savaşı Meclis’te oyladı ve savaşa hayır dedi. Halkın zihninde işte bu kaldı. Savaş bir nevi Türk halkına rağmen meydana getirilmiş oldu. Türkler, tarihsel olarak Batılılarla olan ilişkilerinde hak ettikleri saygıyı görmediklerini hissettikleri zaman ciddi Batı karşıtı tavır alan bir millet. Bunun neticesinde de Amerikalılara ve Avrupalılara karşı olan muhabbet bazen bir gecede kaybolabiliyor. 1 Mart tezkeresi bence bu etkisi açısından tartışılmalı. Amerikan aleyhtarlığı temelde Türklerin 1 Mart tezkeresini ve Irak savaşını algılama süreciyle alakalı. Bunun eşdeğer örneği, Türkiye’nin AB ile ilişkisinin tarihinde de var. AB ile işler ortalama düzeyde gidiyorken 1997 Lüksemburg zirvesinde Avrupalıların çıkıp “sizi aday ülke olarak bile görmüyoruz” demesinin ertesinde çok ciddi bir AB aleyhtarlığının oluşmasını 1 Mart tezkeresine çok benzetiyorum. Orada da saygı unsuru var. Türkler Batı dünyası ile ilişkilerinde eşit muamele görmek istiyor. Türk-AB ilişkileri açısından 1997 Lüksemburg zirvesi nasıl bir olumsuzluk ifade ediyorsa, 1 Mart tezkeresi de Türk-ABD ilişkileri açısından onu ifade ediyor. Ama işin ilginç tarafı şu, bizdeki Batı’ya olan kızgınlık saygı şartları zuhur ettiğinde ortaya çıktığı süratle zemin altına inebiliyor. Mesela, AB’ye kızgınlık 1999’da Helsinki’de buharlaştı. ABD’ye karşı ise tezkere sürecindeki kızgınlık hâlâ sürüyor. Çünkü 1999 Helsinki zirvesine denk düşen bir adım atılmadı ilişkilerde. 

-İlişkilere çok kötüyü sıfır, çok iyiyi 10 olarak nitelersek, şu anda kaç puan verirsiniz? 

Helsinki zirvesinde AB’nin Türkiye’yi dışlamasından sonra ABD’nin en ciddi global ortağımız olduğu, Apo’nun yakalanmasına destek olduğu, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesini Türkiye ile ABD’nin el ele hayata geçirdiği, Balkanlarda Boşnaklara ve Arnavutlara ortak destek verilen 1997-99 döneminde ilişkilerin 10; Kıbrıs harekatı sonrası afyon krizi ve ambargo dönemi olan 1974-1975’te sıfır olduğunu farz edersek, bugün Türk-Amerikan ilişkileri 0’la 5 arasında bir yerde. Amerikalı yetkililere göre ilişkilerde arzu edilen puan nedir deniyorsa, sekiz ve üstü. Ama gerçekte hissettikleri not dört. 

-İlişkilerin bozuk olması Türkiye’ye mi ABD’ye mi daha çok zarar verir? 

ABD, bugün süper güç değil, global güçtür. Süper güç, karşısında dengeleyen güç olan ülkeler için kullanılır. Soğuk Savaş’ta ABD bir süper güçtü. Şu anda karşısında denge unsuru bulunmayan global bir güç. Dünyanın bir tane hakimi varsa, Türkiye’nin ona tabii ki ihtiyacı var, bu hoşumuza gitse de gitmese de. 

Bu, Türkiye’nin şartsız olarak ABD’nin her istediğini yapacağı anlamına geliyor mu? 

Hayır. Çünkü Türkiye aynı zamanda bir bölgesel güç. Dolayısıyla Türkiye’nin bu 
ilişkide hâlâ bazı parametreleri belirleme gücü var. Ama bunun için önce ABD’nin bir küresel güç olduğunu idrak etmesi lazım. İstese de istemese de bölgesindeki bazı değişikleri bundan sonra ABD’nin yürüteceğini kabul etmesi lazım. Kabul ayrı, takdir ayrı. Türkiye bunu karıştırıyor. 

Türkiye’nin Irak savaşının kaçınılmazlığı kabul etmesiyle bu savaşı takdir etmesi aynı şey değil. Bundan sonra Ortadoğu’nun başka yerlerinde olabilecek şeyleri takdir etmesi gerekmiyor. Ama bunların kaçınılmazlığını ayrı bir mesele. Çünkü Irak savaşında gördük, tek başına Türkiye’nin bunları engelleme gücü yok. Irak savaşında öyle bir yanılgı oluşmuştu Türkiye’de. “Türkiye istemediği takdirde savaş olmaz” fikri vardı. Türkiye ya planlama sürecinde bu parametrelerin belirlenişine yönlendirici etki yapabilir, ya da tamamen sürecin dışında kalarak ne tayin edici ne yönlendirici etkisi olur.

-ABD dünyaya hakim bir güçse, Türkiye gibi bölgesel güç olan bir ülkedeki anti-Amerikanizm’den neden bu kadar endişe ediyor? 

Çünkü ABD’nin Türkiye’de görmek istediği sekiz, dokuz ve on; dört değil. Türkiye ABD’nin gözden çıkarttığı bir ülke asla değil. ABD’nin gözünde kıymetli bir ülke. Bu nedenle Türkiye’de Amerikan aleyhtarlığının artması ABD için endişe verici. Bazı konularda Türkiye’nin destek vermesi ABD’nin harekat alanını genişletiyor, manevra kabiliyetini artırıyor. Dolayısıyla Türkiye’siz yapılabiliyor ama Türkiye ile daha kolay. 

İşte o yüzden Türkiye’yi istiyor hâlâ. ABD’nin kafasında şu anda üç tane sorunlu 
bölge var. En büyüğü Ortadoğu, ikincisi Çin-Kuzey Kore, üçüncüsü Karadeniz’den başlayıp Kafkaslar üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan bölge. Türkiye, üçüncü bölgeye açılan en önemli kapılardan biri. Türkiye tek başına bu ülkelere gidip bölgesel güç olduğunu kanıtlayabilir mi? Bunun zor olduğunu 1990’larda gördük. 

Partner arayabilir mi? ABD açısından Türkiye cazip bir partner belki de. Ama bu, 
Türkiye’siz olmayacağı anlamına gelmiyor. İşte bu Türkiye’de çok karıştırılıyor. 
Türkiye, ABD’nin dış siyaseti için ortaklığı arzu edilen bir ülke, ama illa da olmazsa olmaz bir aktör değil. 

-WSJ makalesini ABD’nin AK Parti hükümetine güvenini kaybettiği şeklinde yorumlayanlar oldu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Hükümetin, ABD’nin Irak’taki varlığına yönelik sert eleştirilerinin nasıl açıklanacağı sorusu var burada. Bazı kişiler diyor ki, Türkiye’de böyle bir tepki var, Erdoğan da o kamuoyu tepkisini dile getirmek zorunda. İkincisi ise, liderler kamuoyu tepkisini yönlendirir. Erdoğan’ın son bir senede başarıyla yapmadığı, kamuoyu tepkisi tarafından idare edildiği imajı var. İşte bu belki de en çok sıkıntı yaratan fikir. 

Hükümetin tepkisi kamuoyu tepkisini şahlandırıcı bir vazife görmüştür diye 
düşünüyor insanlar burada. O da AK Parti hükümetinin ABD’ye Irak’ta yeterince 
ihtimam göstermediği şeklinde yorumlanabiliyor. Bence güven erozyonu var. 
Altında da, basındaki eleştirilerden ziyade hükümetin ve AK partili üyelerin ABD’yi eleştiride “işin ayarını kaçırmış” olduklarının düşünülmesi yatıyor. 

-Türkiye ile ABD arasında stratejik ortaklık var diyebilir miyiz? 

Adı hâlâ resmi olarak stratejik ortaklık ama geçmişteki gibi bir ortaklık yok. 
İçeriğinde çok yıpranma, belirsizlikler ve tanımlanmamış alanlar var. Stratejik 
ortaklıkta temel kavram, iki tarafın birbiri için hayati olan meselelerde birbirine her türlü desteği vermesidir. Mesela ABD kendisi için bütün olumsuz yansımalarına rağmen AB sürecinde Türkiye’ye destek verdi. Bu Türkiye için hayati bir meseleydi. 
Ama Irak’ta aynı stratejik ortaklık derinliğinin olmadığını görüyoruz. Irak hariç böyle bir ortaklık var. Ama Irak bu ortaklığın o kadar büyük kısmı ki, Irak’ta olmadığı zaman gerisinde kalanlar ne kadar çabuk yıpranır, o soruyu cevaplamak lazım. 
-Ortaklığın yürümediği alanlar olarak Suriye ve İran’ı da ekleyebilir miyiz? 
Öncelikle şunu söyleyeyim, Washington’da ne Suriye’ye ne İran’a yönelik bir savaş stratejisi var. Bunu Bush’un önümüzdeki 4 yılın gidişatını gösteren ‘Birliğin Durumu’ konuşmasını analiz ederek çıkartıyorum. Orada, Suriye Hizbullah’ı desteklemeyi bıraktığı zaman, Lübnan’dan çekildiği zaman biz onu batılı ülkeler âlemine kucak açarak kabul edeceğiz diyor. 

-Yani Libya’ya yaptıkları gibi.. 

Aynen, Libya modeli. Rejim değişikliği değil, savaş da değil. İran’a yönelik olarak da savaş bahsi yok.

-O halde sizce Washington’un ve Ankara’nın Suriye ve İran politikalarıyla ilgili karşılıklı endişeleri neye dayanıyor? 

İki taraflı bakalım. Türkiye’de kimi zaman gerçekçi ve çıkarlara dayalı dış politika üretememe sıkıntısı oluyor. ABD’nin Ortadoğu siyasetinin dönüşümünün arkasındaki gerekçelerin abartılması ve bunların hepsinin bir şekilde Türkiye’ye yönelik olduğu konusunda bir hezeyan var. Mesela “ABD, İncirlik üssünü kullandırsaydık Türkiye’yi işgal edecekti, hiç çıkmayacaktı.” diyenler var. Irak’ta bulunma sebebi Türkiye’yi kontrol etmek diyen çok ciddi insanlar var. Bunların hiçbirinin gerçekle alakası yok. 

ABD, Arap ülkelerinin dahil olduğu Ortadoğu’yu değiştirmek ve dönüştürmek istiyor. Türkiye bir laik demokrasi olduğu için hedefte değil tabii ki. Ama Türkiye kendisini bu projenin parçası olarak gördüğünden sıkıntı içinde. Dolayısıyla ABD’nin Irak’ta attığı ya da Suriye’de atacağı hiçbir adım sağlıklı olarak değerlendirilemiyor, hepsinin arkasında başka gerekçeler aranıyor. Bu da bir tür “sağırlar diyaloğu” sürecini ortaya çıkarıyor. Mesela, Türkiye, Beşşar Esad rejiminin dünyaya açılabilecek, Türkiye üzerinden Avrupa’ya açılabilecek ve kendi kendini reforme edebilecek bir rejim olduğunu düşünüyor. ABD, Beşşar Esad’ın Suriye derin devletinde etkili olamadığını, dolayısıyla Esad’ın Suriye üzerindeki değiştirici dönüştürücü etkisinin sınırlı olduğunu düşünüyor. Yani Türkiye dönüşüm Esad eliyle gelebilir diyor, Amerika gelemez diyor. Arada bir algılama farklılığı var. Ayrıca Türkiye’nin Suriye’yi algılamasında kısa dönem hafızası dediğim bir sorun var. Bu ülke 5 sene öncesine kadar Abdullah Öcalan’ın 15 sene ikamet ettiği bir ülkeydi. Suriye, beş komşumdan, işgal altında tuttuğu Lübnan hariç, üç tanesiyle sorunlarım var diye düşünüyor, kendini stratejik bir izolasyon altında hissediyor ve bunu kırmak için tek bir komşusu kalıyor; Türkiye. Suriye’nin Türkiye’ye bakışı tamamen stratejik ve çıkara dayalı. Türkiye’nin Suriye’ye bakışı ise iyi ilişkiler nosyonu gibi Lüksemburg’la Belçika arasında geliştirilebilecek bir ilişki üzerine kurulmuş, bölgede naif kalan bir bakış açısı. 

-İran için de aynı şey geçerli mi? 

İran’ın da Türkiye’ye bakışı son derece stratejik ama Türkiye’nin İran’a bakış 
açısında Suriye’de olduğu kadar naifimsi bir tavır yok. Kimileri İran Şii devlet olduğu için, kimileri Tahran nükleer silah peşinde olduğu için, kimileri de bunlar “Acem kurnazı” diye düşünerek İran’a karşı şüpheli. Ayrıca, bir diğer fark ABD ve AB’nin Suriye siyasetinde dozu gittikçe artan bir çakışma var. Irak’ta olduğu gibi 
Türkiye’nin yararlanabileceği bir ayrışma yok. İran’da böyle bir ayrışma mümkün. 

-ABD Nasıl bir Türkiye görmek istiyor? 

AB üyesi bir Türkiye. Niye? AB üyesi bir Türkiye’nin ekonomik olarak istikrarlı 
olacağını düşünüyor. ABD açısından Türkiye’nin ekonomik istikrarsızlığı en büyük sorun. Ayrıca, AB içinde Türkiye Ortadoğu’ya komşu olduğu için dış politika öncelikleri mesela Lüksemburg’dan farklı olacak. Bunda ABD’nin de çıkarı var: ABD ile iyi ilişkilerini koruyabilmiş AB üyesi bir Türkiye, sonuçta içeriden ABD’ye destek olan Atlantisist refleksleri kuvvetli bir İngiltere gibi davranabilecek. Türkiye’nin de çıkarı var burada, böylece eli kuvvetlendiği için Ankara kendi dış politika önceliklerini AB sürecine daha rahat katabilecektir. Türkiye, ABD ile AB arasında seçim yapmadan her ikisiyle kendi çıkarına olan kuvvetli ilişkiler kurabilir 


***

13 Ekim 2017 Cuma

Anayasa Mahkemesi’ne ‘ Artık Yeter ’ denmeli

Anayasa Mahkemesi’ne ‘ Artık Yeter ’ denmeli 



Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin AK Parti kapatma davası ve başörtüsü düzenlemesiyle ilgili gerekçeli kararlarını açıklamasının ve tırmanışa geçen terör olaylarının gölgesinde kritik bir ayı geride bıraktık. Siyaset alanının daralmaya devam ettiği bu kritik dönemde AYM’nin Türk siyasi tarihindeki yeri ve Kürt sorunu gibi konular etrafında Türk demokrasisinin serencamını, Türkiye’de Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’ndan mülkiyet ve kamulaştırma konularında kabul edilebilirlik kararları alan ilk avukat olan Kazım Berzeg ile ele aldık. 1938 yılında Samsun’da doğan Berzeg, ilk ve ortaöğrenimini Samsun’da, yükseköğrenimini 1961’de İstanbul Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Daha sonra Ankara’da D.S.İ. Genel Müdürlüğü ile Türkiye Şeker Fabrikaları ve Sanayi Bakanlığı’nda müşavir avukat olarak çalıştı. 1964-1994 yılları arasında 
Zafer, Son Havadis, Milliyet, Cumhuriyet, Pazar Postası, Yeni Kafkasya gibi gazetelerde, Forum, Polemik, Yeni Forum, Ankara Barosu, Türkiye Barolar Birliği, Kafkasya Gerçeği, Tarih ve Toplum, Yedi Yıldız vb. dergilerde hukuk, tarım, politika ve tarih konularında çok sayıda yazısı yayınlandı. Yayınladığı kitapları arasında Türk Tarımı ve Toprak Reformu (1972), Hukuk Başlangıcı ve Ayni Haklar Ders Notları (1978), 1820 Edirne Muahedesinden Sonra Osmanlı Devletinin Çerkes Politikası (1990), Liberalizm Demokrasi Kapıkulu Geleneği (1993) ve Liberalizm Hukuk Ahlak (1994) bulunmaktadır. 


(..) 

Türkiye Cumhuriyeti tarihin son büyük imparatorluklarından birinin kalıntısı olarak kuruldu. Osmanlı olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı. Osmanlı bütün geçmiş imparatorluklar gibi çok uluslu, çok dilli ve çok dinli bir yapıydı. Netice itibarıyla değişik ırklardan olan Müslümanlar, Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan gelerek Türkiye’de toplandılar. Türkiye’de Türk ırkından olanlar da vardı. Ama ehemmiyetli miktarda, Anadolu Türklerin hâkimiyetine geçtikten sonra Müslüman olup Türkleşmiş olanlar da vardı. Yani bunların içinde Grekler ve Ermeniler olabilir. Müslüman olduktan sonra da “artık Ermeni’yim” demiyor, Türk oluyordu insanlar. Türkiye böyle bir yapıya sahip. 

Bir de tabii yerleşik unsurlar arasında Kürtler vardı. Türkçeyle hiçbir ilgisi olmayan bir dil konuşuyor bu insanlar. Sev ya da sevme, bu ülkede Kürtler de yaşıyor. Türkiye, yalnız Türklerin iskan edildiği bir yerde kurulmuş bir devlet değil, imparatorluk bakiyesi. Aslında Cumhuriyet kurulduğunda 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde Türkiye’nin bu gerçeğini ifade eden gayet güzel bir vatandaşlık tarifi vardı: “Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibâriyle (Türk) ıtlak olunur.” Yani “Türkiye ahalisi din ve ırk farkı olmaksızın” derken Türkiye’de dini ve ırkı farklı insanların varlığını kabul ediyor. “Vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur” da, “Türk adı verilir” demek. Bunlar “
Türk olurlar” demiyor yani. Ancak pratikte maalesef Türk kimliği halka dikte edildi, Kürtler başta olmak üzere diğer etnik gruplar kimlikleri korunarak sisteme entegre edilemediler. Böyle olunca da PKK ve Kürtler, askerî yollarla bir şekilde kontrol altına alınmaya çalışıldı. 

Türkiye’de laikçi kanadın tarih tezine göre Cumhuriyet öncesi dönem insan hak ve hürriyetleri açısından “karanlık” bir döneme işaret ediyor. Bu ne kadar doğru? 

Türkiye’deki propagandanın da etkisiyle, Batı’da uzun müddet Osmanlı çok geri kalmış bir devlet olarak yansıtıldı. Tabii bu işlerine de geliyordu. Osmanlı’yı parçaladıkları ve paylaştıkları için Batı’nın meşrulaştırma noktası bu idi. Türkiye’de de yeni rejimi kuranlar, kendi hareketlerini meşrulaştırmak için yapıyorlardı bu propagandayı. 

Bir ittifak vardı bu iki grup arasında. Ancak son 15-20 senede bu ittifak sona erdi. Batılılar Osmanlı tarihini artık daha farklı yazıyorlar. Osmanlı’nın son 100-150 yılını olağanüstü bir modernleşme süreci olarak yazanlar var. Hollanda’nın Hükümet Politikası İçin Bilim Kurulu diye bir resmî kuruluşu var. Önde gelen akademisyenler, Türkiye Avrupa’ya layık mı değil mi, Türkiye’yle müzakere süreci açılsın mı açılmasın mı diye 70 sayfalık bir rapor hazırladı. Bu raporda Osmanlı tarihine yaklaşımdaki değişimi görmek mümkün. “Türkiye Avrupa’ya uygundur” diyen bu rapor bütün Avrupa devletlerine dağıtıldı ve bunun üzerine müzakere süreci Aralık 2004’te açıldı. 

Buna temas eden bir-iki gazete yazarı oldu sadece, onlar da yalnız başlangıcında ufak tefek özet verdiler. 

Türkiye uzunca bir süredir modernleşmeye çalışan bir ülke. Fransız Ticaret Kanunu’nu 1850’de aldı. 1858’de aldığı Fransız Ceza Kanunu yerine 1926’da İtalyan Ceza Kanunu’nu koydu. Mecelle, İslami hukuk değil. 1860’larda Fransız Medeni Kanunu’nu tercüme edelim diye tartışmalar başlıyor. Ahmet Cevdet Paşa, Fransa’da Kod Napolyon’dan itibaren başlayan kodifikasyon hareketine uygun şekilde, aynı yöntemle bizzat Osmanlı kodifikasyonunu yapalım diye Mecelle’ye başlıyor. Mecelle de Avrupai bir şey. Elbette içinde İslami esaslar da var. Bütün bunları hesaba katmak suretiyle adamlar, Türkiye’nin modernleşmesi Avrupa’dan geri değil, Avrupa’ya paralel diye yazıyorlar. 

Peki en son 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları kapsamında televizyonlardaki tartışma programlarında dillendirilen “Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren halkın hak ve özgürlüklerinin ciddi anlamda genişlediği” argümanlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Kesinlikle katılmıyorum. Bu argümana karşı, 1924 ve 1961 anayasalarını karşılaştırarak cevap vermeye çalışayım. 1961 Anayasası’nın özgürlükçü bir anayasa olduğu ve özgürlükleri genişlettiği anlayışı var Türkiye’de. Bu bir şehir efsanesi. Aksine 1961 Anayasası’yla birlikte anayasal düzeyde özgürlükler kısıtlanmaya başlandı. 

1924 Anayasası’nda şöyle deniyor: “Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet, başkasına muzır olmayacak her türlü tasarrufatta bulunmaktır. Hukuk-ı tabiiyyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hudud-ı hürriyetidir.” Burada özgürlüklerin son derece esaslı ve felsefî temeli ifade ediliyor. Özgürlüklerin, doğal hukuktan, yani devletten önce var olan doğal hukuktan kaynaklandığını ifade ediyor. Ondan sonra “Türkler kanun nazarında müsaile bila-istisna kanuna riayetle mükelleftir” diyor. “Her türlü zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazları murdar ve memnudur” diyerek de eşitliğe atıfta bulunuyor. Özetleyecek olursak, hakları ve özgürlükleri devlet verdi demiyor.

1961 Anayasası’yla evvela doğal hukuka atfı kaldırdılar. Böylece özgürlüklerin ve hakların temeli olarak devleti koydular, yani hakları ve özgürlükleri devlet vermiş oldu. Ondan sonra “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” vs. şamatasıyla “haklar ve özgürlükler sınırlandırılır” dediler. Devleti koruma refleksi içine girdiler. 1924 Anayasası’nda sınırlandırma yoktu. Bu Anayasa muntazam bir şekilde uygulandı mı peki? Uygulanmadı elbette. Ama en azından 1950’den sonra kısmen uygulandı üç-dört seneliğine. Mesele şu, 1961 Anayasası, 1924 Anayasası’ndan metin olarak daha özgürlükçü olmak bir yana, özgürlükleri kısıtlayan bir anayasadır. 

Özetleyecek olursak, devlet iktidarını korumak adına çok farklı yollara başvuruldu; karanlık bağlantılarla bazı örgütler kurduruldu ve desteklendi; siyasetin alanı darbelerle ve bürokratik yollardan tıkanmaya çalışıldı. 

Sol partiler 1961 Anayasası’na destek vermişlerdi. Sol hareketlerin özgürlüğe yaptığı vurguyu göz önüne aldığımızda, özgürlükleri daraltan bir düzenlemeye destek vermeleri çelişki değil mi? 

Türkiye’de sol diye adlandırılan Cumhuriyet Halk Partisi, sol bir parti değil aslında. 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası sol olarak kurulmuştu, CHP ise sağdı. Sonra ne oldu? 1954’ten sonra CHP’nin muhalefeti, hakikaten liberal bir muhalefettir. Sol falan yoktu bu dönemde. 1957 seçimlerinde bu muhalefet tarzı CHP’nin oyunu %35’ten %41’e çıkardı. CHP, en başarılı neticesini de bu seçimlerde aldı. Ama 27 Mayıs 1960 Darbesi öncesinde CHP darbe tahrikçiliği yaptı. Ve devamında bu darbeye sahip çıkarak da çok büyük bir hata yaptı. Sahip çıkınca bu sefer millet CHP’ye verdiği %41 oranındaki oyu, 1961 seçimlerinde %37’ye, 1965’te ise %29’a düşürdü. Bunun üzerine bu yol tutmuyor diye İsmet Paşa “ortanın solu”nu icat etti. O güne kadar “ortanın solu” diye bir şey telaffuz etmemiş, “ Sosyal Demokrat ” dememiş olan CHP’liler, İsmet Paşa “ Sola Marş ” deyince birden solcu oldular. Demek istediğim, CHP’nin prensipli bir sol çizgisi olmadı; aksine topluma karşı devleti savunan, özgürlüklerin kısıtlanmasına destek veren bir parti oldu. 

Anayasa Mahkemesi (AYM) kurumu dünyada hangi tarihî bağlamda ortaya çıktı? Bu kurumu ortaya çıkaran ana unsurlar nelerdir? 

İkinci Dünya Harbi’ne kadar Anayasa Mahkemesi diye bir kurum yoktu dünyada. Tek istisna ABD’de 1803’te Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin uygulamaya koyduğu anayasaya uygunluk denetimi mekanizması. Bu Amerika’ya has bir uygulamaydı ve tam olarak da AYM’yi karşılamıyordu. İkinci Dünya Harbi’nin ardından Amerika Almanya, İtalya ve Avusturya’da kısmen yeni rejimler kurdurttu. Bir görüşe göre faşist eğilim tekrar güçlenmesin diye yapıldı bu. Fakat Alman Anayasa Mahkemesi’nin Komünist Parti’yi kapatması, İtalya’da İtalyan Komünist Partisi’nin Rus Komünist Partisi çizgisini terk etmesi ve karşı tutum sergilemesini göz ününe aldığımızda, faşizmin hortlamasından ziyade Almanya ve İtalya’yı Amerikan yörüngesinde tutmak için kurulmuş oldukları da söylenebilir. Hakikaten özgürlükçü bir amaç uğruna AYM’ler kurulmuş olsaydı, Alman Komünist Partisi’ni kapatmaması ve İtalyan Komünist Partisi’ni de Rus çizgisinden ayırmak için uğraşmaması lazım gelirdi. 

Bu açıdan bakınca, ABD’nin bu mahkemeleri acaba hakikaten özgürlükçü demokrasi bu ülkelerde hâkim olsun diye mi, yoksa bu ülkeler Rusya yörüngesine girdiğinde AYM marifetiyle yörüngelerini değiştirmeleri için mi kurdurduğu hususu tartışılabilir. 

Türkiye’de de aynı dönemde AYM kurumu ihdas edildi. Türk AYM’sinin kurulmasında hangi süreçler işledi? 

Türkiye’de Demokrat Parti’ye karşı muhalefet, 1954’ten sonra liberal yönde bir muhalefetti. Türk düşünce tarihinin üç önemli dergisinden biri olan Forum dergisi de (diğerleri Kadro ve Yön) 1954’ten itibaren yayınlanmaya başlamıştı. Turhan Feyzioğlu, Aydın Yalçın gibi o günün önde gelen akademisyen ve fikir adamları 
DP’ye karşıydılar. Kısmen CHP kısmen de sonradan kurulan Yeni Hürriyet Partisi taraftarlığı yapıyorlardı. Bunlar popülist DP’yi sınırlandırmak için Almanya, İtalya ve Avusturya’da bulunan AYM’leri DP karşıtı propagandanın içine soktular. Öyle propaganda yapıldı ki, sanki dünyadaki bütün demokrasilerde AYM var da yalnız Türkiye’de yoktu. Basın sürekli bunu yazdı. Türkiye’de biraz kendini okur-yazar taifesinden addeden herkese de ezberlettiler bunu. AYM mistik bir inanç haline getirilerek kuruldu. 
Türk halkına AYM’ler demokrasinin olmazsa olmaz şartı dedikleri dönemde, Avrupa’da yalnız Amerikalıların kurdurttuğu üç AYM vardı. Gerçi 1958 Anayasası’yla Fransa’da Anayasa Konseyi kuruldu; ama bu AYM değildi, hâlâ da bu hüviyette değil. Amerikan işgaline uğramadığı halde Avrupa’nın ilk AYM’sini Türkiye kurdu. 

AYM kurumunun varlığı özellikle demokrasi açısından bir problem mi teşkil ediyor? 

Ben AYM’nin mevcudiyetine karşı değilim. Ama Türkiye’deki gibi değil. Mesela Fransa’da AYM yok, ama yargısal denetim var. Amerika’da da, İsveç’te de yargısal denetleme var, ama AYM yok. Bu ülkelerde yasamayı denetleme yetkisi var, ama mahkemeler parlamentoların alanına karışmamak için bu yetkilerini kullanmıyorlar. AYM yalnızca insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması için gerekli; devleti, Cumhuriyet’i korumak için değil. Çünkü Norveç, Danimarka, Belçika ve Hollanda cumhuriyet rejimiyle yönetilmemelerine rağmen buralarda insan hak ve özgürlükleri güvence altında. Bunların bir kısmında AYM de yok. Onun için AYM çıkıp da “ Cumhuriyet’i Koruyorum ” diyemez. Böyle derse kendisinden beklenen işlevi yerine getirmiyor demektir. Cumhuriyet’i korumak parlamentonun görevidir. Parlamento isterse -rahmetli Adnan Menderes’in de dediği gibi- hilafeti dahi geri getirebilir. 

“Cumhuriyet’i korumak”tan tam olarak kastınız nedir? 


Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, aslında 1954’te başlatılan propaganda ve 27 Mayıs darbe ideolojisi istikametinde kuruldu. Burada amaç, Türkiye’nin demokrasi olmasının istenmemesidir. Milli Güvenlik Kurulu olsun, onun biraz geri planda kaldığı dönemlerde de AYM ve Danıştay olsun; ama millet devleti sivil siyasetçiler idare ediyor zannetsin, sorumluluğu onlar taşısın. Kafası bozulan da siyasetçilere veryansın etsin. Bunun karşılığında da siyasetçiler kendilerine biçilen alanda kalıp rant paylaşsınlar; ama Türkiye’nin asıl idaresine karışmasınlar. Halk kafası bozulduğunda birini indirip ötekini getirsin. Kurulan rejim bu. AYM insan hak ve özgürlüklerini korumak için değil, bu tertibin devamı için teşkil edilmiş bir kurumdur Türkiye’de. 

Günümüzde bahsi geçen dört ülke dışında AYM var mı? 


AYM’lerin sayısı dünyada 1950’den bu yana belli ölçüde arttı. Ama hepsi AYM değil, bir kısmı buna benzer organlar. Bu organlar bütün demokrasilerde, özellikle de köklü demokrasilerde yok. Zaten Türkiye’de demokrasi diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum, olan sadece ilkesiz popülizm. 

Türkiye’de demokrasinin gelişmemişliğinden muzdarip olan geniş bir halk kesimi var. Bu kesimin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye’de bu kesimlerin en büyük hastalığı bilgisizlik. Beğensek de, beğenmesek de son 3-4 yüzyılın medeniyet meşalesini Batı taşıyor. 
Türkiye’de tartıştığımız kurum ve kavramların hepsi Batı’dan gelme. Onun için Batı tefekkürünü doğru dürüst öğrenmek ama evvela doğru dürüst dil bilmek ve okumak lazım. Okumuyorlar. Okumadıkları için de laikçi düzene teorik düzeyde seviyeli bir eleştiri geliştiremiyorlar. Refah Partililer ve AK Partililer mahalli idarelerde oldukça başarılı oldular. Belediyelerde insanın insan yerine konulması gerektiği inancına göre hareket ettiler. Eskiden resmî daireye gittiğinde devlet memurları vatandaşımızı adam yerine koymazlardı. Şimdi bunlar büyük oranda değişti. Bu büyük bir hizmettir; ama iş elbette bundan ibaret değil. Mesela bir Leyla Şahin davası var ki evlere şenlik. 

Biraz açarsak. 


Davanın, AİHM Büyük Dairesi’ne gönderilmesi kararı verildikten sonra, buraya esas hakkında bir layiha vermek gereği var. Büyük Daire o verilen layihaya göre davayı görecek. Öyle adamları toplamışlar ki, yazdıkları layiha tam bir fiyasko. Leyla Şahin’in verdiği dilekçede şu ifadeler geçiyor: “Türk Anayasa Mahkemesi kamu sektöründe ve okullarda başörtüsü kullanmasını savunan siyasi partilerin görüşlerinde şeriata dayalı bir rejim kurmak niyetini görerek bu partilerin kapatılmasına karar vermiştir. Böylece dinsel sembolleri siyasal amaçla kullanan laiklik karşıtı siyasal hareketler yasaklanmıştır… Daire kararında başörtü giyilmesinin her olayda din özgürlüğünün kullanılması anlamına gelmeyeceğini ima etmiştir. Başvurucu Leyla Şahin dairenin bu yaklaşımını da kabul etmektedir.” Burada yapılan, üniversitelere başörtüsü ile girme hakkının din özgürlüğü kapsamında değil de eğitim özgürlüğü esas alınarak savunulması. AİHM tarafından bu safhada davanın din özgürlüğü kapsamında mütalaa edilmesi ihtimali vardı. Ama dilekçenin bu şekilde verilmesi sebebiyle bu gerçekleşemedi. Dava bu yüzden kaybedildi. 

Leyla Şahin ve daha öncesinde Refah Partisi’ni kapatma davasında verdiği kararlardan sonra Türkiye’de halkın belli bir kesiminde AİHM’nin tarafsızlığına olan inanç sarsılmıştı. Leyla Şahin’in davayı kaybetmesinde AİHM’in hiç mi etkisi yok? 

Leyla Şahin ve Refah Partisi’nin kapatılması kararları AİHM’deki Türklerin görüşüne dayandırıldı. Batı’da “Cezayir Sendromu” denilen bir şey var. Buna göre Cumhuriyet kurulduğunda Türk toplumu cebren modernleştirildi. Türkiye’de bu cebir olmazsa, ülke tekrar eski haline döner tasavvuru üzerine bina edilmiş bir önyargı var. Bu önyargıyı üretenler de bizzat oradaki Türk hâkimler. Yabancı hâkimler, oradaki Türk hâkimi buna rıza göstermedikçe, kararı böyle bir tarih tezine dayandırma cüretinde bulunamazlar. Onun için bu kararların asıl müsebbibi, orada bulunan Türk hâkimi. Rıza Türmen, Feyyaz Gölcüklü gibi isimler bu kararlarda etkili olanlar. 

Bir de AİHM’de Türk hukukçular ve mütercimler grubu var. Resmî dil İngilizce ve Fransızca. İyi Fransızca bilen hukukçular da yalnız Galatasaray mezunları. 
Bunların hemen hemen hepsi de laikçi. Ne diyor bunlar? Eğer türban yasak olmazsa, Türkiye Cezayir gibi iç harbe gidecek veya Türkiye’de şeriat düzeni kurulacak. 

Bu motivasyonla verilmiş kararlar bunlar. Leyla Şahin davasının sonucundan bizzat sorumlu olan kişi Rıza Türmen. 

Geçtiğimiz günlerde AYM, AK Parti’yi kapatma davasının gerekçesini açıkladı. Bu karar hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Bu kararla hükümet ve parlamento iş yapamaz hale getirildi. İş öyle bir noktaya geldi ki Anayasa’yı ihlalden hepsi idam dahi edilebilir. AYM’nin bu kararları sonrasında artık parlamento, Güneydoğu’da demokrasiyi geliştirip vatandaşın PKK’ya temayül etmesini önleyecek tedbirleri almaya cesaret edemez. Çünkü Anayasa’yı ihlalden Menderes gibi idam edilebilirler. 

Bu noktada halk AYM’ye tepkisini nasıl gösterebilir? 


17. yüzyılın sonlarından itibaren demokrasinin gelişmesinde yön gösterici formüllerden birisi, John Locke’un ortaya attığı direnme hakkıdır. 
Devlet, insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için halkın rızasıyla kurulur. İnsan hak ve özgürlüklerini koruma hedefinden sapan veya insanların rızasını kaybeden devlete karşı halkın direnme ve onu yıkıp yerine yenisini kurma hakkı vardır. Bu prensip, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’nin ki Fransızlarınkinden öncedir esasıdır. Bütün demokratik gelişim hareketlerinde olduğu gibi Türkiye’de de 1961 Anayasası’nın başlangıcına da alınmıştır, “Hukuk dışı uygulamalarıyla meşruiyetini kaybetmiş siyasi iktidara karşı direnme hakkını kullanan Türk milleti” diye. Tabii millet kullanmadı direnme hakkını, askerler darbe yaptılar ve darbeyi meşrulaştırmak için de bu prensibi kullandılar. Direnme hakkı iktidara karşı kullanılır, iktidarın bir parçası da yargıdır. O halde halkın, hukuk dışı uygulamalarıyla meşruiyetini kaybeden AYM’ye karşı direnme hakkı vardır ve bu ciddi bir hukuki tezdir. 


Peki, bu direniş nasıl olacak? 



Bunu tabii ki silahla yapmayacaklar. Kalabalıklar, ellerine birer pankart alıp meşru direnme hakkımızı kullanıyoruz diye toplansınlar meydanlarda. 
Yalnız onu yazsınlar o kadar. AYM’nin kararı bir sindirme hareketidir. Bunu unutmamak lazım. 

Bir de son yıllarda özellikle CHP kanadında “uzlaşma” ifadesini sürekli duyar hale geldik. Bu tam olarak ne anlama geliyor? 

Uzlaşma dayatması faşizmdir. Mesela örneklerden birisi Lübnan. Lübnan’da Şii ve Sünni Müslümanlar var, Hıristiyanlar var. Lübnan sistemi, devletin bunlar arasında paylaşılması üzerine kurulmuş. Cumhurbaşkanı Hıristiyan, başbakan Sünni Müslüman, meclis başkanı Şii Müslüman. İsviçre’de de buna benzer bir sistem var. Dört ayrı dil konuşulur. Yedi kişilik bir devlet konseyi var; üyelerden dört tanesi Almanca, iki tanesi Fransızca, bir tanesi ise İtalyanca konuşur. Çoğunluğun dili Almanca olduğudan, meclis çoğunluğu da Almanca konuşan üyelerden meydana gelir. Madem “uzlaşma” ifadesini kullanıyoruz ve oydaşmacı demokrasiye göre hareket ediyoruz, o zaman cumhurbaşkanı Türkçe konuşanlardan olsun, başbakan başka dil konuşandan vs. diye bir düzen kurmamız icap eder. 

Uzlaşma diyenler tam olarak bunu mu kastediyor sizce? 


Onu söylemedikleri açık. Ancak bunun dışında bir uzlaşmayı dayatmak faşizme götürür; herkes uzlaşacak birbiriyle demektir. Halbuki demokrasi uzlaşmayanların yarışmasıdır. Halkın çoğunluğunu kim ikna edebilirse o yönetir. Demokraside çoğunluğun yönetimi vardır; bireylerin ve azınlıkta kalanların haklarını korunmak suretiyle elbette. 

Son olarak AYM’lerle ilgili ileriye dönük ne tür düzenlemeler yapılmalı? 


AYM’lerin varlığı demokratik sistemin iyi bir şekilde işlemesi için olmasa olmaz bir kural değil. Ama aynı şekilde bu mahkemelerin varlığı, belli şartlar altında, demokrasinin ruhuna uygun olduğu sürece de büyük bir problem teşkil etmez. Yapılması gereken AYM üyelerinin halk veya parlamento tarafından seçilmesi. Bunu özellikle vurguluyorum, seçilmiş olmaları gerekir, atanmış değil. 

Röportaj: Ali ASLAN - Ebru AFAT
Anlayis.net 


***