DİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2020 Salı

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 4

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 4



Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,İnanç Sistemleri,Tevrat, Kuran,İncil, Peygamberlik Görevi, Din, Köktendinci,

  Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını da açıklayalım. Bevl: idrar yapma Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 7.3.1997 günü ATV'de katıldığı bir programda, şu ifadeleri kullandı; Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar, bunun dinle ne alakası var? ve buna benzer birçok ifadeler kullandı...
   Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında zikredilmektedir.

Ayakta bevl yapma ve bevlden kaçınma hususunda bazı hadis-i Şerifleri hatırlatmak istiyorum.
1.  İdrardan korununuz, çünkü kabir azabının hemen hepsi bevldendir.
2.  İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba çekileceği husus bevldir.
3.  Muhakkak ki sizden biriniz, kabirde azab edilir. Şüphesiz bevl ettiği zaman istintar etmezdi denilir. İstintar, idrarın son damlasını çıkarmak için çaba harcamaktır.

   Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz, şöyle buyurur: Hz. Ayşe: Kendisine Kuran nazil olmaya başladığından beri..
Resulullah ayakta bevl etmemiştir.

Yine İmam-ı Ahmed'in Tirmizi'nin (cilt 1,225. sayfa) Nesai'nin 307 nolu hadis ve İbn-i Mace'nin tahriş ettiği hadiste de Ayşe demiştir ki, Size Nebiyyi Azam'ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse ona inanmayın. mutlaka oturarak abdest bozardı.
4.  Abdullah İbni Mesud'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: Şüphesiz ayakta abdest bozman da cefadandır.
5.  Peygamberimiz ayakta idrar yapmayı yasakladı.
Bazı alimler de ayakta idrar yapmayı caiz görmüşlerdir, ayakta idrar yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnad, Şu hadisi şeriftir: Hz. Huzeyf'dan bir gün Peygamber bir kavimin çöplüğüne vardı ve oraya ayakta bevl etti.

Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulema bu hadisi şerif karşısında
şu tevili yapmıştır.

A. Kadı İyaz'ın beyanına göre; uzun zaman oturan Efendimiz'i bevl sıkıştırmış, uzağa gidememiş hemen ayakta bevlini yapmıştır.

B. Rasulullah dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı idrarını ayakta yapmıştır. (Zira Araplarda bu şekilde yapılan idrarın belağrılarına iyi geleceği kanaati yaygındı)

C. Çöplükte müsait bir yer bulamamıştır.

D. Bir ihtimal de ayakta küçük abdest bozmanın caiz olduğunu göstermek için yapmıştır.

Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan neticeye göre ayakta idrar yapmak mekruhtur. Fakat bu mekruhiyet, kerahati tahrimiye olmayıp, kerahati tenzihiyedir.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl yapmanın dinle alakası çoktur...

Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum. Ancak yukarıdaki konularda bile bir fikir birliğine varmayı zorunlu gören, buna ulaşmak için de büyük emek harcayan kökten dinci zihniyetin, çağdaş sorunları din aracılığı ile nasıl çözüme ulaştıracağını sorarak, 

Türk insanının hakkı olsa gerek.

Elbet ki kökten dinciler her zaman bu kadar masum konularla uğraşmıyorlar.
Ancak zihniyeti tanımak için, bu masum örneklere atıf yapmak gerekmiştir.
İnsanların tuvalet alışkanlıklarına dahi karışma ihtiyacı duyan bir
zihniyetin nasıl bir sistemin müjdecisi olduğu ortadadır.

Kökten dinci zihniyetin bir diğer örneği ise Türk kamuoyuna mal olmuş
bir olaydır. RP. milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, sarıkla namaza gitmenin 80 kere daha fazla sevap teşkil ettiği konusunda halkı bilgilendirmiştir. İslamın ibadet anlayışı ile tezat teşkil eden ve Diyanet İşlerinin de itirazına yol açan bu açıklama, köktendinci anlayışa tam bir örnek teşkil etmektedir. Halkın bir bölümü ise, Peygamberin de namazı sarıkla kıldığını ve bu sebeple sarıkla namaz kılmanın sünnet olduğunu TV kameraları önünde söylemekte ancak sevabın kaç kat arttığı konusunda Ceylan'la anlaşamamaktadırlar. Hatta namaza yürüyerek gitmekle, bir taşıta binerek gitmenin sevaba katkısı da irdelenen konular arasında yer almaktadır.

Bu anlayışın, dinin amacına ya da insanın imanına ve ahlakına ne gibi bir
katkısı olduğu ise, tartışma dışıdır.

Köktendinci harekete gösterilen tepkinin, bilinçsiz bir tepki olmadığı da açıktır. Din adına iktidara talip olanların, ülkeyi nasıl bir maceraya sürüklemek istedikleri, fıkıh karmaşasına boğulmuş bir sistemden, nasıl bir yönetim yaratmayı amaçladıkları ve özel hayatın hangi noktalarına kadar dini tekel uygulamayı planladıkları düşünülmesi gereken ciddi sorulardır.

Dinler tarihi boyunca yaşanan pekçok olaydan da görülebileceği gibi, kökten dincilik, dipsiz bir kuyu gibidir. Her İslami hareket ve yorumun kaışısında daha köktenci bir hareket bulması kaçınılmazdır.

Dolayısıyla köktendinci düşünceler, sadece din devletine karşı olanlar için
değil, Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler için de büyük bir tehdit
oluşturmaktadırlar. Şeriata dayalı bir devlet düzenine karşı çıkıp, yine din
ve Allah adına daha katı bir anlayışla yönetime talip olmak isteğinin önü
alınamaz.

Tarihin her döneminde dinin özünü hayata geçirmeye talip olan yeni
köktendinci gruplara raslamak kaçınılmazdır. Çünkü İslam dini, doğruluğu
kuşku götürecek kadar geniş, sahih olduğu tartışılır nitelikteki bir
hadis kaynağına sahiptir: İslamda otorite kabul edilen en önemli
hadis yazarlarından olan Buhari, Sahih-i Buhari diye bilinen eserini
yazarken, 600.000 hadis toplamış, ancak bunların 7275'ini değerlendirmiştir.
Bir diğer önemli hadis kitabı olan Sahih-i Müslim'in yazan Müslim bin
Haccac ise, topladığı 300.000 hadisten sadece 4000'ini kitabına almıştır.
Ahmednin Hanbel ise Müsned isimli hadis kitabı için 750.000 hadis
toplamış, bunlardan 40.000 ini seçerek kullanmıştır. Ebu Bekir ve Ömer'in
döneminde hadis yasağı konulmuş ve yazılı hadisler toplanıp yaktırılmış
ancak Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminde yeniden hadis toplama
işlemi başlatılmıştır. (Önder Güngör; age, s.100) Acaba Peygambere en yakın
kişiler olan Ebu Bekir ve Ömer hadisleri neden yaktırmışlardır? Bu kararı almalarındaki sebebin, sahih olmayan hadislerin, gelecekte dini yozlaştırmasından duydukları endişe olduğu muhakkaktır.

   Ayrıca Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk yıllarında kendi sözlerinin
yazılıp, toplanmasını yasaklamıştır. Sebep açıktır: O, yalnız Kuran
vahiylerinin yazılmasını, ezberlenmesini ve korunmasını esas alıyordu.
Kendi sözleriyle Kuran ayetleri arasında korunması gereken farkı
sahabilerin bildiklerinden kuşkusu olmamakla beraber, ilk zamanlarda
dikkatleri yalnız Kuran üzerinde toplamak için böyle bir yol seçmiştir.
Daha sonra, vahyin gelen ayetleri yerleşmiş bir tavır ve metodla, mükemmel
biçimde zapt edildiği için, başta konan yasak kaldırılmıştır. 

(Yaşar Nuri Öztürk; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989, s.143)

   Ancak peygamberin sözü olduğundan kuşku duyulmayan ve mütevatir denilen
hadislerin sayısı çok azdır. Lafzı ve manasıyla mütevatir sayılan hadislerin sayısı 20'ye kadar inmektedir... Mütevatir dışında kalan hadislere,

İslam bilginleri haber-i vahit, yani tek kişiden nakledilen haber demişlerdir...
Bunlar ancak günlük hayatın pratik meselelerinde uygulamaya esas alınabilir.
Ne var ki bu konu da başlangıçtan beri tartışılmıştır. Kısacası hadis alanı
hayli söz götüren bir alandır. Yüzlerce, binlerce hadis uydurulmuştur. (24.
age,s. l42)

Bu uydurma hadislerin köktendinciliğin kaynağını oluşturduğu, şüphe götürmez
biçimde açıktır.

İslam alemi uydurma hadislerin yanısıra, dar görüşlülükle kısır yorumlara
açık bir sünnet anlayışına sahip kitleleri de içinde barındırmaktadır.
Peygamberin davranışlarından, hal ve tavırlarından günümüze aktarılan
bilgilerin, ne kadar doğru olduğu da en az sözlerinde ki aktarımlar kadar
kuşkuya açıktır. Bu nedenlerle, Kuran'la sınırlı kalamayan ve bireysel yorumlarla yapılanmayı sürdüren dinin, köktendinci görüşlere geçit vermesin den en fazla yara alan yine yaşayan İslam olmaktadır. İnsan aklının, din adına yapılan yorumların altında bir değere sahip kılınması, kökten dincilere alabildiğine geniş bir hareket alanı yaratmaktadır.

Şeriat zorla gelmez, o Allahı Lütfudur. Şeriat, ancak ona layık olan
topluma gelir... Bu sözler, Siyasal İslamcılarca sık sık söylenmektedir. 

Bu gerçekten doğru mudur? Yakın tarihe bir göz atanlar, din ve devrim sözcüklerinin birlikte kullanılır olduğunu göreceklerdir.

20. yy'ın son çeyreği, İslam Devrimlerinin İslam şeriatının yolu olduğunu
ortaya koymaktadır. 
İslam ve devrim arasındaki ilişki, İslamın siyasal bir din oluşundan kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın dini esaslara göre yapılanmasını amaç bilen ulemanın planlı gayretleri İslam devrimi olgusunu ortaya koymuştur.

İslam Devrimi, Humeyni ile başlayan ve İran'ın önderliğinde yükselen bir
siyasal harekettir. Dolayısıyla kendiliğinden değil, uzun yıllar süren kadrolaşmalar, eğitim faaliyetleri ve halkın dini yönden bilinçlendirilmesinin bir ürünüdür.

Devrime hizmet eden şartlar ise, en az devrimi hazırlayanların planlı çalışmaları kadar önemlidir. Çünkü halkın bir ayaklanmaya razı edilmesi, onun yaşadığı koşullara duyduğu tepki ile bağlantılıdır. Ekonomik şartların devrime giden yolda en önemli faktör olduğu inkar edilemez.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik, halkın yoksullaşması, azınlığın refah ve
sefahati, yönetenlerle yönetilenler arasındaki güveni zedeleyen ve halkta
yönetenlere karşı kin ve nefret duyguları uyandıran önemli sebepler
arasında yer alır. Bunun en tipik örneğini İran'da görmek mümkündür. 

Şah rejiminin halkta uyandırdığı tepkiyi, İran Devriminin yaratıcısı olan koşullar içinde önemsememek mümkün olamaz. Ülkede kişi başına düşen gelir 4000 doları aştığı halde, toplam milli gelirin yarıdan fazlasının ülke nüfusunun yüzde 1'inin elinde toplanması ve petrolden kazanılan milyarlarca doların Şah ailesi ve yakınlarının hizmetine ayrılması yolundaki iddialar, (İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara 1993, s.282) halkın rejime duyduğu güvensizliğin önemli sebeplerini oluşturmuştur.

Devrimi hazırlayan diğer bir faktör, yönetimin despotik karakteri olmuştur.
Halkı karşısına alan, ayaklanmaları silahla önlemeye çalışan, baskın,
tutuklama, sürgün gibi yıllara başvuran iktidarın, dökülen kanların
bedelini kendi varlığı ile ödemek durumunda kaldığı açıkça ortadadır.
Burada çok dikkat çekiçi olan husus, halkla devlet, halkla ordu arasındaki
çatışmaların daima devrimi planlayanların işine yaramış olmasıdır: Hatta
denilebilir ki halk-devlet güçleri arasındaki çatışma, devrime giden
yolda beklenen, istenen, planlanan bir çatışmadır. Büyük halk yığınlarını
harekete geçirmek için, kendi aralarından birilerinin öldürülmesi kadar
işe yarayan hiçbir şey yoktur. Devrimi planlayanlar, yüce bir ideal
uğruna mücadeleye girecek kitleleri ölmeye ve öldürmeye şartlamakta,
hatta bunun şerefi konusunda ikna ederek, göğüs, göğüse bir çatışmanın
yaşanacağı ortamı önceden hazırlamaktadırlar. İran Devrimine giden yolda
halkın cihad konusunda şuurlandırılmasında Humeyni'nin mesajları büyük
rol oynamıştır. Humeyni, Keşf ul Esrar adlı kitabında İslam devrimi
için silahlı mücadeleyi desteklemiş, hatta müslümanları buna katılmaya
çağırmıştır. Bu kitabında Humeyni, Bazen İmam'ın ya da onun vekili
temsilcinin yokluğunda savaş, savunma için vacip olur. Mesela bir
insan, düşman saldırısına uğrayan bir grubun içindeyse veya düşman akını
İslam şehirlerini ele geçirmek veya müslümanları tutuklamak veya onların
mal ve mülklerini soymak için yapılıyorsa böyle durumlarda ve bütün bu
şartlarda kendi canlarını ve mallarını savunmaları ve yabancılarla
savaşmaları vaciptir. diyerek ve(age., s.28-29) Kuran da Onlar sizinle
savaştıkları gibi hepiniz müşriklerle savaşmalısınız ayetini de vurgulayarak halkı
savaşa psikolojik yönden hazırlamıştır. İlahiya| öğrencilerine yaptığı
bir başka konuşma da yukarıda anlatılanları doğrular mahiyettedir.
Öğrencilere hitaben Humeyni, Kendinizi öldürülmeye, hapsedilmeye ve
mecburi askerliğe hazırlayın. Dövülmeye, işkence görmeye, hakaretlere
uğramaya kendinizi hazırlayın. İslamı ve bağımsızlığı savunma uğrunda
zorluklara katlanmaya hazırlanın. Güçlü ve metin olun. Allah'ın kendilerinin
hakimi olduğunu beyan edenler metin olurlar. Allah onların üzerlerine
meleklerini indirir. Onların korkacakları, kaygılanacakları bir şey yoktur.
diyerek gençliği yeni başlayan bir mücadeleye zihnen hazırlamaktadır.

Bu sözlerle şartlanan kitlelerin Allah adına iş yaptıkları inancı ile devlet güçlerine gösterecekleri tepki, elbette çatışmayı teşvik edici olacaktı.

Oldu da. Sonuçta rejim, halkı ezen, öldüren, tutuklayan, işkence eden ve
en önemlisi Allah'ın yolu önüne set çeken bir düşmanla eş değer hale gelmiş,
halkın gördüğü eziyet, halk hareketine duyulan sempatiyi ve katılımı artırmıştır.

Din devrimi, hiç de halkın içinden fışkıran, kendiliğinden oluşan bi hareket olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar, adım adım bu devrimi hazırlamıştır. Devrimi yaratan ana fikir, Kuran ve dinin bir tehditle karşı karşıya olmasıdır. Böyle bir durumda müslümanların Şah'a bağlılık göstermeleri ya da en azından takiyye yaparak canlarını korumaları, hareketin hızını kesmektedir. Bu nedenle Humeyni, içinde bulunulan şartlarda takiyye yapmayı haram ilan ederek, müslümanları Şah ile açıkça mücadeleye davet etmiştir. Şah'a bağlılık felaket demektir. İslam'a
hakaret, müslümanların haklarına tecavüz ve ilim ve öğretim kurumlarına
saldırı demektir. Şah'a bağlılık demek, İslam vücuduna ve Kuran'a darbe
indirmek, İslam'ın sembollerini yakmak demektir... Şah'a itaat demek İslam
yasalarının hiçe sayılması, Yüce Kuran'ın yasalarının değiştirilmesi
demektir. Şah'ı sevmek demek din adamlarına zulmedilmesi ve peygamberliğin
bütün işaretlerinin yok edilmesi demektir. İslamın ilkeleri tehlike
içindedir.(age,s.80-81) diyen Humeyni artık kutsal dinle şeytani Şah yönetimi
arasında halkı bir tercihe zorlamaktadır.

Humeyni'nin halkı adım adım devrime götüren faaliyetleri sürerken
Şah, Ak Devrim'i yürürlüğe sokmuş, halkın iktidara karşı ayaklanmasındaki
ekonomik sebepleri ortadan kaldıracağı yolundaki taahhüdü ile derebeylik
sistemine son vererek, işçilere fabrikalardan hisse verdiğini, toprak
reformunun yapılmaya başlandığını, seçim reformları yasasının yürürlüğe
konulduğunu duyurmuştu. Ancak bu reformlarda geç kalınmıştı. Hareket
artık sadece gelir adaletsizliğinden değil, dinin yok edilme kaygısından
güç alır hale gelmişti: Kaldı ki Şah'ın Ak Devrimini karartan başka
basiretsizliklere imza atması, İran'ı en hassas dönemde derinden etkilemişti.
1967 de yapılan son Anayasa değişikliği ile Şahbanu ve Veliahd Prense
Anayasa içinde uygun bir yer aranmış, Veliahd Prensin 20 yaşına gelince
devlet işlerinin başına geçmesi, Şah öldüğünde 20 yaşına gelmemişse ve Şah
bir naib tayin etmemişse, bu görevi Şahbanu'nun devralması kararlaştırılmıştı.
Böylece Veliahd'a ve Şahbanu'ya da taç giydirilmesi kararı alınmaktaydı.
Taç giyme töreni, bütün dünyada geniş yankılar uyandırmıştı. 

 Halkın sefaletine karşı sergilenen ihtişam ve sefahat, yöneticilerin akıl almaz duyarsızlıklarının bir göstergesi olmuştur. 13 Ekim 1967 de başlayan törene Yunan Kralı, Etopya İmparatoru, İngiliz Hanedanı, Körfez Emirleri, Mareşal Tito, Çin temsilcileri ve daha pekçok devlet reisi katılırken, merasimlerin yapılacağı sahanın 100 km. yarı çapındaki alanda yaşayan halkın evleri boşaltılmış, Tahran'daki tüm okul ve üniversiteler kapatılmıştır. Kutlamalar için harcanan para, 300 milyon dolardır.(age; 202)

İran İslam Devriminin oluşumunda bu ve benzeri uygulamaların katkıları
ihmal edilemez. Ancak Devrimin en büyük gücünü oluşturan iki kurum vardır.
Bunlar camiler ve eğitim kurumlarıdır. Rejimin din adamları üstündeki
baskısı arttıkça, camiler ve din eğitimi veren okullar rejime karşı sürdürülen savaşın açık üsleri haline gelmiştir. Üniversite ve diğer yüksek öğrenim kurumlarında İslam Birlikleri ve İslami Eğitim Merkezleri kurulmuştur. Bu kurumlar aracılığıyla süren eğitim faaliyetlerinde dersler, hükümete ve mevcut rejime karşı mücadeleyi amaçlamaktaydı. İslamın mesajını ülkenin genç insanlarına iletmek için büyük bir seferberlik başlatılmıştı. İslami hareketin önde gelenleri yalnızca okulların bilinen sınıf düzenini kullanmıyor, aynı zamanda camileri de donatıp, onlara ihtişam kazandırıyor, talebeleri daima güçlü ve kararlı tutmak için gayret
gösteriyorlardı. Ayrıca halk arasında sürekli toplantılar düzenliyorlardı.

Bu dönemde Humeyni'nin çizgisinde ilerleyen pekçok ulema ve mücadeleci(age; s.262) müslüman uzun süreli hapiste cezalandırılmıştı. Bunların hapiste uğradıkları
işkenceri bilmeyen yoktu. Bütün bunların sonucunda halk rejimin insafsız
yüzünü görerek, harekete daha da yaklaşıyordu.

İran Devrimi yaklaşık 18 yıl süren bir sürecin ürünü olmuştur. 

Ancak devrime son noktanın konulmasında, ordunun harekete katılımı büyük önem taşımaktadır. Zira 500 bin kişilik, iyi bir donanımlı İran ordusu ile
50 bin kişilik Savak Askeri gücü karşısında hiçbir halk hareketinin ayakta
kalması mümkün değildi. Ordu, bu hareketi ne pahasına olursa olsun
bastırmakta kararlılık göstermiş olsaydı, bugün İran Devriminden söz etmek
mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Humeyni'nin bir biçimde orduyu yanına alması
gerekiyordu. Bunun ilk adımını ise halkı, ordu ile yakınlaştırmak ve aslında halkın ta kendisi olan askeri, harekete katmaktı. 

Bu nedenle Devrimin başında, halk-ordu çatışmasını teşvik ederek, devrim
lehine kullandığı orduyu, devrimin sonunda ikinci kez kullanmıştır. İkinci
kez kullanımı ise ilkinin tamamen tersi yönde olup, halkla bütünleştirici
mahiyettedir.

Humeyni, 9 Eylül 1978 deki hitabında orduya şu mesajı gönderiyordu:
İran'ın vatansever Silahlı Kuvvetleri, siz de gördünüz ki, halk size dostça davranıp sizi çiçeklere boğmuştur. Biliyorsunuz ki rejim haydutları kendi zalim hakimiyetlerini sürdürebilmek için kardeş kanına elinizi bulayarak sizi alet ettiler. Silahlı Kuvvetler de Şah'dan ayrılarak, halkın yanında düşmana karşı birleşen kardeşlerinize katılınız. Ayağa kalkınız ve ülkenizin mahvolmasına seyirci kalmayınız. Kardeş ve bacılarınızı kana boyamalarına izin vermeyiniz. Adınızı bir an önce tarihin sayfalarına yazdırınız. 
Baskı ve hıyaneti köklerinden çıkarıp atınız.(age;s. 355) 
Bundan yaklaşık dört ay sonra Şah ülkeyi terketti. Onun ayrılışı ile birlikte, ordunun harekete olan gizli desteği daha açık biçimde ifade edilir hale geldi,
önce Hava Kuvvetleri daha sonra da Silahlı Kuvvetler Devrimi desteklemeye
başladı. Kuvvet komutanlarının asker ve subaylar üzerindeki kontrolü
kaybettikleri, halkla dayanışma içine girdikleri artık açıkça görülmekteydi.
Humeyni'nin İran'a dönüşünden sonra Hava Kuvvetlerinden bir kısım subay,
Humeyni'yi ziyaret etmiş, Muhafız Kuvvetlerinin halkla çalışması sırasında
da halka silah ve cephane dağıtarak Muhafız kuvvetleriyle çatışmaya
girmişlerdi. Artık İran Devrimi, karşısındaki en büyük güç olan Orduyu da
yanına almıştı. Böylece yıllar süren kanlı mücadele İran'da Humeyni iktidarı
ile sonuçlanıyordu.

İran Devriminin önemini sadece İran'daki değişimle sınırlı tutmak
mümkün değildir. Çünkü bu hareket, İslam Alemi için adeta bir yeniden
doğuş hareketi olarak mütalaa edilmekte ve diğer İslam ülkeleri
açısından da bir model oluşturmaktadır. Devrim ve Din sözcüklerini bir
araya getiren ve yeni bir mücadelenin kapısını açan bir hareket olarak,
tüm İslam ülkelerini etkilemeye devam etmektedir.

Bu etkileyişde, İran'ın devrim ihracı modelinin de hatırı sayılır bir
önemi bulunmaktadır. İran'ın devrim ihracı modelini benimsemesinin çeşitli
sebepleri vardır. Ancak bu sebeplerin başında, İslamın evrensel niteliği
gelir. İslam, belli bir kavim ve topluluğa gelmiş bir din değildir. Tüm
insanlığa hitap etmekte ve bütün dünyayı İslamlaştırma amacı taşımaktadır.

Bu nedenle devrim ihracı, İslam kültürünün yayılmasını ve İslami bağımsızlığın gerçekleşmesini ifade eder. İslamın hakimiyeti, İslami dayanışma kuralları olmaksızın gerçekleşemeyecektir. Bu da bir devrim olmadan mümkün değildir. Devrim, İslam ile Allah yolunda doğru bir yönelime girmektir.(Faik Bulut; İslamcı Örgütler, İstanbul, 1993, s.479.)

İran Devriminin, İran'la sınırlı kalmayacağı, İran Anayasasının 154. maddesinde de şu şekilde ifade edilmektedir. İran İslam Cumhuriyeti, beşeri toplumların tümünde, insan mutluluğunu kendi gayesi bilir. Binanaleyh, diğer milletlerin iç işlerine her türlü müdahaleden kaçınmakla beraber, mazlumların zalimlere karşı haklı mücadelelerini, dünyanın neresinde olursa olsun himaye eder. Bu maddeye göre, mazlum ve zalimi takdir etmek ve mücadelenin haklılığı konusunda hüküm vermek yetkisi İran İslam Cumhuriyetine bırakılmış ve bu çerçevede diğer ülkelerin iç işlerine karışılabileceği açıkça ortaya konulmuştur. 

Nitekim Humeyni'nin Necefte verdiği derslerde söylediği şu sözler de devrim ihracı
modelini teyid eder niteliktedir. Siz İslam'ı, İslami devletin programını tanıtınız. Dünyanın bilgisine sununuz ki, İslam ülkelerinin sultan ve başkanları da belki duyar, gerçeği kavrar ve uyar. İslam'a tabi olup, güvenilir kişi olanları da makamlarında bırakır, ellerinden almayız.(Önder Güngör; Siyasal İslamda Bölünmeler, İstanbul, 1997, s.113)

Devrim ihracında izlenecek yöntemin ne olduğu da Humeyni tarafından
ortaya konulmuştur: Tebliğ ve davet.

Tebliğ, dini yayma, kendi dinine çevirme ve propaganda yolu ile ikna etme anlamına gelmektedir. Davet ise, İslama çağrıdır.
Bu yöntemle başlayan hareket, temelde İslamın dört esasına dayanmaktadır.
Bunların ilki, tevhid ilkesidir. Humeyni'nin düşüncesinde tevhid, İslamın
yorumlanış tarzıdır. Allah'ın otoritesini kabul eden, fakat dünyevi otorite
ile mücadele etmeyen bir din anlayışı, Humeyni'nin kabul edebileceği bir
anlayış değildir. Bu nedenle İslamiyetin tevhid, yani birlik ilkesi hayata
geçirilerek, amaçları müslümanları ezmek olan her türlü yönetim ile mücadele
etmek gereklidir. Tevhid, Müslümanların birleşmesi ve güçlenmesini
beraberinde getirecektir.

İkinci ilke, cihad ilkesidir. Mücadelenin yolu, devrimci bir başkaldırıyı simgeleyen cihaddır. Gerek kitleler, gerek din alimleri siyaset sahnesinde aktif bir rol almak zorundadır. Ancak kitlelerin siyasette seslerini duyurabilmesi, din adamlarının bilinçlendirme görevlerini yapmaları ile mümkün olacaktır. Başka bir deyişle müslüman, doğuştan itibaren devrimci yetişmek zorundadır.

Üçüncü ilke, ümmet boyutudur. İslam ümmetinin birliği esastır. 
Aksi halde devrimin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Dünyanın hangi köşesinde
olursa olsun, müslümanlar dayanışma içinde olmalıdırlar. İslam ümmetçiliği,
tevhid ve cihad boyutlarını bir arada yürütüp ayrılıkları ortadan kaldırmak anlamına gelir.

Dördüncü ilke ise musta'zafın boyutudur. İslam aleminde halk yoksuldur.
Egemen sınıfların baskısı ve sömürüsü altındadır. Politik baskı ve ekonomik sömürü çok boyutludur. O halde ezilenlere karşı özel ilgi gösterilmelidir. 
(Faik Bulut; age, s.481-482)

Humeyni'nin devrim ihraç modelini uygulamaya sokacak bir teşkilatlanmayı
da başlattığı bilinmektedir. Burada açıkça görülen, İran İslam devriminin, bir son değil, İslam alemi için bir başlangıç olarak kabul edildiği ve devrim fikirlerinin tüm müslüman ülkelere ihraç edilme yolundaki gayretlerin aralıksız sürdüğüdür.
Dinin dünya siyasetinde üstlendiği bu devrimci misyon, dine bakışı da tüm dünyada önemli biçimde etkilemiştir.

Din ve devrim sözcüklerini bir başka biçimde de olsa dünyanın gündemine
sokan ikinci ülke ise Cezayir olmuştur.

İslamcı hareket, uzun yıllar bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede, Hıristiyan Batı kültürüne karşı gelişen Arap-İslam kültürüne sahip çıkılması ve kimlik mücadelesi şeklinde başlamıştır. Ancak uzun yıllar boyunca hemen bütün siyasetçiler, aydınlar ve din adamları çifte kültüre sahip olarak yaşamış, hiçbir silahlı ayaklanma görülmemiştir. Zaman içinde İslami söylemi daha çok kullanan bir aydınlar grubunun ortaya çıkması ile islahatcı İslamcılar, 1931'de Müslüman Alimler Cemiyetini kurmuşlardır. Bu ekip, gelenekçi ve kır kökenli İslamcılarla sert mücadelelere girmiştir.

    1954 de Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)'nin kurulmasıyla daha da
güçlenen İslami hareket, cihad kavramında ısrarlı olmaya başlamış ve
nihayet Cezayir Anayasasına Bu ülkenin resmi dini İslamdır. Tüm kanunlar,
kaynağını İslam şeriatından alır. ibaresi konulmuştur. Kültürel devrim
adı altında başlatılan bu dini yapılanma sürecinde camiler, eğitim kurumları
ve vakıflar İslamcıların denetimine girmiş, devletin en üst makamlarında
kadrolaşma faaliyetleri sürdürülmüş ve dini eğitim devletçe teşvik edilmiştir.
Bu dönemde ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal başarısızlıklar da
İslamcı düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur. 1980'lerde üniversite
gençliği ve esnaf arasında çok yaygınlaşan İslamcı düşünce, 1988 de patlama
noktasına gelerek, siyaset sahnesine tüm gücü ile girmiştir.

İslamcı gelişmenin bu döneme kadar geliştirdiği karakter incelendiğinde,
Cezayir bağımsızlık hareketi döneminde İslamcı ulemanın yaptığı iki
hatadan söz edilir. Bunların ilki, siyasi özerkliğini bir dönem FLN'ye kaptırması, ikincisi ise, birinci hatanın sonucu olarak İslami ideoloji ile bağdaşmayan, ulus devlet projesinde FLN'ye destek olmasıdır.

Daha sonraki dönemde ise İslamcılar örgütlenerek, sokak hareketlerini
başlatmışlar ve hareket kitlesel bir özellik kazanmıştır. (Faik Bulut; age, s.32-33)
Halkın yönetime karşı ayaklanması ile tek partili yönetimden çok partili
hayata geçilmiş ve Cezayir Anayasasının 243. Maddesi din ve dil esasına
dayalı herhangi bir partinin kurulmasını yasakladığı halde, 1989 da İslami
Selamet Cephesi (FIS) kurulmuştur.

   Aslında İslamcıların mevcut düzenle ilgili sorgulamaları iki ana noktada toplanmaktaydı. Bunların birincisi, ulus devlet projesine karşı geliştirilen ümmet projesiydi. Bir yandan bağımsızlık hareketi ile Arap milliyetçiliği canlandırılmaya çalışılırken, diğer yandan Arap-İslam sentezi içinde ümmetçilik cereyanları, Cezayir için zorlukların başında geliyordu. İkinci olarak sorgulanan, rejimin Anayasa ile teminata alınan İslamcı yapısı idi. Anayasada devletin resmi dininin İslam olduğu ve yasaların şeriata ters düşmeyecek biçimde yapılması kabul ediliyor, diğer yandan yasama ve yürütme erki, bundan bağımsız yapılanıyordu. 
Bu konuda İslamcılar şunu soruyordu. Yargı erki şeriata uygun olunca, yasama ve
yürütmenin yargıdan bağımsız kılınması nasıl mümkün olabilir? 

Böyle bir düzene şeriat düzeni denilebilir mi? Gerçekten de bu garip bir durumdu.
Bu nedenle devletin güdümünde olan dini, devlet mekanizmasından ayırıp, bağımsız bir İslami hareketin doğuşunu gerçekleştirmek gerekiyordu. Bu amaçla resmi olanların yanında resmi olmayan yüzlerce cami, medrese ve binlerce Kuran kursu açıldı. Okullarda mescid kampanyaları başlatıldı. İslamın tebliğ hükmü uyarınca İslama uymayanları uyarmak, olmazsa zor kullanıp yola getirmek için faaliyetler başaltıldı.

Çok sayıda eğlence yeri basılıp, kapatıldı. Modern giyinen kadınların
örtünmeleri sağlandı. (age, s.34) Erkeklere birden fazla kadınla evlenme hakkı
verildi. Boşanma şeriata uygun biçime getirilerek, mirasta erkeklerin kadınların iki katı pay alacakları hükme bağlandı. FLN iktidarı, giderek daha dini bir kisveye bürünürken, ülkede güçlenen dini muhalefet gruplarını yanına çekmeyi amaçlıyordu. 1989-1991 arasında başbakanlık yapmış olan FLN lideri Mevdut Hamruş, erkeklerin eş ya da eşleri namına oy vermesine izin veren yasayı onaylayarak, belediye toplantılarının camilerde yapılmasına izin vererek (Halide Mesudi; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul, 1996, s.110) siyasi yatırımlarını sürdürüyordu.

İslami fikirler kısa sürede üniversite gençliği arasında yaygınlaştı.

Klasik dini cemaatler, gençlerin katılımı ile gençleştikçe siyasi örgütlere dönüştüler. Cemaatler, camileri sokağa dökerken, kullanılan sloganlar daha çok halkın maddi talepleri ile ilgiliydi. 1984-88 arasındaki pek çok ayaklanma ekmek ayaklanması diye adlandırılan türdendi. Ancak bu ayaklanmalar, ordu tarafından bastırılmış, asker halka kurşun sıkmış ve çok sayıda insan ölmüştür. Tek partili dönemde İslamcıları sosyalist ve komünist muhaliflere karşı kullanmak amacıyla yasaklanan İslami akımların serbestçe örgütlenmelerine izin verilmiş olması, İslamcıların sokağa dökülmelerini kolaylaştırıyordu.

Cezayir'de çok sayıda eylemci silahlı örgüt mevcuttu. FIS'in içinde
ise birbirinden farklı yedi İslami akımın temsilcileri bulunmaktaydı.
FIS, 1991 yerel seçimlerinde ezici bir çoğunlukla seçimleri aldı.
1991 sonunda yapılan genel seçimlerin birinci turuna kayıtlı seçmenlerin
yüzde 24,79'u katıldı. FIS, geçerli oyların yüzde 42'sini alarak birinci turu
kazandı.

FIS sözcüsü, ikinci tur öncesi sürdürülen seçim kampanyasında, kendilerine,
oy vermeyenlerin ülkeyi terk etmeleri yönünde demeçler verdi.
Ancak ikinci tur seçime geçilmeden, 11 Ocak 1992 de ordu bir darbe yaparak
duruma el koydu. (Halide Mesudi; age, s.134) Bin Cedid istifaya zorlandı. Millet
Meclisi dağıtıldı. Seçimlerin ikinci turu iptal edildi. Eski sosyalist lider Muhammed
Budiyaf 25 yıllık sürgünden getirilerek devlet başkanı yapıldı. Ancak 29
Haziran 1992 de Annaba kentinde, televizyon kameraları önünde bir konuşma
yaparken öldürüldü.

Ordunun müdahalesi Cezayir'de sorunları çözemedi. FIS'in 1991 yılındaseçim yasası ile ilgili  iki kanun taslağının meclise sunulmasısırasında başlattığı sivil isyan, ordunun müdahalesinden  sonra da devametti. FIS başkanının İslamcı belediye başkanlarına verdiği gerilimi tırmandırmada talimatları, İslami terörün sürdürülmesinde etkili oldu.

Böylece Cezayirde hala devam eden iç savaş can almayı sürdürüyor.
İran örneğinden farklı olarak Cezayir'de ordu, İslamcılara karşı olan katı tutumunu sürdürmektedir: İslamcıların orduya sızamayacağı yolundaki kesin kanıya karşılık, NewYork Times'in yorumcusuna göre, ordudan firar edip, İslamcı gerillalara katılanların sayısı her geçen gün artmaktadır.(Faik Bulut; age, s. 54) 
Sonuçta Cezayir olayında perde henüz kapanmamıştır.

Ancak her iki ülkede yaşanan İslamcı hareketin temelde benzer motifler
taşıdığı ortadadır. Her iki harekette de ülkenin ekonomik şartlarındaki
istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar etkili olmuştur.

Halkın memnuniyetsizliği, dini ideolojiye çekilmesini kolaylaştırmıştır.
Her iki ülkede de halk hareketini durdurmaya yönelik üslup, acımasız,
sert ve kan dökücüdür. Bu üslup aslında devrim önderlerinin amaçlarına
hizmet eden ve halkı devrimcilerle birleştiren bir sonuca ulaşılmasında
yardımcı olmaktadır.

Her iki ülkede de İslamcıların izlediği yöntem aynıdır. Siyasal İslam
önce din adamları, Ulema aracılığı ile yapılanmaya başlamıştır. Halkın
Siyasal İslama yönelişinde, dini duyguların uyandırılmasında din
adamlarının ve din bilginlerinin büyük rolü olmuştur. Dini ve Allah
inancını mevcut rejime alternatif olarak sunmanın halk üzerindeki etkisi
tartışılmaz biçimde ortadadır.

Yine her iki ülkede de iki kurumun Siyasal İslamcıların etkileri attına
girmesi, hareketin can damarını oluşturmuştur. 

Bunlar eğitim kurumları ve din kurumlandır. Eğitim kurumları içinde din eğitimi veren okullar ve üniversiteler en önemli fonksiyonu görmüşlerdir. Üniversite
gençliğinin Siyasal İslama yönlendirilmesi, siyasal örgütlenmenin hızlanmasında büyük rol oynamıştır. Dini fikirlerin üniversite gençliği arasında yayılması ile dini cemiyetler, siyasal örgütler şekline dönüşerek, siyasi hareketlere önderlik etmeye başlamışlardır. Dini kurumlar içinde camiler, hareketin halka ulaşması ve halkın sokağa dökülmesinde kilit kurumlar olarak görev yapmışlardır. Ancak siyasi cemiyetlerin, cami cemaatlerini harekete geçirmede büyük rol oynadığı da açıktır. Bu alandaki yapılanmayı kısaca formüle etmek gerekirse, cemiyet + cemaat = halk hareketi olarak özetlenebilir. Dini vakıfların faaliyetleri de gerek üniversite gençliğine gerek halka maddi ve bilimsel destek bakımından büyük önem taşımıştır.

Her iki harekette de silahlı eylem gruplarından yararlanılmıştır. 

İran Devrimi, Filistinde eğitim gören militanları kullanırken, Cezayir halk
hareketinde İslam Bekçileri, Cezayirli Afgan Grubu, El Tekfir ve'l Hicra
ve Cezere Akımı gibi örgütlerden yararlanılmıştır.

Her iki ülkede de ordu, büyük önem taşımaktadır. Ordu hareketin karşısında
olduğu sürece devrimlerin başarılı olamayacağı görülmüştür. Nitekim İran
Devrimi ordunun halkla bütünleşmesi ile sonuca ulaşabilmiş, Cezayir'de ise
ordu Siyasal İslam'a geçit vermediği için hareket sonuca ulaşamamıştır.
2 Siyasal İslam ve Demokrasi Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi Türkiye, cumhuriyetten bu yana laik bir müslüman ülke olarak yaşamıştır.

Dinin inanç ve ibadetle sınırlı olarak kabul edildiği ve dinle devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı bu uygulamadan, Siyasal İslama kayışında rol oynayan sebepler üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

Siyasal İslamın yükselişini toplumun tabanından gelen bir baskı olarak
kabul etmek mümkün değildir. Bugün dahi bu hareketin tabanla bütünleşmiş
olduğu iddia edilemez.

Siyasal İslamın yükselişinde Türkiye'de uzun yılların planlı birikimi ile oluşan din eliti'nin büyük bir önemi vardır. Esasen laiklik ve İslam konusunda süregelen tartışmaların da muhatabı bunlardır. Din elitinin özellikle son on yılda ortaya çıkışı, Türkiye'de dinin doğal akışı dışına çıkarak yeniden yükselen bir değer olmasına yol açmıştır.

Hemen tüm toplumlarda sanayileşme sürecinin hız kazanması ile dine olan bağımlılık azalmaktadır. Tarım toplumlarının doğa ile iç içe sürdürdükleri yaşam mücadelesinde, inançtan güç alarak yaşanılan zorluklara göğüs germek yaygın bir davranış biçimidir. Tarım toplumunun örgütlü bir yapıya sahip olmayışı, bireyi yaşamın zorlukları ile tek başına mücadeleye mahkum bırakırken, manevi bir güce sığınma ihtiyacını da artırmaktadır. Yağmuru, bereketi Tanrı'dan beklemek, doğal afetlere karşı O'na yakarmak ve bunları yaparken de dinin emrettiği ibadet kurallarına uymak, yaşam koşullarının doğal bir sonucu ve insan doğasının gereğidir.

Ancak sanayileşme ile birlikte doğaya olan bağımlılık azalmakta, yaşam mücadelesinde başvurulacak merci, göklerden yere inmektedir. Sanayi
toplumunun muhatabı Tanrı değil, insan; bireye iş ve aş sağlayacak olan işveren, doğadan bağımsız olarak çalışmaya imkan sağlayan makinelerdir.
Çalışma yaşamındaki sorunlarının çözümünde ise mesleki örgütler ve devlet yani tamamiyle dünyevi kurumlar söz sahibi olmaktadır.

Bunun sonucunda sanayileşmenin, dinin gücünde bir zayıflamayı da beraberinde getirmesi doğaldır.

Türkiye'de bu sürecin farklı biçimde yaşanmasında rol oynayan üç temel faktör vardır. Bunlar; din elitinin ortaya çıkışı, demokratikleşme sürecindeki yasal düzenlemeler ve tarikatlardır.




DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 1

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 1


Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,

Din Toplumu Neden Etkiliyor?
DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ
Nur Serter

Önsöz

Su, Kaynağından temiz ve arınmış çıkar... İleriye doğru, çağlayarak akar...  Akan suyu, kaynağına döndürmek isterseniz, onu bulandırmış olursunuz. 

Çünkü o, bir başka su kaynağına ulaşmak, onunla birleşmek,büyümek ve yeni niteliklerle bezenmek için çağıldamaktadır. Geçtiği yerlere yaşam götürür, canlılık verir. Ancak hep ileriye doğru akar... Zamanla eş güdümlü...
   Suları bulandırmadan hayat vericiliğini korumak, onların hep yararlı kalmalarına hizmet etmektir. Sular bulanmasın ki, yeni kuşaklar da onlardan yararlanabilsin. Tıpkı inanç sistemleri gibi...

   Din, insanoğlunun en kutsal ihtiyaçlarından biri... Amacı insanlığa yol göster mek... Yani kısacası amacı insan. Tarih boyu nice sınırlar aşmış, nice ülkeler görmüş, nice kültürler arasında akmış, tıpkı berrak bir su gibi. Geçtiği yerleri değiştirmiş... İklimine, bitki örtüsüne, toprağına, geçtiği yerlerdeki doğanın özelliklerine göre farklı çiçekler açmış, farklı meyvalar yetişmiş dallarda... İnsanlar inanmışlar, huzur dolmuş, mutlu olmuşlar...

Zora gelmeden, gönülden inanıp, bağlanmışlar...Asırlar boyu saygı ve sevgi ile onda Yüce Yaratıcılarını bulmuşlar. Ama hep ileriye doğru aktığı için...

Birileri çıkıp da bu güçlü pınarı ilk kaynağına çevirmeye; geri akıtmaya, o ilk kaynağın yanındaki bitki örtüsünü, orada yetişen meyvaları suyun ulaştığı uzak diyarlarda da yetiştirmeye kalkana dek... O zaman su, boşa harcanır olmuş... Dallarda meyva vermeyi bekleyen ağaçlar, açmaya hazır çiçekler kuruyup solmuş...

İslamiyet en güzel meyvalarını Anadolu toprağında vermiş, en nadide
çiçekler bu topraklarda yeşermiş, gönüllere huzur veren, kardeşlik,
birlik türküleri Türk-İslam kültürünün sentezi ile bütünlenerek asırlar
boyu Anadolu'nun dağlarında nağmelenmiştir. Ta ki siyasal islam,
dostluk türkülerini cihad şarkılarıyla susturana dek...

Bu çatışma aslında siyasi bir kavgadır. Laik Müslüman Türkiye'nin din ile değil, siyasi islamla çatışmasıdır yaşanan...Bu, suları geriye akıtanların, siyasal yaşama dinin egemen olmasını bekleyenlerin, yüzyıllık bir geçmişe umursamaz kalıp, siyasi iktidarı din adına kullanmayı isteyenlerin kavgasıdır. Dini insan için değil, insanı din için kulananların cihadıdır. 
Türkiye'nin ekonomik istikrarsızlığından yararlanarak masum ve inançlı kitleleri siyasi ihtiraslarına alet etmek isteyenlerin uğraşıdır.

Çağdaşlığa dur diyen, Türkiye'nin 73 yıllık kazanımlarına sırt çevirenlerin
din adına her yetkiyi kendilerine vehmedenlerin mücadelesidir. Türk insanı elbetki bunun ardındaki karanlık gerçeği görecek, Allah adına hüküm vermekte kendilerini yetkili sananlara, birlik ve kardeşliği dinamitleyenlere gereken cevabı verecektir.

Ancak bu cevap, Türk halkının demokrasi sandığı ile vereceği bir cevap
olmalıdır. Özgürlüğün ve demokrasinin tadını tatmış, çok sesliliğe alışmış bir milletin, anti-demokratik bir din devleti yönünde, bunun bilincinde olarak tercih kullanması beklenemez. Yeter ki aldatılmasın.

Elinizdeki kitap, Türkiye'de Siyasal İslamın yapılanması, amaçları ve
yöntemleri konusunda, kendi kaynaklarından derlenmiş bilgilerle Siyasal İslamcı Hareketin perdeli yüzünü tanıtmayı amaçlamaktadır. Karar elbette okuyana aittir. Ancak kitabın yazılması sırasında özellikle İslamcı yazar ve yayın organlarına atıf yapılmaya özen gösterilmiş, kişisel yorumlar, İslamcı kaynaklardan, kuşkuya yer bırakmayacak bir titizlikle desteklenerek okuyucuya aktarılmıştır. Yararlanılan temel kaynakların büyük kısmı İslami Bilimler konusunda saygı değer yazarların eserleridir.

Bu kitapta amaçlanan, Türkiye'de İslam adına konuşmayı sadece kendi hakkı
olarak kabul eden ve halkı yanlışa yönlendiren sayıca küçük ancak çıkarılan
huzursuzlukların boyutu bakımından büyük bir radikal İslamcı kesimin
görüşlerine dikkati çekmek ve zaman zaman bu kesimin İslamı temsil etmediğini
söyledikleri halde suskunluğu seçerek onlara gizli destek verenlerin siyasal
beklentilerine karşı kamuoyunu uyarmaktır.

Türkiye, Siyasal İslam krizini aşacak kadar güçlü bir ülkedir. Bu kriz,
halkın bilinçlenmesi ile aşıldığında, demokratikleşme süreci önündeki
tüm engeller de kalkmış olacaktır.

1 Din-Toplum-Siyaset

Dinin toplum üzerindeki tartışılmaz etkisini analiz edebilmek için insanın doğası ile ilgili bazı temel ihtiyaçları incelemek gerekir.
Bu temel ihtiyaçlar iki ana gruba ayrılmaktadır.

A. Yaşama İçgüdüsü

İnsan, tüm canlılar gibi temel bir içgüdü olan yaşama içgüdüsü ile dünyaya gelir. Ancak diğer canlılardan farklı olarak akıl ve düşünce yeteneğine sahip olması, bu içgüdüyü şuurla kullanmasına yol açar. Yaşama içgüdüsünün insandaki en belirgin göstergesi ölüme karşı olan korkuları ve bu korkuların hareketlendirdiği direncidir.
O halde insan, dünya yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan ve bu sınırlılığın korkusu ile yaşayan bir varlıktır.

Din, sınırlı dünya yaşamına karşılık, ebedi ve sonsuz bir ruhsal yaşam vaad eden bir öğretidir. Yaşama içgüdüsünün doğal bir sonucu olarak insanoğlu, ebedi bir ruhsal yaşam vaadi karşısında korkularını yenebilmekte ve farklı bir mekan ve biçimde de olsa, sonsuz yaşamı vaad eden dinde teselli bulabilmektedir. Kaldi ki vaad edilen sonsuz yaşam modeli, madde dünyasının şartları ile de kısıtlanmış değildir. Dünya yaşamındaki tüm maddi ve manevi tatminsizliklere karşın, ebedi yaşam iyi kullara sadece ruh huzurunu değil, her türlü ihtiyacını kolayca elde edebileceği, hatta hiç çalışmadan elde edebileceği bir bolluk ortamını da vaad etmektedir.

Dünyada yoksul ya da sağlıksız bir yaşam süren bireyin, öbür dünyada hep
özlemini çektiği bolluğa, huzura kavuşma şansına ve umuduna sahip olması,
insanı hiç de küçümsenmeyecek ölçüde etkileyen bir yaklaşımdır.

Bir diğer önemli konu ise, insanın doğa yasaları karşısındaki çaresizliği ve sınırlı korunma kapasitesi ile ilgilidir. Bilim ve teknikte kaydedilen gelişmeler, insanın ortalama yaşam süresini uzatmış, daha sağlıklı yaşama imkanlarını geliştirmiş, insanı çeşitli doğal tehlikelere karşı önemli ölçüde korumaya almıştır. Ancak yaşama içgüdüsü ile dünyaya gelen insanın asla karşı koyamayacağı doğa yasalarının önünü almak mümkün olamamıştır. İnsan doğar, yaşlanır ve ölür. Yaşlanmayı geciktirmek bilimle bir ölçüde sağlanabilse de tümüyle engellemek mümkün değildir. Bazı hastalıkların tedavileri bulunmuş olsa da, yeni
hastalıklarla kitleler acı çekmekte ve ölmektedir. Doğal afetleri önceden
belirleyebilmek mümkün olmadığı için, fazla bir önlem alınamamaktadır.
Bütün bunlar, insanı kendi gücü dışında koruyucu bir güce yöneltmektedir.
İnsanın yaşama içgüdüsünün sonucu olan korunma ve sığınma isteği ise dinin
aracılığı ile Tanrı'dır. Çünkü din, Tanrının insandan istediklerini insana
ileten bir aracı kurum olduğu iddiası ile ortaya çıkmış ve kendisine
inananlara Tanrı'nın koruyuculuğunu vaad ederek, insanın en büyük ihtiyacına
cevap vermiştir.

İnsanoğlunun bir diğer zayıf yönü ise, bilgisinin zaman ve mekanla sınırlı
oluşudur. Bilimdeki gelişmeler günümüzde bilgi ufkunun gelişimine büyük
katkıda bulunmuştur. Ancak bilimin buldukları, bilinecek olanın sonsuzluğunu 
daha da açık biçimde ortaya koymaktadır. Dinler ise, insanlığın ulaşabildiği zaman ve mekan ötesi konularla ilgili aktarımlarda bulunmaktadırlar. Özellikle melekler, cinler, şeytan, varoluş gibi konular, tamamen inanç ile kabul edilmesi mümkün olan aktarımlardır. İnsan için bilgi, zamanla sınırlıdır. Oysa dinler, gelecekle ilgili konularda da bilgi vererek, insanın en büyük zaafı olan geleceği öğrenme arzusuna hitap etmektedirler. Böylece insan herşeyi bilen, geçmişin, geleceğin mutlak hakimi olan Tanrı'nın sözleri olarak kabul ettiği dine bağlanmaktadır.
Din, bireyin kimlik kazanması açısından da önemlidir. Bir inanç grubunun
ferdi olmak ve bu uğurda mücadeleye girmek, prestij ve üstünlük
kazandırıcı bir ayrıcalıktır. 

Özellikle kutsal kitaplarda inananların ölüm sonrası ruhsal yaşamda cennet vaad edilenlerden olması, onları diğer insanlara karşı üstün ve seçilmiş konumuna sokmaktadır. Çeşitli maddi ve manevi tatminsizlikler içinde yaşayan insan, dine inanarak ayrıcalıklı bir statü ve dinsel bir kimlik kazanırken, hem ruhsal doyuma, hem de güce ulaşmaktadır.

B. İktidar Güdüsü

Böylece herşeyi gören ve bilen, tüm varlık aleminin yaratıcısı olan, koruyan, esirgeyen Tanrı'nın emir ve buyruklarını insana ilettiği kabul edilen din, hem dünyadaki hem de dünya dışındaki yaşamı belirlemede temel etken olmaktadır. 

Bu kabulün doğal sonucu ise, dinin buyruklarına ve Tanrı'nın elçisine kayıtsız şartsız tabi olmaktır.

Dinlerin amacı homojen inanç toplulukları yaratmak ve dine inananların sayısını artırmaktır. Dolayısıyla tüm dinler yayılmacı bir yol izlemişlerdir. Yayılmacılık ise diğer inanç grupları ile çatışmayı kaçınılmaz kılmıştır.

Yayılmacılık, beraberinde siyasal ve ekonomik gücü de getirmiştir.

Yeni fethedilen topraklarla birlikte, iktidar gücünü belirleyen iki ana unsur olan servet ve insan sayısı artmıştır. Böylece dinler, kendilerine inanan topluluklara ekonomik ve siyasal güç vaadeden öğretiler olmuşlardır.

Zaman içinde inanç mücadeleleri iktidardan pay alma savaşına dönüşmüş ve bu pay, dini toplumun tüm üyelerinin iktidar olma güdüsünü tatminde önemli
rol oynamıştır.


***




17 Şubat 2020 Pazartesi

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi _ 2

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi  _ 2



Sadi SOMUNCUOĞLU


15 Eylül 2007

Sipariş üzerine hazırlanan ‘sivil’ Anayasa taslağı, nihayet yer üstüne çıkarıldı ve  “sırlar kapısı” biraz aralandı.Taslağın en önemli iki maddesinden biri olan eğitim ve öğrenim dili meselesini geçen yazıda ele almıştık.

İkinci önemli düzenleme olan din eğitim ve öğretimiyle devam edelim. Mevcut Anayasamızın 24’üncü maddesinde din eğitim ve öğretimi şöyle düzenleniyor:
“Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak,  kişilerin isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır.  Görüldüğü gibi, din eğitim ve öğretimi, “zorunlu olan din kültürü ve ahlak öğretimi” ile “isteğe bağlı doğrudan din eğitim-öğretimi” olarak ikiye ayrılmış. Bu konuda “Sivil” Anayasa taslağında iki teklif var. İlki aynen mevcut Anayasa’daki gibi. İkincisi ise,  “Devlet, eğitim ve öğretim alanındaki görevlerini yerine getirirken, eğitim ve öğretimin ana ve babanın dinî ve felsefî inançlarına göre yapılmasını isteme hakkına riayet eder. Din eğitim ve öğretimi, kişinin kendisinin, küçüklerin ise kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır. Devlet bu taleplerin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür” şeklinde. Komisyonun tercihi ikinciden yana. Gerekçesi de şöyle; “...zorunluluğu ortadan kaldırması, diğer yandan da sadece bu eğitimden yararlanmak isteyenlerin talepte bulunmalarını gerektirmesi sebebiyle hem lâik düşünceyle, hem de hürriyetçi bir zihniyetle bağdaşmaktadır.” Komisyon Başkan Özbudun daha açık konuşuyor ve “Zorunlu din dersleri, laik devletle bağdaşmaz” diyor. 

Batı cephesi

Acaba “yararlandık” dedikleri AB ülkelerinde de din eğitim ve öğretimine böyle mi bakılıyor? Bu konuda kapsamlı bir araştırma yapan Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın’ın şu tespitlerine ne dersiniz?

Avusturya: İlk ve orta dereceli okullarda din dersleri zorunlu dersler arasında. Ancak, veli isterse çocuğunu bu dersten alabiliyor.
Belçika: Resmi okullarda, ilk ve ortaöğretim boyunca haftada en az 2 saat Din veya Ahlâk derslerinden birisinin seçilip, okunması zorunlu. Ana okulu, ilk ve ortaöğretimde ayrıca din dersi gibi animasyon dersleri var.
Danimarka: 1953 tarihli Anayasa’ya göre, Evangelik Luteryen dini, resmî din ve devlet tarafından destekleniyor. Din dersi, ilköğretim okullarının 1-9. sınıflarında Hıristiyanlık, 10. sınıfta ve liselerde Din Bilgisi adı altında okutuluyor. Dersin programını da Eğitim Bakanlığı yapıyor.
Fransa: Özel okullarda din eğitimi veriliyor. İlkokul öğrencilerinin yaklaşık yüzde 40-45’i Katolik din eğitimi alıyor. Kilise okullarına devlet yardım ediyor.
Hollanda: Özel okullarda din dersleri haftada 2 saat ve zorunlu. Devlet okullarında ise din dersleri seçmeli.
İngiltere: Anglikan Kilisesi resmi özelliğe sahip. Devlet başkanı, yani Kral aynı zamanda bu kilisesinin başkanı. Din dersleri, ilk ve orta dereceli devlet okullarında zorunlu dersler arasında. Okullarda güne toplu dua ile başlamak yasa emir. Ancak, veliler çocuklarının muaf tutulmasını isteyebiliyor.
Yunanistan: Ortodoks mezhebi ağırlıklı din eğitimi, anaokullarından başlıyor. Din bilgisi dersleri, ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu dersler arasında. İlkokul 1-2. sınıflarda haftada 1 saat ve lise sona kadar haftada 2 saat olan din dersleri Ortodoks mezhebi ağırlıklı.
Almanya: Anayasa’ya göre, din dersi, kamu okullarında okutulan düzenli derslerden ve sınıf geçmeyi etkiliyor. Devlet, ilgili personel vb. giderleri karşılıyor. Öğrenci velileri ve öğrenciler, din dersine katılıp katılmama konusunda serbest.  Görüldüğü gibi Batı’da laik devletle, din eğitim ve öğretimi çatışmıyor, ama uygulamalar farklı.   Unutulmaması gereken en önemli husus da şu; Kilise; banka, şirket, sendika, okul gibi kuruluşları olan bir kurum. Yani bir tür devlet. Camii ise kurum değil, sadece ibadet yeri. Onun için bizde, devlet yapmazsa, din eğitim ve öğretimi boşlukta kalacaktır ki, bunun tehlikeleri sayılmayacak kadar çoktur.
Anlaşılan “Sivil Anayasacı” hocalar ya derslerine yine iyi çalışmamışlar ya da niyetler başka!..


Kaynak Yeniçağ:

 Sivil Anayasada il ve din eğitimi-II - Sadi SOMUNCUOĞLU


***

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi _ 1


Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi  _ 1

Sadi SOMUNCUOĞLU


12 Eylül 2007

Taslağı gizli “sivil anayasa” üzerindeki tartışmalar sürüyor. Haberlere göre, egemenlik, Atatürk ilkeleri, vatandaşlık, laiklik, dil ve din eğitimi, cumhurbaşkanının yetkileri, YÖK, MGK gibi devletin kimliğiyle ilgili temel konularda düzenlemeler yapılmış.

Elbette tamamı açıklandığında, enine boyuna değerlendirilmesi gerekecek, ama şimdilik değiştirileceği söylenen, “Dil” ve “Din” eğitimi üzerinde duralım.
Anayasamızın 42/9. maddesi, “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dil eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır” şeklinde.

Taslakta şöyle deniliyormuş: “Eğitim ve öğretim dili Türkçedir. Türkçeden başka dillerde eğitim ve öğretim yapılması ile ilgili esaslar, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olarak kanunla düzenlenir.”
Bunun anlamı, devletin “çok dilli” olmasıdır. Zaten AB ve PKK’nın ilk şartı da buydu. Dil, kimliğin ayrılmaz parçası sayıldığına göre, ardından sıradaki etnik kimliklerin kabulü gelecek demektir. Neticede tek millete dayalı üniter/milli T.C. Devleti, Irak’taki gibi çok kimlikli/ortaklı devlete dönüştürülmüş olacak.
Söz konusu düzenleme ile aslında Anayasa’nın 3. maddesinin, “değiştirilmez, değiştirilmesi teklif edilemez” dediği, “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir...” temel esası da değiştirilmiş oluyor. Zira hem millet, hem dil parçalanıyor.

Bazı uzmanlar, Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerine dokunmanın, “direnme hakkı” doğuracağını söylüyor. Bu da, yapılmak istenen işin ne kadar vahim olduğunu gösteriyor.
Milletin birliğini temsil eden Devlet dili, 1876, 1921, 1924, 1961 anayasalarında da Türkçe’dir. Osmanlı’nın çöküş dönemindeki 1876 anayasasının 18. maddesinde dahi,”... hidematı Devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır” deniliyordu.
Dil birliği hayati önemde olduğu içindir ki, tüm anayasalarda yer almış ve devletin temellerinden sayılmıştır.

Batı hukuku ne diyor?

Tasarının mimarı Özbudun, değişikliklerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kurallarını dikkate aldıklarını söylüyor. Gerçekten böyle mi, bakalım:

AİHS’nin hiçbir maddesinde dil hürriyetinden bahsedilmediği gibi, dil hürriyeti teminat altına alınmamaktadır. 10. madde, azınlık dillerini himaye etmediği için bu dillerde yayın, eğitim ve öğretim yapılma mecburiyeti de öngörülmemektedir. Bu husus, Belçika’ya ait (15.7.1965 tarih-233/64 sayılı) ve (17.5.1985 tarih ve 10650/83 DR42 sayılı) karar ile Hollanda’ya ait (12.1.1985 tarih ve 111000/84 DR45 sayılı) kararda, “dil hürriyetinin sözleşmenin kapsamı dışında kaldığı, ayrıca sözleşmenin 10. maddesindeki düşünceyi açıklama hürriyetinin, dil hürriyetini içerir şekilde yorumlanamayacağı” şeklinde açıkça belirtilmiştir.
Yine Hollanda’da, Frisian dilinin idari ve siyasi amaçlarla kullanımının yasaklanması sebebiyle açılan davada, “AİHS’nin 9. ve 10. maddeleri, özel olarak ’dil hürriyetini’garanti etmez. Özellikle de idari konularda isteyenin istediği dili kullanma hürriyetini garanti altına almaz” denilerek, bir dilin “siyasi-kamusal-resmi” kullanımıyla, “özel-kültürel-günlük” kullanımları arasında açık bir ayırım yapılmıştır.
Kaldı ki Batı hukukundan verilen bu örnekler “resmi azınlıklar” içindir. Çoğunluk hukukuna mensup kişiler için, zaten böylesine sorunlar düşünülemez. Nitekim batıda, Fransa ve İsviçre başta, eğitim ve öğretim sadece devletin diliyle yapılmaktadır.
Görüldüğü gibi, “AB hukuku” nun dikkate alındığı iddiaları da doğru değil, aksine AB’ye aykırı düzenlemeler söz konusu.
Yapılmak istenen, sadece ve sadece, emperyalistlerle, PKK şartlarının anayasamıza sokulup, üniter/milli devletimizin “dönüştürülmesi” dir.
Okuyucularımın Ramazan ayını kutlar, Allah’tan hayırlı olmasını dilerim.


Kaynak Yeniçağ:
 Sivil Anayasada dil-din eğitimi - Sadi SOMUNCUOĞLU


***