İncil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İncil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2020 Pazar

Galaktika (Gök Halkı).. BÖLÜM 4

Galaktika (Gök Halkı).. BÖLÜM 4


Galaktika, Gök Halkı,  Prof.Dr.Sait Yılmaz,Mısır,Hermes,Hz İbrahim,Tevrat,Sümerler, İncil, Adem, Havva,Mitoloji, efsaneler, dinler,

Kozmik sırlar.. 

Kozmik miras, yaklaşık M.Ö. 11.000’de Mısır ve Sümer kültürleri vasıtasıyla 
Atlantis’in çöküşünden gelen çok boyutlu anılarla ilgilidir 30. Grek ve Roma dünyalarında Mısırlıların ilk formel dinsel kültü örgütleyen kişiler olduğu inancı yaygındır. Dünya üzerindeki tüm dinler Tufan Öncesi Atlantis ve Mu Kültürleri’nden kaynaklanmıştır. Ortak özelliği, köken olarak “Sirius Kültürü”ne bağlı olmalarıdır 31. Bu bilgi bir zamanlar sadece inisiyatik mabetlerde eğitilen rahiplere aktarılırdı. Daha sonra insanlığın aşamalı aşağıya inişi süresince ve özellikle de son 2000 yıldır geniş halk kitlelerinden tamamıyla gizli tutulmuş bir bilgidir. 
“Sirius” bir yıldız ismi olmakla birlikte, galaktik varlıkların bulunduğu kozmik yönetici bir mekanizmanın burada olduğu düşünülmektedir. Siriyusyen kökenli bilgiler insanlara uygun semboller kullanılarak habercilik vazifesi görecek bir varlıkla, zamanı geldiğinde aktarılmıştır 32. Yaklaşık M.Ö. 11.000’de Büyük Piramidin inşa edilmesinden 200 yıl sonra, Lemurya ve Atlantis’ten gelen ölümsüzler bu bilgiyi getirdiler. Tanrı Thoth, gizli bilgilere sahipti ve bu bilgileri Atlantis’ten getirmişti. Kaos ile birlikte Anunnaki kısmen açık olan Galaktik portalı kapattı. İnsanlığın beş adet yüksek dünyasal ışını geri çekildi ve insan hayatı 
savaşa ve kaosa düştü. 

Birçok gelenek, hatta Maya efsanesi Quetzacoatal ile Thoth (Enoş), şimdiki zaman 
döngüsünün sonu olan, “Zamanın Sonunda” bu bilginin geri döneceğini söyler. Mısır’daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki olağanüstü keşifler sadece ileri bir teknolojiyi değil, bizim şimdiki durumumuzun ötesine tekamülsel yolu tanımlar. Yeniçağ düşünürleri, bu medeniyetlere ait eski bilgileri açtıkları yeni bir pencereden bize anlatmakta ve bir evrimin başlangıcı olarak değerlendirmektedir ler. Bu anlatıma göre; milattan takriben 60.000 yıl öncesine uzanan Mu ve Atlantis medeniyetlerinin galaktik insanları var33. Yarı beden, yarı ruh olan bu varlıkların o günün dünyasında inanılmazları nasıl başardıklarını ezoterik kitaplardan 
öğreniyoruz. Bu kitaplarda, iki bedenden oluşan bu insanların zaman zaman, fiziksel bedenlerinden çıktıklarını ve ruhsal beden olarak hareket ettikleri yazılıyor. 

Galaktik varlıklar ile atalarımız aynı idi ama ortak DNA’nın bir parçası insan ırkını 
geliştirdiler. Ölümden sonra yükseldiğimizde galaktik insanlar (fiziksel melekler) olarak, galaksimizdeki, evrenimizdeki ve ötesindeki bütün sezgisel yaşam formları ile etkileşim halinde bulunabileceğiz. İlk olarak, 12 sarmallı RNA/DNA sistemi, bedenimizin 2-sarmallı sisteminin yerine yerleştirilmiş olacak. Bedenimizin 7 çakralı sistemini, 13 çakralı sisteme yükseltmiş olacağız. Ayrıca beynimizin yüzde 10’unun veya 20’sinin yerine 100’ünü bilinçli olarak kullanacağız. Tam bilinçlilik halimiz geri dönecek 34. Bu, neden burada olduğumuzun, gelecekte ne yapacağımızın ve geçmiş yaşamlarımızın ne olduğunun farkındalığıdır. 
Parmaklarımızın ucunda ya da daha doğrusu beyin reseptorlerimizde (uyarıcı) evrensel bilgiye ve süper-insan gücüne/kabiliyetine sahip olacağız. 
Yaşamın ilk amacı, herhangi bir dünyanın (gezegenin) var olabilmesi için gerekli özel enerjileri tezahür ettirmektir. İkinci amaç ise belirli yaşam-formları olan çeşitli enerjileri canlandıracak ve bilinçte sürekli bir gelişme meydana getirmelerini sağlayacak şekilde davranmaktır 35. Her birimiz bir ışık, sevgi ve bilinç koruyucusu ve bu büyük koruyuculuk üçgeninin bir parçasıyız. Gezegeniniz şu anda yeni bir Altın Çağ’ın eşiğinde bulunuyor. Bu çağ, Dünya insanlarını ihya edecek ve gerçek yuvalarına buyur edecektir. 
Birçok yaşam evvel kaybettiğimiz dünya dışı güçlerimizi yeniden kazanacağız. Bazı insanlar geldikleri yıldız sistemlerine yeniden ziyarette bulunabilecek ya da geri dönebilecek. 
Bazıları Mars, Venüs ve asteroit kuşaktan tekrar oluşturulacak olan Maldek’te yeniden yerleşimin sağlanmasına yardım edecek 36. Ancak, çoğunluk Altın Çağ’ın yaratılmasına yardım etmek için dünyada kalacak 37. Olağanüstü (yüzeyde görünüyorlarmış gibi) kristal şehirlerde yaşayacağız. Yüksek boyuttaki varlıkların diğer gezegenlerde yaşadıkları şehirler gibi. Yakında onlarla tanışacağız 38. 

Tanrı ve Galaktika (Gizli Öğreti).. 

 İnsanlık üçüncü kök-ırkına ulaşmıştır; bu, insan yaşamının başlangıcını sembolize eder. 
Dördüncü Atlantis Irkı’ndan önce gelen insan, fiziksel olarak dev bir maymun gibi gözükse de yine de düşünen ve konuşan bir insandı. “Lemuryan Atlantisliler” çok yüksek seviyede bir ırktı 39. Madde ile ruh arasında uygun bir dengeye ulaşmış Zekalar, bizim şimdi olduğumuz gibi Dördüncü Devrin Dördüncü Kök Irkı’nın ortasından bu yana gelenlerdir. Her varlık kendisi için, kişisel tecrübe yoluyla ilahi varlık olma peşindedir. Nefes bir taşa dönüştü; taş bir bitkiye; bitki bir hayvana; hayvan bir insana; insan bir ruha; ve ruh, bir tanrıya. 

Akıldan doğanlar, gözcüler, mimarlar, yaratıcılar, hepsi hangi formda olursa olsun, diğer dünyalarda insandılar 40. 

Göksel varlıkların her biri, mevcutta değilse de bir geçmişte ya bir insandı ya da gelecek bir döngüde insan olmaya hazırlanmaktadır. 
Kozmik tarih, iki daha yüksek grubun, diğer adlarıyla Gözcüler ya da Mimarlar’ın, çoğu ve çeşitli ırkları, ilahi krallar ve liderler ile donattığını söyler. İnsanlığa sanatlarını ve bilimlerini öğreten ikincisidir, önceki ise alt Krallıklardaki araçların dan yeni kurtulup enkarne olmuş (bu yüzden de kendi ilahi orijinlerin hep biriktirdiklerini kaybetmiş)- Monadlara ilam veren, yüksek dünyaların büyük ilahi ruhlarıdır. Gözcüler, dünyaya indiler ve -kendileri olan- insanlar üzerinde hüküm sürdüler 41. Hüküm süren krallar, önceki Devir’lerde, Yeryüzü ve diğer dünyalar daki döngülerini bitirmişlerdir. Gelecek manvantara’da (gelecek bir döngüde) bizim gezegenimizden daha yüksek sistemlere doğmuş olacaklardır; onlar bizin insanlığımızın Seçilmişleri, geleceğin Öncüleridir. 

Resim 7: Cédkhonsuiefankh Cenaze Papirüsü (Kahire Müzesi) 
 
https://beyinsizler.net/wp-content/uploads/2017/09/The-Aliens-Built-The-Pyramids-768x486.jpg 

Yaşadığımız dünya, Yedi dönemli doğada, yedili evrim döngüleri içinde ilerler; 
Spiritüel ya da İlahi; psişik ya da yarı-ilahi; entelektüel, tutkusal, içgüdüsel ya da bilişsel; yarıcismani ve tamamıyla maddesel veya fiziksel doğar. Bütün bunlar evrimleşir ve döngüsel olarak ilerler, birinden diğerine geçerek, merkezden uzaklaşan ve merkeze yaklaşan ikili bir yolda, biri en yüksek özlerinde, yedisi diğer suretlerinde. En düşüğü, elbette, bizim fiziksel duyumuza bağlı olan ve hizmet edendir. Buraya kadar, ayrı ayrı, insan, hayvan ve bitki hayatı için, her 
biri, daha yüksek makrokosmosunun mikrokosmosudur. Aynı durum, periyodik olarak tezahür eden sayısız hayatların, Tek Hayat’ın kendini ifade edişlerinin kolektif gelişim amaçları sebebiyle Evren için de geçerlidir; sonsuz Evren’deki her kozmik atom, şekilsiz ve dokunulmaz olandan, yarı-dünyevi olanın karışmış doğaları yoluyla, aşağı tam nesildeki maddeye geçer, sonra, her yeni periyotta, son amacın daha yakınına doğru yükselerek tekrar geri döner, 
nihayetinde tek BÜTÜN olduğu o plana ulaşabilir 42. 

 Galaktika’da Yaratılış 

İnsanlık bir deneydir. Yaradılış içinde yer alan her şey gibi insanlık da tasarlanmış tır. İlk Yaratıcı, evrene kendi uzantısı olan yaşam enerjileri ve özleri getirdi, kendi uzantılarına, sahip olduğu armağanları bağışladı. Yeteneklerini isteyerek ve özgürce verdi. Ancak, birçok başka evren ve evren tasarımları var. İlk Yaratıcının “yaratıcı tanrılar” olarak adlandıracağımız uzantıları, kendi hiyerarşilerini yarattılar. Ortaya çıkan her hiyerarşi, varlığına kendi özünü bağışlayacağı ve bu evrenin gelişimine yardımcı olacak başka bir düzen yarattı. 
Sonunda bu galaktik sistemlerin birinde Dünya’yı tasarlayan bir plan oluştu 43. 
 
Yaratıcı-tanrılardan bazıları usta genetikçilerdi. Yarattıkları düzen içinde yaşam 
yaratmak üzere molekülleri -kimliğin, frekans ve elektrik yükünün şifrelendiği molekülleri birbirine bağlayabiliyorlardı. Duyarlı birçok uygarlık, bu gezegende temsil edilmek için DNA’larını verdiler. Genetik ustaları da DNA çeşitleriyle oynayarak kimi insan, kimi hayvan olan çeşitli türler tasarladı. Dünya üzerinde belki beş yüz bin yıl önce çok ileri uygarlıklar geliştiren insan türleri bulunuyordu. Onların yanında Lemurya ya da Atlantis olarak adlandırdığınız uygarlıklar bile çağdaş sayılır. 

Üç yüz bin yıl önce gelen yeni sahipler, İncil, Babil ve Sümer tabletleri gibi metinlerde sözü edilen olağanüstü varlıklardı. Dünya’ya geldiler, yerli insan türünü yeniden düzenlediler. 

Beslenmek ve güçlerini sürdürmek üzere DNA’nızı ancak sınırlı bir dalga boyunca belli frekansları yaymaya elverişli olacak şekilde değiştirdiler. Bir dizi duyarlı uygarlığın vermiş olduğu oniki DNA iplikçiğine sahip ilk insanlar, olağanüstü varlıklardı. Yeni sahipler, farklı - iki iplikçikli, çift sarmallı- DNA ile yeni insan çeşitleri yarattılar. İnsan türünün özgün DNA’sını alıp çözdüler. Özgün DNA kalıbı insan hücrelerinde kaldı ama işlevini yitirmişti artık, aslından ayrılmış, koparılmıştı. 

 İnsan kılığına girmişsiniz ve bir sürece gerçekleşme izni veriyorsunuz. Şifrelenmiş durumdasınız. Frekans olarak kimliğiniz, elektronik titreşimler yayan bedensel, zihinsel, duygusal ve ruhsal bedenlerinizin toplamıdır. Kendi frekansınızı yaşadıkça, herkesi, gittiğiniz her yeri etkilersiniz. Şu anda yaptığınız da bu. İnsan türünü etkileyen frekansı değiştirme planı, DNA ve ışığın şifrelendiği iplikçiklerin yeniden düzenlenmesini gerektirir. Onuncu, on birinci ve on ikinci çakralarınız kendiliğinden açılmaya başladığında yaşamlarınızda pek çok gezegen dışı enerji belirecek. Bu enerjiler, aranızda yüksek frekansları yakalayabilenler arttıkça gezegen üzerinde etkisini gösterecek. Onuncu çakra güneş sistemiyle, on birinci galaksi, on ikinci ise evrende bir yerle bağlantılıdır. Bu frekansları aldıkça dünyanın büyük kısmını şoke edecek kadar şaşırtıcı bilgiyi gezegene getireceksiniz. 

Özetle, Dünya üzerindeki insanlık, hayatı deneyimlerimiz bakımından evrimsel bir 
değişim işleminden geçiyor. Galaksimizdeki ve evrenimizdeki diğer birçok yıldız 
sistemlerindeki, hatta diğer evrenlerdeki medeniyetlerle etkileşim içinde olacak galaktik bir medeniyet haline gelmekteyiz. Bu, korkuya ve rekabete dayalı bir toplumdan, sevgiye, barışa ve uyuma dayalı bir topluma dönüşmek bizim gerçek kaderimiz. Biz gerçekten insan olmayı deneyimleyen ruhsal varlıklarız. Diğer dünyalarda, boyutlarda ve realitelerde var olan biz olan başka formlarımız bulunmaktadır. Aslında, büyük bir amnezi (hafıza kaybı) problemi olan 
fiziksel melekleriz 44. Yükseliş sayesinde, hepimizin birbirimize bağlı olduğumuzu, evrendeki diğer bütün yaşam formlar ile BİR olduğumuzun farkına varırız. Her şey bir Yaratıcıdan gelmektedir. Bu hiyerarşi sevgiyle çalışır, sizin gerçek kimliğinizi korur ve bilincin evrimsel sıçramaya hazır olduğunu anlamak için gezegene ayarlanan zaman mekanizmalarından bakabilme yeteneğine sahiptir. 

Sonuç;

Galaktik Dünyaya Yolculuk.. 

 Dünya kendisini dönüştürüyor ve pek çok dünyayı bütün bu dünyaların varoluşunu sağlayabilecek kadar iyi temellenmiş tek bir dünyada birleştirmeyi ve deneyimi anlaşılır kılmayı istiyor. Devam eden bir toplanma var, seçilmişlerin toplanması. “Seçilmiş” olanlar, yücelişi anlayanlar ve içindeki kozmik bilgiye ulaşanlardır. Tek başına seçilmiş olmak, sizin doğrudan saflardan öne çıkıp yapılması gereken görevi yerine getirmeniz anlamına gelmez. Sizi başkası değil, kendiniz seçiyorsunuz. Şimdi, harekete geçme zamanıdır. Dünya bir boyutsal 
çarpışmaya doğru ilerliyor. Bu seksen yılın içinde birçok boyut ya da olasılık kesişecek. Bu gerçekliklerden kimi, herkesin bilincin başka bir paradigmaya tekmelenmesi için gereksindiği şok düzeyine bağlı olarak şok yaratacak. Dünya yalnızca ulusal düzeyde olmayan birçok şokla yüz yüze. 
 Tanrının uzantıları olan varlıklar, insanoğlunun düşüncesini kendi ihtiyaçlarına göre yeniden işledi. İnsanın içindeki bilgi frekansını kesintiye uğrattı, DNA’sını değiştirdi ve bilgisizlik içinde bırakılmanız için çifte sarmalı verdi. Erişim frekansınız kapatıldı. Bilinciniz tarihinize açıldıkça eski gözlerinizi açmayı öğreneceksiniz. Kendini çok eski zamanlarda bu gezegende ifade eden muhteşem bir özünüz vardı ve şu anda algıladığınızdan çok daha fazlası devam etmektedir. İçinizdeki eski gözleri açtığınızda kişisel tarihinizin bütünüyle ilişki kurabilecek hale gelmekle kalmayacak, gezegenin, galaksinin ve evrenin tarihi ile de ilişkinizi 
kurabileceksiniz. Halen bulunduğunuz dört boyutlu yaşamdan daha fazlasına ve belki onbirinci boyuta çıkacak, işte o zaman gerçekten, tanrılarınızın kimler olduğunu ortaya çıkaracaksınız. 

Yaratıcı kozmik ışınlardan gelen frekansları almayı öğrendikçe tanrılarla karşılaşmaya hazır hale geleceksiniz. 

Ancak, sıçramayı herkes gerçekleştirmeyecek çünkü herkes uyum içinde çalışmak isteyen frekansta titreşmiyor. 
 Şu anda yaşanan kaos sadece hızlanan değişimin bir parçası. Görünmeyen (daha çok ruhsal âlemler ya da Cennet olarak kabul edilen) olduğu kadar, çoğu insanın bir tek onun var olduğuna inandığı görünen bir evrende yaşıyoruz. Hakikat bizden saklandı, böylece en sonunda kim olduğumuzu hatırlayacak, keşfedecektik. 

Hakikat, uzaydaki ve ruhsal âlemdeki diğer kardeşlerine yakından bağlı, evrensel bilginin ve zekânın ölümsüz varlıkları olmamızdır. 

Aslında şu andaki dünyamızın birer parçası olanların hepsi gerçekten bir illüzyon. Koca bir hologramın içinde yaşıyoruz. Evrenimiz yaşam ile çeşitli tekâmül seviyelerinde birlikte çalışmakta. Bizler çok ya da az alt seviyedeyiz fakat “yukarı”ya doğru çok büyük bir ilerleme gerçekleştireceğiz. 

Kozmik inisiyasyonlarınız vasıtasıyla, Ölümsüzlük genlerinizi hayata geçirme yeteneğine sahipsiniz. Şu an dünyada yapmamız gereken Tanrı’yı daha çok hissetmek için dinlerin yaptığı gibi “korku” değil, “sevgi” frekansını harekete geçirmek, daha çok sevmek. 

Ölmeden önce yukarıda buluşmak için mümkün olduğu kadar çok seven 
biriktirmek. 

Neler olacak? 
Ne kadar zamanınız kaldı? 
Bunu da başka bir makaleye bırakalım.. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

30 Sheldon Nidle, Galactic Federation, Sananda, 
https://sananda.website/the-galactic-federation-via-sheldan-nidle-october-2nd-2018/: Anrita Melchizedek, Elders, Sananda, https://sananda.website/the-elders-via-anrita-melchizedek-november-11th/ 
31 Sirius Temple of Ascension, Our Extraterrestrial Connections, http://siriusascension.com/extraterrestrials.htm 
32 Yani vahyin belli bir bölümü çok önceden hazırlanarak tespit edilen Siriusyen bilgilere dayanır. Bu aktarımda 
postacılık yapan varlık Kur’an-ı Kerim’de Cebrail olarak isimlendirilmiştir. 
33 Hürriyet, Yarı Beden, Yarı Ruh Olan Galaktik İnsanlar, Discover Magazine Vol. 25. (Kasım 2004). 
34 Sandra Ingerman, Hank Wesselman, Awakening to the Spirit World: The Shamanic Path of Direct Revelation, 
Sounds True, (2010), 71. 
35 Christine Day, Pleiadian Initiations of Light: A Guide to Energetically Awaken You to the Pleiadian Prophecies 
for Healing and Resurrection, New Page Books, (2010). 
36 Nigel Henbest, Heather Couper, The Guide to Galaxy, Cambridge University Press, (1994), 11. 
37 Danielle Rama Hoffman, The Council of Light, Bear & Company, (2013). 
38 Alfred Lambremont Webre, Exopolitics: Politics, Government, and Law in the Universe, Universe Books, (2012), 53. 
39 Helena P.Blatavsky, The Secret Doctrine, The Synthesis of Science, Religion, and Philosophy, Theosophical Univ Pr, (1999), 113. 
40 Blatavsky, ibid, (1999),129. 
41 Paul Wagner, Am I a Starseed? Starseed Types and Characteristics Revealed, Gaia, (Nov 18, 2019). 
https://www.gaia.com/article/am-i-a-starseed-types-characteristics 
42 Blatavsky, ibid, (1999), 289-290. 
43 Barbara Marciniak, Bringers of the Dawn: Teachings from the Pleiadians, Bear & Company, (1992), 42 
44 Carl Johan Calleman, The Nine Waves of Creation: Quantum Physics, Holographic Evolution, and the Destiny of Humanity, Bear & Company, (2016). 


***

Galaktika (Gök Halkı).. BÖLÜM 3

Galaktika (Gök Halkı).. BÖLÜM 3




 Tanrı’nın kimliği üzerine birçok yanlış inanç var. Tanrı, içindeki sevgiyle her şeye bilinç bağışladı. Bizler Tanrı’nın uzantılarıyız. Sürekli bilgi toplarız, serüvenlere atılırız ve yaşamlarımızı daha ilginç ve zorlu kılacak ne gerekiyorsa yaparız. Tasarılarımız ve çabalarımızla yeni yaratıların hayata geçmesini sağlayacak daha fazla enerji vermiş oluyoruz. 

Evren, zaman içinde kendilerini yaratıcı bir şekilde ifade etme gereksinimini karşılamak içim evrimleşip her türlü yetenek ve işlev geliştirmiş olan zeki varlıklarla doludur. Varoluş ve bilincin ardındaki önemli olan şey yaratıcılıktır, yaratıcılık da birçok biçim alır. 
 İnsanlığın ilk dönemlerinde, Yarı-Tanrılar vardı. Bütün bu tanrılar, yaratıcılık, bilinç ve enerjiyle çalışarak öğrenmek ve kendi gelişimlerini ilerletmek için buraya geldiler. Kimi çok başarılı oldu, derslerinde ustalaştı, kimi de oldukça yıkıcı yanlışlar yaptı.

 Asıl ve tek Tanrı, İlk Yaratıcı’dır. 

 Eski Kadim uygarlıkların inançlarında olduğu gibi Tevrat, İncil ve Kuran’a ve bunların yorumlarına göre, Tanrı’nın “melekut”u yani “krallığı”; melek’lerle yürütülür ve yönetilir. 
 Kuran’da Secde Suresi’nin 5. Ayetinde şu açıklama var; 
 “(O Arş’a yaslanmış Tanrı), işleri, gökten yere doğru yönetir. Sonra O’na, işler (rapor niteliğinde) çıkar. 

Bir günde. O bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadardır.” 
 Kuran’da Naziat Suresi’nin 5. Ayetinde şöyle denmekte; 
 “İşleri yöneten meleklere ant olsun.” 
 Nisa Suresi’nin 172. ve Mutaffifin Suresi’nin 21. Ayetlerinde kimi meleklerden 
“mukarrabun” yani “Tanrı’ya yakın olanlar” diye söz edilir. 
 En yakın ve “Bakan” konumundaki dört melek şu şekilde anlatılır; 
 - Cebrail; İslam’da “vahiy meleği” olarak bilinir, “kutsal ruh” deyimi ile de onun anlatılmak istendiği ifade edilir. Hadislerden onunda bir tahtının olduğunu ve ona bağlı pek çok meleğin olduğunu anlıyoruz. 
 - Mikail; Yiyecek sağlayan melek olarak bilinir ve ona bağlı da pek çok melek vardır. 
 - İsrafil; Temel işlevi Kıyamet saati geldiğinde ve müteakip safhalar için boru (sur) üflemektir ve ona bağlı da melekler vardır. 
 - Azrail; ölüm meleği olarak bilinir ve o da pek çok meleğin başıdır. 
 Dinler, peygamberlerin zihinlerindeki deneyimlerle başlıyor. Peygamberler başka hiç kimsenin duymadığı sesleri duymuşlardır. Musa’nın hikayesine göre, Tanrı onunla yanan bir çalı aracılığıyla konuşmuş ve Mısır’daki köleleri vaat edilmiş topraklar olan Filistin’e götürmek için talimat almıştı 23. Peygamberler, kâhin değil elçidir. Geleceği öngörmekten çok, Tanrı’dan duyduklarını iletir ve yayarlar. Mesajları yaymak için öyküleri kullanan inandırıcı konuşmacılardır. Peygamberler, insanların hayatlarına yön vermekte öykülerin gücünün farkındalardı. 

 Peygamberler ve dini bilgeler hepsi farklı şeyler görmüş ya da duymuştur. Hindu 
bilgeler, karma ve yeniden doğum çarkının işleyişini ve zamanın kendisinin sonsuz bir döngü oluşturduğunu gördü. Yahudi peygamberler, zamanı gelince tarihin sonlandırmak için Mesih’i gönderecek olan Tek Gerçek Tanrı’yı gördü. Zerdüşt, zamanın sonunda iyilik ve kötülük arasında nihai bir çatışma yaşanacağını ve iyiliğin zafer kazanacağını gördü. Çinli bilgeler ise gelecekte onları neyin beklediğinden çok bu hayatı en iyi şekilde yaşamaya ilgi duydular. 

 Joseph Smith, 19. Yüzyılda ABD’nin New York eyaletinde ortaya çıkan bir 
peygamberdir. 25 yaşında iken onu harekete geçiren ilk vahiy geldi. Bir melek ona Hıristiyanlığın yolunu kaybettiğini ve kiliselerden uzak durması gerektiğini söyledi. Melek, 4. Yüzyılda New York, Palmyra’daki bir tepede toprağa gömülmüş altın levhalara yazılı bir kitabın olduğunu haber verdi. Kitabı yazan, Mormon adındaki bir kişiydi. Özetle, Tanrı planlarını Ortadoğu’dan Amerika batısına yöneltmiştir. 

 Sung Myung Moon, 1920 yılında Kore’de dünyaya geldi. 16 yaşında iken İsa ona göründü ve kendi misyonunu tamamlamak için görevlendirdi. Plan, evlenmek ve günahsız çocuklar dünyaya getirmekti. İsa, kusursuz eşini bulamadan çarmıha gerilmişti. Toplu nikah törenleri düzenleyerek onları evlenmeye teşvik etti. 
 Apokaliptik hareketler daima Tanrı’nın onların acılarına uzun süre kulak tıkamasına inanamayan zulüm altındaki insanlar arasında ortaya çıkar. Tanrı’dan alınan gizli istihbaratın kendi taraftarlarına kodlanarak aktarılmasına apokaliptik yöntem (vahiy) denilir. İlk apokaliptik ajan, Daniel adını kullandı. Yahudi kökenli Daniel’e göre; Tanrı onlara sonun yaklaştığını göstermek için Mesih adında çok özel bir gizli ajan gönderecekti. Ancak, Mesih gökten inmeyecek, kendi aralarından biri olacaktı. Böylece Museviliğin ve Hıristiyanlığın Mesih konsepti ortaya çıktı. İsa’dan sonra halk, gözünü dört açıp, Mesih’i beklemeye başladı ama o hiçbir zaman gelmedi. 
 Kuzey Amerika’da yerinden yurdundan edilen Kızılderililer arasında 1889 yılında 
Hayalet Dansı ortaya çıkmıştı. Bu dans acıların son bulması için atılan çığlıklardan oluşan bir apokaliptik hareket idi. 

Dünya dışı varlık tipleri incelenirken anlaşılması gereken önemli noktalardan biri, tüm dünya dışı varlıkların insan görünümünde olmadığıdır. Farklı gezegen koşulları altında ve farklı atmosferik ortamlarda gelişen beden biçimleri, doğal olarak farklı görünümlerde olmaktadır. 

Bu nedenle evren, birbirine benzeyen ve benzemeyen sayısız yaşam formuyla doludur. 
Ziyaretçiler arasında bizim galaksimizden olduğu kadar uzak galaksilerden gelenler de bulunmaktadır. 

Dünya dışı varlıklarla temas kuran şahıslardan ve de yakın gözlem raporlarından 
edinilen bilgilere göre gezegenimizi en çok ziyaret eden varlık grupları şunlardır 24

“Pleiadesliler; Dünyamızdan 400 ışık yılı uzaklıkta bulunan ve Yedi Kardeşler olarak da anılan Pleiades takımyıldızındaki Erra gezegeninden gelmektedirler. 
 Bu varlıklar, fiziksel görünüş itibariyle insan ırkına benzemektedirler. Pleiadesliler pozitif odaklı; teknolojik ve zihinsel açıdan ileri varlıklardır. 

 Siriuslular; Dünyamızdan 8 ışık yılı uzaklıkta bulunan ve köpek yıldızı olarak da bilinen Sirius, ileri bilince açılan boyutlar arası bir kapı niteliğindedir. Siriuslular teknolojik ve spiritüel açıdan bizden oldukça ileridir. 
Orionlular; Orionlu varlıkların yaklaşık %75’i insan benzeri bir görünüme sahiptir; geri kalan %14 ise insanlara benzememektedir. Oldukça keskin mavi gözlere sahip Orionlu varlıklarla temasa geçmiş pek çok insan bulunmaktadır. 

 Zeta Reticuliler; Bu insan benzeri varlıklar, Reticulum adını verdiğimiz güney takım yıldızındaki Zeta 1 ve Zeta II ikiz yıldızlarından gelmektedirler. Zetalar dünyamızı sıkça ziyaret etmekte ve insanlar tarafından genellikle “gri varlıklar” olarak adlandırılmaktadırlar. 
 Andromedalılar; Spiritüel varlıklar olan Andromedalılar, Andromeda galaksisinden gelen çok eski, meleğimsi bir ırktır. Bu varlıklar, Pleiadeslilerin ve tüm insan evriminin liderleridir. 

Arcturuslular; Arcturus, Dünyadan yaklaşık 36 ışık yılı uzaklıkta bulunmaktadır. Arcturus uygarlığı, galaksimiz içindeki en gelişmiş uygarlıklardan biridir. 5. Boyutta bulunan Arcturus uygarlığı dünyanın gelecekteki prototipi olarak kabul edilmektedir. 

 Vegalar; Vega yıldızından gelmektedirler. Vegalar iki sınıfa ayrılmaktadır. İlk sınıftaki Vegalar insan benzeri varlıklardır. Oldukça çarpıcı gözleri vardır, fakat Zetalardan farklı olarak gözkapakları mevcuttur. İkinci tür Vegalar ise insana benzememektedirler. 

 Santorlar; teknolojik ve ruhsal açıdan bize yakın güneş sistemlerindeki en gelişmiş medeniyetlerden biridir. Santorların teknik yetenekleri hayal edebildiğimizin çok ötesindedir. 
 Nordikler; geldikleri yıldız sistemini hiçbir zaman açıklamamışlardır. Oldukça güzel görünümlü varlıklardır; sarı saçlıdırlar, bu yüzden çoğu kez “sarışınlar” olarak adlandırılırlar. Dünyadaki sorunları çözmek için uğraşmaktadırlar. 
 Maviler; Kısa boylu varlıklardır ve yarısaydam, mavimsi bir tenleri vardır. Gözleri büyüktür ve badem biçimindedir. Oldukça spiritüel varlıklardır.” 
Bu uygarlıkların büyük çoğunluğu teknolojik ve ruhsal yapı yönünden insanlardan çok ileridedirler. Onlar, insanların özgür iradelerine saygı duyarlar ve evrimimize herhangi bir şekilde müdahale etmezler. 

Mitoloji, efsaneler ve dinler.. 

Mitoloji, bir din veya bir halkın kültüründe tanrılar, kahramanlar, evren ve insanın 
yaratılışına dair tüm sözlü ve yazılı efsane birikimidir. Mit, her zaman bir ‘yaratılış’ın öyküsüdür; bir şeyin nasıl yaratıldığını, nasıl var olmaya başladığını anlatır. Kimi yazarlar mitolojinin yaşanmış ve unutulmuş olaylar bütünü olduğunu düşünürler. Çoğu dinde mitolojinin çok önemli ve öncelikli bir yeri bulunur. Örneğin, evrenin yaratılış hikâyesi çok eski uygarlıkların metinlerinde yer almış, ilginç betimlemelerle öykülendirilmiştir. Bu öyküler daha sonra farklı din ve inançların ortaya çıkmasıyla genişlemiş ve izleri günümüze kadar gelmiştir. Dinler ortaya çıktıkça, dünya tarihiyle ilgili mitler de değişmiştir. Efsaneler, dinlerin 
“kutsal kitap”larının önemli kaynaklarındandır, onun için birinin anlattığı diğerlerinde de görülür, hatta peygamberlerin hayatlarını da dahi süslerler. Şimdi bu efsanelerin dinlerdeki izleri ile ilgili bazı örnekler verelim. 

M.Ö. 1350’li yılların başlarında tahta çıkan IV. Amenophis (Akneton), Eski Mısır’da 
tektanrılı geçişi sürecini başlatmıştı. Firavun, sarayındaki din adamlarının başı ve biraz fazla uyanık olan Hozarsif’e tahtı ele geçireceği endişesi ile güvenmiyordu. Onu, Mısır’ın delta bölgesinde çalışan Gosenli işçilerin denetlenmesi için müfettiş olarak göndermişti. Hozarsif, buradaki işçileri ayaklandırıp, Filistin’e kaçınca adı “Musa” oldu ve kızı ile evlendiği Tibetli rahip Yetro’dan öğrendiği Mezopotamya kültürü ile birlikte yeni bir din kurgusu yarattı. 

Yetro’nun kütüphanesinden öğrendiği Sargon’un çocukluğunu kendi hikâyesi haline getirdi. Sümer kralı Sargon gibi, Musa ve İsa da babasız olduğu iddiasında bulunmuştur. Sözde annesi onu bir sepete koyarak nehire bırakmış ve bulan yaşlı bir adam büyütmüştür. Bu hikâye, aslında İsis’ten kopyalanmış ve Toth (Hermes) tarafından, Mu kıtasından getirilmiştir. Maya mitolojisi ve Buddha ile ilgili anlatılanlar da benzer bir hikâye içerir. “Musa”, “Thot Musa” ya da “Ra Musa (Ramses)” gibi Mısırca bir isim idi. Ne Musa ne Mısır’dan getirdiği kişiler (Heksos Krallığı’nın bakiyeleri) ne de Filistin’de M.Ö.1100’lerde bir arada yaşadığı halk, Yahudi değildi25. “Yahudi”, M.Ö. 600’lerde Yahuda Krallığı yıkıldığında 
Babil’e sürgüne gönderilenlere atfen verilen isim idi. Bu Yahudiler, sürgünde birbiri ile alakası olmayan Hz. İbrahim’in (M.Ö. 19 ve 18. Yüzyıl) ve Musa’nın hikâyesini, Mezopotamya’nın ve kendi peygamberleri dedikleri (Yeşu, Ezeikel, Daniel vd.) liderlerinin hikâyeleri ile birleştirerek yeni bir Tevrat yazdılar26. Bununla da kalmayıp, köklerini Hz. İbrahim ve Musa’ya dayandırıp, “seçilmiş halk” olduklarını ve Filistin’in topraklarının kendilerine vaat edildiğini iddia ettiler. 
Hıristiyanlıkta Yahudi ve Yahudi olmayan (putperest, Helenist) inançlar birbirine 
geçmiştir. Erken Hıristiyanlık Yahudi ve Helenist inançların bileşkesinden teşkil olmuştur. 
Ölen ve dirilen tanrıları temsil eden Paskalya ile Tanrı Mitra’nın doğumu olan Noel bayramı bu tür eklemelerin sonucu olmuştur. Erken Hıristiyanlık, İsis’in bazı özelliklerini Bakire Meryem’e atfetmiştir. Meryem (Maria Magdelana) aslında İsa’nın yanında gezen hayat kadınlarından biri idi. Sonradan kilise ona kutsal bir paye verme ihtiyacı duydu. Şefkatli ve koruyucu anne olarak, onun kültüne yakın olan doğu insanlarına Mısır tanrıçası İsis çekici gelmiştir. Birçok Meryem (Madonna) ve çocuk ikonaları, çocuğunu Horus’u emziren İsis görüntülerini çağrıştırır. Şaraplı ekmek yeme ayini (ekmek ve şarap görüntüsü altında 
Hıristo’nun vücut ve kanı tadılmaktadır) Totemizmin zemininde ortaya çıkan ve daha çok tarımcıl toplumlarda görülen tanrı yeme ayininden alınmıştır27. İlk doğuş günahından arınma anlamına gelen suyla vaftizin kökeni ise eski Mısır inisyasyon ayinlerine gitmektedir. Hıristiyanlığın diğer bir eklemesi ise ‘haç’ sembolü olmuştur. Bu sembol Hıristiyanlıktan önce Eski Çin, Hindistan ve Afrika’da kullanılan bir dini semboldü. Hıristiyanlıkta çarmıha gerilme ile ilgili tasvirler M.S. 8. ve 9. yüzyılda ortaya çıkmaya başladılar. 

“Cennet” ve “cehennem” kavramları Musevilik’te yoktur. Çünkü Âdem cennetten 
kovulmuş olsa da artık “vaat edilmiş topraklar” bu dünya ile ilgilidir. Hıristiyanlık ise bu kavramlara Daniel’in rüyalarından kopyalayarak, köleleri dinde tutmak için başvurdu. Bununla da kalmadı, Orta Çağ’da “Araf” kavramını uydurarak, günahkârlar için “günah çıkarma” ve cennetten yer satma gibi ticari işlere girişti. Üç semavi din içinde “cennet” ve “cehennem”, en belirgin ve detaylı şekilde İslamiyet’te yer alır. Ancak, İslamiyet’teki cennet ve cehennem konseptinin orijinali çok benzer şekilde M.Ö.500’lerde ortaya çıkan Zerdüşlük’te yer alır. 
Zerdüştlük’te “Sırat” köprüsünün adı “Cinavati” köprüsü olarak geçer. 

 Sümer ve Mısır kültürü sadece üç semavi dine değil Eski Yunan kültürüne ve Doğu dinlerinin efsanelerine de yansımış hatta karşılıklı değişimler olmuştur. Sümer kanunu, Babil Kralı Hammurabi'nin yaptığı kanuna temel olmuş, ondan sonra sırası ile Musa, Yahudiler ve nihayet İslamiyet’i etkilenmiştir. Musa'nın kanununda bulunan; anaya babaya saygı, kimseyi öldürmeyeceksin, zina yapmayacaksın, çalmayacaksın, yalan tanıklık etmeyeceksin, komşunun 
karısına ve malına göz dikmeyeceksin gibi kurallar Sümer Kanunların da aynı olmakla birlikte Mısır’da da vardı. 

Sümerliler kadınları bir tarlaya benzetmişlerdi 28. Aynı deyim hem Tevrat, hem 
Kur'an'da vardır. Kur'an'da, "Kadınlarınız sizin için bir tarladır, tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın" ifadesi yazılı (Bakara Suresi, ayet 223). 
 Tevrat’ın içinde bu tür hikayeler bolca bulunur. Eyüp’ün (Job) hikayesi uzun bir süredir Mezopotamya’da masal formunda anlatılıyordu. Babil’deki sürgün sırasında bilinmeyen bir şair bunun üzerinde çalıştı ve öyküyü acı çekme problemine yaklaşmanın bir yolu olarak kullandı 29. 

Bütün bunlar gösteriyor ki, dinler, başta Mısır ve Mezopotamya olmak üzere, çeşitli kültürlerden gelen etkilerle bulundukları toplumun görüş, düşünüş, anlayış ve hayal gücünden etkilenmişlerdir. Şimdi tekrar galaktik konulara ve kozmik dünyanın sırlarına dönelim. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

23 Richard Holloway, A Little History of Religion, Yale University Press, (2016), 18. 
24 Bakınız: Judith Cameron, Spiritual and Galactic Awakening, The Cosmic Classroom…An Ongoing Story, 
Balboa Press, (2019). Eva Marquez, A Starseed Guide Andromeda, Pleiades, and Sirius Volume 1, Kindle Edition, 
(2016). Exopedia, Earth Galactic History, Extraterrestrial Civilizations, Lamuroy Consulting, 
https://www.exopaedia.org/ 
25 Ahmet Musa, Tarihte Araplar ve Yahudiler, Çev.:D.A.Batur, Selenge Yayınları, (İstanbul, 2005), 200. 
26 Musa, ibid, (2005), 233. 
27 Sergei Aleksandrovich Tokarev: Dünya Halkalarının Dinler Tarihi, Ozan Yayıncılık, Çev.Rauf Aksungur, (İstanbul, 2006), 552. 
28 Muazzez İlmiye Çığ, Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni, Kaynak Yayınları (İstanbul, 2017). 
29 Holloway, ibid, (2016), 99.


***


Galaktika (Gök Halkı).. BÖLÜM 2

Galaktika (Gök Halkı).. BÖLÜM 2 



Galaktika, Gök Halkı,  Prof.Dr.Sait Yılmaz,Mısır,Hermes,Hz İbrahim,



Resim 3: Sümer Tableti (Âdem ile Havva ve onları aldatan yılan) 
 
C:\Users\TOSHIBA\Desktop\Sait Yılmaz.jpg
Kaynak: Wiliam Hayes Ward, The Seal Cylinders of Western Asia, The Carnegie Institution of Washington Collection, (1910). 

Günümüzde yaşayan en ünlü Sümerolog olan Muazzez İlmiye Çığ "Yapılan son 
çalışmalar Sümerlerle Türklerin ilişkisini kesin olarak ortaya koymuştur. Sümerler, Mezopotamya'ya Orta Asya'dan göç ederlerken kültürlerini birlikte taşımışlardır. O nedenle, 'Tarih Sümerlerle değil, tarih Türklerle başlar' dememiz gerekir" diyor. Muazzez İlmiye Çığı 33 yılda 74 bin çivili yazı tabletini deşifre etti. Çığ, "Sümerlilerde Tufan, Tufan'da Türkler" adlı kitabında tarihin yeniden yazılmasını gerektiren açıklamalar yaptı. 

Galaktika ve insan.. 

 Zecharia Sitchin, Sümer tabletleri ve dini kitapların bazı bölümlerini kanıt göstererek insanlığın köklerini eski uzaylılara dayandıran bir teori üretti. Sitchin’e göre; Güneş sistemimizde, Pluto’nun ötesinde, diğer gezegenlerin tersi yörüngeye sahip, bir turunu 3600 yılda tamamlayan bir gezegen olduğunu iddia etti. İddiasına göre, bu gezegende yaşayan uzaylılar dünyadaki yaşamı başlatan kişilerdir. Mitolojik karakterlerin ve tanrıların aslında bu kişiler olduğunu da iddia etmiştir. Kanıt olarak Tevrat ve Sümer tarihini ve yazıtlarını kullanmaktadır. Sitchin, tabletlerdeki yorumundan “Anunnaki” adı verilen cennetteki bir 
tanrılar grubunun altın çıkarmak için Nibiru’nın (Neptün) ötesinden dünyaya gelmişti 13

Anunnaki, dünyaya uçan bir araç içinde kendi uzay elbiseleri ve eşyaları ile seyahat etmişti. Bu yorum, Sümer metinlerinde geçmiyordu ancak ortaya çıkan resimlerden bu sonuca varmıştı. 

Eski Sümer miti olan Enuma Elis’te ve Asurbanipal kitaplığında insanoğlunun 
Anunnaki adı verilen tanrılara hizmet için yaratıldığı söylenmektedir. Sitchin’e göre, 450 bin yıl önce dünyaya altın aramak için gelen tanrılar, madeni Afrika’da bulmuşlardı14. Ancak, altını çıkarmak için iş gücüne ihtiyacına vardı. Homo Sapiens işçi-esir olarak madenlerde çalıştırılmak üzere yaratılır. Anunnaki’nin başkanı Anu, Enki’ye kızkardeşi Ninki ile birlikte insanı yaratması görevi verir. 
 Sitchin’e göre, Anunnaki’ler, genetik uzmanı idi ve Homo Sapiens’i yaratmış ve bu modele “Adapa” modeli denmiş sonra mitolojide “Adam (Âdem)” olarak yer almıştı. İnsanlar, böylece bazı dünya dışı genleri de kazanmış oldular. Enki, insanı Anunnakilere benzeyecek şekilde yaratmıştı. Anunnakiler insanlara göre çok daha uzun ömürlüdürler. Anunnakilerin tüm tabletlerde geçen yazı dilleri, anlatımları, hırsları, savaşları, aşkları, kararları bizden pek de farklı olmadıklarını göstermektedir. Babil kozmolojisinde ise Tanrı Marduk, Jüpiter gezegeni 
ile ilişkiliydi. Babil geleneğinde de kanatlı insan resimleri görülür. 

Resim 4: Sümerlerde Uçan Anunnaki Tanrıları 
 
Çivi yazılarında, tanrıların insanlara kızıp büyük bir Tufan gönderdiği, bir adama büyük bir gemi yapıp, ailesi ve seçtiği hayvanlarla kurtulmasına izin verildiği, sele neden olan yağmurun yedi gün ve yedi gece devam ettiği yer alıyor. Sitchin, Sümer metinlerine bakarak Mezopotamya uygarlığının bu tanrılar tarafından şekillendirildiği ve insan kralların buna aracılık ettiğini iddia etti. İnsan uygarlığının gelişmesinde önemli rol oynayan astronomi, ziraat, tıp, metalürji gibi bilimler onlardan öğrenilmeye başlanmıştır. Sitchin’e göre, bundan 30 bin yıla önce dünyada şehirlerde yaşayan yabancılar, insanlara bildiklerini aktarmışlardı. Büyük 
Sel esnasında dünyadan ayrıldılar ancak daha sonra uygarlığı yeniden inşa etmek için geri döndüler. Dünyadan dışından gelenler M.Ö. 550’de kendi uzay araçları ile dünyayı terk ettiler. Diğer bir iddiaya göre, bu uygarlık, M.Ö. 2024’de uzaylı varlıkların savaşı sonunda yok olmuştu. Geride bıraktığı insanlar onlardan kalanların çoğunu imha ettiler. 

Eleştirmenler, Sitchin’in hem tercüme hataları hem de astronomik yanlışları olduğunu iddia ettiler. Sitchin’in iddia ettiği güneş sistemine her 3600 yılda bir seyahat eden gezegenin Neptün değil, Pluto olduğu iddia edildi. Semitik diller uzmanı Michael S. Heiser, Sitchin’in Sümer ve Mezopotamya dili tercümelerinin hatalı olduğunu iddia etti. Ona göre, Sümer metinleri, insanın altın işçisi olmak için esir olarak yaratıldığını söylemiyordu. Sümer metinleri sadece insanın Tanrılar tarafından kendi yaratma sürecine yardım için yaratıldığını söylüyordu. 

Günümüzde bazı yeni dini akımlar (Teosophi, Scientoloji, Realizm, Cennetin Kapısı vb.) bu tür dünya dışı akıllı varlıklarla temasa inanmaktadır. 

Sitchin İncil’in metinlerinin çoğunun Sümer yazmalarına dayandığını savundu. Dikkat çekici bir örnek İncil’de geçen şu ifadelerdir (Genesis Bölüm 6: 1-2, 4); 
“İnsanlar sayıca dünyada artmaya başladığında ve onlara kız kardeş verildiğinde, 
Tanrı’nın oğulları bu kızları güzel buldu ve seçtikleri ile evlendi. 
 
O günlerde Nefilim dünyadaydı ve sonra Tanrının oğulları insanların kızlarına gitti ve onlardan çocukları oldu.” 
Birçok Hıristiyan bu ifadeden Âdem ve Havva’nın çocuklarının farklı ailelerden olduğu yorumunu yapmaktadır. Nefilim’in ne olduğu ve bu metinde gerçekte neyin anlatılmaya çalışıldığı hala tartışmalıdır. Bazı kaynaklar Nefilim’i “dev varlıklar” olarak15, bazıları ise yarı insan-yarı dünya dışı diye açıklamaktadır 16

Resim 5’de görülen Nefilimler ise genellikle devler olarak tercüme edilse de tam olarak “gökten düşmüş olanlar” anlamını taşımaktadır. 

Resim 5: Anunnakiler ve İnsanları Tasvir Eden Bir Resim 
 
http://www.messagetoeagle.com/images2/anunnaki6.jpg

Enoş’un (Toth) kitabı ise Tanrı’nın Oğullarından kastın dünyaya insanları yetiştirmek için gönderilirken Gözcü 200 melek olduğu yorumunu katmaktadır. Muhtemelen bu Gözcüler insanlara metalürji, ziraat ve astronomi gibi bilgileri öğrettiler. Tanrı sonra izleyicilerin dünyada kalmasını emretti. Tanrının emirlerine uymadıkları için bu meleklere “düşmüş melek” adı verildi. Tanrı, büyük Tufan ile bunlardan kurtuldu. İnsanlığın devamı için ise Nuh seçildi. 
 Benzer bir kanıt ise Türk mitolojisinde bulunmaktadır. Bilinen Ergenekon (yani dişi kurt ile Türk prensinin evlenmesinden Türklerin ilk atalarının yaratıldığı) hikâyesi Çinli bir kayıttan alınmadır. Türklerin yeryüzüne iniş kuramı, Altay Türklerinin Ergenekon efsanesinde aşağıdaki gibi yer almaktadır17

“Kutup Yıldızından dokuz kardeş halinde geldiler, Üç Sümer (Zirve) dağının ortasına (yani üç zirvesi olan bir dağa) kondular, buna Ergenekon18 dediler, dokuz kardeş yeryüzünden beğendikleri ile evlendiler. Hep dışarıdan kız aldılar.” 
Eski Ahit’de, Ezekiel’in Kitabı’nın Birinci Bölümü’nde Ezekiel ateş ve ışıklar içinde 
hareket eden yaratıkları tasvir eder. İç içe geçmiş tekerlekler yaratıklarla birlikte yukarı yükselmektedir (Resim 6). Modern dönemde Von Daniken ve Josef F. Blumrich gibi yazarlar Ezekiel’in uzay gemisi gördüğünü iddia ettiler19

Resim 6: Ezekiel’in Görüşünün Resimlenmiş Hali (1670) 
 
An engraved illustration of Ezekiel's 'vision' (1670) 
Dünya dışı varlıklar ile ilgili kanıtlar diğer mitolojilerde de yer almaktadır. Hindu 
mitolojisinde (Ramayana) tanrılar ve onların avatarları bir yerden bir yere Vimana adı verilen uçan araçlarla seyahat ediyorlardı. 
Tarih öncesi ya da kadim dönemlerde dünyaya dışarıdan gelmiş ve insanlarla temas etmiş akıllı varlıklar ile ilgili açıklamalar bilim dışı olarak görülmektedir. Bu çalışmaları yapanlara göre; modern kültürler, dinler ve hatta insan biyolojisi dünya dışından gelenlerle temasımızdan sonra şekillenmiştir. Dinlerin kökeni dünya dışı güçlere ilişkindir. Bu tür düşünceler çoğu akademik çalışmalarda ciddiye alınmamaktadır. 
Bu tür çalışmaların önde gelen isimleri arasında; Erich von Daniken, Zecharia Sitchin, Robert K.G. Temple, Giogio A. Tsoukalos ve David Hatcher Childress sayılmaktadır. Sitchin, pek çok sinema filmine ilham kaynağı oldu. Dünyadışı varlıklar ile ilgili 1919’dan bugüne yüzlerce kitap yazıldı ve film çevrildi 20. 

Robert Temple, 1976’da yayınlanan “The Sirius Mystery” isimli kitabında Afrika’daki Mali’nin kuzeybatısına 5 bin yıl önce dünya dışı varlıkların ziyarette bulunduğunu iddia etti. Bu iddiasını bölgede yapılan bazı arkeoloji çalışmalarına dayandırdı. Erich von Däniken ise Tanrıların Arabaları (Chariots of The Gods) başlıklı kitabında dünya üzerindeki bazı yapıların ancak çok daha gelişmiş bir kültüre sahip dünya dışı yaratıklar tarafından inşa edilmiş olabileceğini iddia ediyordu. 

Von Daniken ve Barry Downing, cehennem konseptinin İncil’e Venüs gibi kızıl bir 
gezegenden gelen dünya dışı varlıkların insanlara gösterdiği resimler ile girdiğini iddia ettiler 21
Onların tezine göre, Tanrı ve Şeytan dünya dışındandı ve bilgi ağacındaki bilginin insana açılması konusunda aynı fikirde değillerdi. Çocukları insansı idi ve İncil’de bahsedilen “ilk günah” buydu. Tanrı’nın Tufan ile cezalandırma nedeni ise gönderilmiş meleklerin maymuna benzer insanlarla ilişki kurmuş olmasıydı. 

2016’da Irak Ulaştırma Bakanı Kazım Finjan, Sümerlilerin beş bin yıl önce Dhi Qar 
vilayetinde bir hava alanı inşa ettiklerini iddia etti 22
Eski Mısır ve bazı yerli Amerikan gibi kültürlerinde dünya dışı varlıklarla karşılaştıktan sonra çocuklarının kafatasının uzadığına dair yorumlar ortaya çıktı. Firavun Akneton ve Nefertiti’nin resimlerinde uzun kafatasları dikkati çeker. Muhtemelen insanlara karışan dünya dışı yaratıklardan böyle bir melez yapı ortaya çıkmıştı. 

Tanrı Krallığı (Melekut); Tanrılar, Yarı Tanrılar, Melekler; Gök Halkı.. 

Eski Mısır yaradılış efsanesine göre; Nu yaradılış öncesi var olan ve bütün yaşamın kendisinden ortaya çıkmış olduğu başlangıçtaki okyanustur. Nu’nun derinliklerinden yaratılan ilk varlık “Ra”dır. Ancak, bu yoktan varoluşu ifade neden ilk başlangıç değildir. Bizim devremizin yani “Demir Çağı”nın başlangıcıdır. Tanrı Nu olarak ifade edilen sembol, Mu Uygarlığı’na karşılık gelmektedir. Mu ile ilgili bilgilerin kayıtlı olduğu tüm eski yazıtlarda, insanlığın ilk ana vatanının Mu olduğu açık bir şekilde dile getirilmiştir. 

 Mısır Mitolojisi’nin Tanrılar Birliği’ni oluşturan ve Tanrılar olarak ifade edilen 
semboller, öncelikle “Evrensel İdare Mekanizması”nı hiyerarşik yapısını ifade eder. Bu Tanrılar Birliği içinde Siriusyen Kültürü ya da bizzat “Siriusyen Kültür Temsilcileri”ni sembolize eden ileri seviyeli “Galaktik Varlıklar” da bulunmaktadır. Mısır Mitolojisi’ndeki Anubis, Şu, Tefnut gibi Tanrılar bu tür varlıkların sembolleridir.  Sümerlerde; Gök Tanrısı Anu, ‘Anosmas’ adı verilen göklerin yüksek yerindeki sarayındadır. Sümerlerin kimi tanrıları yıldızlarda oturmayı uygun bulmuşlardır. Tüm Tanrılar ve Tanrıçaların Sümer kökenli olduğu düşünülmektedir. 

 Altaylıların büyük Tanrısı Kara Han ile oğlu Ülgen de Şamanlarca on yedi kat kabul edilen göklerin en üst katında oturur. 



Tablo 1: Kadim Uygarlıkların Tanrıları 
 
Mısır Kozmogonisi’nde Nu’dan, “tüm hayatın tohumlarını barındıran deniz” diye söz edilmesinin nedeni de budur. Buradaki suyla ilgili anlatımlar, farklı toplumların kutsal kitaplarında da geçer. Örneğin Tevrat’ın Tekvin Bölümü’nde dünyanın yaradılışıyla ilgili ilk satırlar şöyle başlar; 
“Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu; ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı; ve Allah’ın Ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. (Tekvin Bap 1/1-2)” Tevrat’ta dört yerde geçen “Tanrılar Tanrısı” için Yahudi kökenli Musa İbn Meymun (1135-1205), “Melekler Tanrısı” anlamı verir. Buradan meleklerin de bir Tanrı olduğu anlamı çıkarılabilir. Keza Tevrat’ta iki yerde, İncil’de üç yerde geçen başka bir ifade var; “Rabler Rabbi (Efendiler Efendisi)”. 

Bu durumda Sabiilerin çok tanrılı olmakla suçlanmaları anlamsız hale gelmektedir. Hz. İbrahim’in içinden çıktığı Sabiiler, üç semavi dine ve Zerdüştlüğe kaynaklık ettiler. 

 Tanrı Krallığı hiyerarşisini şu şekilde sıralayabiliriz; 

 (1) Tek Bir Olan (Tanrı). 
 (2) Yardımcı Tanrılar. 
 (3) Melekler. 
 (4) Peygamberler ve bilgeler. 
 (5) Şeytan, Cin, Kâhin vb. olgular. 
 (6) Apokaliptikler. 
 (7) Dünya dışı varlıklar. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

13 Zecharia Sitchin, The 12th Planet, Stein and Day Collection, Ancient Publisher, (New York, 1976). 
14 Zecharia Sitchin, The Wars of Gods and Men: Book III of the Earth Chronicles. Harper, (2007), 104–105. 
15 James Orr (Ed.), “Nephilim” The International Standard Bible Encyclopedia, Howard-Severance, Vol. IV, 
(Chicago,1930), 2133. 
16 Ancient Aliens, Series 2 Episode 7: Angels and Aliens, https://hdclump.com/ancient-aliens-angels-and-aliens/ 
17 Aktaran: Namık Kemal Zeybek, Ön Türkler, Youtube, (Nisan 2020), Kaynak: Mümin Köksoy, Nuh Tufanı ve 
Sümerlerin Kökeni, Berikan Yayınevi, (İstanbul, 2011). 
18 Ergene (Rahim, oluşulan yer), (Ergene Kon) demektir. 
19 Erich von Daniken, Chariots of the Gods, Bantam Books, (1968), 38-9. Morris K. Jessup, UFO and the Bible Citadel Press, (New York, 1956) 56-59. Josef F. Blumrich, The Spaceships of Ezekiel, Corgi Books, (1974). 
20 Bu kitaplar arasında; Charles Fort, Book of the Damned, (1919): Harold T. Wilkin, Flying Sauurces From the Moon, (1954): Robert Charroux, Legacy of the Gods, (1964): Barry Downing, The Bible and Flying Saucers, (1968): John Philip Cohnae, Paradox: The Case for the Extraterrestrial Origin of Man, (1977): Zecharia Sitchin, The 12th Planet, (1978): Murry Hope, The Sirius Connection: Unlocking the Secrets of Ancient Egypt, (1996): James Herbert Brenan, Martian Genesis, (1998): Laurance Gardner, Genesis of the Grail Kings: The Explosive 
Story of Genetic Cloning, (1999) sayılabilir. 
21 News, Weekly World (31 August 1993). Hell Is On The Planet Venus, Weekly World News, (Aug 31, 1993). 
22 Lee Speigel, “ETs Built Earth’s First Airport”, (13 October 2016). Iraqi Transport Minister Says”. The Huffington Post. (14 October 2016). 




***

27 Ekim 2020 Salı

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 4

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 4



Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,İnanç Sistemleri,Tevrat, Kuran,İncil, Peygamberlik Görevi, Din, Köktendinci,

  Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını da açıklayalım. Bevl: idrar yapma Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 7.3.1997 günü ATV'de katıldığı bir programda, şu ifadeleri kullandı; Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar, bunun dinle ne alakası var? ve buna benzer birçok ifadeler kullandı...
   Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında zikredilmektedir.

Ayakta bevl yapma ve bevlden kaçınma hususunda bazı hadis-i Şerifleri hatırlatmak istiyorum.
1.  İdrardan korununuz, çünkü kabir azabının hemen hepsi bevldendir.
2.  İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba çekileceği husus bevldir.
3.  Muhakkak ki sizden biriniz, kabirde azab edilir. Şüphesiz bevl ettiği zaman istintar etmezdi denilir. İstintar, idrarın son damlasını çıkarmak için çaba harcamaktır.

   Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz, şöyle buyurur: Hz. Ayşe: Kendisine Kuran nazil olmaya başladığından beri..
Resulullah ayakta bevl etmemiştir.

Yine İmam-ı Ahmed'in Tirmizi'nin (cilt 1,225. sayfa) Nesai'nin 307 nolu hadis ve İbn-i Mace'nin tahriş ettiği hadiste de Ayşe demiştir ki, Size Nebiyyi Azam'ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse ona inanmayın. mutlaka oturarak abdest bozardı.
4.  Abdullah İbni Mesud'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: Şüphesiz ayakta abdest bozman da cefadandır.
5.  Peygamberimiz ayakta idrar yapmayı yasakladı.
Bazı alimler de ayakta idrar yapmayı caiz görmüşlerdir, ayakta idrar yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnad, Şu hadisi şeriftir: Hz. Huzeyf'dan bir gün Peygamber bir kavimin çöplüğüne vardı ve oraya ayakta bevl etti.

Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulema bu hadisi şerif karşısında
şu tevili yapmıştır.

A. Kadı İyaz'ın beyanına göre; uzun zaman oturan Efendimiz'i bevl sıkıştırmış, uzağa gidememiş hemen ayakta bevlini yapmıştır.

B. Rasulullah dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı idrarını ayakta yapmıştır. (Zira Araplarda bu şekilde yapılan idrarın belağrılarına iyi geleceği kanaati yaygındı)

C. Çöplükte müsait bir yer bulamamıştır.

D. Bir ihtimal de ayakta küçük abdest bozmanın caiz olduğunu göstermek için yapmıştır.

Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan neticeye göre ayakta idrar yapmak mekruhtur. Fakat bu mekruhiyet, kerahati tahrimiye olmayıp, kerahati tenzihiyedir.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl yapmanın dinle alakası çoktur...

Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum. Ancak yukarıdaki konularda bile bir fikir birliğine varmayı zorunlu gören, buna ulaşmak için de büyük emek harcayan kökten dinci zihniyetin, çağdaş sorunları din aracılığı ile nasıl çözüme ulaştıracağını sorarak, 

Türk insanının hakkı olsa gerek.

Elbet ki kökten dinciler her zaman bu kadar masum konularla uğraşmıyorlar.
Ancak zihniyeti tanımak için, bu masum örneklere atıf yapmak gerekmiştir.
İnsanların tuvalet alışkanlıklarına dahi karışma ihtiyacı duyan bir
zihniyetin nasıl bir sistemin müjdecisi olduğu ortadadır.

Kökten dinci zihniyetin bir diğer örneği ise Türk kamuoyuna mal olmuş
bir olaydır. RP. milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, sarıkla namaza gitmenin 80 kere daha fazla sevap teşkil ettiği konusunda halkı bilgilendirmiştir. İslamın ibadet anlayışı ile tezat teşkil eden ve Diyanet İşlerinin de itirazına yol açan bu açıklama, köktendinci anlayışa tam bir örnek teşkil etmektedir. Halkın bir bölümü ise, Peygamberin de namazı sarıkla kıldığını ve bu sebeple sarıkla namaz kılmanın sünnet olduğunu TV kameraları önünde söylemekte ancak sevabın kaç kat arttığı konusunda Ceylan'la anlaşamamaktadırlar. Hatta namaza yürüyerek gitmekle, bir taşıta binerek gitmenin sevaba katkısı da irdelenen konular arasında yer almaktadır.

Bu anlayışın, dinin amacına ya da insanın imanına ve ahlakına ne gibi bir
katkısı olduğu ise, tartışma dışıdır.

Köktendinci harekete gösterilen tepkinin, bilinçsiz bir tepki olmadığı da açıktır. Din adına iktidara talip olanların, ülkeyi nasıl bir maceraya sürüklemek istedikleri, fıkıh karmaşasına boğulmuş bir sistemden, nasıl bir yönetim yaratmayı amaçladıkları ve özel hayatın hangi noktalarına kadar dini tekel uygulamayı planladıkları düşünülmesi gereken ciddi sorulardır.

Dinler tarihi boyunca yaşanan pekçok olaydan da görülebileceği gibi, kökten dincilik, dipsiz bir kuyu gibidir. Her İslami hareket ve yorumun kaışısında daha köktenci bir hareket bulması kaçınılmazdır.

Dolayısıyla köktendinci düşünceler, sadece din devletine karşı olanlar için
değil, Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler için de büyük bir tehdit
oluşturmaktadırlar. Şeriata dayalı bir devlet düzenine karşı çıkıp, yine din
ve Allah adına daha katı bir anlayışla yönetime talip olmak isteğinin önü
alınamaz.

Tarihin her döneminde dinin özünü hayata geçirmeye talip olan yeni
köktendinci gruplara raslamak kaçınılmazdır. Çünkü İslam dini, doğruluğu
kuşku götürecek kadar geniş, sahih olduğu tartışılır nitelikteki bir
hadis kaynağına sahiptir: İslamda otorite kabul edilen en önemli
hadis yazarlarından olan Buhari, Sahih-i Buhari diye bilinen eserini
yazarken, 600.000 hadis toplamış, ancak bunların 7275'ini değerlendirmiştir.
Bir diğer önemli hadis kitabı olan Sahih-i Müslim'in yazan Müslim bin
Haccac ise, topladığı 300.000 hadisten sadece 4000'ini kitabına almıştır.
Ahmednin Hanbel ise Müsned isimli hadis kitabı için 750.000 hadis
toplamış, bunlardan 40.000 ini seçerek kullanmıştır. Ebu Bekir ve Ömer'in
döneminde hadis yasağı konulmuş ve yazılı hadisler toplanıp yaktırılmış
ancak Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminde yeniden hadis toplama
işlemi başlatılmıştır. (Önder Güngör; age, s.100) Acaba Peygambere en yakın
kişiler olan Ebu Bekir ve Ömer hadisleri neden yaktırmışlardır? Bu kararı almalarındaki sebebin, sahih olmayan hadislerin, gelecekte dini yozlaştırmasından duydukları endişe olduğu muhakkaktır.

   Ayrıca Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk yıllarında kendi sözlerinin
yazılıp, toplanmasını yasaklamıştır. Sebep açıktır: O, yalnız Kuran
vahiylerinin yazılmasını, ezberlenmesini ve korunmasını esas alıyordu.
Kendi sözleriyle Kuran ayetleri arasında korunması gereken farkı
sahabilerin bildiklerinden kuşkusu olmamakla beraber, ilk zamanlarda
dikkatleri yalnız Kuran üzerinde toplamak için böyle bir yol seçmiştir.
Daha sonra, vahyin gelen ayetleri yerleşmiş bir tavır ve metodla, mükemmel
biçimde zapt edildiği için, başta konan yasak kaldırılmıştır. 

(Yaşar Nuri Öztürk; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989, s.143)

   Ancak peygamberin sözü olduğundan kuşku duyulmayan ve mütevatir denilen
hadislerin sayısı çok azdır. Lafzı ve manasıyla mütevatir sayılan hadislerin sayısı 20'ye kadar inmektedir... Mütevatir dışında kalan hadislere,

İslam bilginleri haber-i vahit, yani tek kişiden nakledilen haber demişlerdir...
Bunlar ancak günlük hayatın pratik meselelerinde uygulamaya esas alınabilir.
Ne var ki bu konu da başlangıçtan beri tartışılmıştır. Kısacası hadis alanı
hayli söz götüren bir alandır. Yüzlerce, binlerce hadis uydurulmuştur. (24.
age,s. l42)

Bu uydurma hadislerin köktendinciliğin kaynağını oluşturduğu, şüphe götürmez
biçimde açıktır.

İslam alemi uydurma hadislerin yanısıra, dar görüşlülükle kısır yorumlara
açık bir sünnet anlayışına sahip kitleleri de içinde barındırmaktadır.
Peygamberin davranışlarından, hal ve tavırlarından günümüze aktarılan
bilgilerin, ne kadar doğru olduğu da en az sözlerinde ki aktarımlar kadar
kuşkuya açıktır. Bu nedenlerle, Kuran'la sınırlı kalamayan ve bireysel yorumlarla yapılanmayı sürdüren dinin, köktendinci görüşlere geçit vermesin den en fazla yara alan yine yaşayan İslam olmaktadır. İnsan aklının, din adına yapılan yorumların altında bir değere sahip kılınması, kökten dincilere alabildiğine geniş bir hareket alanı yaratmaktadır.

Şeriat zorla gelmez, o Allahı Lütfudur. Şeriat, ancak ona layık olan
topluma gelir... Bu sözler, Siyasal İslamcılarca sık sık söylenmektedir. 

Bu gerçekten doğru mudur? Yakın tarihe bir göz atanlar, din ve devrim sözcüklerinin birlikte kullanılır olduğunu göreceklerdir.

20. yy'ın son çeyreği, İslam Devrimlerinin İslam şeriatının yolu olduğunu
ortaya koymaktadır. 
İslam ve devrim arasındaki ilişki, İslamın siyasal bir din oluşundan kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın dini esaslara göre yapılanmasını amaç bilen ulemanın planlı gayretleri İslam devrimi olgusunu ortaya koymuştur.

İslam Devrimi, Humeyni ile başlayan ve İran'ın önderliğinde yükselen bir
siyasal harekettir. Dolayısıyla kendiliğinden değil, uzun yıllar süren kadrolaşmalar, eğitim faaliyetleri ve halkın dini yönden bilinçlendirilmesinin bir ürünüdür.

Devrime hizmet eden şartlar ise, en az devrimi hazırlayanların planlı çalışmaları kadar önemlidir. Çünkü halkın bir ayaklanmaya razı edilmesi, onun yaşadığı koşullara duyduğu tepki ile bağlantılıdır. Ekonomik şartların devrime giden yolda en önemli faktör olduğu inkar edilemez.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik, halkın yoksullaşması, azınlığın refah ve
sefahati, yönetenlerle yönetilenler arasındaki güveni zedeleyen ve halkta
yönetenlere karşı kin ve nefret duyguları uyandıran önemli sebepler
arasında yer alır. Bunun en tipik örneğini İran'da görmek mümkündür. 

Şah rejiminin halkta uyandırdığı tepkiyi, İran Devriminin yaratıcısı olan koşullar içinde önemsememek mümkün olamaz. Ülkede kişi başına düşen gelir 4000 doları aştığı halde, toplam milli gelirin yarıdan fazlasının ülke nüfusunun yüzde 1'inin elinde toplanması ve petrolden kazanılan milyarlarca doların Şah ailesi ve yakınlarının hizmetine ayrılması yolundaki iddialar, (İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara 1993, s.282) halkın rejime duyduğu güvensizliğin önemli sebeplerini oluşturmuştur.

Devrimi hazırlayan diğer bir faktör, yönetimin despotik karakteri olmuştur.
Halkı karşısına alan, ayaklanmaları silahla önlemeye çalışan, baskın,
tutuklama, sürgün gibi yıllara başvuran iktidarın, dökülen kanların
bedelini kendi varlığı ile ödemek durumunda kaldığı açıkça ortadadır.
Burada çok dikkat çekiçi olan husus, halkla devlet, halkla ordu arasındaki
çatışmaların daima devrimi planlayanların işine yaramış olmasıdır: Hatta
denilebilir ki halk-devlet güçleri arasındaki çatışma, devrime giden
yolda beklenen, istenen, planlanan bir çatışmadır. Büyük halk yığınlarını
harekete geçirmek için, kendi aralarından birilerinin öldürülmesi kadar
işe yarayan hiçbir şey yoktur. Devrimi planlayanlar, yüce bir ideal
uğruna mücadeleye girecek kitleleri ölmeye ve öldürmeye şartlamakta,
hatta bunun şerefi konusunda ikna ederek, göğüs, göğüse bir çatışmanın
yaşanacağı ortamı önceden hazırlamaktadırlar. İran Devrimine giden yolda
halkın cihad konusunda şuurlandırılmasında Humeyni'nin mesajları büyük
rol oynamıştır. Humeyni, Keşf ul Esrar adlı kitabında İslam devrimi
için silahlı mücadeleyi desteklemiş, hatta müslümanları buna katılmaya
çağırmıştır. Bu kitabında Humeyni, Bazen İmam'ın ya da onun vekili
temsilcinin yokluğunda savaş, savunma için vacip olur. Mesela bir
insan, düşman saldırısına uğrayan bir grubun içindeyse veya düşman akını
İslam şehirlerini ele geçirmek veya müslümanları tutuklamak veya onların
mal ve mülklerini soymak için yapılıyorsa böyle durumlarda ve bütün bu
şartlarda kendi canlarını ve mallarını savunmaları ve yabancılarla
savaşmaları vaciptir. diyerek ve(age., s.28-29) Kuran da Onlar sizinle
savaştıkları gibi hepiniz müşriklerle savaşmalısınız ayetini de vurgulayarak halkı
savaşa psikolojik yönden hazırlamıştır. İlahiya| öğrencilerine yaptığı
bir başka konuşma da yukarıda anlatılanları doğrular mahiyettedir.
Öğrencilere hitaben Humeyni, Kendinizi öldürülmeye, hapsedilmeye ve
mecburi askerliğe hazırlayın. Dövülmeye, işkence görmeye, hakaretlere
uğramaya kendinizi hazırlayın. İslamı ve bağımsızlığı savunma uğrunda
zorluklara katlanmaya hazırlanın. Güçlü ve metin olun. Allah'ın kendilerinin
hakimi olduğunu beyan edenler metin olurlar. Allah onların üzerlerine
meleklerini indirir. Onların korkacakları, kaygılanacakları bir şey yoktur.
diyerek gençliği yeni başlayan bir mücadeleye zihnen hazırlamaktadır.

Bu sözlerle şartlanan kitlelerin Allah adına iş yaptıkları inancı ile devlet güçlerine gösterecekleri tepki, elbette çatışmayı teşvik edici olacaktı.

Oldu da. Sonuçta rejim, halkı ezen, öldüren, tutuklayan, işkence eden ve
en önemlisi Allah'ın yolu önüne set çeken bir düşmanla eş değer hale gelmiş,
halkın gördüğü eziyet, halk hareketine duyulan sempatiyi ve katılımı artırmıştır.

Din devrimi, hiç de halkın içinden fışkıran, kendiliğinden oluşan bi hareket olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar, adım adım bu devrimi hazırlamıştır. Devrimi yaratan ana fikir, Kuran ve dinin bir tehditle karşı karşıya olmasıdır. Böyle bir durumda müslümanların Şah'a bağlılık göstermeleri ya da en azından takiyye yaparak canlarını korumaları, hareketin hızını kesmektedir. Bu nedenle Humeyni, içinde bulunulan şartlarda takiyye yapmayı haram ilan ederek, müslümanları Şah ile açıkça mücadeleye davet etmiştir. Şah'a bağlılık felaket demektir. İslam'a
hakaret, müslümanların haklarına tecavüz ve ilim ve öğretim kurumlarına
saldırı demektir. Şah'a bağlılık demek, İslam vücuduna ve Kuran'a darbe
indirmek, İslam'ın sembollerini yakmak demektir... Şah'a itaat demek İslam
yasalarının hiçe sayılması, Yüce Kuran'ın yasalarının değiştirilmesi
demektir. Şah'ı sevmek demek din adamlarına zulmedilmesi ve peygamberliğin
bütün işaretlerinin yok edilmesi demektir. İslamın ilkeleri tehlike
içindedir.(age,s.80-81) diyen Humeyni artık kutsal dinle şeytani Şah yönetimi
arasında halkı bir tercihe zorlamaktadır.

Humeyni'nin halkı adım adım devrime götüren faaliyetleri sürerken
Şah, Ak Devrim'i yürürlüğe sokmuş, halkın iktidara karşı ayaklanmasındaki
ekonomik sebepleri ortadan kaldıracağı yolundaki taahhüdü ile derebeylik
sistemine son vererek, işçilere fabrikalardan hisse verdiğini, toprak
reformunun yapılmaya başlandığını, seçim reformları yasasının yürürlüğe
konulduğunu duyurmuştu. Ancak bu reformlarda geç kalınmıştı. Hareket
artık sadece gelir adaletsizliğinden değil, dinin yok edilme kaygısından
güç alır hale gelmişti: Kaldı ki Şah'ın Ak Devrimini karartan başka
basiretsizliklere imza atması, İran'ı en hassas dönemde derinden etkilemişti.
1967 de yapılan son Anayasa değişikliği ile Şahbanu ve Veliahd Prense
Anayasa içinde uygun bir yer aranmış, Veliahd Prensin 20 yaşına gelince
devlet işlerinin başına geçmesi, Şah öldüğünde 20 yaşına gelmemişse ve Şah
bir naib tayin etmemişse, bu görevi Şahbanu'nun devralması kararlaştırılmıştı.
Böylece Veliahd'a ve Şahbanu'ya da taç giydirilmesi kararı alınmaktaydı.
Taç giyme töreni, bütün dünyada geniş yankılar uyandırmıştı. 

 Halkın sefaletine karşı sergilenen ihtişam ve sefahat, yöneticilerin akıl almaz duyarsızlıklarının bir göstergesi olmuştur. 13 Ekim 1967 de başlayan törene Yunan Kralı, Etopya İmparatoru, İngiliz Hanedanı, Körfez Emirleri, Mareşal Tito, Çin temsilcileri ve daha pekçok devlet reisi katılırken, merasimlerin yapılacağı sahanın 100 km. yarı çapındaki alanda yaşayan halkın evleri boşaltılmış, Tahran'daki tüm okul ve üniversiteler kapatılmıştır. Kutlamalar için harcanan para, 300 milyon dolardır.(age; 202)

İran İslam Devriminin oluşumunda bu ve benzeri uygulamaların katkıları
ihmal edilemez. Ancak Devrimin en büyük gücünü oluşturan iki kurum vardır.
Bunlar camiler ve eğitim kurumlarıdır. Rejimin din adamları üstündeki
baskısı arttıkça, camiler ve din eğitimi veren okullar rejime karşı sürdürülen savaşın açık üsleri haline gelmiştir. Üniversite ve diğer yüksek öğrenim kurumlarında İslam Birlikleri ve İslami Eğitim Merkezleri kurulmuştur. Bu kurumlar aracılığıyla süren eğitim faaliyetlerinde dersler, hükümete ve mevcut rejime karşı mücadeleyi amaçlamaktaydı. İslamın mesajını ülkenin genç insanlarına iletmek için büyük bir seferberlik başlatılmıştı. İslami hareketin önde gelenleri yalnızca okulların bilinen sınıf düzenini kullanmıyor, aynı zamanda camileri de donatıp, onlara ihtişam kazandırıyor, talebeleri daima güçlü ve kararlı tutmak için gayret
gösteriyorlardı. Ayrıca halk arasında sürekli toplantılar düzenliyorlardı.

Bu dönemde Humeyni'nin çizgisinde ilerleyen pekçok ulema ve mücadeleci(age; s.262) müslüman uzun süreli hapiste cezalandırılmıştı. Bunların hapiste uğradıkları
işkenceri bilmeyen yoktu. Bütün bunların sonucunda halk rejimin insafsız
yüzünü görerek, harekete daha da yaklaşıyordu.

İran Devrimi yaklaşık 18 yıl süren bir sürecin ürünü olmuştur. 

Ancak devrime son noktanın konulmasında, ordunun harekete katılımı büyük önem taşımaktadır. Zira 500 bin kişilik, iyi bir donanımlı İran ordusu ile
50 bin kişilik Savak Askeri gücü karşısında hiçbir halk hareketinin ayakta
kalması mümkün değildi. Ordu, bu hareketi ne pahasına olursa olsun
bastırmakta kararlılık göstermiş olsaydı, bugün İran Devriminden söz etmek
mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Humeyni'nin bir biçimde orduyu yanına alması
gerekiyordu. Bunun ilk adımını ise halkı, ordu ile yakınlaştırmak ve aslında halkın ta kendisi olan askeri, harekete katmaktı. 

Bu nedenle Devrimin başında, halk-ordu çatışmasını teşvik ederek, devrim
lehine kullandığı orduyu, devrimin sonunda ikinci kez kullanmıştır. İkinci
kez kullanımı ise ilkinin tamamen tersi yönde olup, halkla bütünleştirici
mahiyettedir.

Humeyni, 9 Eylül 1978 deki hitabında orduya şu mesajı gönderiyordu:
İran'ın vatansever Silahlı Kuvvetleri, siz de gördünüz ki, halk size dostça davranıp sizi çiçeklere boğmuştur. Biliyorsunuz ki rejim haydutları kendi zalim hakimiyetlerini sürdürebilmek için kardeş kanına elinizi bulayarak sizi alet ettiler. Silahlı Kuvvetler de Şah'dan ayrılarak, halkın yanında düşmana karşı birleşen kardeşlerinize katılınız. Ayağa kalkınız ve ülkenizin mahvolmasına seyirci kalmayınız. Kardeş ve bacılarınızı kana boyamalarına izin vermeyiniz. Adınızı bir an önce tarihin sayfalarına yazdırınız. 
Baskı ve hıyaneti köklerinden çıkarıp atınız.(age;s. 355) 
Bundan yaklaşık dört ay sonra Şah ülkeyi terketti. Onun ayrılışı ile birlikte, ordunun harekete olan gizli desteği daha açık biçimde ifade edilir hale geldi,
önce Hava Kuvvetleri daha sonra da Silahlı Kuvvetler Devrimi desteklemeye
başladı. Kuvvet komutanlarının asker ve subaylar üzerindeki kontrolü
kaybettikleri, halkla dayanışma içine girdikleri artık açıkça görülmekteydi.
Humeyni'nin İran'a dönüşünden sonra Hava Kuvvetlerinden bir kısım subay,
Humeyni'yi ziyaret etmiş, Muhafız Kuvvetlerinin halkla çalışması sırasında
da halka silah ve cephane dağıtarak Muhafız kuvvetleriyle çatışmaya
girmişlerdi. Artık İran Devrimi, karşısındaki en büyük güç olan Orduyu da
yanına almıştı. Böylece yıllar süren kanlı mücadele İran'da Humeyni iktidarı
ile sonuçlanıyordu.

İran Devriminin önemini sadece İran'daki değişimle sınırlı tutmak
mümkün değildir. Çünkü bu hareket, İslam Alemi için adeta bir yeniden
doğuş hareketi olarak mütalaa edilmekte ve diğer İslam ülkeleri
açısından da bir model oluşturmaktadır. Devrim ve Din sözcüklerini bir
araya getiren ve yeni bir mücadelenin kapısını açan bir hareket olarak,
tüm İslam ülkelerini etkilemeye devam etmektedir.

Bu etkileyişde, İran'ın devrim ihracı modelinin de hatırı sayılır bir
önemi bulunmaktadır. İran'ın devrim ihracı modelini benimsemesinin çeşitli
sebepleri vardır. Ancak bu sebeplerin başında, İslamın evrensel niteliği
gelir. İslam, belli bir kavim ve topluluğa gelmiş bir din değildir. Tüm
insanlığa hitap etmekte ve bütün dünyayı İslamlaştırma amacı taşımaktadır.

Bu nedenle devrim ihracı, İslam kültürünün yayılmasını ve İslami bağımsızlığın gerçekleşmesini ifade eder. İslamın hakimiyeti, İslami dayanışma kuralları olmaksızın gerçekleşemeyecektir. Bu da bir devrim olmadan mümkün değildir. Devrim, İslam ile Allah yolunda doğru bir yönelime girmektir.(Faik Bulut; İslamcı Örgütler, İstanbul, 1993, s.479.)

İran Devriminin, İran'la sınırlı kalmayacağı, İran Anayasasının 154. maddesinde de şu şekilde ifade edilmektedir. İran İslam Cumhuriyeti, beşeri toplumların tümünde, insan mutluluğunu kendi gayesi bilir. Binanaleyh, diğer milletlerin iç işlerine her türlü müdahaleden kaçınmakla beraber, mazlumların zalimlere karşı haklı mücadelelerini, dünyanın neresinde olursa olsun himaye eder. Bu maddeye göre, mazlum ve zalimi takdir etmek ve mücadelenin haklılığı konusunda hüküm vermek yetkisi İran İslam Cumhuriyetine bırakılmış ve bu çerçevede diğer ülkelerin iç işlerine karışılabileceği açıkça ortaya konulmuştur. 

Nitekim Humeyni'nin Necefte verdiği derslerde söylediği şu sözler de devrim ihracı
modelini teyid eder niteliktedir. Siz İslam'ı, İslami devletin programını tanıtınız. Dünyanın bilgisine sununuz ki, İslam ülkelerinin sultan ve başkanları da belki duyar, gerçeği kavrar ve uyar. İslam'a tabi olup, güvenilir kişi olanları da makamlarında bırakır, ellerinden almayız.(Önder Güngör; Siyasal İslamda Bölünmeler, İstanbul, 1997, s.113)

Devrim ihracında izlenecek yöntemin ne olduğu da Humeyni tarafından
ortaya konulmuştur: Tebliğ ve davet.

Tebliğ, dini yayma, kendi dinine çevirme ve propaganda yolu ile ikna etme anlamına gelmektedir. Davet ise, İslama çağrıdır.
Bu yöntemle başlayan hareket, temelde İslamın dört esasına dayanmaktadır.
Bunların ilki, tevhid ilkesidir. Humeyni'nin düşüncesinde tevhid, İslamın
yorumlanış tarzıdır. Allah'ın otoritesini kabul eden, fakat dünyevi otorite
ile mücadele etmeyen bir din anlayışı, Humeyni'nin kabul edebileceği bir
anlayış değildir. Bu nedenle İslamiyetin tevhid, yani birlik ilkesi hayata
geçirilerek, amaçları müslümanları ezmek olan her türlü yönetim ile mücadele
etmek gereklidir. Tevhid, Müslümanların birleşmesi ve güçlenmesini
beraberinde getirecektir.

İkinci ilke, cihad ilkesidir. Mücadelenin yolu, devrimci bir başkaldırıyı simgeleyen cihaddır. Gerek kitleler, gerek din alimleri siyaset sahnesinde aktif bir rol almak zorundadır. Ancak kitlelerin siyasette seslerini duyurabilmesi, din adamlarının bilinçlendirme görevlerini yapmaları ile mümkün olacaktır. Başka bir deyişle müslüman, doğuştan itibaren devrimci yetişmek zorundadır.

Üçüncü ilke, ümmet boyutudur. İslam ümmetinin birliği esastır. 
Aksi halde devrimin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Dünyanın hangi köşesinde
olursa olsun, müslümanlar dayanışma içinde olmalıdırlar. İslam ümmetçiliği,
tevhid ve cihad boyutlarını bir arada yürütüp ayrılıkları ortadan kaldırmak anlamına gelir.

Dördüncü ilke ise musta'zafın boyutudur. İslam aleminde halk yoksuldur.
Egemen sınıfların baskısı ve sömürüsü altındadır. Politik baskı ve ekonomik sömürü çok boyutludur. O halde ezilenlere karşı özel ilgi gösterilmelidir. 
(Faik Bulut; age, s.481-482)

Humeyni'nin devrim ihraç modelini uygulamaya sokacak bir teşkilatlanmayı
da başlattığı bilinmektedir. Burada açıkça görülen, İran İslam devriminin, bir son değil, İslam alemi için bir başlangıç olarak kabul edildiği ve devrim fikirlerinin tüm müslüman ülkelere ihraç edilme yolundaki gayretlerin aralıksız sürdüğüdür.
Dinin dünya siyasetinde üstlendiği bu devrimci misyon, dine bakışı da tüm dünyada önemli biçimde etkilemiştir.

Din ve devrim sözcüklerini bir başka biçimde de olsa dünyanın gündemine
sokan ikinci ülke ise Cezayir olmuştur.

İslamcı hareket, uzun yıllar bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede, Hıristiyan Batı kültürüne karşı gelişen Arap-İslam kültürüne sahip çıkılması ve kimlik mücadelesi şeklinde başlamıştır. Ancak uzun yıllar boyunca hemen bütün siyasetçiler, aydınlar ve din adamları çifte kültüre sahip olarak yaşamış, hiçbir silahlı ayaklanma görülmemiştir. Zaman içinde İslami söylemi daha çok kullanan bir aydınlar grubunun ortaya çıkması ile islahatcı İslamcılar, 1931'de Müslüman Alimler Cemiyetini kurmuşlardır. Bu ekip, gelenekçi ve kır kökenli İslamcılarla sert mücadelelere girmiştir.

    1954 de Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)'nin kurulmasıyla daha da
güçlenen İslami hareket, cihad kavramında ısrarlı olmaya başlamış ve
nihayet Cezayir Anayasasına Bu ülkenin resmi dini İslamdır. Tüm kanunlar,
kaynağını İslam şeriatından alır. ibaresi konulmuştur. Kültürel devrim
adı altında başlatılan bu dini yapılanma sürecinde camiler, eğitim kurumları
ve vakıflar İslamcıların denetimine girmiş, devletin en üst makamlarında
kadrolaşma faaliyetleri sürdürülmüş ve dini eğitim devletçe teşvik edilmiştir.
Bu dönemde ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal başarısızlıklar da
İslamcı düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur. 1980'lerde üniversite
gençliği ve esnaf arasında çok yaygınlaşan İslamcı düşünce, 1988 de patlama
noktasına gelerek, siyaset sahnesine tüm gücü ile girmiştir.

İslamcı gelişmenin bu döneme kadar geliştirdiği karakter incelendiğinde,
Cezayir bağımsızlık hareketi döneminde İslamcı ulemanın yaptığı iki
hatadan söz edilir. Bunların ilki, siyasi özerkliğini bir dönem FLN'ye kaptırması, ikincisi ise, birinci hatanın sonucu olarak İslami ideoloji ile bağdaşmayan, ulus devlet projesinde FLN'ye destek olmasıdır.

Daha sonraki dönemde ise İslamcılar örgütlenerek, sokak hareketlerini
başlatmışlar ve hareket kitlesel bir özellik kazanmıştır. (Faik Bulut; age, s.32-33)
Halkın yönetime karşı ayaklanması ile tek partili yönetimden çok partili
hayata geçilmiş ve Cezayir Anayasasının 243. Maddesi din ve dil esasına
dayalı herhangi bir partinin kurulmasını yasakladığı halde, 1989 da İslami
Selamet Cephesi (FIS) kurulmuştur.

   Aslında İslamcıların mevcut düzenle ilgili sorgulamaları iki ana noktada toplanmaktaydı. Bunların birincisi, ulus devlet projesine karşı geliştirilen ümmet projesiydi. Bir yandan bağımsızlık hareketi ile Arap milliyetçiliği canlandırılmaya çalışılırken, diğer yandan Arap-İslam sentezi içinde ümmetçilik cereyanları, Cezayir için zorlukların başında geliyordu. İkinci olarak sorgulanan, rejimin Anayasa ile teminata alınan İslamcı yapısı idi. Anayasada devletin resmi dininin İslam olduğu ve yasaların şeriata ters düşmeyecek biçimde yapılması kabul ediliyor, diğer yandan yasama ve yürütme erki, bundan bağımsız yapılanıyordu. 
Bu konuda İslamcılar şunu soruyordu. Yargı erki şeriata uygun olunca, yasama ve
yürütmenin yargıdan bağımsız kılınması nasıl mümkün olabilir? 

Böyle bir düzene şeriat düzeni denilebilir mi? Gerçekten de bu garip bir durumdu.
Bu nedenle devletin güdümünde olan dini, devlet mekanizmasından ayırıp, bağımsız bir İslami hareketin doğuşunu gerçekleştirmek gerekiyordu. Bu amaçla resmi olanların yanında resmi olmayan yüzlerce cami, medrese ve binlerce Kuran kursu açıldı. Okullarda mescid kampanyaları başlatıldı. İslamın tebliğ hükmü uyarınca İslama uymayanları uyarmak, olmazsa zor kullanıp yola getirmek için faaliyetler başaltıldı.

Çok sayıda eğlence yeri basılıp, kapatıldı. Modern giyinen kadınların
örtünmeleri sağlandı. (age, s.34) Erkeklere birden fazla kadınla evlenme hakkı
verildi. Boşanma şeriata uygun biçime getirilerek, mirasta erkeklerin kadınların iki katı pay alacakları hükme bağlandı. FLN iktidarı, giderek daha dini bir kisveye bürünürken, ülkede güçlenen dini muhalefet gruplarını yanına çekmeyi amaçlıyordu. 1989-1991 arasında başbakanlık yapmış olan FLN lideri Mevdut Hamruş, erkeklerin eş ya da eşleri namına oy vermesine izin veren yasayı onaylayarak, belediye toplantılarının camilerde yapılmasına izin vererek (Halide Mesudi; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul, 1996, s.110) siyasi yatırımlarını sürdürüyordu.

İslami fikirler kısa sürede üniversite gençliği arasında yaygınlaştı.

Klasik dini cemaatler, gençlerin katılımı ile gençleştikçe siyasi örgütlere dönüştüler. Cemaatler, camileri sokağa dökerken, kullanılan sloganlar daha çok halkın maddi talepleri ile ilgiliydi. 1984-88 arasındaki pek çok ayaklanma ekmek ayaklanması diye adlandırılan türdendi. Ancak bu ayaklanmalar, ordu tarafından bastırılmış, asker halka kurşun sıkmış ve çok sayıda insan ölmüştür. Tek partili dönemde İslamcıları sosyalist ve komünist muhaliflere karşı kullanmak amacıyla yasaklanan İslami akımların serbestçe örgütlenmelerine izin verilmiş olması, İslamcıların sokağa dökülmelerini kolaylaştırıyordu.

Cezayir'de çok sayıda eylemci silahlı örgüt mevcuttu. FIS'in içinde
ise birbirinden farklı yedi İslami akımın temsilcileri bulunmaktaydı.
FIS, 1991 yerel seçimlerinde ezici bir çoğunlukla seçimleri aldı.
1991 sonunda yapılan genel seçimlerin birinci turuna kayıtlı seçmenlerin
yüzde 24,79'u katıldı. FIS, geçerli oyların yüzde 42'sini alarak birinci turu
kazandı.

FIS sözcüsü, ikinci tur öncesi sürdürülen seçim kampanyasında, kendilerine,
oy vermeyenlerin ülkeyi terk etmeleri yönünde demeçler verdi.
Ancak ikinci tur seçime geçilmeden, 11 Ocak 1992 de ordu bir darbe yaparak
duruma el koydu. (Halide Mesudi; age, s.134) Bin Cedid istifaya zorlandı. Millet
Meclisi dağıtıldı. Seçimlerin ikinci turu iptal edildi. Eski sosyalist lider Muhammed
Budiyaf 25 yıllık sürgünden getirilerek devlet başkanı yapıldı. Ancak 29
Haziran 1992 de Annaba kentinde, televizyon kameraları önünde bir konuşma
yaparken öldürüldü.

Ordunun müdahalesi Cezayir'de sorunları çözemedi. FIS'in 1991 yılındaseçim yasası ile ilgili  iki kanun taslağının meclise sunulmasısırasında başlattığı sivil isyan, ordunun müdahalesinden  sonra da devametti. FIS başkanının İslamcı belediye başkanlarına verdiği gerilimi tırmandırmada talimatları, İslami terörün sürdürülmesinde etkili oldu.

Böylece Cezayirde hala devam eden iç savaş can almayı sürdürüyor.
İran örneğinden farklı olarak Cezayir'de ordu, İslamcılara karşı olan katı tutumunu sürdürmektedir: İslamcıların orduya sızamayacağı yolundaki kesin kanıya karşılık, NewYork Times'in yorumcusuna göre, ordudan firar edip, İslamcı gerillalara katılanların sayısı her geçen gün artmaktadır.(Faik Bulut; age, s. 54) 
Sonuçta Cezayir olayında perde henüz kapanmamıştır.

Ancak her iki ülkede yaşanan İslamcı hareketin temelde benzer motifler
taşıdığı ortadadır. Her iki harekette de ülkenin ekonomik şartlarındaki
istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar etkili olmuştur.

Halkın memnuniyetsizliği, dini ideolojiye çekilmesini kolaylaştırmıştır.
Her iki ülkede de halk hareketini durdurmaya yönelik üslup, acımasız,
sert ve kan dökücüdür. Bu üslup aslında devrim önderlerinin amaçlarına
hizmet eden ve halkı devrimcilerle birleştiren bir sonuca ulaşılmasında
yardımcı olmaktadır.

Her iki ülkede de İslamcıların izlediği yöntem aynıdır. Siyasal İslam
önce din adamları, Ulema aracılığı ile yapılanmaya başlamıştır. Halkın
Siyasal İslama yönelişinde, dini duyguların uyandırılmasında din
adamlarının ve din bilginlerinin büyük rolü olmuştur. Dini ve Allah
inancını mevcut rejime alternatif olarak sunmanın halk üzerindeki etkisi
tartışılmaz biçimde ortadadır.

Yine her iki ülkede de iki kurumun Siyasal İslamcıların etkileri attına
girmesi, hareketin can damarını oluşturmuştur. 

Bunlar eğitim kurumları ve din kurumlandır. Eğitim kurumları içinde din eğitimi veren okullar ve üniversiteler en önemli fonksiyonu görmüşlerdir. Üniversite
gençliğinin Siyasal İslama yönlendirilmesi, siyasal örgütlenmenin hızlanmasında büyük rol oynamıştır. Dini fikirlerin üniversite gençliği arasında yayılması ile dini cemiyetler, siyasal örgütler şekline dönüşerek, siyasi hareketlere önderlik etmeye başlamışlardır. Dini kurumlar içinde camiler, hareketin halka ulaşması ve halkın sokağa dökülmesinde kilit kurumlar olarak görev yapmışlardır. Ancak siyasi cemiyetlerin, cami cemaatlerini harekete geçirmede büyük rol oynadığı da açıktır. Bu alandaki yapılanmayı kısaca formüle etmek gerekirse, cemiyet + cemaat = halk hareketi olarak özetlenebilir. Dini vakıfların faaliyetleri de gerek üniversite gençliğine gerek halka maddi ve bilimsel destek bakımından büyük önem taşımıştır.

Her iki harekette de silahlı eylem gruplarından yararlanılmıştır. 

İran Devrimi, Filistinde eğitim gören militanları kullanırken, Cezayir halk
hareketinde İslam Bekçileri, Cezayirli Afgan Grubu, El Tekfir ve'l Hicra
ve Cezere Akımı gibi örgütlerden yararlanılmıştır.

Her iki ülkede de ordu, büyük önem taşımaktadır. Ordu hareketin karşısında
olduğu sürece devrimlerin başarılı olamayacağı görülmüştür. Nitekim İran
Devrimi ordunun halkla bütünleşmesi ile sonuca ulaşabilmiş, Cezayir'de ise
ordu Siyasal İslam'a geçit vermediği için hareket sonuca ulaşamamıştır.
2 Siyasal İslam ve Demokrasi Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi Türkiye, cumhuriyetten bu yana laik bir müslüman ülke olarak yaşamıştır.

Dinin inanç ve ibadetle sınırlı olarak kabul edildiği ve dinle devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı bu uygulamadan, Siyasal İslama kayışında rol oynayan sebepler üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

Siyasal İslamın yükselişini toplumun tabanından gelen bir baskı olarak
kabul etmek mümkün değildir. Bugün dahi bu hareketin tabanla bütünleşmiş
olduğu iddia edilemez.

Siyasal İslamın yükselişinde Türkiye'de uzun yılların planlı birikimi ile oluşan din eliti'nin büyük bir önemi vardır. Esasen laiklik ve İslam konusunda süregelen tartışmaların da muhatabı bunlardır. Din elitinin özellikle son on yılda ortaya çıkışı, Türkiye'de dinin doğal akışı dışına çıkarak yeniden yükselen bir değer olmasına yol açmıştır.

Hemen tüm toplumlarda sanayileşme sürecinin hız kazanması ile dine olan bağımlılık azalmaktadır. Tarım toplumlarının doğa ile iç içe sürdürdükleri yaşam mücadelesinde, inançtan güç alarak yaşanılan zorluklara göğüs germek yaygın bir davranış biçimidir. Tarım toplumunun örgütlü bir yapıya sahip olmayışı, bireyi yaşamın zorlukları ile tek başına mücadeleye mahkum bırakırken, manevi bir güce sığınma ihtiyacını da artırmaktadır. Yağmuru, bereketi Tanrı'dan beklemek, doğal afetlere karşı O'na yakarmak ve bunları yaparken de dinin emrettiği ibadet kurallarına uymak, yaşam koşullarının doğal bir sonucu ve insan doğasının gereğidir.

Ancak sanayileşme ile birlikte doğaya olan bağımlılık azalmakta, yaşam mücadelesinde başvurulacak merci, göklerden yere inmektedir. Sanayi
toplumunun muhatabı Tanrı değil, insan; bireye iş ve aş sağlayacak olan işveren, doğadan bağımsız olarak çalışmaya imkan sağlayan makinelerdir.
Çalışma yaşamındaki sorunlarının çözümünde ise mesleki örgütler ve devlet yani tamamiyle dünyevi kurumlar söz sahibi olmaktadır.

Bunun sonucunda sanayileşmenin, dinin gücünde bir zayıflamayı da beraberinde getirmesi doğaldır.

Türkiye'de bu sürecin farklı biçimde yaşanmasında rol oynayan üç temel faktör vardır. Bunlar; din elitinin ortaya çıkışı, demokratikleşme sürecindeki yasal düzenlemeler ve tarikatlardır.