İlkeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İlkeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2020 Salı

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 4

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 4



Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,İnanç Sistemleri,Tevrat, Kuran,İncil, Peygamberlik Görevi, Din, Köktendinci,

  Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını da açıklayalım. Bevl: idrar yapma Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 7.3.1997 günü ATV'de katıldığı bir programda, şu ifadeleri kullandı; Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar, bunun dinle ne alakası var? ve buna benzer birçok ifadeler kullandı...
   Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında zikredilmektedir.

Ayakta bevl yapma ve bevlden kaçınma hususunda bazı hadis-i Şerifleri hatırlatmak istiyorum.
1.  İdrardan korununuz, çünkü kabir azabının hemen hepsi bevldendir.
2.  İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba çekileceği husus bevldir.
3.  Muhakkak ki sizden biriniz, kabirde azab edilir. Şüphesiz bevl ettiği zaman istintar etmezdi denilir. İstintar, idrarın son damlasını çıkarmak için çaba harcamaktır.

   Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz, şöyle buyurur: Hz. Ayşe: Kendisine Kuran nazil olmaya başladığından beri..
Resulullah ayakta bevl etmemiştir.

Yine İmam-ı Ahmed'in Tirmizi'nin (cilt 1,225. sayfa) Nesai'nin 307 nolu hadis ve İbn-i Mace'nin tahriş ettiği hadiste de Ayşe demiştir ki, Size Nebiyyi Azam'ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse ona inanmayın. mutlaka oturarak abdest bozardı.
4.  Abdullah İbni Mesud'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: Şüphesiz ayakta abdest bozman da cefadandır.
5.  Peygamberimiz ayakta idrar yapmayı yasakladı.
Bazı alimler de ayakta idrar yapmayı caiz görmüşlerdir, ayakta idrar yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnad, Şu hadisi şeriftir: Hz. Huzeyf'dan bir gün Peygamber bir kavimin çöplüğüne vardı ve oraya ayakta bevl etti.

Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulema bu hadisi şerif karşısında
şu tevili yapmıştır.

A. Kadı İyaz'ın beyanına göre; uzun zaman oturan Efendimiz'i bevl sıkıştırmış, uzağa gidememiş hemen ayakta bevlini yapmıştır.

B. Rasulullah dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı idrarını ayakta yapmıştır. (Zira Araplarda bu şekilde yapılan idrarın belağrılarına iyi geleceği kanaati yaygındı)

C. Çöplükte müsait bir yer bulamamıştır.

D. Bir ihtimal de ayakta küçük abdest bozmanın caiz olduğunu göstermek için yapmıştır.

Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan neticeye göre ayakta idrar yapmak mekruhtur. Fakat bu mekruhiyet, kerahati tahrimiye olmayıp, kerahati tenzihiyedir.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl yapmanın dinle alakası çoktur...

Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum. Ancak yukarıdaki konularda bile bir fikir birliğine varmayı zorunlu gören, buna ulaşmak için de büyük emek harcayan kökten dinci zihniyetin, çağdaş sorunları din aracılığı ile nasıl çözüme ulaştıracağını sorarak, 

Türk insanının hakkı olsa gerek.

Elbet ki kökten dinciler her zaman bu kadar masum konularla uğraşmıyorlar.
Ancak zihniyeti tanımak için, bu masum örneklere atıf yapmak gerekmiştir.
İnsanların tuvalet alışkanlıklarına dahi karışma ihtiyacı duyan bir
zihniyetin nasıl bir sistemin müjdecisi olduğu ortadadır.

Kökten dinci zihniyetin bir diğer örneği ise Türk kamuoyuna mal olmuş
bir olaydır. RP. milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, sarıkla namaza gitmenin 80 kere daha fazla sevap teşkil ettiği konusunda halkı bilgilendirmiştir. İslamın ibadet anlayışı ile tezat teşkil eden ve Diyanet İşlerinin de itirazına yol açan bu açıklama, köktendinci anlayışa tam bir örnek teşkil etmektedir. Halkın bir bölümü ise, Peygamberin de namazı sarıkla kıldığını ve bu sebeple sarıkla namaz kılmanın sünnet olduğunu TV kameraları önünde söylemekte ancak sevabın kaç kat arttığı konusunda Ceylan'la anlaşamamaktadırlar. Hatta namaza yürüyerek gitmekle, bir taşıta binerek gitmenin sevaba katkısı da irdelenen konular arasında yer almaktadır.

Bu anlayışın, dinin amacına ya da insanın imanına ve ahlakına ne gibi bir
katkısı olduğu ise, tartışma dışıdır.

Köktendinci harekete gösterilen tepkinin, bilinçsiz bir tepki olmadığı da açıktır. Din adına iktidara talip olanların, ülkeyi nasıl bir maceraya sürüklemek istedikleri, fıkıh karmaşasına boğulmuş bir sistemden, nasıl bir yönetim yaratmayı amaçladıkları ve özel hayatın hangi noktalarına kadar dini tekel uygulamayı planladıkları düşünülmesi gereken ciddi sorulardır.

Dinler tarihi boyunca yaşanan pekçok olaydan da görülebileceği gibi, kökten dincilik, dipsiz bir kuyu gibidir. Her İslami hareket ve yorumun kaışısında daha köktenci bir hareket bulması kaçınılmazdır.

Dolayısıyla köktendinci düşünceler, sadece din devletine karşı olanlar için
değil, Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler için de büyük bir tehdit
oluşturmaktadırlar. Şeriata dayalı bir devlet düzenine karşı çıkıp, yine din
ve Allah adına daha katı bir anlayışla yönetime talip olmak isteğinin önü
alınamaz.

Tarihin her döneminde dinin özünü hayata geçirmeye talip olan yeni
köktendinci gruplara raslamak kaçınılmazdır. Çünkü İslam dini, doğruluğu
kuşku götürecek kadar geniş, sahih olduğu tartışılır nitelikteki bir
hadis kaynağına sahiptir: İslamda otorite kabul edilen en önemli
hadis yazarlarından olan Buhari, Sahih-i Buhari diye bilinen eserini
yazarken, 600.000 hadis toplamış, ancak bunların 7275'ini değerlendirmiştir.
Bir diğer önemli hadis kitabı olan Sahih-i Müslim'in yazan Müslim bin
Haccac ise, topladığı 300.000 hadisten sadece 4000'ini kitabına almıştır.
Ahmednin Hanbel ise Müsned isimli hadis kitabı için 750.000 hadis
toplamış, bunlardan 40.000 ini seçerek kullanmıştır. Ebu Bekir ve Ömer'in
döneminde hadis yasağı konulmuş ve yazılı hadisler toplanıp yaktırılmış
ancak Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminde yeniden hadis toplama
işlemi başlatılmıştır. (Önder Güngör; age, s.100) Acaba Peygambere en yakın
kişiler olan Ebu Bekir ve Ömer hadisleri neden yaktırmışlardır? Bu kararı almalarındaki sebebin, sahih olmayan hadislerin, gelecekte dini yozlaştırmasından duydukları endişe olduğu muhakkaktır.

   Ayrıca Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk yıllarında kendi sözlerinin
yazılıp, toplanmasını yasaklamıştır. Sebep açıktır: O, yalnız Kuran
vahiylerinin yazılmasını, ezberlenmesini ve korunmasını esas alıyordu.
Kendi sözleriyle Kuran ayetleri arasında korunması gereken farkı
sahabilerin bildiklerinden kuşkusu olmamakla beraber, ilk zamanlarda
dikkatleri yalnız Kuran üzerinde toplamak için böyle bir yol seçmiştir.
Daha sonra, vahyin gelen ayetleri yerleşmiş bir tavır ve metodla, mükemmel
biçimde zapt edildiği için, başta konan yasak kaldırılmıştır. 

(Yaşar Nuri Öztürk; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989, s.143)

   Ancak peygamberin sözü olduğundan kuşku duyulmayan ve mütevatir denilen
hadislerin sayısı çok azdır. Lafzı ve manasıyla mütevatir sayılan hadislerin sayısı 20'ye kadar inmektedir... Mütevatir dışında kalan hadislere,

İslam bilginleri haber-i vahit, yani tek kişiden nakledilen haber demişlerdir...
Bunlar ancak günlük hayatın pratik meselelerinde uygulamaya esas alınabilir.
Ne var ki bu konu da başlangıçtan beri tartışılmıştır. Kısacası hadis alanı
hayli söz götüren bir alandır. Yüzlerce, binlerce hadis uydurulmuştur. (24.
age,s. l42)

Bu uydurma hadislerin köktendinciliğin kaynağını oluşturduğu, şüphe götürmez
biçimde açıktır.

İslam alemi uydurma hadislerin yanısıra, dar görüşlülükle kısır yorumlara
açık bir sünnet anlayışına sahip kitleleri de içinde barındırmaktadır.
Peygamberin davranışlarından, hal ve tavırlarından günümüze aktarılan
bilgilerin, ne kadar doğru olduğu da en az sözlerinde ki aktarımlar kadar
kuşkuya açıktır. Bu nedenlerle, Kuran'la sınırlı kalamayan ve bireysel yorumlarla yapılanmayı sürdüren dinin, köktendinci görüşlere geçit vermesin den en fazla yara alan yine yaşayan İslam olmaktadır. İnsan aklının, din adına yapılan yorumların altında bir değere sahip kılınması, kökten dincilere alabildiğine geniş bir hareket alanı yaratmaktadır.

Şeriat zorla gelmez, o Allahı Lütfudur. Şeriat, ancak ona layık olan
topluma gelir... Bu sözler, Siyasal İslamcılarca sık sık söylenmektedir. 

Bu gerçekten doğru mudur? Yakın tarihe bir göz atanlar, din ve devrim sözcüklerinin birlikte kullanılır olduğunu göreceklerdir.

20. yy'ın son çeyreği, İslam Devrimlerinin İslam şeriatının yolu olduğunu
ortaya koymaktadır. 
İslam ve devrim arasındaki ilişki, İslamın siyasal bir din oluşundan kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın dini esaslara göre yapılanmasını amaç bilen ulemanın planlı gayretleri İslam devrimi olgusunu ortaya koymuştur.

İslam Devrimi, Humeyni ile başlayan ve İran'ın önderliğinde yükselen bir
siyasal harekettir. Dolayısıyla kendiliğinden değil, uzun yıllar süren kadrolaşmalar, eğitim faaliyetleri ve halkın dini yönden bilinçlendirilmesinin bir ürünüdür.

Devrime hizmet eden şartlar ise, en az devrimi hazırlayanların planlı çalışmaları kadar önemlidir. Çünkü halkın bir ayaklanmaya razı edilmesi, onun yaşadığı koşullara duyduğu tepki ile bağlantılıdır. Ekonomik şartların devrime giden yolda en önemli faktör olduğu inkar edilemez.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik, halkın yoksullaşması, azınlığın refah ve
sefahati, yönetenlerle yönetilenler arasındaki güveni zedeleyen ve halkta
yönetenlere karşı kin ve nefret duyguları uyandıran önemli sebepler
arasında yer alır. Bunun en tipik örneğini İran'da görmek mümkündür. 

Şah rejiminin halkta uyandırdığı tepkiyi, İran Devriminin yaratıcısı olan koşullar içinde önemsememek mümkün olamaz. Ülkede kişi başına düşen gelir 4000 doları aştığı halde, toplam milli gelirin yarıdan fazlasının ülke nüfusunun yüzde 1'inin elinde toplanması ve petrolden kazanılan milyarlarca doların Şah ailesi ve yakınlarının hizmetine ayrılması yolundaki iddialar, (İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara 1993, s.282) halkın rejime duyduğu güvensizliğin önemli sebeplerini oluşturmuştur.

Devrimi hazırlayan diğer bir faktör, yönetimin despotik karakteri olmuştur.
Halkı karşısına alan, ayaklanmaları silahla önlemeye çalışan, baskın,
tutuklama, sürgün gibi yıllara başvuran iktidarın, dökülen kanların
bedelini kendi varlığı ile ödemek durumunda kaldığı açıkça ortadadır.
Burada çok dikkat çekiçi olan husus, halkla devlet, halkla ordu arasındaki
çatışmaların daima devrimi planlayanların işine yaramış olmasıdır: Hatta
denilebilir ki halk-devlet güçleri arasındaki çatışma, devrime giden
yolda beklenen, istenen, planlanan bir çatışmadır. Büyük halk yığınlarını
harekete geçirmek için, kendi aralarından birilerinin öldürülmesi kadar
işe yarayan hiçbir şey yoktur. Devrimi planlayanlar, yüce bir ideal
uğruna mücadeleye girecek kitleleri ölmeye ve öldürmeye şartlamakta,
hatta bunun şerefi konusunda ikna ederek, göğüs, göğüse bir çatışmanın
yaşanacağı ortamı önceden hazırlamaktadırlar. İran Devrimine giden yolda
halkın cihad konusunda şuurlandırılmasında Humeyni'nin mesajları büyük
rol oynamıştır. Humeyni, Keşf ul Esrar adlı kitabında İslam devrimi
için silahlı mücadeleyi desteklemiş, hatta müslümanları buna katılmaya
çağırmıştır. Bu kitabında Humeyni, Bazen İmam'ın ya da onun vekili
temsilcinin yokluğunda savaş, savunma için vacip olur. Mesela bir
insan, düşman saldırısına uğrayan bir grubun içindeyse veya düşman akını
İslam şehirlerini ele geçirmek veya müslümanları tutuklamak veya onların
mal ve mülklerini soymak için yapılıyorsa böyle durumlarda ve bütün bu
şartlarda kendi canlarını ve mallarını savunmaları ve yabancılarla
savaşmaları vaciptir. diyerek ve(age., s.28-29) Kuran da Onlar sizinle
savaştıkları gibi hepiniz müşriklerle savaşmalısınız ayetini de vurgulayarak halkı
savaşa psikolojik yönden hazırlamıştır. İlahiya| öğrencilerine yaptığı
bir başka konuşma da yukarıda anlatılanları doğrular mahiyettedir.
Öğrencilere hitaben Humeyni, Kendinizi öldürülmeye, hapsedilmeye ve
mecburi askerliğe hazırlayın. Dövülmeye, işkence görmeye, hakaretlere
uğramaya kendinizi hazırlayın. İslamı ve bağımsızlığı savunma uğrunda
zorluklara katlanmaya hazırlanın. Güçlü ve metin olun. Allah'ın kendilerinin
hakimi olduğunu beyan edenler metin olurlar. Allah onların üzerlerine
meleklerini indirir. Onların korkacakları, kaygılanacakları bir şey yoktur.
diyerek gençliği yeni başlayan bir mücadeleye zihnen hazırlamaktadır.

Bu sözlerle şartlanan kitlelerin Allah adına iş yaptıkları inancı ile devlet güçlerine gösterecekleri tepki, elbette çatışmayı teşvik edici olacaktı.

Oldu da. Sonuçta rejim, halkı ezen, öldüren, tutuklayan, işkence eden ve
en önemlisi Allah'ın yolu önüne set çeken bir düşmanla eş değer hale gelmiş,
halkın gördüğü eziyet, halk hareketine duyulan sempatiyi ve katılımı artırmıştır.

Din devrimi, hiç de halkın içinden fışkıran, kendiliğinden oluşan bi hareket olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar, adım adım bu devrimi hazırlamıştır. Devrimi yaratan ana fikir, Kuran ve dinin bir tehditle karşı karşıya olmasıdır. Böyle bir durumda müslümanların Şah'a bağlılık göstermeleri ya da en azından takiyye yaparak canlarını korumaları, hareketin hızını kesmektedir. Bu nedenle Humeyni, içinde bulunulan şartlarda takiyye yapmayı haram ilan ederek, müslümanları Şah ile açıkça mücadeleye davet etmiştir. Şah'a bağlılık felaket demektir. İslam'a
hakaret, müslümanların haklarına tecavüz ve ilim ve öğretim kurumlarına
saldırı demektir. Şah'a bağlılık demek, İslam vücuduna ve Kuran'a darbe
indirmek, İslam'ın sembollerini yakmak demektir... Şah'a itaat demek İslam
yasalarının hiçe sayılması, Yüce Kuran'ın yasalarının değiştirilmesi
demektir. Şah'ı sevmek demek din adamlarına zulmedilmesi ve peygamberliğin
bütün işaretlerinin yok edilmesi demektir. İslamın ilkeleri tehlike
içindedir.(age,s.80-81) diyen Humeyni artık kutsal dinle şeytani Şah yönetimi
arasında halkı bir tercihe zorlamaktadır.

Humeyni'nin halkı adım adım devrime götüren faaliyetleri sürerken
Şah, Ak Devrim'i yürürlüğe sokmuş, halkın iktidara karşı ayaklanmasındaki
ekonomik sebepleri ortadan kaldıracağı yolundaki taahhüdü ile derebeylik
sistemine son vererek, işçilere fabrikalardan hisse verdiğini, toprak
reformunun yapılmaya başlandığını, seçim reformları yasasının yürürlüğe
konulduğunu duyurmuştu. Ancak bu reformlarda geç kalınmıştı. Hareket
artık sadece gelir adaletsizliğinden değil, dinin yok edilme kaygısından
güç alır hale gelmişti: Kaldı ki Şah'ın Ak Devrimini karartan başka
basiretsizliklere imza atması, İran'ı en hassas dönemde derinden etkilemişti.
1967 de yapılan son Anayasa değişikliği ile Şahbanu ve Veliahd Prense
Anayasa içinde uygun bir yer aranmış, Veliahd Prensin 20 yaşına gelince
devlet işlerinin başına geçmesi, Şah öldüğünde 20 yaşına gelmemişse ve Şah
bir naib tayin etmemişse, bu görevi Şahbanu'nun devralması kararlaştırılmıştı.
Böylece Veliahd'a ve Şahbanu'ya da taç giydirilmesi kararı alınmaktaydı.
Taç giyme töreni, bütün dünyada geniş yankılar uyandırmıştı. 

 Halkın sefaletine karşı sergilenen ihtişam ve sefahat, yöneticilerin akıl almaz duyarsızlıklarının bir göstergesi olmuştur. 13 Ekim 1967 de başlayan törene Yunan Kralı, Etopya İmparatoru, İngiliz Hanedanı, Körfez Emirleri, Mareşal Tito, Çin temsilcileri ve daha pekçok devlet reisi katılırken, merasimlerin yapılacağı sahanın 100 km. yarı çapındaki alanda yaşayan halkın evleri boşaltılmış, Tahran'daki tüm okul ve üniversiteler kapatılmıştır. Kutlamalar için harcanan para, 300 milyon dolardır.(age; 202)

İran İslam Devriminin oluşumunda bu ve benzeri uygulamaların katkıları
ihmal edilemez. Ancak Devrimin en büyük gücünü oluşturan iki kurum vardır.
Bunlar camiler ve eğitim kurumlarıdır. Rejimin din adamları üstündeki
baskısı arttıkça, camiler ve din eğitimi veren okullar rejime karşı sürdürülen savaşın açık üsleri haline gelmiştir. Üniversite ve diğer yüksek öğrenim kurumlarında İslam Birlikleri ve İslami Eğitim Merkezleri kurulmuştur. Bu kurumlar aracılığıyla süren eğitim faaliyetlerinde dersler, hükümete ve mevcut rejime karşı mücadeleyi amaçlamaktaydı. İslamın mesajını ülkenin genç insanlarına iletmek için büyük bir seferberlik başlatılmıştı. İslami hareketin önde gelenleri yalnızca okulların bilinen sınıf düzenini kullanmıyor, aynı zamanda camileri de donatıp, onlara ihtişam kazandırıyor, talebeleri daima güçlü ve kararlı tutmak için gayret
gösteriyorlardı. Ayrıca halk arasında sürekli toplantılar düzenliyorlardı.

Bu dönemde Humeyni'nin çizgisinde ilerleyen pekçok ulema ve mücadeleci(age; s.262) müslüman uzun süreli hapiste cezalandırılmıştı. Bunların hapiste uğradıkları
işkenceri bilmeyen yoktu. Bütün bunların sonucunda halk rejimin insafsız
yüzünü görerek, harekete daha da yaklaşıyordu.

İran Devrimi yaklaşık 18 yıl süren bir sürecin ürünü olmuştur. 

Ancak devrime son noktanın konulmasında, ordunun harekete katılımı büyük önem taşımaktadır. Zira 500 bin kişilik, iyi bir donanımlı İran ordusu ile
50 bin kişilik Savak Askeri gücü karşısında hiçbir halk hareketinin ayakta
kalması mümkün değildi. Ordu, bu hareketi ne pahasına olursa olsun
bastırmakta kararlılık göstermiş olsaydı, bugün İran Devriminden söz etmek
mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Humeyni'nin bir biçimde orduyu yanına alması
gerekiyordu. Bunun ilk adımını ise halkı, ordu ile yakınlaştırmak ve aslında halkın ta kendisi olan askeri, harekete katmaktı. 

Bu nedenle Devrimin başında, halk-ordu çatışmasını teşvik ederek, devrim
lehine kullandığı orduyu, devrimin sonunda ikinci kez kullanmıştır. İkinci
kez kullanımı ise ilkinin tamamen tersi yönde olup, halkla bütünleştirici
mahiyettedir.

Humeyni, 9 Eylül 1978 deki hitabında orduya şu mesajı gönderiyordu:
İran'ın vatansever Silahlı Kuvvetleri, siz de gördünüz ki, halk size dostça davranıp sizi çiçeklere boğmuştur. Biliyorsunuz ki rejim haydutları kendi zalim hakimiyetlerini sürdürebilmek için kardeş kanına elinizi bulayarak sizi alet ettiler. Silahlı Kuvvetler de Şah'dan ayrılarak, halkın yanında düşmana karşı birleşen kardeşlerinize katılınız. Ayağa kalkınız ve ülkenizin mahvolmasına seyirci kalmayınız. Kardeş ve bacılarınızı kana boyamalarına izin vermeyiniz. Adınızı bir an önce tarihin sayfalarına yazdırınız. 
Baskı ve hıyaneti köklerinden çıkarıp atınız.(age;s. 355) 
Bundan yaklaşık dört ay sonra Şah ülkeyi terketti. Onun ayrılışı ile birlikte, ordunun harekete olan gizli desteği daha açık biçimde ifade edilir hale geldi,
önce Hava Kuvvetleri daha sonra da Silahlı Kuvvetler Devrimi desteklemeye
başladı. Kuvvet komutanlarının asker ve subaylar üzerindeki kontrolü
kaybettikleri, halkla dayanışma içine girdikleri artık açıkça görülmekteydi.
Humeyni'nin İran'a dönüşünden sonra Hava Kuvvetlerinden bir kısım subay,
Humeyni'yi ziyaret etmiş, Muhafız Kuvvetlerinin halkla çalışması sırasında
da halka silah ve cephane dağıtarak Muhafız kuvvetleriyle çatışmaya
girmişlerdi. Artık İran Devrimi, karşısındaki en büyük güç olan Orduyu da
yanına almıştı. Böylece yıllar süren kanlı mücadele İran'da Humeyni iktidarı
ile sonuçlanıyordu.

İran Devriminin önemini sadece İran'daki değişimle sınırlı tutmak
mümkün değildir. Çünkü bu hareket, İslam Alemi için adeta bir yeniden
doğuş hareketi olarak mütalaa edilmekte ve diğer İslam ülkeleri
açısından da bir model oluşturmaktadır. Devrim ve Din sözcüklerini bir
araya getiren ve yeni bir mücadelenin kapısını açan bir hareket olarak,
tüm İslam ülkelerini etkilemeye devam etmektedir.

Bu etkileyişde, İran'ın devrim ihracı modelinin de hatırı sayılır bir
önemi bulunmaktadır. İran'ın devrim ihracı modelini benimsemesinin çeşitli
sebepleri vardır. Ancak bu sebeplerin başında, İslamın evrensel niteliği
gelir. İslam, belli bir kavim ve topluluğa gelmiş bir din değildir. Tüm
insanlığa hitap etmekte ve bütün dünyayı İslamlaştırma amacı taşımaktadır.

Bu nedenle devrim ihracı, İslam kültürünün yayılmasını ve İslami bağımsızlığın gerçekleşmesini ifade eder. İslamın hakimiyeti, İslami dayanışma kuralları olmaksızın gerçekleşemeyecektir. Bu da bir devrim olmadan mümkün değildir. Devrim, İslam ile Allah yolunda doğru bir yönelime girmektir.(Faik Bulut; İslamcı Örgütler, İstanbul, 1993, s.479.)

İran Devriminin, İran'la sınırlı kalmayacağı, İran Anayasasının 154. maddesinde de şu şekilde ifade edilmektedir. İran İslam Cumhuriyeti, beşeri toplumların tümünde, insan mutluluğunu kendi gayesi bilir. Binanaleyh, diğer milletlerin iç işlerine her türlü müdahaleden kaçınmakla beraber, mazlumların zalimlere karşı haklı mücadelelerini, dünyanın neresinde olursa olsun himaye eder. Bu maddeye göre, mazlum ve zalimi takdir etmek ve mücadelenin haklılığı konusunda hüküm vermek yetkisi İran İslam Cumhuriyetine bırakılmış ve bu çerçevede diğer ülkelerin iç işlerine karışılabileceği açıkça ortaya konulmuştur. 

Nitekim Humeyni'nin Necefte verdiği derslerde söylediği şu sözler de devrim ihracı
modelini teyid eder niteliktedir. Siz İslam'ı, İslami devletin programını tanıtınız. Dünyanın bilgisine sununuz ki, İslam ülkelerinin sultan ve başkanları da belki duyar, gerçeği kavrar ve uyar. İslam'a tabi olup, güvenilir kişi olanları da makamlarında bırakır, ellerinden almayız.(Önder Güngör; Siyasal İslamda Bölünmeler, İstanbul, 1997, s.113)

Devrim ihracında izlenecek yöntemin ne olduğu da Humeyni tarafından
ortaya konulmuştur: Tebliğ ve davet.

Tebliğ, dini yayma, kendi dinine çevirme ve propaganda yolu ile ikna etme anlamına gelmektedir. Davet ise, İslama çağrıdır.
Bu yöntemle başlayan hareket, temelde İslamın dört esasına dayanmaktadır.
Bunların ilki, tevhid ilkesidir. Humeyni'nin düşüncesinde tevhid, İslamın
yorumlanış tarzıdır. Allah'ın otoritesini kabul eden, fakat dünyevi otorite
ile mücadele etmeyen bir din anlayışı, Humeyni'nin kabul edebileceği bir
anlayış değildir. Bu nedenle İslamiyetin tevhid, yani birlik ilkesi hayata
geçirilerek, amaçları müslümanları ezmek olan her türlü yönetim ile mücadele
etmek gereklidir. Tevhid, Müslümanların birleşmesi ve güçlenmesini
beraberinde getirecektir.

İkinci ilke, cihad ilkesidir. Mücadelenin yolu, devrimci bir başkaldırıyı simgeleyen cihaddır. Gerek kitleler, gerek din alimleri siyaset sahnesinde aktif bir rol almak zorundadır. Ancak kitlelerin siyasette seslerini duyurabilmesi, din adamlarının bilinçlendirme görevlerini yapmaları ile mümkün olacaktır. Başka bir deyişle müslüman, doğuştan itibaren devrimci yetişmek zorundadır.

Üçüncü ilke, ümmet boyutudur. İslam ümmetinin birliği esastır. 
Aksi halde devrimin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Dünyanın hangi köşesinde
olursa olsun, müslümanlar dayanışma içinde olmalıdırlar. İslam ümmetçiliği,
tevhid ve cihad boyutlarını bir arada yürütüp ayrılıkları ortadan kaldırmak anlamına gelir.

Dördüncü ilke ise musta'zafın boyutudur. İslam aleminde halk yoksuldur.
Egemen sınıfların baskısı ve sömürüsü altındadır. Politik baskı ve ekonomik sömürü çok boyutludur. O halde ezilenlere karşı özel ilgi gösterilmelidir. 
(Faik Bulut; age, s.481-482)

Humeyni'nin devrim ihraç modelini uygulamaya sokacak bir teşkilatlanmayı
da başlattığı bilinmektedir. Burada açıkça görülen, İran İslam devriminin, bir son değil, İslam alemi için bir başlangıç olarak kabul edildiği ve devrim fikirlerinin tüm müslüman ülkelere ihraç edilme yolundaki gayretlerin aralıksız sürdüğüdür.
Dinin dünya siyasetinde üstlendiği bu devrimci misyon, dine bakışı da tüm dünyada önemli biçimde etkilemiştir.

Din ve devrim sözcüklerini bir başka biçimde de olsa dünyanın gündemine
sokan ikinci ülke ise Cezayir olmuştur.

İslamcı hareket, uzun yıllar bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede, Hıristiyan Batı kültürüne karşı gelişen Arap-İslam kültürüne sahip çıkılması ve kimlik mücadelesi şeklinde başlamıştır. Ancak uzun yıllar boyunca hemen bütün siyasetçiler, aydınlar ve din adamları çifte kültüre sahip olarak yaşamış, hiçbir silahlı ayaklanma görülmemiştir. Zaman içinde İslami söylemi daha çok kullanan bir aydınlar grubunun ortaya çıkması ile islahatcı İslamcılar, 1931'de Müslüman Alimler Cemiyetini kurmuşlardır. Bu ekip, gelenekçi ve kır kökenli İslamcılarla sert mücadelelere girmiştir.

    1954 de Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)'nin kurulmasıyla daha da
güçlenen İslami hareket, cihad kavramında ısrarlı olmaya başlamış ve
nihayet Cezayir Anayasasına Bu ülkenin resmi dini İslamdır. Tüm kanunlar,
kaynağını İslam şeriatından alır. ibaresi konulmuştur. Kültürel devrim
adı altında başlatılan bu dini yapılanma sürecinde camiler, eğitim kurumları
ve vakıflar İslamcıların denetimine girmiş, devletin en üst makamlarında
kadrolaşma faaliyetleri sürdürülmüş ve dini eğitim devletçe teşvik edilmiştir.
Bu dönemde ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal başarısızlıklar da
İslamcı düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur. 1980'lerde üniversite
gençliği ve esnaf arasında çok yaygınlaşan İslamcı düşünce, 1988 de patlama
noktasına gelerek, siyaset sahnesine tüm gücü ile girmiştir.

İslamcı gelişmenin bu döneme kadar geliştirdiği karakter incelendiğinde,
Cezayir bağımsızlık hareketi döneminde İslamcı ulemanın yaptığı iki
hatadan söz edilir. Bunların ilki, siyasi özerkliğini bir dönem FLN'ye kaptırması, ikincisi ise, birinci hatanın sonucu olarak İslami ideoloji ile bağdaşmayan, ulus devlet projesinde FLN'ye destek olmasıdır.

Daha sonraki dönemde ise İslamcılar örgütlenerek, sokak hareketlerini
başlatmışlar ve hareket kitlesel bir özellik kazanmıştır. (Faik Bulut; age, s.32-33)
Halkın yönetime karşı ayaklanması ile tek partili yönetimden çok partili
hayata geçilmiş ve Cezayir Anayasasının 243. Maddesi din ve dil esasına
dayalı herhangi bir partinin kurulmasını yasakladığı halde, 1989 da İslami
Selamet Cephesi (FIS) kurulmuştur.

   Aslında İslamcıların mevcut düzenle ilgili sorgulamaları iki ana noktada toplanmaktaydı. Bunların birincisi, ulus devlet projesine karşı geliştirilen ümmet projesiydi. Bir yandan bağımsızlık hareketi ile Arap milliyetçiliği canlandırılmaya çalışılırken, diğer yandan Arap-İslam sentezi içinde ümmetçilik cereyanları, Cezayir için zorlukların başında geliyordu. İkinci olarak sorgulanan, rejimin Anayasa ile teminata alınan İslamcı yapısı idi. Anayasada devletin resmi dininin İslam olduğu ve yasaların şeriata ters düşmeyecek biçimde yapılması kabul ediliyor, diğer yandan yasama ve yürütme erki, bundan bağımsız yapılanıyordu. 
Bu konuda İslamcılar şunu soruyordu. Yargı erki şeriata uygun olunca, yasama ve
yürütmenin yargıdan bağımsız kılınması nasıl mümkün olabilir? 

Böyle bir düzene şeriat düzeni denilebilir mi? Gerçekten de bu garip bir durumdu.
Bu nedenle devletin güdümünde olan dini, devlet mekanizmasından ayırıp, bağımsız bir İslami hareketin doğuşunu gerçekleştirmek gerekiyordu. Bu amaçla resmi olanların yanında resmi olmayan yüzlerce cami, medrese ve binlerce Kuran kursu açıldı. Okullarda mescid kampanyaları başlatıldı. İslamın tebliğ hükmü uyarınca İslama uymayanları uyarmak, olmazsa zor kullanıp yola getirmek için faaliyetler başaltıldı.

Çok sayıda eğlence yeri basılıp, kapatıldı. Modern giyinen kadınların
örtünmeleri sağlandı. (age, s.34) Erkeklere birden fazla kadınla evlenme hakkı
verildi. Boşanma şeriata uygun biçime getirilerek, mirasta erkeklerin kadınların iki katı pay alacakları hükme bağlandı. FLN iktidarı, giderek daha dini bir kisveye bürünürken, ülkede güçlenen dini muhalefet gruplarını yanına çekmeyi amaçlıyordu. 1989-1991 arasında başbakanlık yapmış olan FLN lideri Mevdut Hamruş, erkeklerin eş ya da eşleri namına oy vermesine izin veren yasayı onaylayarak, belediye toplantılarının camilerde yapılmasına izin vererek (Halide Mesudi; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul, 1996, s.110) siyasi yatırımlarını sürdürüyordu.

İslami fikirler kısa sürede üniversite gençliği arasında yaygınlaştı.

Klasik dini cemaatler, gençlerin katılımı ile gençleştikçe siyasi örgütlere dönüştüler. Cemaatler, camileri sokağa dökerken, kullanılan sloganlar daha çok halkın maddi talepleri ile ilgiliydi. 1984-88 arasındaki pek çok ayaklanma ekmek ayaklanması diye adlandırılan türdendi. Ancak bu ayaklanmalar, ordu tarafından bastırılmış, asker halka kurşun sıkmış ve çok sayıda insan ölmüştür. Tek partili dönemde İslamcıları sosyalist ve komünist muhaliflere karşı kullanmak amacıyla yasaklanan İslami akımların serbestçe örgütlenmelerine izin verilmiş olması, İslamcıların sokağa dökülmelerini kolaylaştırıyordu.

Cezayir'de çok sayıda eylemci silahlı örgüt mevcuttu. FIS'in içinde
ise birbirinden farklı yedi İslami akımın temsilcileri bulunmaktaydı.
FIS, 1991 yerel seçimlerinde ezici bir çoğunlukla seçimleri aldı.
1991 sonunda yapılan genel seçimlerin birinci turuna kayıtlı seçmenlerin
yüzde 24,79'u katıldı. FIS, geçerli oyların yüzde 42'sini alarak birinci turu
kazandı.

FIS sözcüsü, ikinci tur öncesi sürdürülen seçim kampanyasında, kendilerine,
oy vermeyenlerin ülkeyi terk etmeleri yönünde demeçler verdi.
Ancak ikinci tur seçime geçilmeden, 11 Ocak 1992 de ordu bir darbe yaparak
duruma el koydu. (Halide Mesudi; age, s.134) Bin Cedid istifaya zorlandı. Millet
Meclisi dağıtıldı. Seçimlerin ikinci turu iptal edildi. Eski sosyalist lider Muhammed
Budiyaf 25 yıllık sürgünden getirilerek devlet başkanı yapıldı. Ancak 29
Haziran 1992 de Annaba kentinde, televizyon kameraları önünde bir konuşma
yaparken öldürüldü.

Ordunun müdahalesi Cezayir'de sorunları çözemedi. FIS'in 1991 yılındaseçim yasası ile ilgili  iki kanun taslağının meclise sunulmasısırasında başlattığı sivil isyan, ordunun müdahalesinden  sonra da devametti. FIS başkanının İslamcı belediye başkanlarına verdiği gerilimi tırmandırmada talimatları, İslami terörün sürdürülmesinde etkili oldu.

Böylece Cezayirde hala devam eden iç savaş can almayı sürdürüyor.
İran örneğinden farklı olarak Cezayir'de ordu, İslamcılara karşı olan katı tutumunu sürdürmektedir: İslamcıların orduya sızamayacağı yolundaki kesin kanıya karşılık, NewYork Times'in yorumcusuna göre, ordudan firar edip, İslamcı gerillalara katılanların sayısı her geçen gün artmaktadır.(Faik Bulut; age, s. 54) 
Sonuçta Cezayir olayında perde henüz kapanmamıştır.

Ancak her iki ülkede yaşanan İslamcı hareketin temelde benzer motifler
taşıdığı ortadadır. Her iki harekette de ülkenin ekonomik şartlarındaki
istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar etkili olmuştur.

Halkın memnuniyetsizliği, dini ideolojiye çekilmesini kolaylaştırmıştır.
Her iki ülkede de halk hareketini durdurmaya yönelik üslup, acımasız,
sert ve kan dökücüdür. Bu üslup aslında devrim önderlerinin amaçlarına
hizmet eden ve halkı devrimcilerle birleştiren bir sonuca ulaşılmasında
yardımcı olmaktadır.

Her iki ülkede de İslamcıların izlediği yöntem aynıdır. Siyasal İslam
önce din adamları, Ulema aracılığı ile yapılanmaya başlamıştır. Halkın
Siyasal İslama yönelişinde, dini duyguların uyandırılmasında din
adamlarının ve din bilginlerinin büyük rolü olmuştur. Dini ve Allah
inancını mevcut rejime alternatif olarak sunmanın halk üzerindeki etkisi
tartışılmaz biçimde ortadadır.

Yine her iki ülkede de iki kurumun Siyasal İslamcıların etkileri attına
girmesi, hareketin can damarını oluşturmuştur. 

Bunlar eğitim kurumları ve din kurumlandır. Eğitim kurumları içinde din eğitimi veren okullar ve üniversiteler en önemli fonksiyonu görmüşlerdir. Üniversite
gençliğinin Siyasal İslama yönlendirilmesi, siyasal örgütlenmenin hızlanmasında büyük rol oynamıştır. Dini fikirlerin üniversite gençliği arasında yayılması ile dini cemiyetler, siyasal örgütler şekline dönüşerek, siyasi hareketlere önderlik etmeye başlamışlardır. Dini kurumlar içinde camiler, hareketin halka ulaşması ve halkın sokağa dökülmesinde kilit kurumlar olarak görev yapmışlardır. Ancak siyasi cemiyetlerin, cami cemaatlerini harekete geçirmede büyük rol oynadığı da açıktır. Bu alandaki yapılanmayı kısaca formüle etmek gerekirse, cemiyet + cemaat = halk hareketi olarak özetlenebilir. Dini vakıfların faaliyetleri de gerek üniversite gençliğine gerek halka maddi ve bilimsel destek bakımından büyük önem taşımıştır.

Her iki harekette de silahlı eylem gruplarından yararlanılmıştır. 

İran Devrimi, Filistinde eğitim gören militanları kullanırken, Cezayir halk
hareketinde İslam Bekçileri, Cezayirli Afgan Grubu, El Tekfir ve'l Hicra
ve Cezere Akımı gibi örgütlerden yararlanılmıştır.

Her iki ülkede de ordu, büyük önem taşımaktadır. Ordu hareketin karşısında
olduğu sürece devrimlerin başarılı olamayacağı görülmüştür. Nitekim İran
Devrimi ordunun halkla bütünleşmesi ile sonuca ulaşabilmiş, Cezayir'de ise
ordu Siyasal İslam'a geçit vermediği için hareket sonuca ulaşamamıştır.
2 Siyasal İslam ve Demokrasi Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi Türkiye, cumhuriyetten bu yana laik bir müslüman ülke olarak yaşamıştır.

Dinin inanç ve ibadetle sınırlı olarak kabul edildiği ve dinle devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı bu uygulamadan, Siyasal İslama kayışında rol oynayan sebepler üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

Siyasal İslamın yükselişini toplumun tabanından gelen bir baskı olarak
kabul etmek mümkün değildir. Bugün dahi bu hareketin tabanla bütünleşmiş
olduğu iddia edilemez.

Siyasal İslamın yükselişinde Türkiye'de uzun yılların planlı birikimi ile oluşan din eliti'nin büyük bir önemi vardır. Esasen laiklik ve İslam konusunda süregelen tartışmaların da muhatabı bunlardır. Din elitinin özellikle son on yılda ortaya çıkışı, Türkiye'de dinin doğal akışı dışına çıkarak yeniden yükselen bir değer olmasına yol açmıştır.

Hemen tüm toplumlarda sanayileşme sürecinin hız kazanması ile dine olan bağımlılık azalmaktadır. Tarım toplumlarının doğa ile iç içe sürdürdükleri yaşam mücadelesinde, inançtan güç alarak yaşanılan zorluklara göğüs germek yaygın bir davranış biçimidir. Tarım toplumunun örgütlü bir yapıya sahip olmayışı, bireyi yaşamın zorlukları ile tek başına mücadeleye mahkum bırakırken, manevi bir güce sığınma ihtiyacını da artırmaktadır. Yağmuru, bereketi Tanrı'dan beklemek, doğal afetlere karşı O'na yakarmak ve bunları yaparken de dinin emrettiği ibadet kurallarına uymak, yaşam koşullarının doğal bir sonucu ve insan doğasının gereğidir.

Ancak sanayileşme ile birlikte doğaya olan bağımlılık azalmakta, yaşam mücadelesinde başvurulacak merci, göklerden yere inmektedir. Sanayi
toplumunun muhatabı Tanrı değil, insan; bireye iş ve aş sağlayacak olan işveren, doğadan bağımsız olarak çalışmaya imkan sağlayan makinelerdir.
Çalışma yaşamındaki sorunlarının çözümünde ise mesleki örgütler ve devlet yani tamamiyle dünyevi kurumlar söz sahibi olmaktadır.

Bunun sonucunda sanayileşmenin, dinin gücünde bir zayıflamayı da beraberinde getirmesi doğaldır.

Türkiye'de bu sürecin farklı biçimde yaşanmasında rol oynayan üç temel faktör vardır. Bunlar; din elitinin ortaya çıkışı, demokratikleşme sürecindeki yasal düzenlemeler ve tarikatlardır.




DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 3

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 3



Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,İnanç Sistemleri,Tevrat, Kuran,İncil,


Peygamberlik Görevi ve Din,

İnsanlık, peygamberleri kutsal kişiler olarak kabul etmekte ve dinlerin temsilcileri olarak görmektedir. Tanrısal vahyin ürünü ve dolayısıyla Tanrı'nın sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitaplar kadar, peygamberlerin kişilikleri, sözleri, davranışları da kutsal kabul edilmektedir. Peygamberler, Tanrı'nın gücünü ve sözünü yeryüzünde temsil eden ve kayıtsız şartsız itaatte kusur edilmemesi gereken kişiler olarak görüldüğü içindir ki, dinler zaman zaman peygamberlerin adları ile ayırd edilmiş, Musevilik, İsevilik ve Muhammedilik gibi tasniflemelere gidilmiştir.

Peygamberlerin temel görevlerinin neler olduğunu ve taşıdıkları özellikleri
bilmek, dinlerin gelişimini değerlendirmek bakımından çok önemlidir. Tanrı'ya
bile dünyada elle tutulur, maddi sembollerle ulaşmayı deneyen insanoğlunun,
peygamberleri Tanrılaştırmasının, hiç de garipsenecek yanı olmasa gerek...
Peygamberlerin Tanrısallaştırılması konusundaki en güçlü örnek,

Hıristiyanlıkta yaşanmıştır. Hıristiyan alemi, İsa Peygamberi Tanrı'nın oğlu
olarak kabul ederek, ona insan dışı bir hüviyet atfetmiştir.

İslamiyette ise peygamber, Allah'ın elçisidir. Allah, elçisinden neler istemekte dir?  Herşeyden önce, gönderdiği mesajı insanlara bildirmesini istemektedir. 

Kuran, Ey Muhammed vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap görmek bize düşer(Kuran-ı Kerim; Ra'd suresi/40)...Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne vazife düşer(age; Nahl suresi/35)...senin üzerine düşen, sadece açık bir şekilde duyurmaktır.(age; Nahl suresi/82) Resule düşen sadece duyurmaktır. (age; Maide suresi/99) diyerek, peygamberin görevine açıklık getirmektedir.

Peygamberin diğer görevi ise, yine teblig görevi içinde sayılması gereken, mesajın kapalı kısımlarını izah etmektir. Kuran, ..sana da bu Kitabı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Ta ki düşünüp öğüt alsınlar(age; Nahl suresi/44) demektedir. Bu tebliğ edilen mesaj, insanlara sorumluluk yüklediğinden, peygamber hem müjdeci, hem de uyarıcı olarak gönderilmiştir. Sebe suresinin 28. ayetinde, Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik denilmektedir.

Kuran, elçinin görevinin ne olduğunu belirtmekle kalmamış, hiç şüpheye
yer bırakmayacak şekilde, ne olmadığını da açıklamıştır. ...Biz seni onların üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin.(age;. En'am suresi/107) Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız duyurmaktır.(age; Şura suresi/48) Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, peygamber ne vekil ne de bekçidir. O, Allah'ın mesajını insanlara ileten bir elçidir.

Peygamberin söz konusu mesaja herhangi bir ilave yapmaya yetkisi yoktur. (Bkz. Kuran-ı- Kerim Hakka suresi 43-47) İnsanların uyduğu gibi o da Kuran'a uymak zorundadır. Zira peygamber, insanların önünde, Kuran'a uymak konusunda en güzel örnektir. Ahzap suresi 21. ayette, Ey iman edenler, Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir. denilmektedir.

Kuran, peygamberin elçiliğini, önemini, görevini açıkça ortaya koyup, insanlardan ona uymalarını istemekle birlikte, peygamberin bir insan olduğunu da önemle hatırlatacak ve onu tanrısallaştırmayı engelleyecek bir üslup kullanmaktadır. 

Peygambere istenen itaat, onun Allah'ın elçisi olmasından dolayıdır. Resule itaat eden Allah'a itaat etmiş olur ayeti bunun açık bir kanıtıdır. Peygambere iman edilmesini istemenin sebebi de aynıdır. İman edilmesi gereken, peygamberin fiziki varlığı değil, onun Allah'ın elçisi olduğudur.

İslamiyetin tartışma konusu yapılmasında ve kökten dinciliğin yaygınlaşmasında, peygamberin sünneti ile ilgili yorumların büyük payı vardır. 

  Peygamberin, Kuran'ı açıklamak ve yorumlamak konusunda yaptığı açıklamaları ve bu açıklamalardan günümüze gelen doğru, yanlış aktarımları Kuran'a alternatif bir ölçü olarak takdim edenler, kökten dinciliğin, gelişmesinde önemli pay sahibi olmuşlardır. Söz konusu yaklaşım, dinde ciddi görüş aynlıklarının ortaya çıkmasına yol açarken, peygamberi de tanrılaştırarak Kuran'daki anlatımlara ters düşen bir düşünce ekolü geliştirmiştir. Zira Kuran, peygamberin de bir insan olduğunu ve hata yapabileceğini açıkça insanlara aktarmaktadır.

Peygamberi ikaz eden ayetler, hem onun da yanlış yapabileceğini vurgulamakta, hem de vahyin dışında, peygamberin kendi görüşü ile hareket ettiğini ortaya koymaktadır.(age.s.68) Örneğin Abese suresinin 1-12. ayetleri Hz. Muhammedin, söz dinleyip, arınmak, verilen öğütlerden yararlanmak üzere gelen kör bir adama surat asıp, arınmak istemeyen kibirli bir zenginle uğraşmasını kınayan ayetlerdir. Enfal suresinin 67-68. ayetlerinde Peygamberin Bedir savaşında alınan esirleri, Ebubekirin düşüncesine uyarak fidye karşılığı serbest bırakması eleştirilmektedir.

Tevbe suresinin 43. ayetinde ise Tebuk seferine katılmak istemeyen ve
mazeret ileri sürerek izin alanlara, Peygamberin izin vermesinin yanlışlığı Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin? diyerek belirtilmektedir. Ahzab suresinin 37. ayeti ise, peygamberin evlatlığı olan Zeyd'in, karısı Zeynep'ten ayrılmak istemesi üzerine Peygamberin bunu önlemeye çalışması sırasında içinden Zeynep'le evlenmek geçtiği halde, bunu açığa vurmamasından söz etmektedir. 
Allah'ın nimet verdiği; senin de kendisine nimet verdiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork diyordun, ama Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun; insanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinmene layık olan Allah idi. 

Zeyd o kadından muradını alıp da ondan ayrılınca biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları,  eşiyle ilişkilerini kestikleri zaman onların eşleriyle evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın Bu ve benzeri ayetler Allah'ın elçisinin de insan olduğunu ve hata yapabileceğini, ancak hatalarının Allah tarafından  düzeltildiğini ortaya koymaktadır. Bu ifadelerin Kuran'da yer alması,

Peygamberin gelecekte tanrılaştırılmasını önlemeye yönelik tedbirler olarak
kabul edilebilir. Ancak bunca uyarıya rağmen, Peygamberin sünneti, üstelik
zamanımıza aktarılanların kuşku götürür doğruluğuna rağmen, Kuran ayetlerine
neredeyse eş değer bir önemle uygulanmaya çalışılmaktadır.

Çağın değişen koşulları, Peygamberin yaşadığı döneme göre kıyaslanamaz
farklılıklara sahiptir. Bu koşullarda, Peygamber olsaydı acaba ne yapardı?
tarzındaki sorulara verilecek cevapların hiçbir şekilde bağlayıcı ve doğru olması mümkün değildir. Zira bu sorulara verilecek cevaplar, 20.yy. insanının akıl yürütmesi ile oluşacak cevaplardır. Bu cevaplar, üretenlerin kendi zihinlerinin ürünüdür. Çoğunlukla da 14. yüzyıl öncesinin şartlarıyla koşullandırılmış zihinlerin malıdır. Aynca kimsenin de kendisini Peygamber yerine koyup, üstelik de çağları geriye doğru devirerek, güncel sorunlara kısır bir görüşle çözüm üretmeye hakkı yoktur. Çünkü hiç kimse, Allah'ın kendisine Elçi olarak seçtiği bir Zat'ın 20.yy.
da yaşasaydı, ne karar vereceğini bilmek gücüne sahip olamaz. Bunu yapmaya
yeltenenlerin, köktendinci bir anlayışla dini kendi tekellerine alarak, insanlara hükmetme arzularını tatminden başka bir amaçları olduğunu kabul etmek mümkün değildir.

Çağdaş Dünya-Din Olgusu.,

Dini öğretilerin tümünde insanın manevi gelişimi için gerekli olan temel
ahlak kuralları bulunmaktadır. Bu kurallar tüm dinlerde aynıdır.

Erdemli bir insanın tanımını yapan bu kurallar artık tümüyle insanlığa mal
olduğu gibi, tartışmasız doğrular olarak da kabul görmektedir. Hatta dine ve Tanrı'ya inanmayanların dahi bu temel ahlak normlarını reddetmeleri
söz konusu değildir. Bu yönü ile din ile çağdaş dünya arasında hiçbir
uyumsuzluktan ve çatışmadan söz edilemez.

Ancak dini öğreti içinde yer alan sosyal kurallar, toplumsal yapıdaki değişime paralel olarak tartışılmaya ihtiyaç göstermektedir.

Hıristiyanların kutsal kitabı olan İncil, sadece ahlaki ilkelere yer vermiş,
toplum düzenine ilişkin hiçbir kural getirmemiştir. Yine İsa Peygamber'e
yaşarken sorulan sorulardan ve onun verdiği cevaplardan da din ile yönetimin
birbirinden tamamen ayrı tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak Tevrat ve Kuran
için aynı durum sözkonusu değildir. Her ikisi de siyasal din niteliğinde
olup, dinin devlet işlerini de düzenlediği açıkça ifade edilmektedir.

Bu nedenle Batı, geçmişteki çarpıtılmış ruhban sınıfı hegemonyasını kırıp,
ortaçağ bağnazlığını bilimin ışığı ile aştıktan sonra, laiklik konusunda
hiçbir ciddi sorun yaşamamıştır.

Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin ise İslam devletini benimsemiş
oldukları için, laiklikle ilgili bir sorunları bulunmamaktadır. 
Bu nedenle Türkiye tipik bir model teşkil etmektedir; laik olan tek müslüman
ülkedir. Dolayısıyla da İslamın en fazla tartışıldığı ülke konumundadır:
Bu, asla sonu gelmeyecek olan kısır bir tartışmadır. Zira Kuran'daki
İslamı bütünü ile kabul ederek Siyasal İslamla mücadele etmek mümkün
değildir. Günümüzde sergilenen tablo ise, Kuran'ı bütünüyle kabul
ettiklerini zanneden, ona kendilerince yorumlar bulmaya çalışan ve
en müslüman olduklarını iddia eden laik düşünce taraftarlarının Siyasal
İslamla sürdürdükleri mücadeleden nasıl yenik çıktıklarını gösteren çok
sayıda örnekle doludur. Dinle, dinin kuralları ve oyun alanı içinde
mücadeleye kalkışanların, laiklik konusunda bir zafere ulaşmalarını
beklemek boşuna olacaktır.

Bu nedenle Türkiye'de din olgusunun ve bununla bağlantılı olarak
Siyasal İslamın tartışmaya açılmasına ihtiyaç vardır. Buna kalkışanları
nasıl bir akıbetin beklediği ise bir sır değildir. Ancak, gerçek bir
aydınlanma çağının başlayabilmesi için cesarete, işbirliğine muhtaç
olduğumuz da göz ardı edilemez bir gerçektir.

Bu tartışmanın amacı, insanların inanç özgürlüğüne müdahale amacı
taşımamaktadır. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu koşullarda birey için en
büyük sorun, dini inancını ifade etmekte değil, inanç sistemini
tartışmakta ve bunu ifade etmekte özgür bırakılmamasıdır. Demokrasinin
inanç sistemlerine tanıdığı özgürlüğü, sistemleri tartışanlara da tanımasını
istemek ise demokrasinin gereği değil midir?

Dinler ve Köktendinciler

Dinler ortaya çıktığından beri, köktenciler de vardır. Köktendinciliği
sadece İslamiyete özgü bir hal saymak çok yanlış olur. Çünkü köktendinci
akımların en güçlü olanları Hıristiyanlık aleminde yaşanmıştır. Benzeri
akımlara İsrail de de sıkça tanık olunmaktadır. İsrail Başbakanı İshak
Rabin'in öldürülmesi, köktendinci hareketin varlığını gösteren en önemli
delillerden sayılmaktadır. Hıristiyanlık ise orta çağ boyunca kökten
dinciliğin sayısız örneklerini yaşamıştır. Bilimi dinin tekeline alan
kilise, dünyanın hareket ettiğini savunan Bruno'yu dini öğretilere aykırı
olan bu iddiası sebebiyle ateşte yakmış, dünyanın güneş etrafında döndüğünü
ileri süren Galile ise engizisyon mahkemesinin kararı ile dokuz yıl bir
kulübede hapse mahkum edilmiştir. Her yeni buluş ve düşüncenin kanıtını
dinde arayan bu anlayış, Avrupa'nın orta çağ karanlığını yaşamasına sebep
olmuştur.

Köktendinci akımlar; insanlığın gelişimi ile ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara
cevap verecek her türlü yenileşme hareketine, dini kaynaklardan yanıt aramayı
esas aldıkları için, çağdaşlaşma ile daima çatışmak zorunda kalmışlardır.
Köktendincilik, Kutsal Vahye dayalı dini öğretilerin insan aklının üstünde
ve her türlü çağdaş ihtiyaca cevap verebilecek gizli ve açık şifreleri
taşıdığına inanan bir inancın ürünüdür. Vahyin ürünü olan her kelime, her
kalıp, her türlü yorumun dışında, olduğu gibi kabul edilmesi ve uyulması
gereken hükümler olarak kabul edilir. Ancak İslamcıların köktendinciliğinde
hedef, yalnızca şeriata dönüş değildir. Siyasal ve sosyal yaşamın, ilk
müslüman toplumun yapısına uygun biçimde yani Peygamber ve dört halife devri
olan Asr-ı Saadete göre yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Dine bağlılık,
bu bağlılıktaki titizlik, her emre kılı kırk yararak uyma, uymayanları
cezalandırma köktendinci akımların temel felsefesini oluşturur. Böylece
köktendinciler, daima en dindar olduklarını ve dinin mutlak koruyuculuğu
görevini üstlendiklerini iddia edegelmişlerdir. Çoğu kez bir köktendinci
için savaşılması gereken asıl hedefi, farklı dine inananlar değil, kendisi
ile aynı dine inanıp da, dine farklı yorumlar getirdiği düşünenler teşkil
etmektedir. Çünkü dini çağdaşlaştırarak, günün ihtiyaçlarına uygun biçimde
yorumlamak, dini tahrif etmek anlamına gelmektedir ki, bu kabul edilmesi
mümkün bir durum değildir. Üstelik dini, günün şartlarına göre yorumlamak,
Allah sözü olan Kitabın özünden saptırılması olarak kabul edilmektedir ki,
bunu yapanlar, kendilerini Allah yerine koyup, O'nun sözlerini değiştirmeye
cüret edenler, bir başka ifade ile Allah'a şirk koşanlardır.

İslamda ilk köktendinci hareketler Sıffın savaşı ile başlamıştır. Hz.
Ali ile Muaviye arasındaki savaşta, Muaviye askerlerine mızraklarının
ucuna Kuran sayfalarını geçirmelerini söylemiş ve Ali'nin ordusunu,
Kuran'a uymaya davet etmiştir. Hz. Ali, bu eylemin bir anlamı olmadığını,
savaşmaya devam etmeleri gerektiğini askerlerine söylediği halde,
ordunun içinden bir grup, buna karşı koymuştur. Bu grup, Kurralar dır.
Kurralar, Kuran'daki hükümleri düşünmeden, boyuna Kuran okuyan,
vakitlerini ancak namaz kılmakla geçiren bir hafızlar topluluğudur.
Kurralar isimlerini ilk defa Ebu Bekir zamanında yalancı peygamber
Museylime ile yapılan savaşta duyurmuşlar ve o savaşta önemli ölçüde zaiyat
vermişlerdir. Kuran'ı ezbere bilen insanların savaşlarda ölmesinden endişe
duyan Ömer'in ısrarı ile Ebu Bekir ilk yazılı Kuran'ı oluşturmuştur. Hz.
Osman ise Kuran mushaflarını yeniden tanzim ettirip çoğalttırmıştır.(age,s.85)
İşte Ali'nin ordusunun dağılmasında rol oynayan Kurralar, İslamdaki
ilk köktendincilerdir. Böylece Peygamber zamanında Kuran'ı ezberlemekle
başlayıp, yavaş, yavaş aşırı dindarlığa dönüşen bir akım, Hz. Osman
zamanında yobazlığa dönüşüyor, Sıffın savaşında ise, yüzyılların kaderini
etkileyecek bir boyuta ulaşıyordu. Kurraların bu başkaldırısında
köktendinci eğilimlerinin yanısıra, giderek azalan sosyal statülerini
siyasal bir hareketle güçlendirme eğiliminin de yattığı kuşku götürmez bir
gerçektir. Halife Osman'ın Kuran'ı yazılı hale getirip çoğaltması,
Kurralara olan ihtiyacı azaltmış, onlar da siyasal bir hareketle eski
statülerini yeniden kazanmak için eyleme geçmişlerdir. Haricilik hareketi,
köktendincilerin öncülüğündeki ilk muhalefet hareketi olarak İslam
tarihindeki yerini almıştır.

Hariciliğin köktendinci bir zihniyetin ürünü olduğunu gösteren ilginç
olayı aktarmakta, bu mezhebin dine bakışını anlamak açısından yarar vardır.
Basra'dan çıkan Hariciliğin bir bölüğü, Nehrevan'a gelirken, merkep
üstünde bir kadının gelmekte olduğunu, yanında da kocasının yürüdüğünü
görürler. Kadın hamiledir ve doğurması yakın görünmektedir. Adama
kim olduğu sorulur. 

O da Ashap'dan Habbab'ın oğlu Abdullah olduğunu söyler. Bunun üzerine kendilerine bir hadis söylemesini isterler.

Konuşma devam eder. Daha sonra adama Halife Ebu Bekir, Ömer, Osman
hakkında ne düşündüğü sorulur. Hepsi için iyi şeyler söyler. Ali hakkındaki
görüşü istendiğinde de Abdullah, Ali'nin hepsinden daha alim, takva
sahibi ve basiret sahibi olduğu cevabını verir. Bu cevaptan hoşlanmayan
Hariciler Abdullah'ı öldürmeye karar verirler. 
Onu ve karısını bir hurma ağacının altına sürüklerler. Bu sırada ağaçtan bir hurma düşer.
Haricilerden birisi, bu hurmayı alıp, ağzına atar. Bir diğeri, hemen
arkadaşını uyarır. Çünkü hurmayı sahibi helal etmeden ya da para vermeden
almıştır. Hurma hemen ağızdan çıkarılır. O sırada bulundukları yere bir
Hıristiyana ait bir domuz gelir. Haricilerden biri bir kılıç sallayarak
domuzu öldürür. Diğerleri ona, bu yaptığının fesat çıkarmak olduğunu
söylerler ve hemen domuzun sahibi bulunup, parası verilir. Bu örnekler,
Haricilerin Kurandaki emirlere nasıl itina ile uyduklarına örnektir. Ancak
olay burada bitmemektedir. Çünkü Abdullah, müslüman olduğunu ve İslamda bir
kötülük yapmadığını söylemesine rağmen koyun gibi yatırılıp boğazlanır.
Karısının da karnı deşilir. Ağaçtan düşen hurmayı sahibinin izni olmadan
yemeyen, domuzun bedelini ödeyen bu kökten dinciler, kendi dindaşlarını
hem de sahabeden bir müslümanı ve onun hamile karısını acımasızca öldürmekte
bir sakınca görmemişlerdir.(Önder Güngör; age,s.82-83) 

Bu örnek, Kuran'ı ezbere bilmek, ve emirlerine aynen uymanın, dar görüşlülüğe engel olamadığını ve insan hayatı gibi en kutsal değerlerin, hatta Kuran'da büyük önem verilen din kardeşliğinin  bile bu kısır düşünce sistemi içinde nasıl kolayca feda edilebildiğini göstermektedir. 
  Kökten dinciliğin dine verdiği büyük zararı da açıkça ortaya koymaktadır.
Kökten dinci akımların günümüzdeki izdüşümlerinde de benzeri motifleri
bulmak mümkündür. Türk toplumunun 20. yy. daki kökten dincileri,
hayatın her aşamasına dinin egemen olmasını isterken kuşkusuz dinin
sahibi olarak kendilerini görmektedirler. Dinin siyasal ve sosyal
yaşama hakimiyeti, kökten dincilerin de iktidara hakimiyeti anlamına
gelmektedir.

Ancak iktidar sözkonusu olduğunda cevaplanması gereken pekçok soru
vardır. Köktendinci bir iktidarın çağdaş toplumun ihtiyaçları konusundaki
çözümleri neler olacaktır? Akit Gazetesi yazarlarından Faruk Köse, İslam
Devleti Kurulamaz başlıklı yazısında(Akit Gazetesi, 14 Mart.1997) bu
konudaki zorlukları ve İslami kesimin yeterince hazırlıklı olmadığını, ince bir
serzenişle şöyle dile getiriyor: İslam Devletine giden yolda vazgeçilmez ve olmazsa olmaz üç esas vardır. Bunlardan birincisi, şahıslar etrafında değil,
ilkeler, prensipler ve müesseseler etrafında bir araya gelmektir. Bunları
belirleyip, tespit ettik mi? İkincisi lüzumlu eleman yetiştirmek, kadro
hazırlamaktır. Hangi kadroları kurabildik? Üçüncüsü gerçekleştirilecek
İslami Devlete ulaştırabilecek nitelikte yapılanmaktır. Devlete göre mi
yapılandık?

Dilerseniz bu hususu biraz açalım. İslam fıkhı ve hukuku inceden
inceye araştırıldı mı? Değişik kitapların değişik yerlerinde varolan
hukuk kaideleri konularına göre ayrı ayrı ve her konuya dahil hükümler de
kendi içinde sistematik olarak düzenlenmek suretiyle tedvin ve tasnif
edildi mi?

İslam hukuku şahıs, aile, miras, borçlar, alacaklar, haklar, ticaret, sözleşmeler, tüzel kişiler, kurumlar, ceza, mükafat vb. bütün hususlarıyla sistemli birer hukuk külliyatı olarak hazırlandı mı? Mesela İslam hukukuna göre İslami Ceza Kanunu hazırlandı mı? İslam Devletine giden yolda gerek duyulacak şeri ilkeler, prensipler, müesseseler tespit, tayin ve tedvin edildi mi? Sağlıklı bir şekilde müesseseleşildi mi?...

Görülen odur ki İslam Devletini kurmaktan belki daha zor olan yönetmektir.
Ancak bu zorluğun sebebi elbet ki köktendinci yaklaşım olmaktadır. Zamanın
ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir sistemden, zorlama yorumlarla yeni ve
köklerine tamamen bağlı bir sistem üretmek nasıl mümkün olabilir ki? 

Böyle bir sistemin üretilebilirliğini iddia edenlerin karşısında, her zaman
sistemin dinin özüne, Peygamber dönemindeki uygulamalara uygun olmadığını
iddia eden başka köktendinci grupların olması kaçınılmazdır.

Köktendinci zihniyetin bu konudaki rahatsızlığı, gazete sütunlarına da
yansımaktadır. İşte Akit Gazetesi yazarlarından Mustafa Kaplan bir
okuyucusunun düşüncelerine katıldığını ifade ederek, rahatsızlığını şöyle
dile getiriyor: Rasulullah sana geliyor! Evet yarın zaman ve mekan
kavramı ortadan kalksa ve birisi size böyle söylese ne olur? Evimize,
efendimiz, şefaatçimiz gelse, evimizden neler kaldırırız? diye bir soru
ile başlıyor yazısına. Sonra devam ediyor, Ömründe hiç oturmadığı ceviz
koltuktarı mı, yatağını sermek için çabalarken yaylı sünger yatakları mı
kaldırırız? Köşede asılı duran babamızın resmini mi, büfedeki kristal
bardakları mı?...İşlerimizi sorsa, fabrikamıza aldığımız kredinin düşük
faizli olduğunu nasıl izah ederiz?...Okuduğumuz dergiyi, gazeteyi ona
gönül rahatlığı ile gösterebilir miyiz? 

  Eş ve çocuklarımızın onun hanımlarına benzediğini söyleyebilir miyiz? Ya da sakal bırakmamamızın sebebini izah edebilir miyiz? ...Onunla yemeğe otursak, ömründe üç çesit yemeği bir arada yememiş olan Allah'ın Habibine, Getirin buzdolabındaki
katıkları dese, ne cevap veririz?. 

Namazlarımızı kılarken O önümüzde durduğunda, ayağımızda kotla, kısa kollu gömlekle ya da başımızda baba, şapkası gibi takkeyle namaza dahil olmaya kalksak, bizi cemaatine alır mı?...(Akit Gazetesi, 20 Mart 1997) Yazar bu soruların ardından peygamberin Sünnet-i Seniyyesinden uzakta yaşamasının acısını hissettiğini anlatıyor.

Bu anlatım çağdaş yaşamın her türlü imkan ve kolaylığının sadece Peygamber döneminde olmadığı için dine aykırı olduğu mesajını vermekte ve kökten dinciliğin boyutlarını anlamaya yardımcı olmaktadır.

İnsanın toplumsal yaşamını olduğu kadar özel yaşamını da en küçük ayrıntısına varana dek düzenlemeye talip olanlar, Kuran'da yer almayan, insanın özgür iradesine terkedilen alanları da kontrole almak konusunda özel bir gayretkeşlik içindedirler. Bu zorlama dinselleştirme gayretlerine birkaç örnekle açıklık kazandırmak yararlı olacaktır. Aşağıdaki örneklerle, halkın özgür iradesinin dini kullananlarca nasıl engellenmeye çalışıldığına özellikle dikkati çekmek ve kökten dinci düşünce sistemine açıklık getirmek amaçlanmıştır.

Bir okuyucu Akit Gazetesinde Fıkıh yazarı Yusuf Kerimoğluna soruyor:
İslam dininde müziğin hükmü nedir?....

Mübah olan müzik çeşidi var mıdır?

Cevap: İslam dinide müziğin hükmü nedir sualine tek bir cevap verebilmemin
imkanı yoktur. Zira müçtehid imamlar, farklı delillere dayanarak değişik
içtihadları gündeme getirmişlerdir. Bunlardan herhangi birisini tek başına
islamın hükmü ilan etmek doğru değildir. Önce Hanefi fukahasının müzik
konusunda ortaya koyduğu hükümleri izah etmeye gayret edelim.

Resul-i Ekrem (SAV)'in çalgı aletlerini kendi arzusuyla dinlemesi ben-i adem için ma'siyettir. Onun ile zevklenmek, küfran-ı nimettir. Hadisi şerifini esas alan Hanefi fukahası Müzik çalmak ve isteyerek dinlemek caiz değildir hükmünü Zahirur rivaye olarak benimsemiştir.

Cihada teşvik için vurulan kös, düğünlerde çalınan zilleri olmayan tef (müzik olarak değil ilan olarak belirlendiği için) istisna kabul edilmiştir.

Başkasına dinletmek ve rızkını o yoldan temin etmek caiz değildir. Feteva-ı
Hindiyye'de Bir mükellef, davul zurna çalarak, bunun karşılığında mal
alsa, bu kazancı helal olmaz. Teganni ederek (şarkı-türkü söyleyerek)
kazandığı parayı borcuna veren kimsenin alacaklısı, bunu kabul edemez.
hükmü kayıtlıdır. İmam-ı Merginani bir değnek çubuğunun yere düzenli, şekilde
vurulmasından çıkan sesin dahi müzik hükmünde olduğunu ve bundan
zevklenmenin caiz olmayacağını belirtmektedir. İmam-ı Yusufa Tef çalmanın
hükmü nedir? suali sorulmuş, bunun üzerine: Düğün merasiminde çalışma
caizdir. Ayrıca bir kadın ağlayan çocuğunun susması için tef çalarsa, zararı
yoktur. Bu mekruh da değildir. Ancak tef ile beraber şarkı-türkü söylerse bu
kerihtir. (iğrençtir). Bayram gününde tef çalmakta bir beis yoktur.

Cevabını vermiştir. İmam-ı Şafşi ve İmam-ı Malik, Düğün merasimlerinde
çalınan musikinin ve bayram eğlencelerinin caiz olduğunu esas almışlardır.
İmam-ı Gazali İhya isimli meşhur eserinde, müzik hakkında varid olan
bütün ihtilafları zikrettikten sonra, Müziğin tek bir hükme bağlanamayacağını,
durumuna göre haram, mektuh, mübah ve müstehab olabileceğini kaydetmektedir...

İslam uleması Güftesi İslami hükümlerin reddini, kaderin inkarını ve
fesadın yayılmasını teşvik ediyorsa, icra edilmesi caiz olmaz hükmünde
müttefiktirler. Konu Elfaz-ı Küfr açısından değerlendirilmiştir. Bugün
güftesi elfaz-ı küfr (dinden çıkmaya sebep olan sözler) içinde mütalaa
edilebilecek çok şarkı ve türkü vardır.....

Bu örnek, müzik dinleme ve icra etmenin dini açıdan ne kadar farklı
ve karmaşık yorumlara açık olduğunu ortaya koymaktadır. Kuran'da bu
konuda herhangi bir hüküm olmamasına rağmen, kökten dinciliğin, insan
ruhunun gelişmesi, sanatın ilerlemesi açısından son derece önemli olan
müzik gibi bir konuda bile nasıl kısıtlayıcı bir tavır aldığını ortaya
koymaktadır. Elbette burada sorulması unutulan bir soru vardır. 

Onu da biz soralım. Müziğin kaynağı doğanın ta kendisi değil midir? Rüzgarın
sesi, ağaçların hışırtısı, kuşların nağmeleri, yağmur damlacıklarının sesini
dinlemek, dinen caiz midir?

Bir başka örnek, ilkinden daha da garip. Yine Akit Gazetesinin okuyucu köşesi olan Sizin Köşeniz (Akit Gazetesi, 15. Mart. 1997) bölümünde yer aldığı için, okuyuculardan özür dileyerek, aktarıyorum:

Yazının başlığı: Yaşar Nuri ve ayakta bevl! Yazan İsmail Kurtaran adlı bir okur.



***