10 Ekim 2021 Pazar

TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 1

 TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 1


TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME∗ 

Hakan ÖZDEMİR∗∗


∗ Bu makale, yazarın 2008 yılında “Kent ve Göç: Malatya Örneği” başlıklı İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda hazırlamış olduğu yüksek lisans tezinden üretilmiştir. 

∗∗ Bitlis Eren Üniversitesi Adilcevaz Meslek Yüksek Okulu Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı Programı Öğretim Görevlisi, 

ozdemirhakan44@gmail.com 

AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ 

Sayı: 30 Mayıs – Haziran 2012 

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası

Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN 

http://www.akademikbakis.org 


Özet: 


Araştırmada, ülkemizde iç göçün ortaya çıkış nedenlerinin tarihsel koşullar altında incelenmesi ve iç göçün doğurduğu sonuçların ‘kentsel etkiler’ bağlamında belirlenmesi amaçlanmıştır. 

İç göç çevresel, ekonomik, sosyolojik, siyasal ve kültürel yönleri bulunan karmaşık bir olgudur. İç göçün nedensel bağlamda ve çok yönlü olarak çözümlenmesiyle yararlı bulgulara erişilecek tir. 

Bu bulgulara dayalı olarak oluşturulacak sosyal politikalar, günümüzde kentlerde yaşanan birçok sorunun ortadan kaldırılmasını veya minimize edilmesini sağlar. Ayrıca iç göç olgusunun incelenmesi sonucunda elde edeceğimiz veriler, bir sosyal bilimci olarak yaşadığımız kenti ve toplumu daha iyi tanımamıza ve çözümlememize katkıda bulunacaktır. 

Bu amaçlarla yürütülen çalışmada, tarihsel ve betimsel araştırma metotları birlikte kullanılmıştır. Çalışmada Türkiye’de iç göç, öncelikle nedensel ve dönemsel olarak ele alınmıştır. Türkiye’de iç göçün sonuçlarına değinilerek çalışma sonlandırılmıştır. 

1. GİRİŞ 

Ülke sınırları içerisinde bölge, kent, kasaba ve köy gibi bir yerden diğerine yerleşmek amacıyla gerçekleştirilen nüfus hareketi (Üner, 1972: 77) veya başka bir ifadeyle iktisadi, siyasi, sosyal nedenlerle ülke sınırları içerisinde bir bölge ya da kesimden başka bir bölge ya da kesime doğru akan nüfus hareketleri (TDK, 2011) olarak ifade edilen iç göçün hikâyesi çok derinlere gitmektedir. Ülkemizde günümüzde yaşanan siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik, kentsel ve yapısal birçok sorunun temelinde yatan nedenlerin ortaya çıkarılabilmesi, bunlara yönelik çözümler ve politikalar getirilebilmesi için, iç göçün arka planında yatan nedenlere bakmak gerekmektedir. 

Bu çalışmada iç göç olgusunun temelinde yatan nedenler Cumhuriyet tarihimizin  başlangıcın dan günümüze kadar ele alınmıştır. Özellikle 1950’li yıllarda ülkemizde kırsal kesimde tarımda makineleşmeyle hızlanan, daha sonra da kırsal alana Kapitalizmin girmesiyle ivme kazanan iç göç, devletin tarım kesiminden el çekmesi, kamu hizmetlerinin ve sanayi yatırımlarının ağırlıklı olarak büyük kentlerde konuşlanması, toprak iyeliğinde meydana gelen artışla beraber kır topraklarının aşırı derecede parçalanması, terör ve güvenlik, kan davası gibi ülkemize özgü kültürel çıkmazların itici etkisiyle doruk noktasına erişmiştir. Bunda daha önceden kente göç edenlerin verdikleri bilgi ve destekler, ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmeler gibi iletici nedenler etkili olmuştur. 

Bu nedenlerle ortaya çıkan iç göçler ülkemizde kentsel doku üzerinde birçok olumsuz etki uyandırmış, ekonomik ve toplumsal planları sekteye uğratmıştır. Başta gecekondulaşma olmak üzere, kentsel altyapının taşıma kapasitesinin zorlanması sonucu kentlerde içme suyu, kanalizasyon ve toplu taşıma araçlarının yetersizliği, hava ve gürültü kirliliği gibi birçok sorun ortaya çıkmıştır. Ayrıca göçle kente gelen, fakat kentle tanışıklığı olmayan kitleler sosyo-kültürel uyum sorunları yaşamışlar, kentler de köyleşmeye başlamıştır. Kentlerdeki siyasal hayatın kırsal ilişki ağları ve birtakım çıkarcı anlayışlarla ters yüz olmasına neden olan iç göçler, önemli miktarda kamusal kaynağın israfına da yol açmıştır. 

Ülkemizdeki neden ve sonuçları kısaca bu şekilde ifade edilebilen iç göç olgusuna ışık tutmak için bu çalışmada, iç göçler dönemsel olarak ele alınmıştır. Bu bağlamda belirlenen dönemler ülkenin içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşullar ışığında irdelenmiş olup; özellikle kırsal alanda yaşanan dönüşüm, kır ve kent arasında belirginleşen farklılaşmalar, devlet anlayışında meydana gelen değişimler, ülkeye özgü kültürel özellikler, konjontürel gerekler ve ekonomik-siyasi temelli sorunlar üzerinden çalışma sürdürülmüştür. 

2. DÖNEMSEL VE NEDENSEL OLARAK TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇLER 

Türkiye’de iç göçlerin çeşitli dönemler halinde ve bu dönemlere özgü nedenler ışığında incelenmesinde yarar görülmektedir. 

Bu bağlamda çalışmamızda Türkiye’deki iç göçler; 1923-1950, 1950-1960, 1960-1980 ve 1980 sonrası dönemler halinde incelenmiştir. 

1923-1950 Dönemi: 

1923 yılından itibaren başlayan ilk dönemde, önemli bir göç hareketi yaşanmamıştır. Bu dönemde kırdan kente ve kentten kente doğru gerçekleşen cılız bir göç söz konusu olmuştur. Evlilikler, memur tayini, okul gibi nedenler bu dönemdeki göçlerin temel nedenleri arasında yer almıştır (Tüfekçi, 2002). 

Söz konusu dönemdeki iç göç hareketinin somut bir şekilde ortaya konması için Türkiye’de sayım yıllarına göre nüfusun ve bu nüfus içinde kent ve kır nüfusunun oranının incelenmesinde yarar vardır. 


Tablo 1: Türkiye’de Sayım Yıllarına Göre Nüfus, Kent ve Kır Nüfusu 

Tablo 1’e bakıldığında 1927 ile 1950 arası dönemdeki Türkiye nüfusu ve bu nüfusun kent ve kıra göre dağılımı incelendiğinde kentli nüfusun % 0.72 oranında arttığı görülmektedir. Buradan kent nüfusunun bu dönemde sayı bakımından durağan olduğu görülmektedir. 

1950’li yıllardan önce artan nüfusla birlikte toprağın bireyler arasında paylaştırıldığı, ölüm ve doğum oranlarının yüksek olduğu, göçün olmadığı geleneksel köy toplumlarında hane ve topluluk düzeyindeki yaşam döngüleri toprakla ve devletle varolan dengeler çerçevesinde sürmüştür (Akşit, 1997: 24). 

Ancak söz konusu dengeler zamanla bozulmaya başlamıştır. Özellikle 1945 ile 1950 yılları arası dönemde Türkiye’deki doğal nüfus artış hızı, 2. Dünya Savaşını izleyen yıllarda tarım ürünlerinde görülen fiyat artışları ve bu fiyat artışları neticesinde doğal olarak küçük toprak sahibi köylüleri arazilerini genişletmeye ve işgücü oluşturacak çocuklarını artırmaya yöneltmesi; Marshall planına rastlayan dönemde kırsal alanlara daha geniş çapta tıbbi yardımın sağlanması ve ilaç dağıtım hizmetlerinin de yapılması ile çocuk ölüm oranındaki görülen azalma gibi (Vergin, 1986: 28-29) nedenlerle yükselmiştir. Ayrıca haber kanallarının artması ile köylünün kentsel yaşamdan haberdar olması (Peker, 1999:195), İçduygu ve diğerleri (1998, 208-220, aktaran; Gürkan, 2006: 50)’nin belirttiği gibi 1940’lı yıllardan sonra Batı’dan gelen maddi yardımların da etkisiyle hızlanan modernleşme, tarımda görülen makineleşme gibi nedenler kırlarda toprağa dayalı işlerden kopuşa, kentlerde ise sanayi ve hizmet sektörü için ciddi bir işgücü ihtiyacına neden oldu. Sonuçta mevsimlik tarım işçilerinin göçüne, sürekli yerleşme amaçlı ve dolayısıyla yeni kent profiline dahil olacak olan kır insanlarının sanayi merkezlerine göçü eklenmiştir. Bu süreçle birlikte şüphesiz kırdan kente yönelen göç, 1945’ten sonra yaşanan kentleşme olgusunun temel nedenini teşkil etmiştir. 

1950-1960 Dönemi: 

1950’li yıllar, Türkiye’nin kentleşme ve yerleşme tarihi üzerinde, ekonomik oluşumunda, toplumsal endekslerinde derin izler bırakan ve etkileri günümüze dek süren köylerden kentlere doğru olan göçün başladığı, doruklarına ulaştığı ve sonra yavaşladığı dönemin başlangıç noktasıdır (İçduygu ve Ünalan, 1997: 25). 

Bu dönemin başlangıç noktası olan 1950’li yıllardan önceki beş yılda -1945 ile 1950 yılları arasında- köyden kente yapılan net iç göç 214 bin’dir. Fakat bundan sonraki beş yıllık dönemde, 1950 ile 1955 yılları arası dönemde, bu rakam 904 bin’e çıkmıştır (TÜİK, 2011b). 

Tablo 1’e bakıldığında Türkiye’de kent nüfusunun 1955 sonrası hızlı bir şekilde arttığı  gerçeğiyle karşılaşılmaktadır. Bu artışın kentlerin kendi iç dinamikleriyle açıklanamayacak  kadar fazla olması sebebiyle, bu noktadan kırdan kopan nüfusun kentlere yöneldiği sonucuna  erişilebilir (Yalçın, 2004: 114). 

Kırdan kopan bu nüfusun kente göçü, 1950’li yıllarla birlikte ülkenin kırsal alanlarında görülen ekonomik ve toplumsal değişme ile başladığı ve hızlandığı ilgili yazında yoğun olarak ele alınmıştır. Genelde dünya sistemi ile eklemlenmesi hızlanan Türkiye’deki toplumsal oluşum içinde tarımın makineleşmesi ve modernleşmesi, geleneksel toprak sahipliği rejiminin değişmesi, tarımda verim düşüklüğü, tarımsal gelirin yetersizliği, topraksızlaştırma ya da toprağın belirli ellerde toplanması, ulaşım koşullarındaki gelişmeler gibi faktörlerle kırsal alanlarda yaşayan nüfus kentsel alanlara doğru hızla hareketlenmiştir 

(İçduygu ve Ünalan: 1997, 43; Keleş, 2002: 66). 

Döneme ilişkin istatistiklerin de yukarıda yer alan özellikleri destekler nitelikte olduğu  görülmektedir. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) Genel Tarım Sayımı sonuçlarına göre, tarım işletmelerinin sayısı 1952 ile 1963 yılları arasında 1 milyon 527 bin’den 3 milyon 100 bin’e; tarımdaki nüfus % 8’lik bir artışla 17.2 milyona ulaşmıştır. Toprak işleyen hane halkı, çiftçi veya işletme sayısında ise % 100’lük bir artış görülmüştür. Toprak dağılımındaki eşitsizlik ve dengesizlikte kökten değişmeler görülmemişti. Ancak, 50 dekardan küçük tarım işletmelerinin sayısı 1952’de 1 milyon 570 bin (toplam çiftçi hanelerinin % 62’si) iken 1963’te bu sayının 2 milyon 132 bin’e (toplam çiftçi hanelerinin % 69’a) çıktığı görülmüştür. Küçük tarım işletmelerinin sayısında % 36’lık bir artış gözlenirken, toplam işletmeler içindeki yüzde dağılımında sadece % 7’lik bir artış söz konusudur. 200 dekardan büyük işletmelerin sayısının ise, aynı dönemde 146 bin’den (% 6) 116 bin’e düştüğü gözlenmiştir (Akşit, 1999: 177). 

 Toprak iyeliğinde meydana gelen artışın beraberinde getirdiği tarım topraklarındaki küçük parçalara ayrılmanın yanı sıra, bu dönemde tarımda makineleşme eğilimleri de belirmeye başlamıştır ve bu giderek artmıştır. 1948 ile 1956 yılları arasındaki dönemde Marshall programının uygulanmasıyla ülkedeki traktör sayısı bin 800’den 44 bin’e; 1963 yılından sonra ülke içinde büyük ölçüde montaj olsa da traktör üretimine başlanması ile bu dönemde traktör sayısı 100 bin’e erişmiştir (Tekeli ve Erder, 1978: 301, aktaran; Yalçın, 2004: 210) 

Ancak tarım kesiminde makineleşme kırsal alanlarda eksik istihdam ve gizli işsizlik sorununu daha da pekiştirerek, fazla işgücünün emilememesine neden olmuştur (Vergin 1986: 29). 

Bu nedenlerle kırsal alanda artmaya başlayan işsizlik, kamu olanaklarından yoksunluk,  tarımsal üretkenlikte yetersizlik ve yukarıda da kısmen ifade edildiği gibi toprağı kıt köylerin genişleme sınırlarına çoktan varmış olmaları gibi itici nedenlerle umut vaat eden kentlere doğru yönelmeler hız kazanmıştır (Akşit, 1997: 26). 

Diğer taraftan ülkemizde, karayolu ve motorlu taşıt kullanımının artması ile birlikte köy ve kent arasında her türlü ilişkinin yoğunluk kazandığı söylenebilir. Haberleşme sisteminin gelişmesiyle köylünün ve kentlinin sistemden haberdar olma ve buna göre karar almaları da kolaylaşmıştır (Hurma, 2004: 79). Göçün iletici nedenlerini gösterir nitelikte olan bu gelişmeler de, kır insanının hareketliliğini artırdı ve onları köylülükten uzaklaştırarak modern kentsel toplumla tanıştırdı (İçduygu ve Sirkeci, 1999a: 273). Kentlerde artan işgücü talebi de bu göçü kolaylaştırmıştır. Bu dönemde fiilen kente taşınanların sayısı sınırlı kaldıysa da, sürekli ve geçici göç, hanelerin gelir elde etme stratejilerine katılabilecekleri gerçekçi bir seçenek haline dönüşmüştür (Keyder, 1999: 164). 

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

8 Ekim 2021 Cuma

5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU? BÖLÜM 2

 5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU?  BÖLÜM 2



Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl Güzelipek, Arap Baharı, Demokrasi, Sivil Kültür, Kaos, Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, Hüsnü Mübarek,Zeynel Abidin Bin Ali, Muammer Kaddafi , Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Maslak Kampüsü,


Böylesi durumlarda hedeflenen dönüşümün sağlanamamasının en temel sebebi ortaya çıkan güç boşluğu sonrasında gücün yeniden paylaşımında aktörler arası asgari uzlaşmaya gidilememesidir. Bir diğer ifadeyle aktörler ekonomik yapının yeniden şekillendirilmesinden güvenlik ve dış politika konularına kadar ortak bir konsensüsün sağlanmasından ziyade bireysel güçlerini maksimize etme yolunu seçmektedirler. (Asseburg ve Wimmen,2016:6) 

Bu nedenden ötürü Suriye başta olmak üzere Arap Baharı’nı tecrübe eden ülkelerin çok büyük bir kısmında muhalif hareketler tek bir merkezden yürütülememiş ve muhalif cepheler içerisinde de gerek etnisite, gerek mezhep gerekse de ideoloji odaklı çok sayıda fraksiyon türemiştir. Sadece Suriye özelinden hareket edecek olursak, sayıları yaklaşık 100.000’i bulan silahlı direnişçiler yaklaşık 25 alt gruba bölünmüştür.

( http://t24.com.tr/haber/suriyede-muhalifler-bin-parca-hangi-grup-ne-istiyor,242860 )

Enflasyon, işsizlik ve sosyal gelir adaletsizliği gibi nedenlerin yanında siyaset özelinde toplumsal sisteme katılım eksikliği de Arap Baharı’nın meydana gelmesindeki en önemli nedenlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. En temel haliyle otokratik rejimlerin, uygulamalarına veya kendilerine karşı muhalif hareketleri gerek kolluk kuvvetleri gerekse devletin istihbarat birimleri tarafından bastırılmasının neticesinde en temel insan haklarından birisi olan ifade özgürlüğü Arap toplumlarının birçoğunda gelişme imkanı dahi bulamamıştır. Bu bağlamda siyasetin neden olmuş olduğu toplumsal baskılar ilk fırsatta rejimleri devirmeye yönelik silahlı mücadele hareketine dönüşmüştür. 2011 yılında Libyalı hukukçu ve insan hakları aktivisti Fathi Terbil’in iktidarı hedef alan muhalif açıklamalarının neticesinde tutuklanmasının ardından ülkedeki ilk geniş kapsamlı hükümet karşıtı protestolar başlamıştır.( http://outernationalist.net/?p=1927&page=4 ) Burada üzerinde durulması gereken

önemli noktalardan birisi de siyasal katılım kültürünün eksikliğinin Arap Baharı sürecine olan etkisidir. Her ne kadar demokratik haklar bağlamında siyasi katılım, ifade özgürlüğü gibi talepler bu hareketin doğuşundaki temel etkenler olsa da siyasi katılım kültürünün Arap toplumlarındaki eksikliği yeni düzenin kurulması aşamasında da kendini göstermiştir ve eski düzende muhalif olunan değerlerin ve uygulamaların benzerleri de yeni düzende kendini göstermeye başlamıştır. Bu durum ise en azından Arap Baharı hareketinin gelişim sürecinindemokratikleşme talepleri doğrultusunda ortaya çıkan bir taban hareketi olmadığı, tam aksine tamamen iktidar ve güç paylaşımı olduğu yönündeki düşünme eğilimini arttırmaktadır. Bir başka ifadeyle son 5 yıldır Arap toplumlarında devam eden bu güç boşalmasının temel sebebi eski düzenin uygulamaları değil; uygulamaların kimler tarafından tatbik edildiği sorunsalıdır.

Son olarak ise basın sansürü ve sosyal medya yasaklarının Arap Baharı sürecinin başlamasındaki en önemli etkenlerden birisi olduğunu söyleyebiliriz. Küreselleşme süreciyle beraber uluslararası sistemdeki etkileşimin önemli bir kısmının sosyal medyaya kaydığını iddia etmek mümkündür. Özellikle genç neslin kendini gerçekleştirmesinde ve dış dünyaya açılmasında sosyal medyanın oynamış olduğu rol yadsınamaz.

Aslına bakılacak olursa internet kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan sanal toplumun da klasik topluma benzeyen ortak yanları mevcuttur. Tıpkı klasik toplumlarda olduğu gibi sanal dünyada da bir birlikteliğe ait olma duygusu ve ortak bir hedefi gerçekleştirme eğilimi vardır.(Szajkowski, 2011) Bu bağlamda Arap ülkelerinde gelenekselleşmiş basın sansürlerinin yanında bir de Mısır’ın ve Suriye’nin devrimci hareketler öncesinde ve esnasında sosyal medyayı yasaklaması özellikle genç nüfusun Arap Baharı’na büyük oranda destek vermesine sebebiyet vermiştir. Öyle ki süreç boyunca toplu gösterilerde halkın bir araya gelebilmesi, muhalif grupların aralarındaki iletişimi ve yardımlaşmayı sağlayabilmesi çok büyük oranda sosyal medya üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Arap Baharı’nı ortaya çıkaran temel dinamikler analiz edildikten sonra ortaya çıkan temel soru şu olmalıdır: “Arap toplumlarının sosyal ve siyasal dinamikleri Arap Baharı’nın öngörmüş olduğu demokratik yeni yapılanmayı kabul etmeye müsait midir?” Bu noktada, bahsedilen uyumluluk analizi Gabriel Almond ve Sidney Verba’nın Sivil Kültür çerçevesine oturtularak sunulmaya çalışılacaktır.

3. Politik Kültür Kuramı Bağlamında Arap Baharı’nın Analizi


Uluslararası sistem toplumsal ve siyasal dönüşümler üzerinden açıklanmaya çalışıldığında ilk akla gelen kırılma noktası şüphesiz ki Fransız İhtilali’dir. İdeolojik yönü son derece baskın olan Fransız Devrimi’nin sonrasında Sanayi Devrimi yaşanmış ve bu endüstriyel dönüşümün neticesinde çok uluslu imparatorlukların sonunu hazırlayan 1. Dünya Savaşı yaşanmıştır. 

1. Dünya Savaşı sonrasının hazırlamış olduğu dünya düzeninde Avrupa’da faşizm etkisi göstermeye başlamış ve 1945 sonrası oluşan yeni dünya düzeninde batılı değerler ve komünizm ön plana çıkmıştır. Nihayetinde 1991 sonrası Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla beraber demokrasi ve liberal değerler en güçlü halka mantığıyla uluslararası sistemdeki üstünlüğünü ilan etmiştir. Uluslararası sistemde yaklaşık iki asırlık bir süre içerisinde meydana gelen bu yıkıcı dönüşümler toplumsal ve siyasal yapıları birtakım yeni kavramlarla açıklamayı zorunlu kılmıştır.

Bu hızlı değişim sürecinde politik kültür kavramı pek çok ülkenin yaşamış olduğu sorunların nedenleri ve çözümleri bağlamında ortaya sunulan bir kavram olmuştur. Günümüzde genellikle politik kültür kavramı toplumsal değişimi, sisteme yönelen desteği, bireylerin sistemle ilişki kurma biçimlerini anlamakta ve politikanın yapım ve uygulama aşamalarını analiz etmede son derece yararlı bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.(Akt. Sitem bölükbaşı, 1997) Aslına bakılacak olursa politik kültür kavramını açıklayan en güzel örnek Şaban Sitembölükbaşı’nın aktarımıyla David Elkins’in Manipulation and Consent isimli eserinden verilmektedir:

“Kanada’da adaylar seçimi kaybettiklerinde bazı tercihlerle karşı karşıya kalırlar: Yeniden sayım istemek, sonucu kabul eden öfkeli bir konuşma yapmak, en iyi kişinin kazandığını kabul etmek, tekrar aday olmak vs. bu tercihler arasında sayılabilir. Kanada’da yenilen hiçbir aday rakip bir kimseye suikast yapmayı düşünmez. Yenilen hükümetler de orduyu ve polisi hukuk dışı yollardan iktidarı ele geçirmeye davet etmez.

Bununla birlikte bunlar düşünülebilir mantıklı ihtimallerdir ve bazı kültürlerde sık sık gerçekleşen tercihlerdir.

Önceki ihtimallerin ortaya çıkması ve sonrakilerin akla bile gelmemesi Kanada siyasi kültürünün doğasını yansıtmaktadır.” (Akt. Sitembölükbaşı, 1997)

Almond ve Verba 1963 yılında Sivil Kültür adını vermiş oldukları çalışmalarında yukarıda Kanada siyaseti özelinde tartışılan ideal siyaset kültürünü katılımcı politik kültür olarak tanımlamıştır. Yine yapılan çalışmaya göre bu katılımcı siyaset kültürünün işleyebilmesinin en önemli şartı siyaset kültürü ve siyaset kurumları arasındaki uyumdur. Buna ek olarak katılımcı politik kültürün oluşturulabilmesi için devlete önemli yükümlülükler düşmektedir. Bu bağlamda Almond ve Verba’ya göre devlet vatandaşlarını kamusal olaylara daha fazla dahil olma konusunda desteklemeli ve sosyal gruplar arasındaki farklıları tolere etmede daha hassas olmalarını sağlamalıdır.(Andrews, vd.,2011) Almond ve Verba’nın üzerinde durmuş oldukları dinamikler esasen yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımın mümkün olduğunca ortadan kaldırıldığı bir siyaset kültürünü işaret etmektedir. Bu sayede kurumlar, devletin halk üzerindeki baskıyı arttırma aracı olmaktan çıkıp, tam tersine katılımcı politik kültürün işleyişini sağlayan mekanizmalar haline gelmektedir. Son tahlilde, Sivil Kültür Kuramı demokratik rejimlere dönüşümün gerçekleşmesinde sadece ortak iradenin varlığını yeterli görmeyip, bunun yanında gerek toplumsal gerek kurumsal anlamda modernize edilmiş ve olgunlaşmış moral değerlerin varlığını da elzem olarak görmektedir.

Tam bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken soru Arap Baharı’nı tecrübe eden toplumların sahip olmuş olduğu sosyo-politik ve ekonomik dinamiklerin Almond ve Verba’nın Politik Kültür Kuramı’na ne kadar uyduğudur. Şüphesiz ki daha önceki bölümde değinildiği üzere sosyal adaletsizlik, siyasi katılım eksikliği, devletin halk üzerindeki baskıları ve sansür uygulamaları Arap Baharı’nı başlatan temel sebepler arasındadır ancak sosyo-politik anlamda modernize olamamış toplumlardaki siyasi katılım arzusu kısa bir süre içerisinde iktidarı paylaşma çabasından çok, gücü tekeline alma mücadelesine dönüşmektedir. İçerisinde çok fazla dinsel ve etnik çeşitliliği barındıran Arap toplumlarında bu güç mücadelesi maalesef kolayca iç savaşa dönüşmektedir.

4. Sonuç

2010 yılında Tunus’ta başlayan ve kendini uluslararası kamuoyuna demokratikleşme hareketi olarak tanıtan Arap Baharı 5. yılında bizlere önceki dönemlere nazaran çok daha kaotik ve çatışmacı bir Ortadoğu coğrafyası profili sunmaktadır. Özellikle Arap Baharı hareketinin varisleri konumundaki Mısır’da ve Suriye’de durum gün geçtikçe kötüleşmektedir ve meydana gelen mülteci krizinin etkisiyle Arap Baharı küresel bir sorun haline dönüşmüştür. Hareket demokratikleşme faydası doğrultusunda başlatılmış olsa da Arap toplumlarının demokrasi geleneği konusundaki yetersizlikleri ve tecrübesizlikleri radikalizmle birleşince ortaya çıkan yeni düzen, düzensizlikten ibaret kalmıştır.

Uluslararası aktörlerin de soruna angaje olmasıyla beraber özellikle Suriye Krizi büyük güçlerin kuvvetlerini test ettikleri bir deneme tahtasına dönüşmüştür. Arap Baharı süreciyle ilgili en karamsar tablo ise yaşanan can kayıplarının yanında çöken ulusal ekonomilerin ve işlemez hale gelen devlet kurumlarının ne şekilde yeniden inşa edileceği sorunsalıdır. Son tahlilde, kısa vadede Ortadoğu coğrafyası için iyimser tahminlerde bulunmak mümkün görünmemektedir. Hareketi Arap uyanışı olarak nitelendirmekten ziyade Arap kaosu olarak nitelendirmek mevcut durumla daha çok uyuşmaktadır.

Kaynakça

Altunışık, Meliha, Benli. (2013) “Ortadoğu’da Bölgesel Düzen ve Arap Baharı”, Ortadoğu Analiz, 5(53):73

Andews, Rhys. vd., (2011) “Promoting Civic Culture by Supporting Citizenship: What Difference Can Local Government Made?”, Public Administration, 89(2): 596

Asseburg, Muriel. ve Wimmen, Heiko.(2016) “Dynamics of Transformation: Elite Change and New Social Mobilization in the Arab World”, Mediterranean Politics, 21(1): .6

Szajkowski, Bogdan. (2011) “Social Media Tools and the Arab Revolt”, Alternative Politics, 3(3): 422

Turan, İlber. (?) “Türkiye’de Siyaset, Süreklilik ve Değişim”, İstanbul: Der, Aktaran: Sitembölükbaşı, Şaban. (1997) “Siyasal

Kültürün Kavramsallaştırılmasında Karşılaşılan Bazı Güçlükler”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2(?): 250

Yousif, Tarik M., (2004) “Development Growth and Policy Reform in the Middle East and North Africa Since 1950”,

Journal of Economic Perspectives, 18(3),: 92-94 ve El-Ghonemy M.Riad (1998), Affluence and Poverty in the Middle East,

Routledge: 71-151, aktaran Winckler, Onn (2013), “The Arab Spring: SocioEconomic Aspects”, Middle East Policy, 20(4),: 68

Arap Baharı’nın Ekonomik Maliyeti 833 Milyar Dolar, http://www.trthaber.com/haber/dunya/arap-baharinin-ekonomikmaliyeti-833-milyar-dolar-222944.html,   Erişim tarihi 23.02.2016

Suriye’de Muhalifler Bin Parça: Hangi Grup Ne İstiyor?: 

http://t24.com.tr/haber/suriyede-muhalifler-bin-parca-hangi-grupne-istiyor,242860,  Erişim tarihi 17.03.2016

http://outernationalist.net/?p=1927&page=4,  Erişim tarihi 17.03.2016


***


5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU? BÖLÜM 1

5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU?  BÖLÜM 1



Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl Güzelipek, Arap Baharı, Demokrasi, Sivil Kültür, Kaos, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, 



    5.YILINDA ARAP BAHARI: ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU?

Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl Güzelipek

Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, guzelipek@gmail.com

Yeni Ortadoğu: Toplum, Siyaset ve Ekonomi Ortadoğu asırlar boyu uluslararası siyasetin merkezinde yer almış, araştırmacı ve siyaset yapıcıların ilgi odağı olmuştur. 

Bu ilgiye rağmen, 2010 yılında başlayan ve ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk ayaklanmaları ve bu çerçevede yaşanan siyasal, ekonomik ve sosyal dönüşümler siyasetçiler ve sosyal bilimciler tarafından öngörülememiş ve mevcut varsayımları derinden sarsmıştır. 

Bir yandan demokratikleşme hareketleri ve ekonomik bir dönüşüm yaşayan bölge, diğer yandan iç çatışmaların, darbelerin ve vekalet savaşlarının merkezi haline gelmiş, ve tüm bu gelişmeler yeni yaklaşımları ve analizleri gerekli kılmıştır. 

Bu çerçevede Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Arap Baharı’yla başlayan süreçte bölgede gözlemlenen yeni toplumsal, ekonomik, iç ve dış siyasal dinamikleri akademik alanda tartışmaya açmak amacıyla ‘Yeni Ortadoğu’ başlıklı bir konferans düzenledi. Bu konferans çerçevesinde 24-25 Mart 2016 tarihlerinde Maslak Kampüsü’nde bizzat sunulan ve tam metin olarak bize iletilen bildirilerden bu kitabı oluşturduk. 

Konferansa emeği geçen herkese teşekkür eder, konferans ve Bildiri Kitabı’nın Ortadoğu çalışmalarına katkı yapmasını dilerim. 

Düzenleme Kurulu adına, 

Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat 

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı 

FMV Işık Üniversitesi 

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 

ISBN 978-605-66181-1-6 (e-Kitap) 

FMV Işık Üniversitesi Yayınları 

FMV Işık Araştırma ve Danışmanlık Tic. A.Ş. 


Adres: FMV Işık Üniversitesi, Maslak Kampüsü, Büyükdere Cad. No: 2/220 

Maslak/Sarıyer/İSTANBUL Telefon: +90 (216) 528 70 50 Sertifika No: 33007 

ÖZET

Ortadoğu’da 17 Aralık 2010 tarihinde başlayan ve domino etkisi gösteren sosyo-politik hareketin 5. yılına girilmiş olmasına rağmen halen Arap Baharı’nın amacına ulaşmış başarılı bir hareket mi olduğu yoksa Ortadoğu’yu tümden kaosa sürükleyecek tarihsel bir hata mı olduğu üzerinde mutabık olunamayan bir tartışma olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tartışmanın en önemli sebeplerinden birisi hareketin, gerçekleşmiş olduğu her ülkede aynı sonucu doğurmamış olmasıdır. Bir başka ifadeyle sayısı oldukça az olmak beraber bazı ülkelerde bu süreç demokratik reform mücadelesinin ilk adımını oluşturmuş, Suriye, Libya ve Mısır örneklerinden hareketle bazı ülkelerde de uzun yıllar devam etmesi beklenen bir kaosa dönüşmüştür. Bu çalışma Arap Baharı’nın amaçları ve sonuçları arasındaki uyumu tartışmayı amaçlamaktadır. Çalışmada yöntem olarak Almond ve Verba’nın Politik Kültür Kuramı kullanılmıştır. Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre Ortadoğu toplumları siyaset kültürü bağlamında Arap Baharı’nın beklenen en önemli çıktısı olan demokrasiye uygun değildir. Arap

Baharı’nın gerçekleşmiş olduğu farklı ülkelerin birçoğunda değiştirilmesi planlanan düzenden çok daha kaotik bir yapıya sebebiyet vermesi bu durumu kanıtlar niteliktedir. Son tahlilde Ortadoğu coğrafyasını ilerleyen dönemlerde 2010 öncesine nazaran çok daha kaotik bir konjonktür beklemektedir.

1. Giriş

Hiç şüphesiz ki 2010 yılında Tunuslu Muhammed Buazizi’nin toplumsal bir bunalımın kişisel bir bunalıma dönüşmesi sonucu kendini ateşe vererek başlatmış olduğu Arap Baharı pek çok insanın tahmin dahi edemeyeceği bir yapıya bürünmüştür. İşsizlik ve kötü yaşam şartları temelli bu hareket aslına bakılacak olursa Arap toplumlarının geleneksel diktatöryal yönetim yapısına karşı başlatmış oldukları bir isyan hareketi niteliğini taşımaktadır.

Öte yandan, Arap Baharı hareketinin bu kadar öngörülemez bir yapıya sahip olması iki farklı dinamikten kaynaklanmaktadır. Tunus orijinli bu hareketin, bunalım dönemlerinde vatandaşın hükümete karşı yapmış olduğu münferit protestolardan birisi olmasının ötesinde domino etkisi şeklinde son derece geniş coğrafyalara yayılan bir halk hareketi olması her şeyden önce Arap toplumlarının benzer konulardaki geçmiş tecrübelerine ters bir durumdur. Bir başka ifadeyle modern dönemde Arap toplumlarının demokratikleşme faydası doğrultusunda yönetime karşı isyanvari bir harekete girişmiş oldukları kayda değer bir örnek yoktur.

İkinci olarak ise başta Tunus Eski Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali, Libya Eski Lideri Muammer Kaddafi ve Mısır Eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek olmak üzere güçleri ve halk üzerindeki sahip oldukları kontrol ve etkiyle ün salmış diktatörlerin muhalif bir hareket sonucunda devrilecekleri de pek çok kişi tarafından beklenmedik bir olay olarak nitelendirilmiştir. Pek çok askeri darbe veya halk hareketinde olduğu gibi yönetim sınıfının iktidardan indirilmesiyle beraber yeni yönetici sınıfın ne şekilde oluşturulacağı sorusu farklı ülkeler özelinde Arap toplumunun ortak politik kaygısına dönüşmüştür. Genellikle geçici hükümet konseyleri şeklinde üretilen geçici çözümlerin neticesinde Arap Baharı’nı tecrübe eden hemen hemen bütün ülkelerde halen devam eden bu süreç bütün bu ülkeleri eskisinden çok daha kaotik bir yapıya dönüştürmüştür.

Bu nedenle, oldukça fazla bilinmezliğin bir arada yaşandığı kanlı bir süreç olan Arap Baharı, başlangıcından kısa bir süre sonra hem içsel hem de dışsal dinamikler tarafından sorgulanmaya başlanmıştır.

Arap Baharı’nın sorgulanması süreci en basit ifadeyle “Başlatılan bu hareket elde edilen sonuçlara tercih edilebilir mi?” sorusuna bağlı olarak işlemektedir. Bu bağlamda Arap Strateji Formu sadece 2010-2014 yılları arasında yaşanan gelişmelerin ekonomik maliyetinin 833.7 milyar Dolar, iç ve dış göç nedeniyle meydana gelen mülteci krizinin dış ülkelere maliyetinin 48,7 milyar Dolar; daha da önemlisi meydana gelen çatışmalar ve terör eylemleri nedeniyle hayatını kaybeden ve yaralanan insan sayısının da 1.34 milyon olduğu bilgisini vermiştir.

( http://www.trthaber.com/haber/dunya/arap-baharinin-ekonomik-maliyeti-833-milyar-dolar-222944.html )

Yukarıda verilen bu bilgiler ışığında siyasette ve toplumsal yaşamda demokratikleşme ve insan haklarına daha saygılı rejimler arzusuyla başlayan bu süreç ulaşılan mevcut durumda hedeflenen gelişmelerden hiçbirisini sağlayamamıştır. Tam aksine altyapı, üstyapı, insan gücü, siyasi gelenekler ve ekonomik yapılarının da çökmesi sebebiyle hedeflenen gelişmelerin sağlanması çok uzun bir süre boyunca da mümkün görünmemektedir.

Çalışmanın bu bölümünde öncelikle Arap Baharı’nı ortaya çıkaran dinamikler tartışılacak daha sonra ise Almond ve Verba’nın Politik Kültür Kuramı, Arap Baharı’na uyarlanacaktır.

2. Arap Baharı’nı Meydana Getiren Sosyo ekonomik ve Dışsal Dinamikler

1950’li yıllardan itibaren askeri darbelerle yönetime gelen Arap liderler idare etmiş oldukları halklarla aşağıdaki hususlarda adeta yazısız bir anlaşma yapmıştır.

1) Sosyal hizmetler, sağlık ve eğitim hizmetlerinin sağlanabilmesi için güçlü bir bürokrasi geleneğininkurulması;

2) Başta İsrail’le yaşanan sorunlar kaynaklı, genişletilmiş bir güvenlik paradigmasının ve güçlü bir askeriyapının oluşturulması;

3) Devlet sektörüne ait çok sayıda fabrika ve firmanın kurulması;

4) Temel gıdaların ve enerjinin devlet tarafından sübvanse edilmesi (Wincker, 2013)

Görüldüğü üzere Soğuk Savaş’ın başlamasıyla beraber uluslararası sistemde kendini gösteren ideolojik kamplaşmalar kendini Ortadoğu’da da göstermiş ve Mısır, Libya ve Suriye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke sosyalist ideolojiyi ve uygulamalarını benimsemiştir. Yukarıda özetlenen dört maddenin ikincisi hariç hepsi halk ile yönetici sınıf arasındaki bağları güçlendirerek rejimlerin meşruiyetini arttırırken, genişletilmiş güvenlik paradigması zamanla toplumsal özgürlükleri bastırarak sadece itaat eden halk kitleleri oluşmasını sağlamıştır. Bir başka ifadeyle Arap toplumları yaşamsal ihtiyaçları devlet tarafından karşılanarak tebaalaştırılmıştır. Tüm komünist geçmişe sahip ülkelerde olduğu gibi Arap Baharı’nı tecrübe eden ülkelerde de her ne kadar halkın, asgari yaşamsal ekonomik ihtiyaçlarının karşılanmasından ötürü tatmin olması beklense de sistemin yapısı gereği gelişime ve değişime kapalı olması nedeniyle başta Libya, Mısır ve Suriye örnekleri olmak üzere ekonomik sistem yıllar içerisinde kendini yenileyememiş ve liberal kapitalist dalgaya karşı koyamamıştır.

Bu yolla ekonomik açıdan halk yanlısı görünen rejimler ilerleyen süreçlerde korku imparatorluğuna dönüşerek içsel meşruiyetlerini arttırma yoluna gitmişlerdir. Bu rejimlerin dışsal meşruiyetlerini ortadan kaldıran olay ise 11 Eylül 2001 saldırıları olmuştur. 

Bu tarihten sonra ABD’nin Ortadoğu politikası salt jeostratejik çıkarların ötesinde ideolojik kaygılarla şekillenmeye başlamıştır. Ortadoğu’daki otokratik rejimlerin liberal rejimlere dönüştürülmesini hedefleyen proje kısa ve orta vadede bölge ülkelerinin de en büyük korkusu olan İslamcıları iktidara taşıma riskini beraberinde getirmiştir. (Altunışık, 2013) Bu durumun sebep olması mümkün en büyük risk ise Arap Baharı’nın bir demokratikleşme hareketi olamayıp sadece otokratik iktidarları teokratik iktidarla dönüştüren siyasal bir hareket olma tehlikesidir.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


5 Ekim 2021 Salı

ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK? BÖLÜM 2

ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK?  BÖLÜM 2



Arap Baharı, Ortadoğu Çalışm  aları, politik kültür, asker-sivil ilişkileri, rantçı devlet modeli, neoliberalleşme, 

Prof. Dr. Mehmet Kaytaz , Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, Doç. Dr. Ödül Celep , Yrd. Doç. Dr. Seda Demiralp , Yrd. Doç. Dr. Sinan Birdal , Yrd. Doç. Dr. Özlem ,Kayhan Pusane ,Yeni Ortadoğu, Toplum, Siyaset ve Ekonomi, 


3. Baskı Mekanizmalarının Sarsılmazlığı: 

Ortadoğu’da Asker-Sivil İlişkileri Ortadoğu otoriterliğini ele alan karşılaştırmalı siyaset çalışmaları içerisinde ağırlığını koruyan teorilerden biri ordu-sivil ilişiklerine dairdi. Otoriterliğin sarsılmazlığı eserinde Bellin bu konudaki en kapsamlı teorik yaklaşımlardan birini ortaya atmış ve bölgede hüküm süren liderlerin arkalarındaki ordu desteğinin belirleyici rolüne işaret etmiştir. 

   Bellin’e göre, Ortadoğu otoriterliğini açıklayan ve bu anlamda bölgeyi başka bölgelerden ayıran faktörler sıklıkla iddia edilenin argümanların aksine, kültür veya ekonomik az gelişmişlik değildir. Bu, Ortadoğu kültürlerinin otoriter olduğu tezini reddetmek anlamında değildir. Fakat yukarıda belirtildiği gibi, otoriter kültürlerin çeşitli dönemlerde hüküm sürdüğü birçok toplumda bir noktada demokratikleşme hareketi gerçekleşmiştir. Ekonomik az gelişmişlik argümanında da aynı durum söz konusudur.

Ortadoğu gerçekten de az gelişmiş bir bölgedir fakat başka az gelişmiş bölgelerde demokratikleşme olabilmiştir. O halde belirleyici olan az gelişmişlik de olamaz. Nitekim ekonomik gelişme ve demokratikleşme arasındaki ilişkiye dair iddialar yakın zamanda çürütülmüş, ekonomik gelişmenin demokrasilerin sürekliliğini sağlamaya katkıda bulunmakla birlikte otoriterlikten demokrasiye geçişte belirleyici bir rolü bulunmadığı kanıtlanmıştır (Przeworski vd., 2000). 

O halde, Ortadoğu’yu diğer bölgelerden ayıran ve otoriterliğin bu derece istikrarlı bir biçimde devamını sağlayan başka bir sebep olmalıdır.

      Bellin’e göre bu fark, bölge ülkelerinde mevcut bulunan baskı mekanizmalarında yatmaktadır.

Ortadoğu’da demokratikleşme olamamasının sebebi baskı mekanizmalarının aşırı güçlü olmasından gelmektedir.

Bu gücü sağlayan da askeri güçlerle liderler arasındaki ilişki yapısında yatmaktadır. 

Ortadoğu’da demokratikleşme şansı düşüktür, çünkü burada hüküm süren otoriter liderlerin arkasında askeri destekleri vardır ve bu şartlar altında onları devirmek çok güçtür. Bir başka deyişle, demokrasinin gerçekleşmemesinde talebe değil arza odaklanılmalıdır. Demokrasi talep edildiğinde, insanlar mobilize olup sokaklara döküldüğünde sürecin devamını bir tek soru belirler: ordu lidere destek olacak ve bu amaçla gerekirse kendi halkına silahlı müdahalede   bulunacak mı? Cevap “evet” ise halkın yapabileceği pek bir şey yoktur. O yüzden iş ordunun seçimlerinde biter ve Ortadoğu’yu ayırt eden ordunun bu tür durumlarda sıklıkla lidere destek vermeyi seçmesidir. O halde anlamamız gereken bu durumun sebepleridir.

Bir askerin kendi halkına ateş etmesi, görev tanımıyla ağır bir çelişki yaratır ve bu sebeple -teorik olarak- hiçbir asker tarafından istenmez. O halde Ortadoğu’da askerler neden kendilerini sıklıkla bu istenmeyen durumda bulmaktadır? Bellin bunu ordunun kurumsallaşamamış olmasıyla açıklar. Kurumsallaşmanın tanımı,yönetimde keyfiyet değil kuralların belirleyici olması, bu kuralların devamlı, bilinir ve tahmin edilebilir olması, yükselme ve ast-üst ilişkilerinin yeteneğe dayalı olması ve kurumsal bağımsızlık özelliklerini içerir. Ortadoğu’da gözlemlenen, yönetimin keyfi, atamaların ve yükselmenin siyasi liderle şahsi yakınlık sayesinde gerçekleştiği ve kurumun bağımsızlığı olmayıp siyasi liderin kontrolü altında bulunmasıdır. Bir başka deyişle ordu halkın ordusu değil siyasi liderin ordusu gibidir ve halk tarafında da öyle algılanır. Bu durumda bir halk isyanı söz konusu olup ordu komutanları siyasi liderden halka ateşe etme emri aldığında, bu komutanların görev tanımlarıyla çelişmek pahasına halka ateş etme ihtimali artacaktır. Çünkü bu askerler bilir ki bir siyasi devrim veya değişim olup siyasi lider devrildiği takdirde kendilerinin pozisyonları da tehlikeye girecektir. Halk onları milletin askerleri değil liderin askerleri olarak algılamaktadır ve liderden kurtulunca onlardan da kurtulacaktır. Bunu göze alamayan asker halkına ateş edecektir ve bir ordu halka ateş etmeye başlarsa halk hareketinin devamı imkansız gibidir. Sivil bir halkın bir orduya karşı gelebilmesi çok zor olacağından bu noktada isyan biter. Bellin der ki, işte bunu bildiği için Ortadoğu halkları kolay kolay isyan etmez, ederse de bunun başarıya ulaşma şansı çok düşüktür.

Ne var ki Arap Baharı olarak tanımladığımız 2011 sonrası dönemde bölgede halkların birer birer ayaklanması ve Tunus ve Mısır gibi ülkelerde ordu komutanlarının isyanlara müdahale etmemek suretiyle liderlerin devrilmesine izin vermesi, diğer taraftan Suriye örneğindeki gibi askerlerin halka ateş açmasına rağmen isyanların durmaksızın devam etmesi bu konudaki mevcut teorileri tekrar düşünmeyi gerekli kıldı.

Ortadoğu’da otoriterliğin sarsılmazlığının sebebinin orduda kurumsallaşma eksikliği ve şahsi, siyasi lider kontrolünde ordu yapılaşmaları olduğu tezi eksik veya hatalı mıydı?

Bellin ve Gause gibi karşılaştırmalı siyasetçiler Arap Baharı sürecinde yaşananlara bakıldığında tam tersine ordu desteğinin otoriterliğin devamı  konusunda belirleyici olduğu tezinin ispat edilmiş olduğunu, fakat Arap Baharı’nı tahmin edememiş olmanın, bölgedeki tüm ordu-sivil ilişkilerinin aynı kefeye konmuş olması hatasından ileri geldiğini söylerler. Yani, Tunus ve Mısır’da daha kurumsallaşmış ordular bulunması ve bu orduların sorumluluklarını  siyasi otoriteye değil halklarına bağlılıkla tanımlaması, bu ülkelerde direniş başladığında ordunun direnişten yana tavır almasına sebep olmuştur. 

    Oysa ki Suriye ve Bahreyn gibi ülkelerde ordu-siyaset ilişkilerinin çok daha şahsi biçimde yapılanmış olması farklı sonuçlar doğurmuştur. Beşir Esad’ın halkın çoğunluğu Sünni olmasına rağmen askeri elitleri kendisi gibi Alevilerden seçmesi, Bahreyn’de ise tam tersi, halk çoğunluğunun Şii olmasına rağmen, üst rütbeli askerlerin liderin kendisi gibi Sünnilerden seçilmesi, bu ülkelerde halkın orduyu kendine değil lidere yakın görmesine sebep olmuştur. 

Gerçekten de rütbesini ve kariyer imkanlarını liderle kurduğu dini, etnik, veya ailevi bağlara bağlı gören bir askerin önceliği bu siyasi ortamın devamını sağlamak olacaktır. Zira, bir siyasi değişim durumunda kariyerlerini ve hatta hayatlarını kaybedeceklerini bilmektedirler. Nitekim Suriye ve Bahreyn’de halka ateş etmesi emredilen askerler, görev tanımlarına tamamen ters de olsa bu emre uymuşlardır. Libya ve Yemen’de Muammer Kaddafi’nin ve Ali Abdullah Salih’in ailelerinden gelen askerler onlara bağlı kalırken, diğerleri muhalefete katılmış ve neticede her iki ülkede de lider devrilmiştir. Tunus ve Mısır’da ise rütbelerini yetenekleri sayesinde edinmiş, köklü kurumsal geçmişlere sahip orduların mensubu bulunan generaller, kendilerini siyaset üstü görmüş, kendilerine verilen ateş emrine uymamış, direniş başladıktan kısa süre sonra mevcut siyasi liderlere (Tunus’ta Ben Ali ve Mısır’da Mübarek) destek vermeyeceklerini açıklamış, bu açıklamalar da kısa süre içinde söz konusu liderlerin devrilmelerini beraberinde getirmiştir.

Özetle, otoriterliğin devamında belirleyici olan, otoriter liderlerin bir direniş söz konusu olduğunda güvenebilecekleri askeri desteğe sahip olup olmadıklarıdır. Ortadoğu’da bu destek genellikle mevcuttur çünkü asker-sivil ilişkileri genellikle kurumsal değil şahsi bağlara dayanır. Ne var ki tüm Ortadoğu ordularını aynı kefeye koymanın yanlış olduğu görülmüştür. Görece olarak daha kurumsal ordular vardır ve bu farklar bir direniş vücuda geldiğinde söz konusu ülkelerin kaderini değiştirecek kadar mühimdir.

4. Rantçı Ekonomi, Ahbap-Çavuş Kapitalizmi, ve Ortadoğu’da Ekonomi-Siyaset İlişkileri

Arap Baharı ekonomi-siyaset ilişkilerine dair mevcut varsayımlarımızı da gözden geçirme gereği doğurmuştur. Bugün Ortadoğu’da iki tür ekonomik model söz konusudur. Birisi, devletlerin gelirini büyük ölçüde petrol ihracatından sağladığı rantçı modeldir. Diğeri ise petrol geliri bulunmayıp uzun müddet devlet eliyle üretim yaparak kalkınma çabası göstermiş fakat son dönemlerde globalleşme süreçlerinin yarattığı baskılar sonucu uygulanmaya başlayan ekonomik reformlarla devlet müdahalesinin azaldığı veya şekil değiştirdiği neo liberalleşme modelidir.

Arap Baharı sonrasında rantçı devlet teorisini gözden geçirdiğimizde, bu süreçten güncelliğini büyük ölçüde koruyarak çıktığını söylemek mümkündür. Kısaca özetleyecek olursak, rantçı devlet teorisi ülke gelirlerinin çoğunun değerli doğal zenginliklerden edinildiği, üretimin ve dolaysıyla halkın katkısının ülke gelirinde rolünün az olduğu ekonomik yapıdır (Beblawi ve Luciani, 1987). Otoriter siyasi yapılara sahip ülkelerde keşfedilen doğal kaynaklar, bu kaynakların kullanımının, satışının, ve gelirlerinin dağıtımına dair kararların siyasi liderlerde toplanmasına ve bundan doğan gücün bu liderlerin sahip oldukları pozisyonları koruyabilmeleri ne yol açmaktadır (Ross, 2001). Temel ekonomik etkinliğin üretim olduğu ve hazine gelirlerinin vergilerden geldiği toplumlarda halk ödediği vergiler karşılığı siyasi haklar talep etmek suretiyle demokratikleşme için itici güç oluştururken rantçı sistemlerde bu dinamik bulunmamaktadır. 

Üretim yapılmamakta, halk vergi ödememekte, devlet harcamaları rant gelirleriyle sağlandığı için, demokrasinin bel kemiğini oluşturan  vergi-karşılığı-temsil hakkı (taxation for representation) pazarlığı gerçekleşememektedir (Ross).

Vergi ödemeksizin elde edilen hizmetler (sübvansiyonlar, bedava sağlık hizmetleri, yüklü memur maaşları vb.) Demokratik talepler için bedel ödemek istemeyen bireylerin direnişe katılımını azaltmaktadır. Buna ek olarak, rant gelirleri sayesinde polis, istihbarat, ve silahlanmaya daha fazla harcama yapma imkanı bulan yönetimler direnişin maliyetini artırmaktadır. Bu sebeple Ortadoğu çalışanları, “petro-devletler” olarak da tanımlanan Suudi

Arabistan, Cezayir, Katar, Kuveyt, Libya ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde demokratik direniş ve değişim şansını öteden beri düşük görmüşlerdir. Nitekim Arap Baharı sürecine baktığımızda bu devletlerden sadece Libya’da ciddi bir direniş gerçekleşmiştir. Suudi Arabistan, Cezayir, Irak, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise Arap Baharı’nın fazla bir etkisi olmamıştır ve bu durum rantçı devlet teorisini bir kez daha ispatlar görünmektedir. Tunus direnişinin patlak vermesini takip eden Şubat ve Mart aylarında Suudi Arabistan kralının 100 milyar dolarlık bir harcama paketini onaylaması tam da bu tür politikalara örnek teşkil eder niteliktedir.

Peki ama bu durumda Libya örneğinin yarattığı istisnai durum nasıl açıklanabilir? Libya örneğinde göze çarpan petrol rantının, muadil petro devletlerdeki uygulamalardan farklı olarak, popülist veya askeri-istihbari harcamalara değil, Kaddafi’nin gücünü ispata yönelik fakat halk tarafından pek itibar edilmeyen, literatürde zaman zaman “pet projeler” olarak tabir edilen mecralara akıtıldığı, bunun ise otoriterliğin devamı açısından “isabetli” olmamış olduğudur. Üstelik bu projelerin çoğu kez tamamlanamayıp yarım kalması halkta petrol gelirlerinin israf edildiği duygusuna ve ekonomik sıkıntılarından dolayı yönetimi sorumlu görmelerine yol açmıştır. İnsan yapımı nehirler, gösterişli futbol stadyumları, başlanıp yarım bırakılmış ya da yapımı fazla uzamış iddialı inşaat projelerine harcanan petrol gelirleri, ekonomik sıkıntılar yaşayan halkta öfke ve isyan uyandırmıştır. Nitekim isyanın öncelikli olarak mobilize olduğu Bingazi’de yönetim ele geçirildikten sonra bu tür inşaat alanlarının direnişçi grupların hedefi haline gelmesi, yer yer yıkılıp grafitilerle kaplanmış olmaları anlamlıdır. O halde diyebiliriz ki, petrol rantı eğer patronaj ve baskı mekanizmalarını güçlendirecek biçimde harcanırsa, gerçekten de otoriter liderlerin elini sağlamlaştırabilir ve bu anlamda Ross’un bahsettiği “petrol laneti” gerçekleşir. Fakat “doğru” harcanmadığında rant geliri, bu geliri elinde tutup yöneten liderleri sorumlu hale getirebilmekte ve bu gelirden payını alamadığını düşünen halklarda isyan duygusuna katkıda bulunabilmekte ve rejim-sarsıcı etkiler yaratabilmektedir.

     Petrol üretmeyen Mısır, Ürdün, Fas, Tunus gibi Ortadoğu ülkelerindeki ekonomi-siyaset ilişkilerine baktığımızda ise Arap Baharı’ndan alınacak daha da önemli dersler olduğu görülmektedir. Bu ülkelerde bir süredir hem globalleşmenin yarattığı baskı, hem ekonomik yardım yapan ülkelerin talepleri doğrultusunda çeşitli ekonomik reformlar yoluyla bir neo liberalleşme sürecine girilmiştir. Bu çerçevede kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi, yabancı yatırımların özendirilmeye çalışılması, sübvansiyonların kesilmesi, serbest girişimcilere teşvikler dağıtılması gibi politikalar izleniyordu. Bu politikaların bazı kazananları ve kaybedenleri oldu. Dar gelirli kesimler üzerinde özellikle sübvansiyonların kesilmesinden ötürü ekonomik sıkıntılar arttı. Öte yandan, reformlar bir yandan da kapitalist kalkınma hedeflerine katkıda bulundu ve yeni bir zengin sınıfı yarattı.

Özellikle yönetimle iyi ilişkileri bulunan yerli girişimciler-ki bunlara sıklıkla siyasilerin aile üyeleri de dahil oluyordu- özelleştirme ve teşvik dağıtımı süreçlerinde avantajlı muamele görmek suretiyle ölçüsüz karlar elde ettiler.

Bu neo liberalleşme süreçlerinin olası siyasi sonuçları ile ilgili iki farklı görüş ortaya atılıyordu. Bir grup Ortadoğu uzmanına göre bu ekonomik reformlarla sağlanacak kalkınma bu ülkelerdeki lidere avantaj sağlayacak ve başında bulundukları rejimlerin devamlılığına katkıda bulunacaktı (Gause, 2011). Ekonomik kalkınma liderlerin ve iktidar partilerinin geniş halk kitleleri nezdinde popülaritesini artırırken, ahbap-çavuş kapitalizmi de özel sektörün sadakatini sağlayacak, siyasi değişim büsbütün zorlaşacaktı 

(Richards, 2004; Kienle, 2001; King, 2003). 

Bu görüşleri öne sürenler zaman zaman Türkiye örneğini de referans göstermekteydiler. Nitekim Türkiye’de AK Parti’nin 2002’den beri tüm seçimlerden başarıyla çıkması, ekonomik kalkınmanın bir iktidar partisini nasıl güçlendirebildiğine ispat teşkil etmekteydi (Gause).

   Öte yandan, Batılı siyasi çevreler ekonomik reformların siyasi reformları getireceğini iddia ediyordu.

Bu modernleşme çalışmalarında sıklıkla öne sürülen bir görüştür (Ruschemeyer vd., 1992). Batı modernleşmesi siyasi ve ekonomik liberalleşmenin birbirini olumlu etkilediğini göstermiştir ve bunun başka ülkelerde de böyle olması mümkündür. Ekonomik kalkınma orta sınıfı güçlendirecek, eğitim ve uluslararası bağlantıları artan orta sınıfta hem demokratik bilinç ve talep artacak hem de ekonomik gücü sayesinde bu sınıf yöneticileri demokratikleşmeye zorlayabilecektir. Bir başka deyişle, demokratik bilince sahip ve vergi veren orta sınıf yaptığı ekonomik katkı karşılığında siyasi hak talep edecek, ekonomik gücü ile siyasileri pazarlık masasına iterek siyasi gücün paylaşımına ikna edecektir. Bu demokratikleşme teorisini benimseyen yaklaşımlar, Orta doğu’daki ekonomik reformların demokratikleşmeyi teşvik etmesini beklemişlerdir.

   Arap Baharı, yukarıda özetlenen rakip teorilerin geçerliliklerinin test edilmesi için uygun bir zemin yarattı. Görüldü ki, Tunus ve Mısır gibi, ekonomik reformları en sıkı uygulayan ülkelerde bu reformlar ters tepti ve rejim sarsıcı etkileri oldu. Hükümet kontrolünde ve hükümet çıkarları gözetilmeye çalışılarak gerçekleşen neo liberalleşme, hükümete istikrar sağlamadı. Fakirleşen kesimler hükümete isyan ederken, hükümetin özel sektör ortakları da hükümete beklenen desteği sağlayamadı. Kimileri isyanlar başlar başlamaz yurt dışına kaçtı, kimileri etkisiz kaldı. Kimileri ise direnişin yanında yer aldı. Belki siyasi özgürlükler ekonomik çıkarlarına ağır bastığından, belki de direnişin galip geleceğini tahmin ederek yenen tarafta bulunma arzusuyla taraf değiştirdiler.

Sonuç itibarıyla, görüldü ki Ortadoğu’da sıklıkla görmeye başladığımız ahbap-çavuş kapitalizmi her zaman otoriter yönetimleri güçlendirmemektedir. Rüşvete ve yolsuzluğa duyulan öfke, özellikle ekonomik sıkıntılar yaşayan halklarda isyan duygusuna ve direnişe katkı sağlayabilmektedir.

5. Sonuç

Arap Baharı karşılaştırmalı siyaset ve Ortadoğu çalışmaları üzerinde sarsıcı bir etki yapmış, mevcut varsayımları çürütmüş, yeni teorik yaklaşımların önünü açmıştır. Bunların başında özcü-kültürcü yaklaşımlara vurulan darbe gelmektedir. Özellikle direnişin en kanlı yaşandığı Suriye ve Bahreyn gibi ülkeler, sadece Ortadoğu’da direniş kültürünün eksikliğine dair iddiaları çürütmemiş, karşılaştırmalı sosyal hareketler çalışmalarının mevcut varsayımlarını da sarsmıştır. Rasyonelliği vurgulayan tezlere karşı, empati ve öfori duygusunun yaratabileceği etki ortaya çıkmıştır. Arap Baharı’ndan öğrendiğimiz ikinci ders, ordu-sivil ilişkilerine dairdir. Tunus ve Mısır örneklerinde gördüğümüz ordu davranışı bu konunun uzmanlarını dahi    şaşırtmış, ve bu çerçevede Ortadoğu’daki ordu yapılanmaları arasındaki farkları daha iyi anlama gereğini ortaya koymuştur. Direniş ve protesto anlarında askerlerin vereceği kararların önemi ve bu kararların tahmin edilebilmesini sağlayabilecek teorik çalışmalara duyulan ihtiyaç görülmüştür. 

Nihayet, Arap Baharı, Ortadoğu’da ekonomi-siyaset ilişkilerine dair önemli kanıtlar sunmuştur. Paranın siyasi sadakat sağlayabildiği tezi, petrol zengini ülkelerde isyanın zayıf kalması gerçeğiyle bir kez daha ispatlanmış, öte yandan iyi yönetilemeyen neo liberalleşme süreçlerinde ortaya çıkan fakirleşme ve derinleşen zengin-fakir ayrımları rejimleri sarsmıştır. Tüm bu gelişmeler, sadece Ortadoğu çalışmaları için değil, karşılaştırmalı siyaset çalışmaları için de mühim ampirik kanıtlar içermektedir ve gelecek çalışmalarda dikkatle analiz edilmelidir.

Kaynakça

Beblawi Hazem and Giacomo Luciani (eds.). 1987. The Rentier State in the Arab World. London: Croom Helm.

Beissinger, Mark. 2007. “Structure and Example in Modular Political Phenomena: The Diffusion of the

Bulldozer/Rose/Orange/Tulip Revolutions,” Perspectives on Politics 5:2, 271.

Bellin, Eva. 2012. “Reconsidering The Robustness of Authoritarianism in the Middle East: Lessons from the Arab Spring.”

Comparative Politics 44 (2), 127-149.

_______ 2004. “The Robustness of Authoritarianism in the Middle East.” Comparative Politics 36 (2): 139-157.

Fish, Steven. 2002. “Islam and Authoritarianism.” World Politics 55 (1): 4-37.

Francisco, Ronald. 1995. “The Relationship Between Coercion and Protest,” Journal of Conflict Resolution 39, 263–82.

Gause, Gregory. 2011. “Why Middle East Studies Missed the Arab Spring: The Myth of Authoritarian Stability.” Foreign Affairs July/August.

Huntington, Samuel. 1996. The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. London: Simon & Shuster.

Kedourie, Elie. 1994. Democracy and Arab Political Culture (London: Frank Cass, 1994);

Kienle, Eberhard. 2001. A Grand Delusion: Democracy and Economic Reform in Egypt. London: IB Tauris.

King, Stephen. 2003. Liberalization against Democracy. Bloomington: Indiana University Press.

Przeworski, Adam, Michael E. Alvarez, José Antonio Cheibub, and Fernando Limongi (eds). 2000. Democracy and

Development. Cambridge: Cambridge University Press.

Richards, Alan. 2004. “Economic Reform in the Middle East: The Challenge to Governance,” in Nora Bensahel and Daniel

Byman, eds., The Future Security Environment in the Middle East. Santa Monica, CA: RAND, pp. 57–128.

Ross, Michael. 2001. “Does Oil Hinder Democracy?” World Politics 53 (3): 325-361.

Rueschemeyer, Dietrich, John Stephens, and Evelyne Stepehens. 1992. Capitalist Development and Democracy. Chicago: University of Chicago.

Lichbach, Mark. 1987. “Deterrence or Escalation?” Journal of Conflict Resolution 31, 266–97.

Muller, Edward and Erich Weede. 1990. "Cross-National Variation in Political Violence: A Rational Action Approach."

Journal of Conflict Resolution 34: 4 (1990): 624-651.


***


ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK? BÖLÜM 1

ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK?  BÖLÜM 1



Arap Baharı, Ortadoğu Çalışmaları, politik kültür, asker-sivil ilişkileri, rantçı devlet modeli, neoliberalleşme, 

Prof. Dr. Mehmet Kaytaz , Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, Doç. Dr. Ödül Celep , Yrd. Doç. Dr. Seda Demiralp , Yrd. Doç. Dr. Sinan Birdal , Yrd. Doç. Dr. Özlem ,Kayhan Pusane ,Yeni Ortadoğu, Toplum, Siyaset ve Ekonomi, 

Yrd. Doç. Dr. Seda Demiralp 

Işık Üniversitesi, seda.demiralp@isikun.edu.tr 

YENİ ORTADOĞU: TOPLUM, SİYASET VE EKONOMİ KONFERANSI 

Yeni Ortadoğu: Toplum, Siyaset ve Ekonomi Ortadoğu asırlar boyu uluslararası siyasetin merkezinde yer almış, araştırmacı ve siyaset yapıcıların ilgi odağı olmuştur. 

Bu ilgiye rağmen, 2010 yılında başlayan ve ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk ayaklanmaları ve bu çerçevede yaşanan siyasal, ekonomik ve sosyal dönüşümler siyasetçiler ve sosyal bilimciler tarafından öngörülememiş ve mevcut varsayımları derinden sarsmıştır. 

Bir yandan demokratikleşme hareketleri ve ekonomik bir dönüşüm yaşayan bölge, diğer yandan iç çatışmaların, darbelerin ve vekalet savaşlarının merkezi haline gelmiş, ve tüm bu gelişmeler yeni yaklaşımları ve analizleri gerekli kılmıştır. 

Bu çerçevede Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Arap Baharı’yla başlayan süreçte bölgede gözlemlenen yeni toplumsal, ekonomik, iç ve dış siyasal dinamikleri akademik alanda tartışmaya açmak amacıyla ‘Yeni Ortadoğu’ başlıklı bir konferans düzenledi. Bu konferans çerçevesinde 24-25 Mart 2016 tarihlerinde Maslak Kampüsü’nde bizzat sunulan ve tam metin olarak bize iletilen bildirilerden bu kitabı oluşturduk. 

Konferansa emeği geçen herkese teşekkür eder, konferans ve Bildiri Kitabı’nın Ortadoğu çalışmalarına katkı yapmasını dilerim. 

Düzenleme Kurulu adına, 

Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat 

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı 

FMV Işık Üniversitesi 

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 

ISBN 978-605-66181-1-6 (e-Kitap) 

FMV Işık Üniversitesi Yayınları 

FMV Işık Araştırma ve Danışmanlık Tic. A.Ş. 

Adres: FMV Işık Üniversitesi, Maslak Kampüsü, Büyükdere Cad. No: 2/220 

Maslak/Sarıyer/İSTANBUL Telefon: +90 (216) 528 70 50 Sertifika No: 33007 


ÖZET 

Kısaca Arap Baharı diye tanımladığımız, 2010 sonrası Arap ülkelerinde ardı ardına ortaya çıkan ve birçok ülkede mühim siyasi sonuçlar doğuran zincirleme isyan dalgası, Ortadoğu çalışmaları alanında da sarsıcı bir etki yaratmıştır. 

Arap Baharı’nın ne akademisyen, ne siyasi çevrelerce öngörülebilmiş olması, mevcut teorilerin ve varsayımların sınırlarını göstermiş, yeni teorik yaklaşımların önünü açmıştır. 

Sonuç itibarıyla Arap Baharı sonrası Ortadoğu çalışmalarının bir özeleştiri ve yenilenmeye gitmesi şart olmuştur. 

Bu çalışma da bu amaca hizmet etmek üzere kaleme alınmış ve Arap Baharı’ndan edinilmesi gereken teorik dersleri özetlemeyi hedef almıştır. 

   Bu çerçevede, Ortadoğu çalışmalarında son yıllara kadar gücünü korumuş üç teorik yaklaşım ele alınacak ve Arap Baharı sonrası edinilen perspektiften tekrar değerlendirilecektir. Daha spesifik olarak belirtmek gerekirse, Ortadoğu toplumlarında otoriterliğe itiraz ve direniş motivasyonunun ve becerisinin eksikliği, baskı mekanizmalarının sarsılmaz gücü, ve rantçı ekonomik yapılarla ekonomik globalleşmenin siyasi istikrara katkılarına dair varsayımlar gözden geçirilecektir.

1. Giriş

Kısaca Arap Baharı diye tanımladığımız, 2010 sonrası Arap ülkelerinde ardı ardına ortaya çıkan ve birçok ülkede mühim siyasi sonuçlar doğuran zincirleme isyan dalgası, Ortadoğu çalışmaları alanında da sarsıcı bir etki yaratmıştır. Arap Baharı’nın ne akademisyen, ne siyasi çevrelerce öngörülebilmiş olması, mevcutteorilerin ve varsayımların sınırlarını göstermiş, yeni teorik yaklaşımların önünü açmıştır. 

Sonuç itibarıyla Arap Baharı sonrası Ortadoğu çalışmalarının bir özeleştiri ve yenilenmeye gitmesi şart olmuştur. Bu çalışma da bu amaca hizmet etmek üzere kaleme alınmış ve Arap Baharı’ndan edinilmesi gereken teorik dersleri özetlemeyi hedef almıştır. Bu çerçevede, Ortadoğu çalışmalarında son yıllara kadar gücünü korumuş üç teorik yaklaşım ele alınacak ve Arap Baharı sonrası edinilen perspektiften tekrar değerlendirilecektir. Daha spesifik olarak belirtmekgerekirse, Ortadoğu toplumlarında otoriterliğe itiraz ve direniş motivasyonunun ve becerisinin eksikliği, baskı mekanizmalarının sarsılmaz gücü, ve rantçı ekonomik yapılarla ekonomik globalleşmenin siyasi istikrara katkılarına dair varsayımlar gözden geçirilecektir.

  Çalışmanın ilk bölümü kültürcü yaklaşımları ele alacaktır. Bu yaklaşımın temel iddiası Ortadoğu kültürlerinin otoriteye isyanı caydırıcı nitelikte olduğu, bu sebeple bölgede direniş gerçekleşmediği ve bu sayede bölgede otoriter rejimlerin devam edebildiği yaklaşımıdır. Burada vurgulanacağı gibi, popülerleştiği 1990 sonlarından beri eleştirilmekle birlikte aksi kanıt yetersizliğinden etkisini sürdürebilmiş bu özcü varsayımlar, Arap Baharı’ndan sonra savunulması büsbütün sorunlu bir hal almıştır. İkinci olarak ordu- siyaset ilişkileriyle ilgili varsayımlar gözden geçirilecektir. Geçmiş çalışmalar Ortadoğu ülkelerinde, orduları siyasi otoritelerin özel emrinde hareket eden birliklermiş gibi tasvir etmiş ve bu ülkelerdeki otoriter rejimlerin sarsılmazlığını bu durumla açıklamışlardır. 

   Oysa ki Mısır ve Tunus’ta ordunun siyasi otoriteye arka çıkmaması, Libya ve Yemen’de kısmen destek vermesi, ve Suriye ve Bahreyn gibi ülkelerde desteğini büyük ölçüde sürdürmesi gibi farklılıklar, bölgede birbirinden ayrı ordu tipleri ve ordu-devlet ilişkileri olduğunu göstermekte, ve bu önemli farkları ortaya dökecek yeni çalışmaları gerekli kılmaktadır. Nihayet son bölümde, Arap Baharı sonrası edinilen perspektifle ekonomi-siyaset ilişkilerine dair dominant teoriler ele alınacak ve çıkarılması gereken derslere işaret edilecektir. Görülen odur ki, petrol rantlarına sahip otoriter ülkelerde isyan ve değişim imkanlarının  güçlüğünü vurgulayan rantçı devlet teorisi geçerliliğini büyük ölçüde korurken, neoliberal politikalar bazı beklentilerin aksine isyanı artırmıştır.

2. Politik Kültür: 

Otoriterlikve Direniş Ortadoğu’nun dünyanın başka bölgelerine nazaran demokratikleşmeye daha fazla direnmesi gerçeği birçok Ortadoğu çalışanı tarafından kültürel sebeplerle açıklandı. Bunlara göre, Ortadoğu’da demokratikleşme olamadı çünkü yeterince talep yoktu. 

Bunun sebebi Ortadoğu kültürlerinde tolerans, barışçıllık, bireycilik gibi demokrasinin yapı taşları olarak düşünülen değerlerin fazla yer bulmadığıydı (Kramer 1993, Kedourie 1994, Fish 2002). 

Bu görüşlere göre, bireyden çok çoğunluğun tercihlerine, güçlü liderliğe, üst akıllara önem veren Ortadoğu’da otoriter siyasi yapıların devamı şaşırtıcı değildi. 

Bu kültürcü yaklaşımlara göre söz konusu eğilimlerin altında yatan en kuvvetli sebeplerden biri de İslam dini idi. Huntington (1996) gibi muhafazakarsiyaset bilimciler tarafından en provokatif şekilde savunulan bu tür özcü yaklaşımlar elbette ağır eleştirilere de maruz kaldılar. 

Bu eleştiriler özetle şu görüşleri dile getiriyordu. Tüm kültürcü argümanlar biraz “entelektüel tembellik” içeriyor, ve başka şekilde açıklanamayan tüm “artık “ (residual) soruları “kültür” değişkeniyle açıklama kolaycılığına kaçıyoruz. Bu tür kültürcü yaklaşımlar en çok da Ortadoğu çalışmalarında öne çıkıyor, buda Batılı araştırmacıların ön yargıları ve bölge dinamiklerini anlama konusundaki eksikliklerinden kaynaklanıyordu. 

Bu şartlar altında Ortadoğu’ya dair tüm farklılıklar (otoriterlik, ataerkillik, ekonomik geri kalmışlık vb.), bir başka farklılıkla, yani “İslam” dini ve ona eşlik eden kültürel karakteristiklerle açıklanmaya çalışılıyordu. Oysa kültür-siyaset ilişkisi analiz edilmesi en zor ilişkilerden biri olduğundan çok daha dikkatliincelenmeli, ve hatta yanıltıcı siyasi sonuçlara ulaşarak çeşitli ön önyargıları besleme riskinden ötürü tamamen uzak durulmalıydı.

   Bazı Ortadoğu çalışanları ise Ortadoğu kültürlerinde otoriter eğilimlerin olduğu görüşüne karşı çıkmamakla birlikte, bu eğilimlerin başka toplumlarda da görüldüğünü, fakat bu toplumların bir noktada demokratikleşmeyi başardığını hatırlatarak, kültürün demokratikleşmeyi engellemeyeceğini savundular. 

   Bu sebeple, Ortadoğu’da demokratik taleplerin olmadığı ve demokratikleşmenin bu yüzden gerçekleşmediği tezi savunulamazdı. Ne var ki tüm bu eleştiriler, Ortadoğu’da gerçekten de organize bir direniş ve siyasi değişim hareketi gözlemlenemediğinden zayıf kalıyor, ampirik kanıt eksikliğinde kültürcü teorileri çürütmek zor oluyordu. Bölgede organize direniş sadece İslami gruplar arasında gözlemleniyor, bu grupların ise demokratik sicilleri sağlam görülmediğinden, varlıkları demokratikleşme sinyali olarak yorumlanamıyordu. Bu sebeple, kültür ve İslami kimliğin belirleyiciliği ile ilgili argümanlar teorik olarak ağır eleştirilere maruz kalmış olmak ve popülerliklerini görece yitirmiş olmakla birlikte literatürde varlıklarını sürdürdüler.

   Ne var ki bu durum, Arap Baharı süreci ile birlikte değişmek durumunda kaldı. Birbiri ardına patlak veren, üstelik de aynı anda İslamcı, sol, liberal, feminist, ve diğer ideolojik kesimler tarafından sahiplenilen, birçok grubu bir araya getiren, ve herkes için siyasi açılım talep eden organize direniş hareketleri Ortadoğu’nun yakın siyasi tarihine damgasını vurdu. Bu gelişmeler Ortadoğu’da direniş beklemeyen yahut sadece İslamcı direnişleri olası gören kültürcü varsayımları kökünden sarsarak bölge halkının demokratik taleplerinin ve direniş becerisinin muadillerinden hiç de geri kalmadığını gösterdiler. Hatta, Suriye ve Bahreyn örnekleri dünya direniş literatüründe dahi eşine az rastlanan örnekler teşkil ettiler çünkü bu ülkelerde direniş ağır mililer saldırılara rağmen devam etti. Bu karşılaştırmalı sosyal hareketler çalışanları için şaşırtıcı bir durumdu, çünkü mevcut direniş çalışmaları bir yere kadar şiddetin (örneğin polis şiddetinin) isyanları tahrik etmesiyle birlikte ağır silahlar devreye girdiğinde, yani bir ülkenin askeri birlikleri halka karşı saldırı başlattığında direnişçilerin geri çekileceklerini ön görür (Mülkler ve Weede, 1990; Lichbach, 1987; Fransisco, 1995). 

   Ne de olsa insan rasyonel bir varlıktır ve davranışlarının maliyeti olası faydalarına göre ciddi şekilde ağır bastığında davranışına son verecektir. 

Oysa ki Suriye ve Bahreynli direnişçilerin karşılaştıkları durum tam da buydu ve buna rağmen, yani vatandaşı bulundukları ülke ordularının üzerlerine ateş açmasına ve her gün yüzlerce ölü vermelerine rağmen direnişler devam etti. Bu, şaşırtıcı bir dirençti ve literatürde yeni çalışmalara yön verdi. 

Nitekim Bellin (2013), bu durumun ülke-spesifik çalışmalarla açıklanamayacağını, ancak bölgesel etkilerle anlaşılabileceğini söyler.

Yani, başta Tunus olmak üzere, Arap Baharı’nın başarılı örnekleri o derece kuvvetli bir ilham dalgası yaratmıştır ki, başarılı örnekle yapılan empati ve ortaya çıkan öfori duygusu, rasyonel hesapların önüne geçmiş, ve direnişin devamını sağlamıştır (Bellin). Direniş hareketlerinin veya demokratikleşme süreçlerinin çoğu zaman dalgalar halinde geldiği, halkların birbirinden etkilendiği zaten bilinmekle birlikte, Arap Baharı örneğinin dikkat çektiğigerçek, bu tür etkilenmelerde allanın coğrafi değil kültürel yakınlık olduğudur. Bireyler, halkını kendi halkına, yaşam şartlarını kendi yaşam şartlarına benzettiği toplumlarda gerçekleşen olumlu değişimlerden etkilenir, identifikasyon yapar, ve benzer bir sonuç yakalamak ümidiyle harekete geçer. 

Bu esnada içinde bulunulan şartlarda önemli farklı olsa da, ve bu farklar hayat-ölüm farkını belirleyecek nitelikte olsa bile, Tunus ve Suriye siyasi koşullarının farklılıkları gibi, ortaya çıkan coşku ve enerji artık bunlara kulak asmaz ve kolay kolay durdurulamaz. Aynı etki, coğrafi olarak yakın olup sosyal açıdan farklı toplumlarda gözlemlenmeyebilir. Bu sebeple Tunus’ta başlayan direniş hareketi Afrika’nın güneyine değil, Arap Yarımadası’na yayılmıştır. 

   Yine benzer sebeplerle, 2009’da İran’da baş gösteren çevreci hareket komşu Arap ülkelerinde ilgi çekmiş ve takip edilmiş olmakla birlikte ciddi bir etkilenmeye ve harekete yol açmamış, fakat iki sene sonra benzer bir şekilde Tunus’ta baş gösteren direniş, Arap ülkeleri arasında hızla yayılmıştır. 

   Özetle, Beissinger (2007)’ın dediği gibi, empati kendine benzeyenle yapılır ve Arap ülkelerinde yıllardır eksik olan değişim modeli nihayet oluştuğunda,“domino etkisi” gerçekleşmiştir. O halde, Arap Baharı yeni bir “demokratik dalga”nın sinyali olarak görülebilir mi? 

Ne var ki direniş, hatta otoriter rejimlerin çöküşü, demokratikleşmenin bir ön aşaması olmakla birlikte, her zaman  peşinden  demokratikleşmeyi getirmez. 

Görüldüğü kadarıyla, Ortadoğu’da da demokratikleşme hala çok yakın vadede gerçekleşecek gibi durmamaktadır fakat bunun sebepleri ayrı bir çalışma konusudur. 

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

28 Eylül 2021 Salı

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya.. BÖLÜM 2

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya..  BÖLÜM 2


Derin Rusya analizi ve Türkiye ile ilişkiler..

Sovyetlerin dağılmasının ardından hala durumu kabullenemeyen Rus halkı ve yönetimi eski günlere dönmenin hayali içinde yaşıyor. 

Bu yönde Rus liderlerinin atacağı adımlar alkolizm, tembellik ve vurdumduymazlık girdabına düşmüş halkta prim yapıyor. 1991’de Sovyetlerin dağılmasından sonra Putin’e kadar olan dönemde ülkeyi Batı yanlısı ve neo-liberal bir elit kesim yönetmeye çalıştı. Bugün ise muhafazakâr ve milliyetçi bir kesim yönetiyor . 

Putin, devlet başkanı olduğunda oligarkların elinden ülkeyi kurtardı ama ortaya eski devlet bürokrasisi ile iç içe geçmiş yeni bir oligark grubu ortaya çıktı. 

81 eyaletin valisi zaten bu gurubun doğal üyesi ve Rusya’nın kalkınamamasının altında da bu kişiler var. Bu valiler federal bütçeden aldığı payı kendi ceplerini doldurmak için kullanıyor ve rüşvetsiz iş dönmüyor. Dağıstan ve Çeçenistan, bütçe adı altında liderlere verilen rüşvet ile kontrol ediliyor. Putin’in etrafında Kremlin’de gördüğümüz 500 kişi var, gerisi boş. Ruslar emperyal bir kültüre sahip, sadece kendilerine konuşma hakkı tanır ve düşündüklerini yaparlar. Merkeze yakın toplam 200 kişi (Siloviki) birlikte hareket ediyor, bunlar; valiler eski bürokratlar, istihbarat ağırlıklı elit. Putin, devleti istihbarat teşkilatı gibi yönetiyor. Robert Gates’in dediği gibi Putin aslında bugünün değil, geçmişin Rus imparatorluklarının Çarı ve bunu oynamak istiyor. 

Yeri gelmişken eski Sovyet coğrafyasındaki Türk Cumhuriyetlerinin Rus güdümündeki liderlerinden bahsedelim. Bu liderler ülkenin enerji kaynaklarını Rusya’nın kontrolüne verme karşılığı koltuğundalar. Rusya, buna karşılık bu ülkelerde muhalefet bırakmadı. Varlıkları, Rusya ile olan bağları ile doğrudan ilişkili. ABD’ye bölgeye gelirse “demokrasi” diyeceğinden, bunu geciktirme, kişisel olarak Rusya’nın sadık bir müttefiki olma derdindeler. Özledikleri otoriter sisteme ancak Putin’in Çar olduğu bir dönemle geçeceklerini sanıyorlar. Putin ise onlardan çaldıkları ve çalacakları dâhil 125 trilyon dolarlık bir doğal enerji kaynağını kontrol ettiğini ve geleceklerinin sağlam olduğunu düşünüyor.

Rus yönetimi içinde arka planda büyük bir devlet krizi yaşanıyor ve bunun kırılganlığı derin oluyor. Rusya’da çok büyük bir yönetim krizi olabilir ama bu bir ayaklanma olamaz çünkü halkta böyle bir kültür yok, Putin yönetim içinde radikal düzenlemeler yapabilir ama kendisi gitmez. 

Rus halkında ABD, Putin’i iktidardan düşürecek kanısı var, Çin’i dost görmüyorlar. Güneyde hayat Çin etkisine girmiş durumda. Ambargo ile Rus halkı yalnızlaştı, umutsuzluğa kapıldı. Ülkeden 1990-2015 arasında yüzbinlerce bilim adamı yurt dışına kaçmış ama Sibirya’da yol yapamıyorlar. Sibirya’da bir bilimsel toplantı yapsanız katılacak 4-5 bin bilim adamı bulursunuz ama bir tane girişimci yani özel sektörde ihale alacak kişi yok. Alkolizm ve umutsuzlukta iklim şartlarının da etkisi var. Sanat ve kültür alanında derin bir dünyaları var. Rus gençliğinin 2/3 ü parazit şeklinde yaşıyor, çalışmıyor. Edebiyat, dans, bale, operada özellikle Sovyet eğitim sistemi ile oldukça ileri gittiler ama öte yandan kendini yönetemeyen, bir toplum oldular. Sovyetlerden sonra sanat Batıya kaçtı, kalanda ticarileşti. Sanat ve bilim St. Petersburg’da, Moskova ise kaba ve vahşi Rusların yeri. Ruslar şimdilerde kitap okuyor, operaya gidiyor, şarap içiyor, entelektüel dünyasını geliştiriyor. Rus halkı, 80 yıl malborosuz, domatessiz, hamburgesiz yani Batı standartlarından uzak yaşamayı başarmış. 

Sokaktaki Ruslar için öncelikler farklı. Ülkede tüccar olanlar; Rusya’daki Azeriler, Kafkasyalılar, Tatarlar, Türk Cumhuriyetlerinden gelenler. 

Azeri olanlar; restoran sektörü, meyve-sebze ve kadın ticareti, Çeçenler; kadın ticareti ve mafya (şirket alıp-satmak) ile meşgul. 

Rusya’daki inşaat ameleliği Özbek ve Taciklere, bulaşık ve tuvalet temizliği gibi hizmetler Kırgızlara ait. Rusya’da Yahudilerin etkisi (Rus ve Azeri Yahudisi) göz ardı edilmemelidir. 

Akkuyu Santralı ihalesini onlar aldı. 

Rusya’nın büyük bir devlet olarak kalabilmesi için iki şey lazım; nüfus ve ekonomi. Rusya’da ikisi de yok, bu yüzden geçmişte olduğu gibi dünyadan izole edilmek ve ambargo en hassas taraflarıdır. Çok uzak bir zamanda değil, Rusya, önce yavaş yavaş sonra birden dağılacak. Ne demek istiyoruz anlatalım. 

Rusya’nın yaklaşık 142 milyon nüfusu var ve doğum oranı oldukça düşük. 

Bu nüfusa başka ülkelerde yaşayan yaklaşık 27 milyon Rus’u da ilave edelim. 

Rusya dünyanın en çok suçlu barındıran, nüfusuna oranla en çok hapishane dolduran ülkesi. Rusyanın enerjiden sonra en iyi ihraç maddesi güzel kadınlar; 

2 milyonu ülke içinde 4.5 milyon fahişe yanında Ukrayna ve diğer ülke kadınlarının da trafiğini yönetiyorlar. Rus kadınlar; Japon sınırına yakın bölgelerde Japonlar, güneyde Çin sınırından Hazar’a kadar Sibirya boyunca Çinlilerle, Karadeniz’e yakın olanlar Türkler ve Doğu Avrupa’da olanlar Avrupalılarla evleniyorlar. 

Güzel kadın ülkeyi terk ediyor, toplumu yenileyecek kadın yok. Sadece Türkiye’de son 20 yılda 550 bin evlilik olmuş ve onbinlerce çocuk doğmuş. 

Bunda Türkiye ile Rusya arasında her alanda yaşanan romantizmin de etkisi oldu. Aslında bu romantizm tek taraflı idi. Rus kadının evlilik stratejisi vardı; önce iyi bir hayat, sonra ailesine para göndermek, müteakiben kendi geleceğini garanti altına almak ve nihayet bir gün ülkesine dönmek. Rus kadını aynı zamanda istihbarat vasıtası idi. Genç iş adamlarının çok gittiği otellerde ortaya çıktılar. Bugün güzel Rus kadını öyle azaldı ki Rus dış istihbarat servisi FSB’nin yaklaşık %40’ı bu işler için çalıştırılan Beyaz Rus kızlardan oluşuyor. İşin ilginç yanı bu kadınların trafiğini yönetenler Çeçen ve Azeri mafyasıdır. 

Kadın ticareti Rus istihbaratının çalışma alanı ve başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’ya (Arap şeyhleri) yönelik özel çalışmalar yaparak, sızma yapılacak  grupları seçiyorlar. Rus istihbaratı, Ermeniler ile de iç içedir. Rusya’daki 2 milyon Ermeni devlet yönetiminde önemli noktaları tutmuş durumdadır. 

Moskova, Suriyeli ve Lübnanlı kaynamaktadır. Türk iş adamlarının ve devlet adamlarının yurt içi ve dışı gezilerinden nerelerde yemek yediklerini, otellerini takip ediyorlar. Son 20 yılda bu tuzaklara düşenler ile ilgili epeyce roman yazılabilir. Bunlar içinde İslamcı kesimin meşhur isimleri öne çıkar.

Rusya ile romantizmin yaşandığı diğer bir alan ise ekonomi oldu. Kırım’ın alt yapısına 12 milyar dolar ayırdı ama para ortada yok. Tıpkı Putin gibi vali diye atananlar da kişisel gelirlerinin peşinde. Putin, bunları kontrol edemiyor, hemen her devlet toplantısının ana gündemi de bu konu; halk fakir, fabrikalar eski. 

Yukarıdakiler cebini dolduruyor, devlet özel sektörü yaratmıyor, girişimci yok, kimsenin çalışmak ya da yatırım yapmak gibi bir derdi yok. 

Rus ekonomisinin %70’i madenler, mineraller, petrol ve doğal gaza bağlı ve ülke gelirlerinin önemli bir bölümü bu sektörden geliyor. Rus Merkez Bankası başkanı Ekim 2015’de ülke rezervlerinin bir yılda 510 milyar dolardan 370 milyona düştüğünü açıkladı. Petrolün varili 35 dolara düştü ve 29 dolara düşecek gibi, Rusya ekonomisi bunu kaldıramaz. Halen Rus ekonomisi petrol ve doğal gaz yani enerji satışları yanında Sovyet döneminden kalma silah teknolojisi ile yürüyor. O yüzden Avrasya Ekonomik Birliği’nin şansı yok çünkü birbirlerinde olan petrol ve doğal gazdan başka satacak bir şeyleri yok. Belarus ve Kazakistan’ın ekonomileri de zayıf. BRICS ve Şanghay ile de Batıya karşı bir denge kuramadılar çünkü ekonomileri desteklemiyor. Ekonomik kriz ülkeyi bitiriyor, oteller boş, mağazalar kapandı, halk umutsuz, ülkede yabancı kalmadı. 

Rus Ordusunun gücü Sovyetlerden kalma eski nükleer silahlara dayanıyor, orduyu modernize etmek için gerekli makine sanayi yok ve Avrupa, özellikle Almanya vermiyor. Rusya’da sanayi üretimi oldukça geri seviyededir. 

Modernizasyon için verilen paraları bürokratlar cebe indirip, Batıya gönderiyorlar. Örneğin Başkurdistan’da bir bürokrat Petro-kimya tesisini olduğu gibi söküp Avusturya’ya gönderince, Putin uzun mücadeleden sonra 3 yıl önce geri getirebildi. Ruslar ve Almanlar Baltık üzerinden doğal gaz hattı ile daha da yakınlaştılar. 

Ruslar, Almanya’yı yanında tutarak Avrupa’yı bölünmüş tutmayı, Almanlar da Rus pazarını elinde tutmayı istiyor.

Türkiye’deki gibi sanayi tesisleri ve fabrika kurma kültürleri yok, daha da açıkçası imalat sanayileri yani küçük ve ortak ölçekli yani KOBİ dediğimiz kesim yok. Enerji ve madencilik sektörlerine ilaveten ciddi bir silah sanayi, büyük ölçekli otomotiv sanayileri var Alt yapı inşaatçılığında çok ilerideler. 

Ankara çevre yolu ve köprülerini Ruslar yaptı. Kanal açarlar, metro yaparlar, 250.000 km boru döşediler. Ancak, KOBİ’lerin yaşayabilmesi için herşeyden önce uygun bir iş iklimi yok. Türkiye’nin 21 katı büyüklüğünde ve 8 ayı kar-kış içinde yaşayan bir topluma sahip. Temel sorun halkın karakteri, girişimcilik kültürünün olmaması. Bu yüzden yıllardır Rus üniversiteleri Türkiye ile bu alanda ortak programlar düzenlemek istediler. Rusya’da olan; ağır sanayi, eski teknoloji iş makineleri ve büyük tonajlı kamyon üretimi, bunun dışında doğal gazi gübre ve kimya sanayi var ama hepsi devlete bağlı şirketler. 

Otomobil üretiyor ama eski model, yan sanayi yok, Türkiye’den geliyor. İnsanlar üretim ya da yatırım yapmak istemiyor, olanları Türkler kurdu, 1990’lardan beri devam eden ekonomide romantizmin kaynağı bu oldu. Türkiye’den giden ana kalemler şunlardı; otomotiv ve yan sanayi (Tofaş), kablo-elektrik parçaları (EAE), kimya sanayi (Hayat holding), inşaat (Eczacıbaşı), orman işleme sanayi (Kastamonu entegre), beyaz eşya (Vestel), doğal gaz enerji-elektrik santralı (Zorlu), bira (Efes), soda üretimi (Şişecam), halı fabrikaları (Merinos), gayrimenkul emlak (özellikle Moskova ve Petersburg’ta büyük ölçüde Türklerde). 

Türkiye’nin Rusya’da 15-16 milyar dolar yatırımı var. Rusya’ya yılda 26 milyar dolar harcıyoruz; enerji (23 milyar dolar), hububat/tarım ürünleri (2 milyar dolar). 

5 milyar dolar ihracatımız var; narenciye (1 milyar dolar), turizm (3.5 milyar dolar), yedek parça-tekstil (600-600 milyon dolar). Ancak, geçmiş yıllarda buna yılda yaklaşık 8.5 milyar dolarlık bavul ticaretini de ekleyebiliriz. 2014 yılında 3.3 milyonu turist olmak üzere, 4.4 milyon Rus, Türkiye’ye gelmiş. 

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’e göre Rus krizi bize 9 milyar dolara mal olacak. İş dünyası bu kadar ülkenin içine girince Ruslar, bu süreci tehlikeli buldular. Türk romantizmine kapıldıklarını, ilişkiye sürüklendiklerini sandılar. Şimdi duygusallık bitiyor, Ruslar kış uykusundan uyandıklarını düşünüyorlar. 

Yıllardır Türkler, Rus pazarına alışmıştı, çıkmak niyeti yoktu. Türk Cumhuriyetlerine alfabe ve cami götürme projelerimiz de çöktü. Şimdi Türk tarafında da artık kriz biter ve eskiye döneriz beklentisi bitiyor ve Rus pazarına alternatif arayışları başladı. Bununla beraber, Rusyayı ancak Türkler imar edebilir. 

Zor da olsa kriz bitecek ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Türkiye-Rusya ilişkilerinin geleceği ve enerji denklemi..

Ruslar, 1990’lardan beri Batı tarafından küçümsenmenin, dış politikada yaşadığı yenilgilerin ve ambargonun acısını Türkiye üzerinden bastırmak için ilişkilerde yeni bir dönem başlattı. Ukrayna’nın doğusunu ayaklandıran, Kırım’ı ilhak eden Putin, Suriye müdahalesi ile iç politikada zirve yapmış ve ABD’ye “Ben de senin kadar güçlüyüm” mesajı vermişti ki uçaklarının düşmesi tüm fiyakalarını bozdu. 2014 yılındaki Ukrayna olaylarından beri Rusların %68’i ülkenin eski büyük güç statüsünü geri kazandığını düşünüyor. Türkler için Amerikalıların Irak’ın kuzeyinde Türk askerlerinin başına çuval geçirmesi nasıl bir travma yarattı ise, uçak olayı da Rus halkı için aynı şiddette bir sarsıntı oldu. Rusya, Türkiye ile krizde halkını memnun etmek için popülist politikalar uyguluyor. Aslında Rusya, Suriye’nin kuzeyinden Türk hava sahasında yaptığı ihlalleri uzun zamandır Baltık denizinde NATO hava sahasında da yapıyor, ama kimse sesini çıkaramıyordu. İki ülke arasında 1990’larda bazı iş adamları ve bürokratların yaptığı gibi balans ayarı yapacak bir grup bugün yok. 

Devreye Nazarbayev, Aliyev ve Beyaz Rusya girdi ama olmadı. Rusya, derin iç sorunları ve ambargo yanında dış politikada uzun zamandır oldukça sıkıntılı bir dönemde. Sovyet döneminde Afrika’da Angola, Mozambik, Güney Afrika ve Cezayir üzerinde Rus etkisi vardı. Şimdi sadece Angola’da biraz etkisi var, Güney Afrika ile ancak, BRICS dolayısı ile aynı kulvardadır. Ortadoğu’da ise Suriye son kaledir. NATO’nun genişlemesi Rusya için 25 yıldır en büyük tehdittir ve ancak Ukrayna’da bunu durdurabildi ama başına büyük işler açtı. Ukrayna da düşse idi Rus gemileri Karadeniz’de demirleyecek liman bulmayacak, Amerikan füzeleri Moskova’ya 450 km. kadar yaklaşmış olacaktı. Rusya, Latin Amerika’daki kalelerini de kaybetmeye devam ediyor. Putin, Güney Amerika’ya gitti ama Arjantin devlet başkanının yerine sağcı bir başkan geldi. Venezüella’da genel seçimleri merkez sağ kazandı. Rusya, ABD gibi yumuşak güç kullanmayı bilmemekte, her seferinde askeri seçeneklere başvurmaktadır.

Ruslar, yüzyıllardır olduğu gibi kendi yollarını bir şekilde bularak, çok farklı adımlar atabilen bir ülke. Çarlığı yıkmışlar, Komünizmi kurmuşlar ve hala çevrelerini düzenliyorlar yani şapkadan tavşan çıkarabilirler. Çin’den çok daha fazla askeri kabiliyete sahip, dünyanın ABD’den sonra ikinci büyük askeri gücü olan Rusya yeni askeri maceralar peşinde. Ekonomik krize ve Batı ambargosuna rağmen savunnma harcamalarını 2014’de 40 milyar dolardan  2015’de  50 milyar dolara çıkardılar . Bu rakamlar, Rusların niyetleri ve öncelikleri konusunda önemli bir ipucu. Baltık bölgesinden Moldova ve Doğru Avrupa’ya, Karadeniz’den Orta Asya’ya bir korku koridoru oluşturmanın yanında Suriye örneğinde olduğu gibi küresel arenada ABD ile bilek güreşi derdinde. 

Rusya, Türkiye ile krizi derinleştirerek, uzun vadeli kullanmak istiyor. 

İran üzerinden Irak Şii yönetimini Türkiye’ye karşı tahrik ediyor. Türkiye’ye karşı açık bir ekonomik savaş başlattı. Bundan sonra ne yapacağını kestirmek zor. Suriye’nin sınırının güneyine geçecek Türk uçaklarını vurmak için pusuda bekliyor. 

Esat güçlerinin yanında Türkiye’nin desteklediği direnişçileri ve Türkmenleri vuruyor. Bu grupların elinden bugüne kadar ki kazanımlarını geri almaya kararlı. 

Rusya’nın askeri bir yola başvurmasının Türk-Rus çekişmesini silahlı bir çatışmaya hatta bir savaşa dönüştürme riski yüksek. Bu çatışma sadece Suriye ya da Doğu Akdeniz’de değil Karadeniz üzerinde de olabilir.

Tarihte iki ülke 17 kere savaştı ama şimdi şartlar çok farklı. Putin’in askeri seçenekleri ve bölgede kullanabileceği kuvvetleri oldukça sınırlı. Türkiye, coğrafi üstünlüğe ve güçlü bir orduya sahip yani konumu Ukrayna ve Gürcistan ile kıyaslanamaz. Muhtemel bir savaş iki tarafa da büyük kayıplar verdirebilir ve dileriz bu olmaz. Öte yandan, Rus tehdidinin açıkça ortaya çıkması; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre “savaş riski ile tehdit edildiğinden” Türkiye’ye, boğazları Ruslara kapatma şansı verecektir. Uçak düşürme olayı ile ilgili gelişmeler; ABD’nin Suriye’de Rusya ile anlaşır gibi gözüküp batağa çekti tezini güçlendiriyor. Nitekim Ruslar gelince Amerikalılar 12 uçaklarını İncirlik’ten çektiler ve Rusların Türklerle yok ama ABD ile hava sahası koordinasyon  düzenlemeleri var. Rusya’nın Suriye müdahalesinin en önemli gerekçelerinden biri, burada yapılacak pazarlıkların Ukrayna’dan dolayı uygulanan ambargoyu  rahatlatma yönelik kazanımlardı. Sürekli kan kaybeden Rusya, bir delilik yapabilir, Amerikalılar da gelişmeleri bu yönü ile izliyorlar. 

Kriz derinleşirse Ruslar, Türkiye’nin enerji ile bağını koparmak için Azeri-Ermeni savaşı çıkarabilirler. 

Türkiye ise Rusya karşısında özellikle enerji konusunda yeni açılımlar peşindedir. Yıllardır Türkiye’nin enerji bakımından Rusya’ya çok bağımlı olduğunu yazıyor ve bu konuda hükümeti eleştiriyorduk. Ancak, bu kriz nedeni ile bu bağımlılığı daha iyi analiz etme gereği duyduk. EPDK kayıtlarına göre; 

30 milyar m3 Rusya’dan, 9 milyar m3 İran’dan, 6 milyar m3 ise Azerbaycan’dan doğal gaz alıyoruz. Bu rakamlara göre; Ruslara bağımlılığımız %54 civarındadır. İthal edilen gazın %19’u ise İran’dan geliyor. Ancak, Ruslardan alınan gazın 8 milyar m3’ü İtalyan ENI şirketine ait olduğuna göre bu oran %42’ye düşüyor. Öte yandan Botaş rakamlarına göre Ruslardan alınan gazın 10 milyar m3’ü özel sektör alımı olduğu da göz önüne alınırsa Ruslara bağımlılık %28-30 seviyesine düşüyor. Bunları neden söylüyoruz; çünkü kamuoyuna Rus gazına bağımlılığı azaltıyoruz yanıltması ile şu aralar Türkiye, enerji tekellerine büyük paralar kaybetme sürecindedir. Halen Türkiye, Rusya’ya alternatifmiş gibi dört ayrı enerji projesi ile ilgileniyor;

- Azeri (Şahdeniz) gazı; bu gazın arkasında sanıldığı gibi Azeriler değil büyük ölçüde konsorsiyum içindeki Ruslar, İran ve Batılı şirketler (BP) var. TANAP 

sadece bir botu hattı. Rus gazı bize halen 212 dolara mal olurken, bugünkü fiyatlarla bu gaz 300 dolara mal olacak ve %30 daha fazla ödeyeceğiz. Bitmedi, 

bölgede boru hatları varken, 10 milyar dolara mal olacak TANAP için de payımız oranında 3 milyar dolar boru hattı inşası parası ödeyeceğiz.

- Katar gazı; Suriye savaşının arkasındaki nedenlerden biri olan bu gaz aslında Katarlılar değil ABD’nin LNG şirketi tarafından işletiliyor. LNG içinde Exxon, 

Mobil, Fransız Total ve Japon enerji şirketleri de var. Bu gaz Türkiye’ye gelse bile konvert edecek alt yapımız yok yani bunu da yapmayı teklif ediyorlar. 

Uzun vadeli anlaşmalarla LNG alabilir ama pahalı bir seçenek.

Harita: Katar Gazı İçin Projeler

- Musul ve Kerkük gazı; 10 milyar m3 kapasiteli bu gaz Türkiye için en kullanışlı olanı ama bu gazı Barzani’den almakla hem meşru Irak hükümetini bir kez daha yok saymış hem de Barzani’nin devletçiğini beslemeye devam edeceğiz.

- Doğu Akdeniz gazı; Kıbrıs adasının doğusunda Rumların sahiplenmeye çalıştığı bu gaz için Yunanistan-Rum Kesimi-İsrail-Mısır arasında bir mutabakat var. 

Bu gaz da siyasi olarak tartışmalı ve Türkiye’ye ulaşması için en az 500 km.lik bir boru hattı kurulması lazım. Burada da gazı çıkaracak ve nakledecek şirketlerin arkasında ABD’liler olduğu için Obama gitmeden bir an önce işlerini görmek istiyorlar. Ayrıca bu gazın Türkiye’ye gelebilmesi Suriye ya da Kıbrıs Rum yönetiminin ekonomik bölgesinin belirlenmesi ile mümkün olabilecek. Boru hattı için başka bit alternatif yok.

Görüldüğü gibi son dönemde Rusya’ya enerji bağımlılığını aşma gerekçesi altında uluslararası enerji tekellerinin tuzağına düşme riski içindeyiz. ABD’nin Rusya’nın Türk akımı projesini kabul etmememiz için çok baskı yaptığını, aynı baskının Akkuyu Nükleer santrali için de yapıldığını not edelim. 

Baskıyı daha önceden kabullenen Bulgaristan da Ruslara hayır demişti. ABD, başından beri Katar gazını öne sürüyor ama Rusya, Akdeniz kıyısına Esat 

devletini kurarsa Akdeniz’e çıkışı için bir Sünni devlet çıkışı düşünülüyor . 

Katar gazı, doğrudan Wall Street’in para babalarının yani ABD’yi arka planda yönetenlerin cebini dolduracak.

2016’ya girerken ABD-Rusya denklemleri ve Türkiye..

     ABD tarafında son aylarda IŞİD’a yönelik neler yapılacağı ile ilgili, Beyaz Saray ve Pentagon arasında yoğun temas vardı. 

ABD düşünce merkezleri kısa vade için Suriye ve Irak’a, orta vade için Rusya ve İran’a, uzun vadeli projeksiyonlar için Çin’e yönelik çalışmalar yapıyor. 

Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulması için çalışılıyor. 

Ankara, Barzani ile doğal gaz/petrol karşılığı buna onay vermiş durumda ama ABD, Barzani ile de yakınlaşmamızı da istemiyor, daha da açıkçası ABD ve İsrail, Irak’ın kuzeyinde bizi istemiyor. 

Rusya ile yaşadığımız kriz ve Suriye içine uçaklarımızı gönderemememiz, Rusya’nın El Nusra’yı da vurması ABD’nin de işine geldi. ABD, Türkiye’nin kendi Sünni planından ve vurduğu hedeflerden memnun değildi.  

Şimdi Suriye’de Türkmenleri bahane edip, Rusları şikâyet etmekten başka söyleyecek sözümüz kalmadı. ABD, kendine karada İslamcı müttefik bulamadığını bahane edip, Kürtleri doğal müttefik ilan etti ve PKK uzantısı PYD/YPG’yi açıkça destekliyor. ABD, koridorun açık kalan kısmından IŞİD ve El Nusra’ya yardım gittiğini bahane edip, buraları da Kürtlere teslim etmek niyetinde. 

ABD’de 8 Kasım 2016’da seçimler bitip, yeni başkan direksiyona geçene kadar Ortadoğu ya da başka bir ülkeye yönelik büyük bir operasyon beklenmemelidir. 

Rusların ABD seçimlerinde açıkça Trump’ı desteklemesi, küresel sermayenin adayı Clinton’a uzak durmaları dikkat çekiyor. ABD’nin elini kolunu bağlayan 17 trilyon dolar bütçesine rağmen 65 trilyon dolara ulaşan borçlarıdır. ABD, IŞİD’a karşı savaşın Sünnileri mağdur duruma düşüreceğinden endişe ediyor. 

Obama’nın yeni terörle mücadele stratejisi de ortaya çıktı ;

- Suriye ve Irak’ta karada fazla asker bulundurmadan hava saldırıları ve özel kuvvetler ile mücadele,

- Göçmenlere kapının aralanması,

- Son terör saldırıları nedeni ile ülke içinde silah satışlarının daha sıkı kontrol alınması.

ABD, tehdit değerlendirmesini değiştirdi ve küresel terörden sonra ikinci sırayı Rusya aldı. RAND analizcileri Rusya için ABD ordusuna 120 bin kişilik ilave bir 

insan gücü planlaması yaptı. İlginç olan ABD’nin bir yandan Rus silahlarına olan merakı; S-400’lerden sonra Ruslardan 21 adet MİG-29 savaş uçağı aldılar .

ABD ve Rusya kritik dönemeçteler; biri Pasifik’te yeni bir güç merkezi kurmaya başlıyor, diğeri eski Sovyet cumhuriyetlerinin merkezinde ki konumu nu geliştirme ye. Modernist ABD, Pasifik’te “istisnai ülke” olma rolünden öncelikle ekonomi üzerine bir strateji geliştirme ihtiyacı duyuyor. 

Post-modern Avrupa Birliği ise kendi sınırlarını bile koruyamadığı yüzleşmesi ile karşı karşıya kaldı. Ne Rusya ne de Çin gelecekte Avrasya’nın merkez gücü olabilecek. Rusya, nüfus ve ekonomi yüzünden dağılırken, Çin’i petrol ve doğal gaza bağımlılık yanında ileri teknoloji ile rekabet edememesi bitirecek. 

Kafkasya’da ise Ermenistan-Gürcistan-Azerbaycan üçgenine dikkat. Bütçesi ve bankacılık sistemi krizde olan Azerbaycan hedefteki ilk ülke ve bakanların istifasına varan yolsuzluklar, Aliyev’in kontrolü kaybettiğini gösteriyor.

Uzun zamandır İran’dan bahsetmedik; ABD-İran ilişkileri Humeyni’nin geldiği 1979 yılından beri en iyi durumda, ancak bu doğru bir romantizm değil. 

Ocak ayının sonundan itibaren Amerikalılar, Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) ile İran’ın anlaşmayı uygulayıp uygulamadığını denetlemeye başlayacaklar . 

Sonra sıra İran’ın teröre verdiği destek, Hizbullah ve rejim konuları masaya gelecek. Daha fazla özgürlük ve serbest pazar dayatmaları başlayacak. 

Bu arada ABD’deki İsrail lobisi işi çomaklamak için hükümetten daha iyi hazırlanıyor. Şimdilik İran’a uzatılan havuç ise visa (bankacılık) kolaylıkları. 

2 ay önce İran TV’sindeki bir dizide Türklere hakaret edilince Azeri Türkleri ayaklandı, Azeriler sokağa döküldü. Son 5-6 yıldır Batı, İran’ı kaşıyor, ciddi ciddi üzerinde çalışıyor. İşin ilginç tarafı İran’daki yönetim de halk da ambargonun kalkacağını ve çok rahatlayacaklarını, Batılı gibi olacaklarını sanıyor. 

İran halkı, her zaman kendini Batı kültürüne yakın hissetti ve bunun özlemini içten içe duyuyor. İran seçimlerinde Batıya açılma kartı en iyi iç politika ve seçim malzemesi olmaya devam ediyor. Rus-İran ilişkileri ise hep karşılıklı çıkar üzerine özellikle de yaşanan ambargo ve izolasyonları aşma üzerine olmuş, kültürel bir derinlik hiçbir zaman kazanmamıştır. İlişkiler bugün de daha çok ABD karşısında Suriye’de ki ortak çıkarlar ve silah alış-verişi üzerinedir. 

İlginçtir, İran ABD’den kaçırmak istediği nükleer fazlalıklarını Rusya’ya gönderiyor.

Afganistan’da henüz ufuk gözükmüyor; son iki yılda olanlar bir Milli Birlik Hükümeti kurulması, ABD ve NATO operasyonlarının sona ermesi, Taliban ve Afgan hükümeti arasında yüz yüze görüşmelerin başlamasıdır . ABD askerleri hala ülkede ve Afgan hükümetinin ayakta kalması için oyunlar devam ediyor. 

Pakistan ise Taliban tarafını destekliyor. Liderleri Molla Ömer’in iki yıl önce ölmesinden beri Taliban cephesinde de kırılma belirtileri var ama hala toprak kazanıyorlar. Taliban’ın bölünmesi yeni bir IŞİD ortaya çıkarabilir, nitekim Nangarhar’da bu tür oluşumlar var. 

ABD, Afgan hükümeti ile Pakistan’ın anlaşmasından barış çıkacağını umut ediyor.

Ortadoğu’ya dönecek olursak, fırtına öncesi sessizlik dönemindeyiz. Fransa, Körfez bölgesine bir uçak gemisi gönderdi. ABD Merkez Komutanlığı’nın 60 gemisi yanında Avrupalılar da Görev Kuvveti 50 dâhilinde yeni gemilerle bölgedeki deniz güçlerini takviye ediyorlar . NATO ise 6 Kasım 2015 tarihinde Portekiz’de İspanya, Portekiz ve İtalya’yı kapsayan 6.000 kişilik tarihinin en büyük tatbikatını (Trudent Juncture)  yaptı. Tatbikata 28 ülkeden 230 askeri birlik, 140 savaş uçağı ve 60 savaş gemisi katıldı. Bu arada NATO, sadece 2.080 kişilik ordusu olan Karadağ’ı da ittifaka davet etti. Bu durum bazı üyeler tarafından Facebook arkadaş sayfasına döndük eleştirisine neden oldu . Bu eleştirelerin nedeni ise Baltık ülkeleri ve Türkiye gibi ülkelerin Batının güvenliğine daha çok zararları olduğu düşüncesi. Amerikalılar, Avrupa’daki 30 bin askerlerinin dünya GDP’nin %46’ına sahip Batı Avrupayı değil, ittifakın doğusu için konuşlandığı eleştirisi yapıyor.

Konu NATO’ya gelmişken ittifak içinde Türkiye ile ilgili eleştirelerin arttığına değinelim. Türkiye uzun zamandır Erdoğan’ın İslamcı tavırları ve otoriter eğilimleri nedeni ile takipte idi. Türkiye’nin Rusya ile çekişmesinin ittifak çıkarları için kendi emperyal heveslerinden kaynakladığı tenkidi yapılıyor. 

Türkiye’nin NATO ülkeleri içinde halkın çoğunluğunun ittifaka iyi bakmadığı tek ülke olduğu söyleniyor. Türk halkının 1991, 2003 ve 2012-2015 arasında silah takviyelerinden de memnun olmadığı düşünülüyor. Türkiye’ye karşı tepkiler artıyor. Çek Cumhurbaşkanı Miloş Zeman, “Türkiye’nin bir NATO müttefiki olmaktan ziyade İslamcı Devlet gibi hareket ettiğini ve AB üyesi olması için bir neden bulunmadığını” söyledi . NATO, Rusya’ya karşı Türk hava savunmasını güçlendirme kararı alıyor ama Almanya, mevcut Patriot sistemlerini Türkiye sınırından çekiyor , yerine istihbarat amaçlı AWACS gönderiyor.

Özetle, ne Batıda ne Doğu’da istenmeyen ülkeyiz. Ermenistan, İran, Irak ve Suriye ile aramız bozuk. Rusya ile tarihi ve uzun bir krizin başlangıcındayız. 

Bizi birliğe istemeyen Avrupalılar kadar, ABD ile de ilişkilerimiz şantajlar üzerinden yürüyor. Erdoğan’ın çok güvendiği İslamcı grupları bile şimdi Rusya’nın bilgisi dahilinde toplanıyor, Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkeleri İran’a yanaşan ABD’den daha çok Rusların yolunu gözlüyor. 

Amerikalıların müttefiki PKK/PYD, Rusya’da şube açıyor. Erdoğan ise gündem değiştiriyor; ODTÜ’de namaz kılan öğrencilere saldırı olmuş.. 

ABD ve Rusya, Ortadoğu’dan elimizi ayağımızı kesmek için uçak krizini; Kürt koridoronu kurana ve bölgenin yeni haritasını tamamlayana kadar aleyhimizde kullanacaklar. 

Türkiye-Rusya ilişkilerinin düzelmesi her iki ülke için de jeopolitik bir zorunluluk ve ABD’ye karşı güç dengesi gereğidir.


***