5 Ekim 2021 Salı

ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK? BÖLÜM 2

ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK?  BÖLÜM 2



Arap Baharı, Ortadoğu Çalışm  aları, politik kültür, asker-sivil ilişkileri, rantçı devlet modeli, neoliberalleşme, 

Prof. Dr. Mehmet Kaytaz , Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, Doç. Dr. Ödül Celep , Yrd. Doç. Dr. Seda Demiralp , Yrd. Doç. Dr. Sinan Birdal , Yrd. Doç. Dr. Özlem ,Kayhan Pusane ,Yeni Ortadoğu, Toplum, Siyaset ve Ekonomi, 


3. Baskı Mekanizmalarının Sarsılmazlığı: 

Ortadoğu’da Asker-Sivil İlişkileri Ortadoğu otoriterliğini ele alan karşılaştırmalı siyaset çalışmaları içerisinde ağırlığını koruyan teorilerden biri ordu-sivil ilişiklerine dairdi. Otoriterliğin sarsılmazlığı eserinde Bellin bu konudaki en kapsamlı teorik yaklaşımlardan birini ortaya atmış ve bölgede hüküm süren liderlerin arkalarındaki ordu desteğinin belirleyici rolüne işaret etmiştir. 

   Bellin’e göre, Ortadoğu otoriterliğini açıklayan ve bu anlamda bölgeyi başka bölgelerden ayıran faktörler sıklıkla iddia edilenin argümanların aksine, kültür veya ekonomik az gelişmişlik değildir. Bu, Ortadoğu kültürlerinin otoriter olduğu tezini reddetmek anlamında değildir. Fakat yukarıda belirtildiği gibi, otoriter kültürlerin çeşitli dönemlerde hüküm sürdüğü birçok toplumda bir noktada demokratikleşme hareketi gerçekleşmiştir. Ekonomik az gelişmişlik argümanında da aynı durum söz konusudur.

Ortadoğu gerçekten de az gelişmiş bir bölgedir fakat başka az gelişmiş bölgelerde demokratikleşme olabilmiştir. O halde belirleyici olan az gelişmişlik de olamaz. Nitekim ekonomik gelişme ve demokratikleşme arasındaki ilişkiye dair iddialar yakın zamanda çürütülmüş, ekonomik gelişmenin demokrasilerin sürekliliğini sağlamaya katkıda bulunmakla birlikte otoriterlikten demokrasiye geçişte belirleyici bir rolü bulunmadığı kanıtlanmıştır (Przeworski vd., 2000). 

O halde, Ortadoğu’yu diğer bölgelerden ayıran ve otoriterliğin bu derece istikrarlı bir biçimde devamını sağlayan başka bir sebep olmalıdır.

      Bellin’e göre bu fark, bölge ülkelerinde mevcut bulunan baskı mekanizmalarında yatmaktadır.

Ortadoğu’da demokratikleşme olamamasının sebebi baskı mekanizmalarının aşırı güçlü olmasından gelmektedir.

Bu gücü sağlayan da askeri güçlerle liderler arasındaki ilişki yapısında yatmaktadır. 

Ortadoğu’da demokratikleşme şansı düşüktür, çünkü burada hüküm süren otoriter liderlerin arkasında askeri destekleri vardır ve bu şartlar altında onları devirmek çok güçtür. Bir başka deyişle, demokrasinin gerçekleşmemesinde talebe değil arza odaklanılmalıdır. Demokrasi talep edildiğinde, insanlar mobilize olup sokaklara döküldüğünde sürecin devamını bir tek soru belirler: ordu lidere destek olacak ve bu amaçla gerekirse kendi halkına silahlı müdahalede   bulunacak mı? Cevap “evet” ise halkın yapabileceği pek bir şey yoktur. O yüzden iş ordunun seçimlerinde biter ve Ortadoğu’yu ayırt eden ordunun bu tür durumlarda sıklıkla lidere destek vermeyi seçmesidir. O halde anlamamız gereken bu durumun sebepleridir.

Bir askerin kendi halkına ateş etmesi, görev tanımıyla ağır bir çelişki yaratır ve bu sebeple -teorik olarak- hiçbir asker tarafından istenmez. O halde Ortadoğu’da askerler neden kendilerini sıklıkla bu istenmeyen durumda bulmaktadır? Bellin bunu ordunun kurumsallaşamamış olmasıyla açıklar. Kurumsallaşmanın tanımı,yönetimde keyfiyet değil kuralların belirleyici olması, bu kuralların devamlı, bilinir ve tahmin edilebilir olması, yükselme ve ast-üst ilişkilerinin yeteneğe dayalı olması ve kurumsal bağımsızlık özelliklerini içerir. Ortadoğu’da gözlemlenen, yönetimin keyfi, atamaların ve yükselmenin siyasi liderle şahsi yakınlık sayesinde gerçekleştiği ve kurumun bağımsızlığı olmayıp siyasi liderin kontrolü altında bulunmasıdır. Bir başka deyişle ordu halkın ordusu değil siyasi liderin ordusu gibidir ve halk tarafında da öyle algılanır. Bu durumda bir halk isyanı söz konusu olup ordu komutanları siyasi liderden halka ateşe etme emri aldığında, bu komutanların görev tanımlarıyla çelişmek pahasına halka ateş etme ihtimali artacaktır. Çünkü bu askerler bilir ki bir siyasi devrim veya değişim olup siyasi lider devrildiği takdirde kendilerinin pozisyonları da tehlikeye girecektir. Halk onları milletin askerleri değil liderin askerleri olarak algılamaktadır ve liderden kurtulunca onlardan da kurtulacaktır. Bunu göze alamayan asker halkına ateş edecektir ve bir ordu halka ateş etmeye başlarsa halk hareketinin devamı imkansız gibidir. Sivil bir halkın bir orduya karşı gelebilmesi çok zor olacağından bu noktada isyan biter. Bellin der ki, işte bunu bildiği için Ortadoğu halkları kolay kolay isyan etmez, ederse de bunun başarıya ulaşma şansı çok düşüktür.

Ne var ki Arap Baharı olarak tanımladığımız 2011 sonrası dönemde bölgede halkların birer birer ayaklanması ve Tunus ve Mısır gibi ülkelerde ordu komutanlarının isyanlara müdahale etmemek suretiyle liderlerin devrilmesine izin vermesi, diğer taraftan Suriye örneğindeki gibi askerlerin halka ateş açmasına rağmen isyanların durmaksızın devam etmesi bu konudaki mevcut teorileri tekrar düşünmeyi gerekli kıldı.

Ortadoğu’da otoriterliğin sarsılmazlığının sebebinin orduda kurumsallaşma eksikliği ve şahsi, siyasi lider kontrolünde ordu yapılaşmaları olduğu tezi eksik veya hatalı mıydı?

Bellin ve Gause gibi karşılaştırmalı siyasetçiler Arap Baharı sürecinde yaşananlara bakıldığında tam tersine ordu desteğinin otoriterliğin devamı  konusunda belirleyici olduğu tezinin ispat edilmiş olduğunu, fakat Arap Baharı’nı tahmin edememiş olmanın, bölgedeki tüm ordu-sivil ilişkilerinin aynı kefeye konmuş olması hatasından ileri geldiğini söylerler. Yani, Tunus ve Mısır’da daha kurumsallaşmış ordular bulunması ve bu orduların sorumluluklarını  siyasi otoriteye değil halklarına bağlılıkla tanımlaması, bu ülkelerde direniş başladığında ordunun direnişten yana tavır almasına sebep olmuştur. 

    Oysa ki Suriye ve Bahreyn gibi ülkelerde ordu-siyaset ilişkilerinin çok daha şahsi biçimde yapılanmış olması farklı sonuçlar doğurmuştur. Beşir Esad’ın halkın çoğunluğu Sünni olmasına rağmen askeri elitleri kendisi gibi Alevilerden seçmesi, Bahreyn’de ise tam tersi, halk çoğunluğunun Şii olmasına rağmen, üst rütbeli askerlerin liderin kendisi gibi Sünnilerden seçilmesi, bu ülkelerde halkın orduyu kendine değil lidere yakın görmesine sebep olmuştur. 

Gerçekten de rütbesini ve kariyer imkanlarını liderle kurduğu dini, etnik, veya ailevi bağlara bağlı gören bir askerin önceliği bu siyasi ortamın devamını sağlamak olacaktır. Zira, bir siyasi değişim durumunda kariyerlerini ve hatta hayatlarını kaybedeceklerini bilmektedirler. Nitekim Suriye ve Bahreyn’de halka ateş etmesi emredilen askerler, görev tanımlarına tamamen ters de olsa bu emre uymuşlardır. Libya ve Yemen’de Muammer Kaddafi’nin ve Ali Abdullah Salih’in ailelerinden gelen askerler onlara bağlı kalırken, diğerleri muhalefete katılmış ve neticede her iki ülkede de lider devrilmiştir. Tunus ve Mısır’da ise rütbelerini yetenekleri sayesinde edinmiş, köklü kurumsal geçmişlere sahip orduların mensubu bulunan generaller, kendilerini siyaset üstü görmüş, kendilerine verilen ateş emrine uymamış, direniş başladıktan kısa süre sonra mevcut siyasi liderlere (Tunus’ta Ben Ali ve Mısır’da Mübarek) destek vermeyeceklerini açıklamış, bu açıklamalar da kısa süre içinde söz konusu liderlerin devrilmelerini beraberinde getirmiştir.

Özetle, otoriterliğin devamında belirleyici olan, otoriter liderlerin bir direniş söz konusu olduğunda güvenebilecekleri askeri desteğe sahip olup olmadıklarıdır. Ortadoğu’da bu destek genellikle mevcuttur çünkü asker-sivil ilişkileri genellikle kurumsal değil şahsi bağlara dayanır. Ne var ki tüm Ortadoğu ordularını aynı kefeye koymanın yanlış olduğu görülmüştür. Görece olarak daha kurumsal ordular vardır ve bu farklar bir direniş vücuda geldiğinde söz konusu ülkelerin kaderini değiştirecek kadar mühimdir.

4. Rantçı Ekonomi, Ahbap-Çavuş Kapitalizmi, ve Ortadoğu’da Ekonomi-Siyaset İlişkileri

Arap Baharı ekonomi-siyaset ilişkilerine dair mevcut varsayımlarımızı da gözden geçirme gereği doğurmuştur. Bugün Ortadoğu’da iki tür ekonomik model söz konusudur. Birisi, devletlerin gelirini büyük ölçüde petrol ihracatından sağladığı rantçı modeldir. Diğeri ise petrol geliri bulunmayıp uzun müddet devlet eliyle üretim yaparak kalkınma çabası göstermiş fakat son dönemlerde globalleşme süreçlerinin yarattığı baskılar sonucu uygulanmaya başlayan ekonomik reformlarla devlet müdahalesinin azaldığı veya şekil değiştirdiği neo liberalleşme modelidir.

Arap Baharı sonrasında rantçı devlet teorisini gözden geçirdiğimizde, bu süreçten güncelliğini büyük ölçüde koruyarak çıktığını söylemek mümkündür. Kısaca özetleyecek olursak, rantçı devlet teorisi ülke gelirlerinin çoğunun değerli doğal zenginliklerden edinildiği, üretimin ve dolaysıyla halkın katkısının ülke gelirinde rolünün az olduğu ekonomik yapıdır (Beblawi ve Luciani, 1987). Otoriter siyasi yapılara sahip ülkelerde keşfedilen doğal kaynaklar, bu kaynakların kullanımının, satışının, ve gelirlerinin dağıtımına dair kararların siyasi liderlerde toplanmasına ve bundan doğan gücün bu liderlerin sahip oldukları pozisyonları koruyabilmeleri ne yol açmaktadır (Ross, 2001). Temel ekonomik etkinliğin üretim olduğu ve hazine gelirlerinin vergilerden geldiği toplumlarda halk ödediği vergiler karşılığı siyasi haklar talep etmek suretiyle demokratikleşme için itici güç oluştururken rantçı sistemlerde bu dinamik bulunmamaktadır. 

Üretim yapılmamakta, halk vergi ödememekte, devlet harcamaları rant gelirleriyle sağlandığı için, demokrasinin bel kemiğini oluşturan  vergi-karşılığı-temsil hakkı (taxation for representation) pazarlığı gerçekleşememektedir (Ross).

Vergi ödemeksizin elde edilen hizmetler (sübvansiyonlar, bedava sağlık hizmetleri, yüklü memur maaşları vb.) Demokratik talepler için bedel ödemek istemeyen bireylerin direnişe katılımını azaltmaktadır. Buna ek olarak, rant gelirleri sayesinde polis, istihbarat, ve silahlanmaya daha fazla harcama yapma imkanı bulan yönetimler direnişin maliyetini artırmaktadır. Bu sebeple Ortadoğu çalışanları, “petro-devletler” olarak da tanımlanan Suudi

Arabistan, Cezayir, Katar, Kuveyt, Libya ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde demokratik direniş ve değişim şansını öteden beri düşük görmüşlerdir. Nitekim Arap Baharı sürecine baktığımızda bu devletlerden sadece Libya’da ciddi bir direniş gerçekleşmiştir. Suudi Arabistan, Cezayir, Irak, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise Arap Baharı’nın fazla bir etkisi olmamıştır ve bu durum rantçı devlet teorisini bir kez daha ispatlar görünmektedir. Tunus direnişinin patlak vermesini takip eden Şubat ve Mart aylarında Suudi Arabistan kralının 100 milyar dolarlık bir harcama paketini onaylaması tam da bu tür politikalara örnek teşkil eder niteliktedir.

Peki ama bu durumda Libya örneğinin yarattığı istisnai durum nasıl açıklanabilir? Libya örneğinde göze çarpan petrol rantının, muadil petro devletlerdeki uygulamalardan farklı olarak, popülist veya askeri-istihbari harcamalara değil, Kaddafi’nin gücünü ispata yönelik fakat halk tarafından pek itibar edilmeyen, literatürde zaman zaman “pet projeler” olarak tabir edilen mecralara akıtıldığı, bunun ise otoriterliğin devamı açısından “isabetli” olmamış olduğudur. Üstelik bu projelerin çoğu kez tamamlanamayıp yarım kalması halkta petrol gelirlerinin israf edildiği duygusuna ve ekonomik sıkıntılarından dolayı yönetimi sorumlu görmelerine yol açmıştır. İnsan yapımı nehirler, gösterişli futbol stadyumları, başlanıp yarım bırakılmış ya da yapımı fazla uzamış iddialı inşaat projelerine harcanan petrol gelirleri, ekonomik sıkıntılar yaşayan halkta öfke ve isyan uyandırmıştır. Nitekim isyanın öncelikli olarak mobilize olduğu Bingazi’de yönetim ele geçirildikten sonra bu tür inşaat alanlarının direnişçi grupların hedefi haline gelmesi, yer yer yıkılıp grafitilerle kaplanmış olmaları anlamlıdır. O halde diyebiliriz ki, petrol rantı eğer patronaj ve baskı mekanizmalarını güçlendirecek biçimde harcanırsa, gerçekten de otoriter liderlerin elini sağlamlaştırabilir ve bu anlamda Ross’un bahsettiği “petrol laneti” gerçekleşir. Fakat “doğru” harcanmadığında rant geliri, bu geliri elinde tutup yöneten liderleri sorumlu hale getirebilmekte ve bu gelirden payını alamadığını düşünen halklarda isyan duygusuna katkıda bulunabilmekte ve rejim-sarsıcı etkiler yaratabilmektedir.

     Petrol üretmeyen Mısır, Ürdün, Fas, Tunus gibi Ortadoğu ülkelerindeki ekonomi-siyaset ilişkilerine baktığımızda ise Arap Baharı’ndan alınacak daha da önemli dersler olduğu görülmektedir. Bu ülkelerde bir süredir hem globalleşmenin yarattığı baskı, hem ekonomik yardım yapan ülkelerin talepleri doğrultusunda çeşitli ekonomik reformlar yoluyla bir neo liberalleşme sürecine girilmiştir. Bu çerçevede kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi, yabancı yatırımların özendirilmeye çalışılması, sübvansiyonların kesilmesi, serbest girişimcilere teşvikler dağıtılması gibi politikalar izleniyordu. Bu politikaların bazı kazananları ve kaybedenleri oldu. Dar gelirli kesimler üzerinde özellikle sübvansiyonların kesilmesinden ötürü ekonomik sıkıntılar arttı. Öte yandan, reformlar bir yandan da kapitalist kalkınma hedeflerine katkıda bulundu ve yeni bir zengin sınıfı yarattı.

Özellikle yönetimle iyi ilişkileri bulunan yerli girişimciler-ki bunlara sıklıkla siyasilerin aile üyeleri de dahil oluyordu- özelleştirme ve teşvik dağıtımı süreçlerinde avantajlı muamele görmek suretiyle ölçüsüz karlar elde ettiler.

Bu neo liberalleşme süreçlerinin olası siyasi sonuçları ile ilgili iki farklı görüş ortaya atılıyordu. Bir grup Ortadoğu uzmanına göre bu ekonomik reformlarla sağlanacak kalkınma bu ülkelerdeki lidere avantaj sağlayacak ve başında bulundukları rejimlerin devamlılığına katkıda bulunacaktı (Gause, 2011). Ekonomik kalkınma liderlerin ve iktidar partilerinin geniş halk kitleleri nezdinde popülaritesini artırırken, ahbap-çavuş kapitalizmi de özel sektörün sadakatini sağlayacak, siyasi değişim büsbütün zorlaşacaktı 

(Richards, 2004; Kienle, 2001; King, 2003). 

Bu görüşleri öne sürenler zaman zaman Türkiye örneğini de referans göstermekteydiler. Nitekim Türkiye’de AK Parti’nin 2002’den beri tüm seçimlerden başarıyla çıkması, ekonomik kalkınmanın bir iktidar partisini nasıl güçlendirebildiğine ispat teşkil etmekteydi (Gause).

   Öte yandan, Batılı siyasi çevreler ekonomik reformların siyasi reformları getireceğini iddia ediyordu.

Bu modernleşme çalışmalarında sıklıkla öne sürülen bir görüştür (Ruschemeyer vd., 1992). Batı modernleşmesi siyasi ve ekonomik liberalleşmenin birbirini olumlu etkilediğini göstermiştir ve bunun başka ülkelerde de böyle olması mümkündür. Ekonomik kalkınma orta sınıfı güçlendirecek, eğitim ve uluslararası bağlantıları artan orta sınıfta hem demokratik bilinç ve talep artacak hem de ekonomik gücü sayesinde bu sınıf yöneticileri demokratikleşmeye zorlayabilecektir. Bir başka deyişle, demokratik bilince sahip ve vergi veren orta sınıf yaptığı ekonomik katkı karşılığında siyasi hak talep edecek, ekonomik gücü ile siyasileri pazarlık masasına iterek siyasi gücün paylaşımına ikna edecektir. Bu demokratikleşme teorisini benimseyen yaklaşımlar, Orta doğu’daki ekonomik reformların demokratikleşmeyi teşvik etmesini beklemişlerdir.

   Arap Baharı, yukarıda özetlenen rakip teorilerin geçerliliklerinin test edilmesi için uygun bir zemin yarattı. Görüldü ki, Tunus ve Mısır gibi, ekonomik reformları en sıkı uygulayan ülkelerde bu reformlar ters tepti ve rejim sarsıcı etkileri oldu. Hükümet kontrolünde ve hükümet çıkarları gözetilmeye çalışılarak gerçekleşen neo liberalleşme, hükümete istikrar sağlamadı. Fakirleşen kesimler hükümete isyan ederken, hükümetin özel sektör ortakları da hükümete beklenen desteği sağlayamadı. Kimileri isyanlar başlar başlamaz yurt dışına kaçtı, kimileri etkisiz kaldı. Kimileri ise direnişin yanında yer aldı. Belki siyasi özgürlükler ekonomik çıkarlarına ağır bastığından, belki de direnişin galip geleceğini tahmin ederek yenen tarafta bulunma arzusuyla taraf değiştirdiler.

Sonuç itibarıyla, görüldü ki Ortadoğu’da sıklıkla görmeye başladığımız ahbap-çavuş kapitalizmi her zaman otoriter yönetimleri güçlendirmemektedir. Rüşvete ve yolsuzluğa duyulan öfke, özellikle ekonomik sıkıntılar yaşayan halklarda isyan duygusuna ve direnişe katkı sağlayabilmektedir.

5. Sonuç

Arap Baharı karşılaştırmalı siyaset ve Ortadoğu çalışmaları üzerinde sarsıcı bir etki yapmış, mevcut varsayımları çürütmüş, yeni teorik yaklaşımların önünü açmıştır. Bunların başında özcü-kültürcü yaklaşımlara vurulan darbe gelmektedir. Özellikle direnişin en kanlı yaşandığı Suriye ve Bahreyn gibi ülkeler, sadece Ortadoğu’da direniş kültürünün eksikliğine dair iddiaları çürütmemiş, karşılaştırmalı sosyal hareketler çalışmalarının mevcut varsayımlarını da sarsmıştır. Rasyonelliği vurgulayan tezlere karşı, empati ve öfori duygusunun yaratabileceği etki ortaya çıkmıştır. Arap Baharı’ndan öğrendiğimiz ikinci ders, ordu-sivil ilişkilerine dairdir. Tunus ve Mısır örneklerinde gördüğümüz ordu davranışı bu konunun uzmanlarını dahi    şaşırtmış, ve bu çerçevede Ortadoğu’daki ordu yapılanmaları arasındaki farkları daha iyi anlama gereğini ortaya koymuştur. Direniş ve protesto anlarında askerlerin vereceği kararların önemi ve bu kararların tahmin edilebilmesini sağlayabilecek teorik çalışmalara duyulan ihtiyaç görülmüştür. 

Nihayet, Arap Baharı, Ortadoğu’da ekonomi-siyaset ilişkilerine dair önemli kanıtlar sunmuştur. Paranın siyasi sadakat sağlayabildiği tezi, petrol zengini ülkelerde isyanın zayıf kalması gerçeğiyle bir kez daha ispatlanmış, öte yandan iyi yönetilemeyen neo liberalleşme süreçlerinde ortaya çıkan fakirleşme ve derinleşen zengin-fakir ayrımları rejimleri sarsmıştır. Tüm bu gelişmeler, sadece Ortadoğu çalışmaları için değil, karşılaştırmalı siyaset çalışmaları için de mühim ampirik kanıtlar içermektedir ve gelecek çalışmalarda dikkatle analiz edilmelidir.

Kaynakça

Beblawi Hazem and Giacomo Luciani (eds.). 1987. The Rentier State in the Arab World. London: Croom Helm.

Beissinger, Mark. 2007. “Structure and Example in Modular Political Phenomena: The Diffusion of the

Bulldozer/Rose/Orange/Tulip Revolutions,” Perspectives on Politics 5:2, 271.

Bellin, Eva. 2012. “Reconsidering The Robustness of Authoritarianism in the Middle East: Lessons from the Arab Spring.”

Comparative Politics 44 (2), 127-149.

_______ 2004. “The Robustness of Authoritarianism in the Middle East.” Comparative Politics 36 (2): 139-157.

Fish, Steven. 2002. “Islam and Authoritarianism.” World Politics 55 (1): 4-37.

Francisco, Ronald. 1995. “The Relationship Between Coercion and Protest,” Journal of Conflict Resolution 39, 263–82.

Gause, Gregory. 2011. “Why Middle East Studies Missed the Arab Spring: The Myth of Authoritarian Stability.” Foreign Affairs July/August.

Huntington, Samuel. 1996. The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. London: Simon & Shuster.

Kedourie, Elie. 1994. Democracy and Arab Political Culture (London: Frank Cass, 1994);

Kienle, Eberhard. 2001. A Grand Delusion: Democracy and Economic Reform in Egypt. London: IB Tauris.

King, Stephen. 2003. Liberalization against Democracy. Bloomington: Indiana University Press.

Przeworski, Adam, Michael E. Alvarez, José Antonio Cheibub, and Fernando Limongi (eds). 2000. Democracy and

Development. Cambridge: Cambridge University Press.

Richards, Alan. 2004. “Economic Reform in the Middle East: The Challenge to Governance,” in Nora Bensahel and Daniel

Byman, eds., The Future Security Environment in the Middle East. Santa Monica, CA: RAND, pp. 57–128.

Ross, Michael. 2001. “Does Oil Hinder Democracy?” World Politics 53 (3): 325-361.

Rueschemeyer, Dietrich, John Stephens, and Evelyne Stepehens. 1992. Capitalist Development and Democracy. Chicago: University of Chicago.

Lichbach, Mark. 1987. “Deterrence or Escalation?” Journal of Conflict Resolution 31, 266–97.

Muller, Edward and Erich Weede. 1990. "Cross-National Variation in Political Violence: A Rational Action Approach."

Journal of Conflict Resolution 34: 4 (1990): 624-651.


***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder