28 Ekim 2018 Pazar

Fethullah'ın AKŞAM NAMAZI

Fethullah'ın "AKŞAM" "NAMAZI"(Katolikseviciliğin Tersten Okunuşu) 



Behiç Gürcihan
2005-05-31

Puslu bir Sonbahar günü
İç karartıcı bir yağmur...
Bandırma'daki askeri üsse bir ABD uçağı iniyor

Uçakta ABD'nin diplomatik kargosu olarak gelen Fethullah Gülen; oradan özel bir helikopterle alınıp; İstanbul'a; "Dinler Arası Dia-log" merkezine götürülüyor. 

Gülen'in yanında Patrik ve Hahambaşı yapacağı tarihi basın toplantısına ilgi yoğun; 

Egemenliği paylaşmakta bir sakınca görmediğimizden olsa gerek; 

Türk Bayrağı'nın yanında AB bayrağı da dalgalanıyor..

Sultanahmet'te meydana at üstünde Europa heykelini dikmişler...

Basın toplantısına akredite gazeteciler olarak girmek için sıramızı beklerken; 

Gözüm yanımdaki meslektaşımın saatine takılıyor

Tarih : 29 Ekim 2012
Kan ter içinde uyanıyorum...
Saat sabahın 3'ü...gayri-ihtiyarı gözüm takvime kayıyor...
Henüz 29 Mayıs 2005'teyiz...

Ben şimdi neden bu kabusu gördüm diye düşünüyorum...
Hoş kabusun bazı kısımları gerçek...
Hangisi mi?

Fethullah Gülen; , İslam Konferansı Örgütü toplantı öncesinde, 
ABD'ye ait özel bir askeri uçakla Marmara'daki bir askeri üsse; "ABD'nin diplomatik kargosu" olarak indi ve uçakta bazı görüşmeler yapıldı 
ve "Hocaefendi" olarak anılan zat; uçaktan inmeden ülkeden ayrıldı. 

Anlaşılan " Şeyhülislamlık projesi " için özel bir görüşmeye ihtiyaç duyulmuş.

Gördüğünüz gibi; Türkiye'deki üslerde sizden habersiz sadece nükleer silah olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. 

Egemenliği zaten yıllardır paylaştığı halde egemenmiş gibi yapanların ve "egemenliği ucundan azcık paylaşsak ne olur ki" derken aslında gerçeği itiraf edenlerin bilgisi dahilinde o üslere kimbilir daha neler inip kalkıyor ama 
üslere Hocaefendilerin de inip kalktığını ilk defa bu vesile ile duyuyoruz. 

Kabusumun Fethullah Gülen kısmının kaynağını biliyorum da; 


" Dinler Arası Diyalog Merkezi ve burada gerçekleştirilen basın toplantısı"
nasıl oluyor da zihnimde imgeleşiyor onu çözmekte zorlanıyorum açıkçası. 

Fakat sonra birden kafama denk ediyor...
Gözüm yerde duran Akşam gazetesine takılıyor.
O anda anlıyorum beynimin oynadığı oyunu. 

Şu; Vatikan'ın gizli örgütlerinden OPUS DEİ ile görüştüğünü ballandıra ballandıra anlatan Güler Kömürcü bütün bunların sorumlusu. 

Güler Hanım; 

İspanya Genelkurmay'ı ile aynı yerleşkede(kampüs) yeralan OPUS DEİ örgütü ile; oradaki "TÜRK GÖREVLİ" (vurgular aynen kendisine ait) vasıtası ile bir görüşme ayarlamış. 
İspanya Genelkurmayı da anlaşılan; AB yolunda "değişmiş" ve AB'ye uyum sağlamak adına yerleşkesinde artık; en koyusundan Dini tarikat merkezlerine de izin verir hale gelmiş. 
Zaten; İspanyol subaylarının 1970'lerde altlarındaki araba ile bugünkü arabaları kıyaslandığında; AB sürecinin İspanyol ordusunda ne büyük bir değişim ve gelişimlere vesile olduğu su götürmez. İspanyol Genelkurmayı ne kadar övünse azdır. 
Hemen kötü düşünmeyin...
İstediğiniz zaman "çık git yerleşkemden" diyebildiğiniz sürece; yerleşkenizi tarikat, v.s merkezleri ile paylaşmanın ne zararı olabilir...lütfen biraz uyumlu düşünelim; "statükocu" olmayalım! 

Neyse konuyu dağıtmayalım. 

İşte AB yolunda hayli değişmiş ve gelişmiş olan İspanya Genelkurmayı'nın yanıbaşında yeralan bu koyu Katolik bağnazlığının sembolü kuruma yapılan ziyaret beni Güler Kömürcü adına çok sevindirdi. 
Kendisinin çok uzunca bir süredir, 
Her strateji konuşmasında konuyu bir şekilde; 
"Katoliklerle işbirliği yapalım" cümlesine getirdiği kulağıma geliyordu.
Sonunda muradına erdi ve Katolik bağnazlığının merkezine girdi.
Yurdum insanının "stratejiyi", "düşmanının düşmanı ile ittifak kur" olarak algılaması çoğu zaman zeka kıtlığındandır fakat Güler Hanım'ın; 

"Siyonistler bizi bölmek istiyor. O yüzden siyonistlerin karşı cephesindeki Katoliklerle işbirliği yapmak lazım" şeklindeki; monopol oynadığı günlerden kalma strateji derinliğinde sıkışıp kalmasını zeka kıtlığına bağlamam sözkonusu olamaz. Olsa olsa zeka tembelliğidir. Genellikle sürekli resim çeksin diye önüne tabldot tablo konulan kişilerde görülür. (En son MİT Müsteşarı ile ilgili yediği dezenformasyon üzücüydü açıkcası. ) 

Beni Asıl ilgilendiren; 

Normal şartlar altında bir köşe yazarının kişisel miyopluğu olarak değerlendirile bilecek bu Katolik seviciciliğin ; Akşam gazetesinin genel yayın çizgisine de ustaca yerleştirilmiş olması ve daha da önemlisi bunun Serdar Turgut'a rağmen yapılması. 

İşte burada Resim Çatallaşıyor. 

Serdar Turgut'a rağmen diyorum çünkü sözkonusu Katolikseviciliğin ilk işareti; 
Akşam'ın ana sayfasına "Da Vinci'nin Şifresi" kitabının "Hristiyanlığın Şeytan Ayetleri" manşeti ile taşınmasıolmuştu. Katolikleri kötüleyen ve OPUS DEİ tarikatını bir cinayet şebekesi olarak resmeden bu kitabı; Müslümanların kendileri ile özdeşleştireceği bir başlıkla ana sayfadan zihinlere olumsuz bir görüntü ile akıtmak usta bir manevraydı. 

Fakat daha da önemlisi; 

"Da Vinci Şifresi" hakkında aslında köşesinde daha önceleri hayli destekleyici ifadeler kullanmış olan Serdar Turgut'un bu kitap hakkındaki yorumu sözkonusu haber bünyesinde sadece bir paragraf görülmüştü. 
Bu bir paragrafı çok daha ilginç kılan; 
Akşam'ın başındaki Serdar Turgut'un kitap hakkındaki görüşü bir paragrafa sıkıştırılırken; karısı Patriğin avukatlığını üstlenen Profesör Hatemi'nin; "bu iğrenç kitap" gibi ifadelerle süslediği yorum neredeyse yarım sayfa yer kaplıyordu. 
Sonuçta birileri; ülkede başka işleri güçleri yokmuş gibi; 
Akşam gazetesi üzerinden; 
Siyonist güçlere karşı Vatikan'a destek atmışlardı. 
Hem de OPUS DEİ üzerinden. 

İşte o OPUS DEİ huzura Güler Kömürcü'yü kabul etti ve Güler Kömürcü; "dünyanın en güçlü örgütlerinden" birinin resmini çekti sizler için. 

Bu örgütün sözcüsü Türk kamuoyuna; Güler Kömürcü üzerinden,dünyayı ele geçirmeye çalışan kötülere karşı nasıl mücadele ettiklerini ve Müslümanlıkla; Katolikliğin nasıl bilinçli olarak karşı karşıya getirilmeye çalışıldığını anlattı. 
Akşam grubunun; Papa öldüğünde neredeyse milli yas ilan ettiğini hatırladığınızda; 

Akşam'ın Katolikseviciliği daha bir netleşiyor. 

Bir de; Katolisizm propagandasına destek vermesi için; Patrikhane'nin avukatlığını üstlenen, "Dia-Log"cu din adamlarının devreye sokulduğu hatırlanırsa; 
Akşam üzerinden "Dinlerarası Dia-Log" parodisinde; nasıl bir köprü kurulmaya çalışıldığı ortada. Beyin kanamasından sonra ateistlikten dümen kıran Serdar Turgut'un Akşam'ında birileri; 

Zaman üzerinden yapıldığı takdirde aynı etkiyi göstermeyecek operasyonlara imza atıyor. 

Tarihin en kanlı örgütlerinden; Türk düşmanlığı her vesile ile tescil edilmiş Vatikan ve onun en bağnaz tarikatları, 
Türk Kamuoyuna; "yeni stratejik ortak" olarak lanse ediliyor.

Güler Kömürcü'yü OPUS DEİ ile buluşturan "TÜRK GÖREVLİ"'nin hangi kurumdan olduğunu bilirseniz; bu stratejiye devletimizin hangi kanadının angaje olduğunu da resme dahil edebilirsiniz ama o kadar ayrıntı da bizde kalsın. 

Akşam'ın; "Hitler'in Kavgam Kitabı" operasyonu da dikkate alındığında, bu gazetenin, son günlerde en nitelikli "soft propaganda" platformlarından biri haline geldiğini söylersek abartmak sayılmayız. 
İsterseniz gerçekle kabusu ayırabilmek için; gerçekleri tekrarlayalım ;
İslam Konferansı Örgütü toplantısı öncesinde; 

Fethullah Gülen ABD'nin Diplomatik kargosu olarak Türkiye'deki bir askeri üsse gelip gizli görüşme yapıyor...ve Akşam gazetesi; Fethullah Gülen'in misyonuna, Katoliklik cephesinden çok nitelikli destekler sağlıyor. 
Ve bu noktada aklıma gördüğüm kabusa bir isim koymak geliyor : 
Fethullah'ın AKŞAM NAMAZI ( Zaman'ın Tersten Okunuşu ) 

Bu Ülkede, Kabusla gerçek gittikçe birbirine karışıyor. 

B.G.


http://acikistihbarat.com/Haberler/8-Yazilar-Fethullah

Necmettin Erbakan

Necmettin Erbakan





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
28 Şubat 2011 


   Türk siyaset hayatında inkar edilmesi mümkün olmayan bir yeri ve ağırlığı bulunan Necmettin Erbakan vefat etti. Başta ailesi olmak üzere bütün sevenlerine baş sağlığı diliyorum.

   Turgut Özal Planlama Müsteşarı, Erbakan ise İTÜ’nde profesör ve TOBB Genel Sekreteriydi. O günlerde Planlamadaki kadromuz Müsteşar Özal, Merhum Doç. Dr. Yılmaz Ergenekon ve benden ibaretti. 

   Turgut bey bana Erbakan Hoca ile görüşmemi ve yakın bir tarihte yapılacak olan prodüktivite seçimleri için gerekeni yapmamı emretti. Erbakan’la ilk tanışmamız böyle oldu. Kendisi çok şık giyinmişti. Teknik Üniversite’yi birincilikle bitirmiş, profesörlüğe yükselmiş, TOBB Genel Sekreteri olmuş bir zatın karşısındaydım. Daima tebessüm ederek konuşuyordu. Olağanüstü bir kongre planlamıştı. O’na göre Türk İş Genel Sekreteri H. Tunç’tan Prodüktivite kalesi geri alınmalıydı. Daha önceki kongrede oraya Turgut beyin ekibi hakimdi. Halil Tunç hepsini tabii kongrede devirmişti. Erbakan Hoca’nın planına göre toplantıda sonradan Sağlık Bakanı olan Planlanlamada gıda uzmanı Mehmet Aydın ilk konuşmayı yapacak, ardından ben ve Erbakan konuşarak H. Tunç ekibini berhava edecektik. Plan, hitabet gücümüze dayanıyor ancak delege hesabını düşünmüyordu. Merhum Hoca fevkalade zeki, enerji dolu ancak son derece hayalperestti. 

   Kongrede Halil Tunç kürsüye çıktı: “ Hoca ben sana bu Kaleyi teslim etmem, manzarayı iyi gör ” dedi, her direğin arkasından elleri sopalı iki adam zuhur etti. 
Mağlup olmuştuk. Durumu Turgut Beye arz ettim: “ Sen olağan kongreye kadar kimseyi katmadan çalışmaya devam et, gerekirse benimle görüş ” dedi. 
   Nitekim öyle yaptık ben 124 oy aldım. Merhum H. Tunç sadece 56 oy aldı. Buna rağmen hükümetin talimatıyla Türk İş’i kırmamak için H. Tunç’u başkan yaptık. Erbakan Hocayla ilerki yıllarda aynı kabinede hükümet sorumluluğunu bölüştük. O Ekonomik Kurul Başkanı ben de üyesi idim. Kader bizi 80 darbesinden sonra Ordu Dil Okulu Tutuk evinde aynı çatı altında 15 ay birlikte yaşattı.

   Erbakan’ın Arabasının önünde daima üç at olmuştur: Enerji, zeka ve coşkun bir hayal gücü. Enerjisinin en güzel ifadesi her kapanan partisinden sonra bir yenisini açabilmesidir. Zekası O’na o güne kadar siyasette ve sosyal yapıda daima ikinci sınıf insan muamelesi gören muhafazakar ve dindar kitleleri keşfetme ve onlara ulaşma yolunu açmış tır. Hoca’nın ilk ve tükenmeyen hayali sanayileşmiş Türkiye idi. Bu konuda çok acele davranıyor ve bazen uzun mizah hikayelerine sebep olan yanlışlar yaşanıyordu...

  Tutukevinde birlikte kaldığımız dönemde bir gece Hoca’ya rastladım. Oldukça telaşlı ve heyecanlıydı. “hayrola hocam” dedim. “ Agah Bey kaplan, kaplan dedi, sesini duymuyor musunuz? ” “Hocam kaplan buraya nereden gelecek? Yedi kat tel örgünün içindeyiz, silahlı nöbetçiler, kurt köpekleri, kaplan nasıl girecek?” dedim. Hoca: “Hayvanat bahçesinden kaçıp aşağıya gizlenmiştir.” dedi. Elinden tutup gelin ben sizi kaplana götüreyim dedim. Ahmet Er’le Tahsin Ünal merhum aynı odada kalıyordu. Kapıyı açtım Ahmet Er’in horultusu odadan taştı. 

Hoca bu horultu yu kaplan sesi zannetmişti. İşte bu sebeple O’nun hayal gücü sınırsızdı diyorum. Gelecek zamanda hayat hikayesini yazacaklar herhalde Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur’un O’nu İsviçre’den getirip parti kurdurmasını anlatacaklardır. Başbakan Demirel’in erken seçim teklifine merhum Ecevit ile birlikte “hayır” demesi de siyasi hayatımızdaki önemli yanlışlardan biri olarak tarihe geçecektir.   

Allah Rahmet Eylesin. 

Kaynak Yeniçağ: Necmettin Erbakan 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/necmettin-erbakan-17177yy.htm


***

Et Konusu Yanlışların Ürünüdür

Et Konusu Yanlışların Ürünüdür






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
21 Şubat 2011


     Gelecek nesillerimiz Türkiye’nin AB ile olan macerasını yazarken, “herhalde bizim atalarımız 2000li yıllarda toplum olarak akıl hastalığına tutulmuşlar ve şuurlarını kaybetmişler” diyecek. 

Adamlarla müzakere masasına oturmuşuz “ Elimizdeki otuzu aşkın dosyayı sizinle tartışacağız, ancak bunların hepsinde anlaşsak bile bu müzakereler AB’ye alınacaksınız diye bir kesinliğe ulaşmaz. Müzakerelerin sonucu ne olursa olsun biz, sizi AB’ye alıp almamakta serbestiz ” diyecekler, ortaklığın iki kurucusundan Fransa ise, Türkiye’nin AB’ye alınma yolunda zirveden çıkacak kararı halkoyuna götüreceğini alelacele anayasa değişikliği ile hükme bağlayacak. 

   Sonra da Türkiye Devlet yapısı, ekonomisi, eğitim ve kültür hayatı ile ilgili bütün konularda “emredersiniz efendim” tavrıyla tarım hayatı başta olmak üzere bütün genlerini değiştirecek. Evet, torunlarımızın: “vah atalarımıza vah, nasılda delirmişler, nasılda akıllarını kaybetmişler, bunların hepsi mi bunamış” diyerek ellerini dizlerine vurup vah ki vah söylenişiyle geçmişin hicranlı muhasebesini yapacakları demleri görür ve duyar gibi oluyorum. 

   Türkiye AB macerası sürecinde  tütün ekimini sınırlandırdı. Şeker pancarı ekimine kota getirdi. Dünyanın en güzel pancarını üreten Türkiye, bugün kanser hastalığına sebep olduğu kesinleşen mısır şurubu tatlısını kullanır oldu. Buğdayda, fındıkta, arpada hep aynı yanlışlar “efendilerin emri” diye uygulamaya kondu. Hele hayvancılık konusunda cinayet çapında yanlışlar işlendi. 1980li yılların ortalarına kadar et hayvancılığı açısından Ortadoğu’nun en zengin ülkesi olan Türkiye,  şimdi dışarıdan et ithal eder oldu. Ters yönde işleyen sistem Canlı hayvan kaçakçılığını önlemek için tedbir alan Türkiye, şimdi dışarıdan gelen kaçak hayvanlara karşı ters yönde işleyen bir sistemi kurdu.

Doğu ve Güneydoğu’da  terör mera hayvancılığına son verdi. 

  Zaten 1940 yılında 44 Milyon Hektar olan çayır mera alanları 2000li yıllarda 12 milyon Hektar’akadar düşmüştür. Bu dönemde mera ıslah çalışmalarına girilip yeni meralar kurulacağına, hayvancılığa verilen teşvikler kaldırıldı.  Et ithalatı serbest bırakıldı. Türkiye dünyanın ucuz et pazarı oldu. Batı ülkelerinde tüketilemeyecek kadar kalitesiz ne kadar et varsa Türkiye’ye getirildi. Neticede yalnız hayvancılık değil, et ürünleri işleyen sanayi işletmeleri de ya  iflas etti ya da ithalatla yaşama çareleri aradı.İş bununla bitmedi. Kamu sektöründe hayvancılığa hizmet eden ve hayvancılığı ayakta tutan Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve Yem Sanayi gibi önemli kuruluşların özelleştirilmesine başlandı.  Bir başka ifade ile yok edilmesine... EBK, 1952 yılında kurulmuş 1995 yılına gelindiğinde 29 kombinaya sahip olmuştu.  

   Bu kombinalar üreticinin yetiştirdiği hayvanları değerlendiriyor, hayvan hastalıklarıyla mücadelede önemli hizmetler görüyordu. Et piyasasını düzenleyen, üreticiyi ve tüketiciyi koruyan EBK kombinalarının kapatılmasının memlekete getirildiği ağır kayıpları fark edenler geç de olsa uyandılar. Ancak ne fayda... EBK şu anda et piyasasında % 1 paya sahiptir.  Yaşama savaşı vermektedir.O dönemde uygulanan et ithalatını serbest bırakan politikaların hayvancılığı yıkıma götürdüğü kısa zamanda anlaşılınca et ithalatı sınırlandırıldı ve sadece damızlık canlı hayvan ithalatına izin verildi.  
   Gelen hayvanların Türkiye şartlarına uymakta zorlandığı görülünce, yerli ırkların geliştirilmesine çalışıldı.Adam olmak...2001 krizi hayvancılığın bel kemiğini kırdı. Besicilere verilen kredi faizleri % 200 lere ulaştı. 

Bu alana yatırım yapan bütün işletmeler iflas etti.

Türkiye ne yazık ki sorunlarına dünya ve ülke çapında toplu bakışla eğilmiş, bunları anlamış, düşünmüş, çare üretmiş kadroların elinde değildir. Uzmanlığa saygı duymayan “ Her şeyi ben bilirim, Ben yaparım ” diyen zihniyetle bir yere varmak mümkün değildir. Bizim yaşadığımız kayıplar ve çileler bunun en güzel örneğidir. Hiçbir efendi çıkıp ta piyasada et fiyatları ile başta yem olmak üzere et üretimin de kullanılan girdi fiyatları arasındaki dengenin neden bir türlü sağlanamamış olmasını düşünmemiştir. Süt fiyatları şuursuzca düşük tutulmuştur. 

Artık yanlışlardan dönülmelidir. “ Hakikatle mağlup olmayı en büyük zevk bilirim ” demeden değil Devlet adamı adam olmak mümkün değildir. 

Kaynak Yeniçağ: Et konusu yanlışların ürünüdür 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/et-konusu-yanlislarin-urunudur-17075yy.htm


***

İktidar öfkeyi yenmeli

İktidar öfkeyi yenmeli,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
14 Şubat 2011 

   Kömür yakan lokomotifleri çocukken dikkatle seyrederdim. Ağırdan hareket eder ve buhar püskürterek temposu hızlanırdı.

Tıpkı babamın çok sevdiği, severek bindiği al at  “Berk” gibi. O da süvarisi üstüne atlar atlamaz hızlanır, irileşen burun deliklerinden fırlayan nefeslerle dörtnala ulaşırdı.İktidarın sözcülerini dinlerken gözümün önüne hep oflayan, puflayan lokomotif ve Berk’in burun delikleri geliyor. Sorumluluk hiç şüphesiz insanları yorar, sinirli kılar.Ne yazık ki hükümet bu çizgiyi aşmış ve kavgacı olmuştur. Hükümet ve partisi; adeta buluttan nem kapmaktadır. SBF’de bir grup gencin, konuşmacı iki siyaset adamını yumurta atarak protesto etmesini iktidar aylardır gündemde tutmaktadır.

   Öncelikle demokrasi ile idare edilen bir ülkede bunlar soğukkanlılıkla karşılanması gereken olaylardır. İngiltere’de seçim çalışmasını yürüten bir politikacı girdiği birinci mahallede ıslıklanır, yumurta ile kovalanır. İkinci sokağa girer aynı akıbete uğrar; ıslıklar ve yumurtalar hazırdır. Üçüncü sokağa girer girmez aynı tabloyu görünce; seyyar mikrofonu eline alır ve  “ Bugün yeterince yumurtaya hedef oldum ve fazlasıyla ıslıklandım. Sizden ricam buraya gelinceye kadar yeterince yuhalandığımı kabul edip bana bir bardak çay ikram etmenizdir. Bu sizin için daha az masraf, benim için lütuf olacaktır ”  der. 

  Öfke son bulur. İktidar SBF’deki protestoyu sakız gibi sündürmüş tür. Hemen her vesile ile bu olayı gündeme taşımayı siyaset zannetmektedir.  

   1960 yılında yapılan 27 Mayıs hükümet darbesinin ardından, 1963’te kurulan hükümet bir konuyu çözemez ve Başbakan İnönü’ye götürmek mecburiyetini hisseder. 

   Konu; İstanbul’da bütün Sivil ve Askeri kademelerin ikazına rağmen; bir inzibat subayı binbaşının, Karakol binası yaptığı tarihi yapıyı boşaltmaması dır. İsmet Paşa’dan gelen emri de Binbaşı;  “ Gücü yetiyorsa gelsin kendi boşaltsın ” diye karşılar. Paşa bu haber üzerine dinler ve tebessüm eder. İki gün sonra binbaşı bir başka göreve nakledilir, iş biter. Öğrencilerin, Gençlik heyecanlarıyla karşılaştığınız zaman kendi gençliğinizi düşünün yeter. 

Ne yazık ki böyle olmuyor. 

Tablonun çerçevesi, kömür lokomotifi  gibi duman çıkararak puflamak olunca anlayış, hoşgörü, sabır, sevgi buharlaşıyor. 

Cop, tazyikli su, biber gazı sahneye  hâkim oluyor. 

Polise taş atılması, pankartların sopalarıyla saldırılması, vatandaşın kamunun mallarına zarar verilmesi tasvibi mümkün olmayan işlerdir.Karşılıklı öfkeyi yenmenin yolu; gençleri, işçileri, kalabalıkları dinlemenin, diyalog kurmanın çaresini bulmaktır. 

Daima alkış beklemek, Protesto edenleri hain görmek, idrak yanlışlığı, hatta ruh hastalığıdır. 

Demokrasilerde hayır diyenler evet diyenler kadar azizdir. Öfke; aklı karartır, nefsin önünü açar. 

Hâlbuki gerçek hürriyet nefsin esaretinden kurtulmakla mümkündür. 
Nefsine köle olan ’ Ben hür bir adamım ’ diyebilir mi? Başkalarına karşı zafer kazananın kuvvetli, kendi nefsine karşı zafer kazananın ise kudretli olduğunu unutmayalım. Hükümet edenler, Kindarlık ve Sertlikten uzak durmalıdır. 

Bu iki Hal adeta Şeytanın kanatlarıdır. 

Benimseyeni sadece cehenneme uçurur. 
En büyük cehennem ise hata ve yanlışlardan dolayı duyulan vicdan azabıdır. 



Kaynak Yeniçağ: İktidar öfkeyi yenmeli 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/iktidar-ofkeyi-yenmeli-16980yy.htm


***

Ampuller Işıksız Kalacak

Ampuller Işıksız Kalacak






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
07 Şubat 2011 

    Siyaset, Türkiye’nin gerçek gündeminden kopmuş, karşılıklı küfürleşmeler içinde ciddi sorunları konuşmak yerine bağırmayı tercih etmiş görünüyor. 
Ülkenin kaderini derinden etkileyecek elektrik ve enerji problemleri ise görülmeyen, görülmek istenmeyen bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor, âdeta alarm veriyor. Elektrik sektörümüzün temel problemi birinci derecede ağırlığı bulunan yakıtlarda yüksek oranda dışa bağımlılığımız ve bu bağımlılığa bağlı olarak ağır dış ödeme külfetimiz dir. 2007 yılı rakamlarıyla petrol, doğalgaz, elektriğe dayalı ithal kömür, ısınmaya dayalı ithal kömür için toplam net enerji ithalatı karşılığı 32,7 milyar USD ödeme yapılmıştır. Bu ödeme Türkiye’nin toplam ithalatının %22’sidir ve fevkalâde önemli bir rakamdır. 
Çünkü Türkiye güvenlik, eğitim, belediye hizmetleri gibi çok önemli dallarda kısıntı yaparak, her türlü fedakârlığa katlanarak bu bedeli karşılamaktadır.Enerji üretiminde esas olan, kendi toprağınızdan çıkan kaynakları kullanmanızdır. Ne yazık ki Türkiye’de bu politika çok becerikli siyaset adamlarımızın sayesinde tamamen tersine dönmüştür. Doğalgazda âdeta dünya tekeline sahip Rusya’da doğalgazdan elektrik üretme oranı % 38 iken, doğalgaz ihtiyacının bütününü ithal eden Türkiye’de bu oran % 48,2’dir. Bunu akılla izah etmek mümkün değildir. Her yıl ortalama 18 milyar USD doğalgaz ithali için para ödeyen Türkiye, bunun 8 milyar USD’lik kısmını elektrik üretiminde kullanmakta dır.Vatan topraklarımızın altında 9 milyar tonun üzerinde kömür rezervi vardır. Türkiye bu muhteşem kaynağa rağmen nesi var nesi yok satarak 16 milyar USD , Doğalgaza para ödemektedir.

    Ülkeyi idare edenler akıl almaz bir biçimde iradelerini AB’ye terk etmişlerdir. AB’nin sistemli ve ağır baskısı sonucu Kyoto Protokolünü Türkiye imzalamıştır. Hâlbuki Avrupa ülkelerinde kömürün elektrik üretimindeki payı ortalama  %60’ın üzerindedir. Polonya’da bu oran %97’dir. Kömürün elektrik üretiminde payını yüzde olarak ele alırsak Çek Cumhuriyeti % 74, Yunanistan 71, Danimarka 67, Almanya 55’tir.  Avrupa Birliği dışındaki ülkeleri ele alırsak Avusturalya elektriğinin % 85ini, Çin % 80ini, Amerika %53ünü, İngiltere 43’ünü kömürdensağlamaktadır. ABD Türkiye’nin 29 katı, Çin 15 katı fazla karbondioksit emisyonu yaparken, dünyada atmosfere halen en az karbondioksit salan ülkeler arasında bulunan Türkiye’nin Kyoto Protokolünün getirdiği yükümlülükleri koşar adım kabulünü izah etmek mümkün değildir. 

   Kyoto Protokolünü imzalamasının sonucu olarak Türkiye, artık kömüre dayalı klasik tipte düşük yatırım maliyetli termik santral inşa edemez. Türkiye bundan sonra kuracağı kömüre dayalı termik santrallerini daha fazla dış ödeme yaparak gelişmiş kömür teknolojilerine “Akışkan Yatak Teknolojisi”ne dayalı olarak kurmak zorundadır.  Bu tür santrallerin yatırım maliyetlerinin klasik tipteki termik santrallerden %50-100 daha fazla olduğu bilinmektedir.Türkiye bu iktidar döneminde enerjide dışa bağımlılığın azaltılması için ne yapmıştır? 

   2002 yılında elektrik üretiminde doğalgaz oranı %40,57 iken 2008 yılı sonunda %48,2 olmuştur. Mevcut siyasi iktidar döneminde dışa bağımlılık eksilmemiş, artmıştır.Elektrik tüketiminde yıllık ortalama % 8’lik bir talep artışı vardır.Türkiye’nin elektriksiz kalmaması için 2020 yılına kadar her yıl düzenli olarak 3000 mwatt dolayında kurulu gücü devreye sokmak zorundadır. 
Bunun üretim yatırımları için ödenecek bedel 4 milyar USD civarındadır. 

Bu dönemde Türkiye 236 milyar kwh üretim yapabilecek yeni üretim yatırımlarını gerçekleştirmek zorundadır.  

   2020 yılında 434 milyar kwh ulaşacağı kabul edilen elektrik enerjisi talebini bu iktidar ve bu zihniyet nasıl çözebilir? 

Ülke çapında bütün Ampuller Kararırken AKP’nin Ampulü Nasıl ışık verecektir?.. 


Kaynak Yeniçağ: Ampuller ışıksız kalacak 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ampuller-isiksiz-kalacak-16878yy.htm

***

Evrensel Terörün Boyutları

Evrensel Terörün Boyutları



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
31 Ocak 2011


    Rusya’da son bombalı terör olayı, bu dünya çapındaki tehlikeyi bir daha gözler önüne getirdi. 
Ne yazık ki devletler bu konuda asla samimi değiller ve başkasının yaşadığı teröre karşı son derece ilgisizler. Bu yolda Türkiye’nin terör sebebiyle verdiği kayıplara büyük ilgisizlik gösteren batılı ülkeler, daima PKK ile hoş ilişkiler içinde olmayı, ona karşı ciddi bir tavır alışa ve mücadeleye tercih ettiler. Nitekim Fransa’nın, Almanya’nın bu konudaki kaypaklıklarına Hollanda daima destek veren bir tavır sergiledi.2007 yılında PKK’nın Hollanda’daki bütün faaliyetleri sözüm ona yasaklandı. Ancak, PKK “Kültür” “Spor” dernekleri kurarak bu faaliyetlerine devam ediyor, iş yeri sahibi Kürtlerden vergi veya bağış adı altında para topluyor ve elde ettiği gelirleri terör örgütünün televizyon masraflarında kullanıyor. 

   AB Polis Teşkilatı PKK’nın; uyuşturucu ticareti, silah ve insan kaçakçılığı, haraç alma, sahtecilik gibi organize suç faaliyetlerinden elde ettiği büyük rakamlara ulaşan euroları, terör eylemlerinin finansmanı ve silah alımları için kullandığını tespit ederek, resmi belgelerinde yayınladı.  
   Hollanda hiç şüphesiz bir gün, terör örgütüne yaptığı bu hizmetlerin karşılığını onlardan fazlasıyla alacaktır. Biz masum ve mazlum insanların teröre kurban gitmesinden sadece elem duyarız. Ancak, kendi masumunu korumak öncelikle onun vatandaşı olduğu devletin işidir. Rusya da bir zamanlar bütün terör örgütlerine yardımcı olmayı iş edinmişti ancak yürek yaralayıcı neticeler gözler önündedir. Bir diğer üzerinde durmamız acı gerçek de terör konusunda sicili bozuk ülkelerin durumudur. Suriye ve Irak dünya devletlerinin ulaştıkları delillerle terörü kesinlikle destekledikleri yolunda kanaate ulaştıkları memleketlerdir. Burada Türkiye açıcından çok ince bir yol ayrımı vardır. Bugün, kesinlik derecesine ulaşmış delillerle bu ülkelerin dünya çapında terörü desteklediğini biliyoruz. Türkiye Suriye’den beslenen terörün yıllarca acısını çekti.Türkiye komşularıyla “ Sorunsuz Siyaset ”  uğruna cömertçe vizeleri kaldırıyor. 

AB’ye girmek isteyen Türkiye’ye adamlar  “ Arkadaş, sen vatandaşların için vize kaldırılsın diyorsun. Ancak terör üreten ülkelerin vatandaşlarına vize muafiyeti tanıyorsun. Ben sana vize kapısını açarak ülkeme terörist ithalini serbest mi kılayım? ”  derse, ne cevap vereceğiz?   

   Bir ayrı yazıda Türkiye’nin komşularıyla “ Sorunsuz Siyaset ” politikasını ele alarak bize göre gerçekleri ifade edeceğim. Tarihi ilişkiler iyi bilinmeden bu konuların sağlıklı çözümlere ulaşması mümkün değildir.Türkiye’nin Rusya’daki patlamaları çok iyi duyması ve sağlıklı bir biçimde değerlendirmesi gerekir. Türkiye ve Rusya rejimlerini ele aldığımız zaman bizim onlara oranla daha çok demokrasi içinde olduğumuzu görürüz.  Demokrasi bir kurallar rejimidir. Demokrasiyi güçsüz kılmak için derhal özgürlükler gündeme getirilir ve güvenlik mi özgürlük mü, tartışmaları ile güvenlik birimlerinin adeta elleri kolları bağlanır ve iş göremez hale gelirler. Türkiye terör konusunda çok değerli bir güvenlik bürokrasisine sahiptir.  Ancak bilgi akışı konusundaki değerlendirmelerde iş birliğinin özlenen düzeyde olduğunu söylemek mümkün değildir. Daha ciddi ve güçlü bir koordinasyon sağlanmalıdır.Siyasi irade ve onun temsilcisi olan başbakan veya görevlendireceği bakan bu konuda, hukukun içinde tavizsiz bir politika uygulamak zorundadır. Bize göre TBMM’de açılacak bir genel görüşme ile siyasi partilerimizin üzerinde uzlaşacağı bir “ Prensipler Belgesi ”  tespit olunmalıdır. 

Teröre karşı ortak bir Milli politika uygulanmalıdır. 

Bütün dünyanın oynadığı bu örtülü savaşta Türkiye teşhisini sağlıklı koymalı ve terörün en az sınırdan saldıran düşman kadar tehlikeli olduğunu görmelidir... 

Kaynak Yeniçağ: Evrensel terörün boyutları 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/evrensel-terorun-boyutlari-16779yy.htm

***

Gaddar Olursa Devlet

Gaddar Olursa Devlet




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
24 Ocak 2011



Büyük şairimiz Abdülhak Hamid Tarhan: “ Gaddar olursa devlet, o millet eder kıyam Mağdur olursa millet, o devlet bulur hitam.” Beyti ile adeta Tunus’un tablosunu çiziyor. Tunus, Fas, Cezayir Osmanlı Devletimizin çok aziz topraklarıdır.  

   Osmanlı bu toprakları tam bir adaletle yönetti. Devletimiz iç gailelere boğulunca Fransızlar Tunus’u işgal ettiler. Tunus başta olmak üzere Fas’ın, Cezayir’in kaybı yürekleri dağladı. Hâlâ Anadolu’da,  evlenen kız baba evinden çıkarken yanık bir melodi ile uğurlanır. 

   Bu müzik parçasının adı Cezayir’dir. Tunus, Fransız diktatörlüğünün kurduğu zulüm düzeninden kurtuldu ama zalimlerden kurtulamadı.  Tunus ve diğer  eski sömürgeler bağımsızlığa geçerken emperyalist ülkeler aldığı mali ve ekonomik tedbirlerle  görünüşte tam bağımsız gerçekte  yarı bağımlı  devletler kurdular. Yeni devletin yönetici kadrosunun M.Kemal şuurundan uzak olduğu da bir diğer acı gerçektir. 

Hz. Ali şöyle buyuruyor: 

   “Bütün dünyayı verseler ve buna karşılık bir karıncanın ağzındaki daneyi almamı isteseler, bu zulmü yapmam.”  
İşte, devletin yönetiminde bulunanların riayet edeceği ölçü budur.
   Kanunun bittiği yerde zulüm başlar. Yaradanın ilahi sisteminde zulmün yeri yoktur. Tunus’ta bir diktatör vardı. 20 seneyi aşkın zaman kendisini alkışlamayanları susturdu, hapishanelerde çürüttü. İnsanlar ne suç işlediklerini, ne ile itham edildiklerini bilmeden aylarca, bazen yıllarca zindanlarda kaldılar.  Muhalefet hiçbir yerde sesini duyuramadı. Basına sansür uygulandı. Halkın ihtiyaçlarına ilgisiz, taleplerine karşı kör, merhametsiz  bir rejim hüküm sürdü. Tunus’ta bir genç adam kendisini yakarak isyanı başlattı. Ne polis, ne ordu halkı durduramıyor.

   Açlık, işsizlik, diplomalı aydın işsizliği, can güvenliğinin olmayışı Tunus’taki kazanı kızdırdı ve sonunda patlattı. Halk, zulüm döneminin isimlerini  artık başında görmek istemiyor. Onların kabineye alınmasına tahammülü yok.Suudi Arabistan’a kaçtığı ifade edilen eski devlet başkanı ve ailesiyle ilgili sayısız yolsuzluk söylentisi var. Eğer ülkede gerçek bir demokrasi  olsaydı bu iddiaların doğruluk derecesi  hemen tespit edilebilirdi.   Dileğimiz en kısa sürede Tunus sokaklarındaki heyecanın, yerini huzura, sükûnete ve akla terk etmesidir. 

  Aksi halde bu güzel memleket akıbeti belli olmayan bir felakete sürüklenebilir.  İkinci önemli konu Tunus örneğinin bütün diktatörlere ve tek adam olma rüyası görenlere ibret olmasıdır.  

   Değerli şairimiz Tevfik Fikret’in sanki aşağıdaki mısra’ı, ihtirasının zirvesine çıkmış ancak gafletinden, hakikati göremeyenler için söylemiştir: 

“Zulmün topu var, güllesi var, kal’asıvarsa, 
  Hakkın da bükülmez kolu, dönmezyüzü vardır ”  

Bu halk hareketi Tunus ile sınırlı kalacak gibi görünmüyor. 
Cezayir yine kaynıyor. Mısır’da  Mübarek aleyhtarı gösteriler yapılıyor. 
Lübnan karışık. 

   Son olarak Arnavutluk’ta ciddi muhalif hareketler başladı. Tunus’un komşularından başlayarak, halkın ezildiği, yoksulluk çektiği ülkelerde benzer hareketler başlaması, polis ve hatta ordu ile çatışmalara girilmesi sürpriz olmayacaktır. Bir devletin ekonomik  rakamları olumlu bir tablo çizse de eğer gelir adaletsiz bir biçimde dağılıyorsa, orada karışıklık yakındır. Esasen terörün, iç savaşların, kargaşanın sebebi  dünyanın her yerinde öncelikle “gelirin adaletsiz dağılımıdır. Bölgeler, sınıflar, zümreler arasında gelir dağılımındaki dengesizlik, artan işsizlik, yükselen yolsuzluklar neticesi  sosyal patlamalar kaçınılmaz olur. Her yönetim önce insanına bakmalı ve O’nun her türlü açlığını yürekten duymalıdır. Atalarımız: “ Zulm ile âbad olan, Akıbet berbat olur ” demişler. 
Olayları tarihin ve sosyolojinin şaşmayan metotlarıyla ele almak, sadece ben diyen diktatörlerin  kavramakta aciz kalacağı bir düşünce sağlamlığıdır. 

Kaynak Yeniçağ: Gaddar olursa devlet 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/gaddar-olursa-devlet-16679yy.htm


***

Vah Halimize!

Vah Halimize!




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
17 Ocak 2011


Yurt dışındaki Türklere hizmet veren pek çok değerli insan tanıdım. 
Dışişleri Bakanlığı mensupları, bakanlıkların müşavirleri, öğretmenler. 
Sabrın, fedakarlığın, sevginin sessiz güzel insanları öğretmenlerdir. Yad ellerde vatandaşlarına Türklük sevgisi, vatan muhabbeti ile milli şuur vermeye çalışan bu sessiz kahramanlar her yerde, her zaman saygıya ve sevgiye layıktır. 
Onların anlattıklarını her zaman ilgi ve istifade ile dinledim. Hepsinin ortak üzüntüsü; “ Yurtdışındaki Türklerin Türkçeyi unutma kaderine mahkûm olma” larıdır. Otuz yıl Almanya’da değerli eşi, meslektaşı Günay Hanım ile büyük bir özveriyle hizmet eden eğitimci Zeki Önsöz konuya bir kez daha eğilmemi sağladı.

2011’in ilk haftasında 

Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu’nun başkanlığında, Ankara’da gerçekleşen Büyükelçiler toplantısı yurtdışındaki Türklere ilişkin çarpıcı gelişmeleri gündeme getirdi. Avrupa ülkelerinde görev yapan diplomatlar, buralardaki Türk çocuklarının Türkçe öğrenemediğine dikkat çektiler. Türkiye’nin yurtdışında görev yapan tüm büyükelçilerinin katıldığı toplantıda; Büyükelçilerin hemen hepsi “Acilen bir eğitim müşaviri gönderin” talebinde bulundular. Büyükelçilerimizden biri; “Yakında öyle bir noktaya geleceğiz ki, Avrupa ülkelerine atanan diplomatlarımız görev yapacakları ülkenin ana dilini bilmiyorlarsa, oradaki Türklerle sohbet edemeyecekler. Zira Avrupa’daki Türk çocukları Türkçe öğrenmiyorlar...” diyerek durumun vahametini dile getiriyor.Alınabilecek tedbirlerin de tartışıldığı toplantıda, Büyükelçilerden gelen önerileri şu şekilde özetlemek mümkün.Hollanda’da Türklerin gittiği 143 cami var. 
Bu camilerde isteyenlere amatörce Türkçe kursları da veriliyor. 
Milli Eğitim Bakanlığı camilerdeki bu kursları daha profesyonel hale getirmenin bir yolunu bulabilir. Fransa’daki ilköğretim okullarında çocukların Türkçe öğrenmeleri için özel bir sınıf açılması, bunun için de en az 15 öğrenci velisinin başvuruda bulunması gerekiyor. Çoğu zaman bu sayıya ulaşmak zor oluyor. Diyelim Türkçe sınıf açıldı. Bunun eğitim kalitesi de içler acısı. 
Sadece Türkçe biliyor diye bazı kişiler bu özel sınıflara öğretmen atanıyor. Ama çoğunun pedagoji formasyonu yok.Ana dilini doğru dürüst bilmeyenin ikinci bir bir dil öğrenmesi zordur. 

Bu çerçevede Türkçe’nin düzgün öğretilememesi Almanya’daki Türklerin, yaşadıkları topluma katılımını da olumsuz etkiliyor. Almanya’da 500 bin Türk çocuğu ilköğretime devam ediyor. Sadece 25 bini yüksekokula gidiyor ve bunların çok azı da yüksek okulu bitirebiliyor. Almanya’daki Türklerin eğitim oranları yükselmedikçe iş bulma şansları da zayıf. Almanya’da işsizlik oranı yaklaşık yüzde 8. Oysa Türkler arasındaki işsizlik oranı bunun iki katından fazla, yüzde 16-20 arasında... 

   Almanya’daki her beş Türk’ten biri de işsiz. 

   Bu nedenle  tersine göç de başlamış durumda. “Geçen yıl 30 bin kişi Türkiye’den Almanya’ya gidip yerleşmiş, 40 bin kişi Almanya’dan Türkiye’ye dönmüş.” Ve bu durum sürüyor...

   İsveç’te yaşayan Türklerin eğitim durumu ise “Somalililerden bile kötü” olarak tanımlanıyor. 

   Bu ve benzeri şikayetler devam ediyor.Ve acı sonuç toplantı sonunda Milli Eğitim Bakanlığı temsilcisinin sözleri ile ortaya çıkıyor.Türkiye’de “Eğitim müşaviri” olacak vasıfta insan bulunamıyor. Yurt dışında yaklaşık 50 eğitim müşaviri kadrosu boş. Milli Eğitim Bakanlığı, yurt dışında görevlendirmek üzere mevcut koşullara uygun eleman bulamadığından kriterlerden muafiyet istiyor ve bu muafiyeti alıyor.

Yani yurt dışındaki gençlerimizin durumu tartışılırken, maalesef  içeride de Eğitim Müşaviri olabilecek kapasitede eğitimci yetiştiremediğimiz gerçeği ortaya çıkıyor. 

Ne diyeyim, vah Halimize... 


Kaynak Yeniçağ: Vah halimize! - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/vah-halimize-16585yy.htm


***

Bunu Unutmayın!

Bunu Unutmayın!






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
10 Ocak 2011

   Hiç şüphesiz bir Milletin en büyük zenginliği Gençliğidir. 

   Gençliğin fizik, ruh ve fikir sağlamlığı milletin geleceğini tayin eder. Gençlikle ilgili haberleri bu sebeple kaygıyla izliyorum.“Bunları kim kullanıyor, sokağa salıyor” diye tepki  gösterenlere “siz onlara ne verdiniz?” diye sormak istiyorum. Evet, bugün devletin, iktidarın, muhalefet partilerinin bir “Gençlik Politikası” var mıdır?Öncelikle eğitimde fırsat eşitliği yok. Bölgeler arası hatta büyük şehirlerde semtler arasında okullarla ilgili şartların nasıl farklılık gösterdiğini hepimiz biliyoruz. Özel okul-Devlet Okulu, dershane konuları başlı başına bir sorun. Peki bütün bu aşamaları geçip üniversiteyi bitiren gençler mutlu mu? Ne gezer. Bugün diplomalı gençlerin %21’i işsiz. Okumuş, yetişmiş, meslek sahibi olmuş genç insanın işsizliği hem kendisi hem de ailesi için ne korkunç bir yıkımdır.Diğer taraftan gençlik, sistemli bir biçimde uyuşturucu bombardımanına tabi tutuluyor. Alkol, sigara, esrar sel gibi gençliğin üzerine geliyor. Uyuşturucu kullanma alışkanlığı 14 yaşa kadar indi. Bu bir felaket değil midir?Anayasamız ekonomik gelişmenin plana bağlanmasını öngörüyor. Bu kapsamda öncelikle insan gücü planlaması yapılmalıdır. Ayrıca bugün mezuniyet diplomalarını karpuz sergilerinin duvarına asmış pek çok genç var. 

   Bu acı tabloya rağmen hâlâ aynı dalda yeni fakülteler açmak hangi aklın ürünü?.. 

   Plansızlık tavana vurmuş durumda.“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün gereğini yerine getirecek, gençlere yönelik yeterli spor tesisi konusunda da başarılı olduğumuz söylenemez. 

   Peki, kim, ne hakla gençliğin enerjisini, zamanını israf ediyor? 
Yetkililer tarafından, yarınımızı emanet edeceğimiz, ümidimiz olan bu cevherlerin, ruh sağlıkları, iman ve inanç dünyaları, tarihimize ve milli değerlerimize sahip çıkmaları ile ilgili araştırmalar yapılıyor mu? Projeler üretiliyor mu? Anaokulundan başlayıp, en üst düzeye kadar eğitimde reforma ihtiyaç olduğu inkâr edilemeyecek bir gerçek.İktidarlar neden bu yolda ciddi bir çalışma içine girmiyor. Bütün bu işler önce kararlılık sonra sorumluluk ister. Bazı ülkeler çok doğru bir politikayla her eğitim dalında, gençlerine tarihlerini ihtimamla okutuyor. Hangi dalda eğitim yaparsa yapsın bir genç, dilini ve tarihini çok iyi bilmelidir. Eğer bu millet 1908 Meşrutiyet Hareketini bilse ve şuurlu biçimde değerlendirseydi, 1960 felaketi yaşanır mıydı? Neden biz 1980 öncesi bu ülkede yaşanan terörü araştırıp okumuyoruz? 

  Okutmuyoruz.

  Tarih bilgisi, tarih kültürü; “tarih şuurunu” vücuda getirir.  
Bunlardan mahrum olan insanlar kaç yaşında olurlarsa olsunlar kullanılmaya açıktır. Biz gençlerimize tarih şuuru vermek için ne yaptık? İktidarların bu konuda ciddi bir çalışması yok, uygulamada pek çok yanlış ve hata var. 
   Ancak Aileler de genel olarak bu konuda yeterli değiller. Türkiye’de çocuk yetiştirilmiyor. Çocuk besleniyor. Ve netice, her an isyana hazır, polise taş atan büyük bir gençlik kesimi var. Karşısında gençleri acımasızca rastgele döven polisler de bu sistemin parçası...Üniversite öğrencileri için getirilen af , bu kurumlardaki şiddeti körüklüyor. Bölücü gruplara mensup gençler eğitimlerini uzatarak organizatör rol oynuyor, diğer gençler üzerinde baskı kuruyorlar. Devlet, Üniversitelerdeki bu tür çoğu silahlı militanı bilmek ve gereğini yapmak zorundadır. 
   Güzel bir gelecek için, Devlet gençlikle ilgili görevlerini yerine getirmelidir. Gençlerimiz de sorumluluklarını bilmelidir. Devletin varlığını ve/veya temel ilkelerinden birini tehdit eden bir fiili özgürlük adına desteklemek, bir gün tüm özgürlüklerin kaybedilmesi sonucunu doğurabilir. 

Lütfen bunu Unutmayın! 


Kaynak Yeniçağ: Bunu unutmayın! - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bunu-unutmayin-16490yy.htm


****

Ne Mutlu Türküm Diyene


Ne Mutlu Türküm Diyene






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
03 Ocak 2011


Tarih Türk Milleti kadar Nankörlüğe Uğramış bir başka millet göstermiyor. 

Balkanlarda kurduğumuz Rumeli Medeniyeti ve o medeniyetin nimetleri ile var olanların bize yaptıkları meydanda... 

Beş milyon Müslüman Türk, kudurmuş sırtlanlar gibi saldıran Bulgar’ın, Sırp’ın, Karadağlı’nın, Rum’un darbeleriyle yollarda öldü. Bir o kadarı da sakat kaldı. 
Acaba dünya Balkan Medeniyeti’nin bir eşini, benzerini görebilecek mi?Osmanlı İmparatorluğu, hâkimiyeti altına aldığı topraklarda yaşayanların dinlerine, dillerine, özellerine dokunmadı. Devleti kuran iradenin kutsal kitabı “Dinde zorlama yoktur. Senin dinin sana, onların dini onlara” buyurmuştur. 
Ayrıca,  “ Adalet Mülkün Temelidir ” ilkesi din ve vicdan özgürlüğüne saygıyı bünyesinde barındırıyordu. Böyle bir zihniyet içinde olan Osmanlı, hâkim olduğu topraklarda bir tek kilise, havra yıkmadı. Aksine onları zamanı taşıyacak şekilde sağlamlaştırdı. 

Ne yazık ki bu anlayış ve hoşgörünün karşılığı Türk eserlerinin binlercesinin yıkılıp yakılması oldu.Yüce Peygamberimizin Kabr-i Şerifi’nin ilahi kaderle 1517’de hizmetkârı olduk. O günden 1914’e kadar Yüce Peygamber’in mezarı başındaki kandillerde gül yağı yakıldı. Kâbe, gül suları ile yıkandı.  

Peygamberler peygamberinin toprağına kâfir ayağı basamaz ”  diyen kahraman Türk Paşası ikmal yapılamadığı için askerleriyle kavrulmuş çekirge yedi. Kâbe’ye adım atamayan İngilizler, satın aldıkları Arapların ihanetiyle mübarek beldelere girdi. Arapların, yaralı Türk askerlerinin karınlarını hançerle parçalayarak altın aradıklarını unutmadık. Oysa bu Mehmetçikler, Arabistan’ı Hıristiyanlara, emperyalist sömürgecilere karşı asırlarca korudu. 

Selçuklular, 196 yıl Haçlı Ordularına karşı elde kılıç çarpıştılar. 
Eğer Selçuklu ve Osmanlı asırlarının yiğit ruhu olmasaydı acaba İslam dini evrensel güç olabilir miydi? 
Ne yazık ki Arap, tam bir Nankörlükle bunları unuttu. 
Sultan Abdülhamit Han’ın bütün uyarılarına rağmen, Filistinliler vatan topraklarını sattılar. 

Yahudi altınlarının sesi, Araplara Türkün ikazından daha sevimli geldi. Türk Milleti Arap dünyasına sadece verdi... 

Maddi fedakârlıklarının yanında gerektiğinde kan verdi, can verdi. 
Yahudi-İngiliz oyunu olan Vahabilik’e sarılanlar, nankörlüğün satırı olarak Türk’ü arkadan vurdular. 

Osmanlı eserlerini yıkmayı, yok etmeyi iş edindiler. Hayâ etmeden Kâbe’nin etrafını gökdelenlerle çevirdiler. Öyle ki  “ Bu el Resullullah’ın elini tuttu, ölünceye kadar belimden aşağısına değmez” diyen Hz. Osman’ın hayâsını çiğneyerek gökdelenlerde ihtiyaçlarını görüyorlar. Devletimizin Avrupa’daki topraklarında panislavist papazlar bu nankörlüğü şaha kaldırdılar.Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde de hiç bir ayrım yapmadan herkesi eşit hak ve hukuk içerisinde vatandaş kıldık. Bugün ne görüyoruz? Yeni hançerler kından çıkmış, yeni ihanet şebekeleri yollara düşmüş. Bunlara ilaveten şerefsiz, goygoycu kadrolar, kör baykuşlar gibi bazı medya organlarını tutmuşlar. Bir yandan ikinci dil, bir yandan özgürlük safsataları... 

Bir yandan Mehmetçik’e kurşun atana özel mezarlıklar. Rahmetli Osman Bölükbaşı bunlara karşı musluğu ilk gevşetenlerden olan bir devlet büyüğümüze ’ Bu millet avradını satana deyyus, Vatanını satana deyyus oğlu deyyus der “ demişti. Sonra o zatın bu türküyü çağırdığını hiç duymadık.Hiç kimse unutmasın; TC vatandaşı olan her birey Türk’tür. Türk Devleti’nin dili Türkçe’dir. Türk vatanı bölünmez bir bütündür. Bu vatan sahipsiz değildir. Türk’ün sabrını taşırmasınlar. Bu millet bayrağını, toprağını elinden almak isteyenleri yumruğuyla değil, tükürüğüyle boğacak güçtedir.Yazıma son verirken Aziz Milletimizin Yeni yılını tebrik ediyor, Birliğinin dirliğinin daim olmasını diliyorum. “ Ne mutlu Türküm diyene! ” 

Kaynak Yeniçağ: Ne mutlu Türküm diyene - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ne-mutlu-turkum-diyene-16393yy.htm

***

T.C Merkez Bankası ve Kalkınma

T.C Merkez Bankası ve Kalkınma



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
27 Aralık 2010 


   Geçtiğimiz haftanın önemli gündem maddelerinden biri; T.C Merkez Bankası (TCMB) kararlarının yarattığı geniş tartışmalar oldu. Tam “ Türkiye krizden başarıyla çıktı ” derken gelen açıklamalar  tedirginlik yarattı. Korkulardan başlıcası, Ciddi Ekonomik sıkıntı içinde olan AB’nin durumu. Çin’in yardım teklifini kabul etmemeleri halinde, borç kriziyle mücadele eden bu ülkelerin para basma yoluna gitmeleri ve Türkiye dahil bazı ülkelere hızla sıcak para akması ihtimalidir. 

Bu yüzden, TCMB’nin kararları; doğru ve yerindedir. 
Ancak, Geç alınmış, yetersiz tedbirlerdir. 
Ekonomik kriz dünya üzerinde tesirlerini sürdürmektedir. 

    BRIC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) yabancı sermaye, cari açık ve döviz kuru konusunda yılın ilk yarısında tedbirlerini almış ve başarılı olmuşlardır.Bizde ise yabancı sermayeye; “kısa vadeli geliyorsan gelme” çıkışını TCMB Başkanı ancak şimdi yapabilmiştir. Ülkemize gelip kısa vadeli vurdu kaçtılar ile başka yerde kazanılması mümkün olmayan kazancı sağlayıp, her yıl sonunda olduğu gibi geri dönen yabancı sermayeye “Sıcak Para” diyoruz. 

    Halbuki gelen sermaye kalıcı olmalı ve sanayi yatırımına dönüşmelidir. Sanayi yatırımlarının uzun vadeli kaynağa ihtiyacı var. Ortalama 1-3 ay vadeli sermayeyle sanayi sektörüne fon sağlanması imkansızdır.Bu arada, TCMB ülkemizi yabancılara cazip kılmak için faiz oranlarını olması gerekenden daha düşük seviyeye çekememek te ve yerli sanayiciyi daha ucuz kredi bulma imkanından mahrum bırakmaktadır. Yerli firmalara  “ Borç Batağına Girmeyin ”  uyarısında bulunuluyor oysa 2010 ve 2011 yılı Kurumlar Vergisi rakamları, yerli yatırımcıların kriz sonrasında daha kârlı olduğunu ve daha büyük borcu kaldırabileceğini gösteriyor. Yeter ki kur riski almasın. Yapılması gereken, TCMB eliyle; yurt içindeki sermayenin vade ve faiz oranlarıyla yönlendirilmesidir. Banka’nın son kararlarıyla kısa vadeli  mevduat karşılıkları, dolayısıyla paranın maliyeti yükselmiş, uzun vadede ise maliyet düşürülmüştür. Fakat, geç alınmış, kısa ve uzun vadeli faiz oranları arasında sadece %3 fark öngören kararlar yeterli olmayacaktır. 

    Bu sebeple daha etkin tedbirler uygulanmalıdır.Diğer taraftan bazı bankaların yurt dışı kaynaklı sendikasyon kredilerini, içeride TL cinsinden kullandırmalarının yarattığı kur riski dikkatle izlenmelidir. 

    Zira, hızla büyüyen cari açığın bir devalüasyonla sonuçlanması tehlikesi önümüzdedir.Dünya ekonomisinin kaymağını yiyen emperyalist çevreler ve bunların ülke içindeki işbirlikçileri, Türkiye ekonomisinin ışık saçan bir ufku olduğunu iddia ediyorlar. Kuşkusuz ufkumuz aydınlık. Ancak mevcut ekonomi politikalarıyla bu ufka ulaşmak mümkün mü? Artan cari açığa, işsizliğe, yoksulluğa, reel ücretlerdeki düşüşe rağmen, yetkililere göre biz hızla  kalkınıyoruz! Uluslararası değerlendirme kuruluşlarının Türkiye’ye bir türlü neden  “ Yatırım Yapılabilir Ülke ” notu vermediklerini de  bizim ekonomi yönetimi anlamıyor. 

   Onlara göre bu not verilse, yatırımlar akacak ve kalıcı olacaktır. Yani suçlu  uluslararası değerlendirme kuruluşları ve objektif tahlil yapanlar.Temenni ediyorum ki girdiğimiz seçim süreci, bakış açılarımızdaki uçurumu daha da derinleştirmesin.  Herkesin dikkate alması gereken bir husus var, Türkiye hali hazırdaki ekonomi politikasıyla, çok ciddi bir krize doğru gidiyor. 

   Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde dünyanın içinde bulunduğu şartlarda düze çıkmak çok zor ve pahalı olacaktır. 
Ekonomi Yönetimine basiret, Ülkemize Aydınlık ufuklar temenni ediyorum. 


Kaynak Yeniçağ: T.C Merkez Bankası ve kalkınma 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/t-c-merkez-bankasi-ve-kalkinma-16303yy.htm


***

Şimdi Dirilme Zamanı


Şimdi Dirilme Zamanı  





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
20 Aralık 2010 


Türkiye 1980’den sonra başarıyla uygulanan toplumu değiştirme stratejisiyle çok ustalıklı bir biçimde, kimlik değişimine götürüldü. Darbeden sonra; evinde kitap bulunanlar çok sıkıntılı günler geçirdiler. Yaşları müsait olanların hatırlayacakları üzere o dönemde pek çok ailenin çocukları tutuklandı, kimileri çok ağır işkence gördü.  Tutuklanan gençler, Ankara/ Mamak başta olmak üzere bütün şehirlerde poliste, hapishanelerde “şahsiyeti silme” operasyonuna tabi tutuldular. Söz konusu uygulamalarda kitap, cep defteri işkence nedeniydi. Neyse ki o dönemde henüz bilgisayar kullanmıyorduk! Ülkücü gençler de solcular da aynı çileleri çekti. Solcular orduyu  Marksist düşünceyle değerlendiriyor ve kapitalist emperyalizmin jandarması diyorlardı. Ülkücüler içinse tarihimizin ve şerefimizin abidesiydi. Bu abide, yediden yetmişe milliyetçi kadroları ezdi, zulmetti. Tabii milliyetçilerin yıkımı iki misli ağır oldu.Suç unsurları arasında darbe yönetimi tarafından sakıncalı bulunan kitapları bulundurmak ilk sıralarda geliyordu. 

Bu sebeple, çocuklarına kavuşan ailelerin ilk söyledikleri “Bundan sonra eve istersen içki getir ama yeter ki kitap  getirme” demek oldu. Gençler, hürriyetlerine kavuştuklarında eğitim hayatları sönmüş, işsiz, idealleri ve ümitleri yıkılmış halde idiler.1980 sonrası ülkede “yalnız sen varsın, ne yap ne et zengin ol” felsefesi giderek hakim hale getirildi. Vatan, millet, devlet, bayrak gibi  kutsal kavramlar yeni yetişen nesillerde anlam ifade etmez oldu. O kadar ki bazıları kahramanlığı alay konusu yapmaktan çekinmiyor, “ Vatan, millet, Sakarya ne olacak?” diyordu. Zaman; vatan sevdalılarını, Avrupa Birliği maceraperestlerini ihanet derecesindeki gafletiyle karşı karşıya getirdi. Avrupa Birliği maceraperestleri öncelikle tarih şuuruna sahip değildiler. 

Ne Vatikan’ın Türk düşmanlığı politikasını biliyor ne de  “Osmanlı İmparatorluğu’nun Taksimi Hakkında Yüz Proje” gibi Avrupalı  diplomatların kaleme aldığı ciddi eser ve araştırmaları okuyup, olaylara tarihi gelişimi içinde bakıyorlardı.  Avrupa Birliği istiyor diye; Devletin Temel Harçları söküldü ve Milletin mukaddeslerinin yozlaştırılmasına geçildi.Bugün öyle bir tablo ile karşı karşıya geldik ki “Bunlar Nasıl oluyor?” diye şaşırmamak mümkün değil. 

Milletvekili seçilen herkes törenle TC Anayasası üzerine yemin eder. 
Bu Anayasa açık, seçik; “ Türk Devletinin dili Türkçedir ” der. 
TBMM kürsüsünde Kürtçe konuşmak, yemine ihanettir. Bu durumu esir edilmiş insanlar gibi sessiz bir şekilde izlemek de olsa olsa suça iştirak olur. 

Bunları daha ağır kavramlarla da nitelemek mümkün ama o kadarına dilim varmıyor. Ne sivil toplum kuruluşları, ne de siyasi partiler gelişmelere ciddi bir tepki gösteriyorlar. Hatta bazı önemli sivil organizasyonların, zımni destek veren bir tavır içinde olduklarını üzülerek izliyoruz.Babasından kalma arazisini verir gibi  “canım istedikleri toprakları verelim bu problem bitsin” diyorlar. Çünkü vatan şuurları yok. Türklük; öz yurdunda, kendi devletinde azınlık oluyor. Millet idrakine sahip olmayanlar gelişmeleri umursamıyorlar.1980 darbesi sade zulümle işkenceyle insanımızı yıkmadı.  

Cehalet veya gafletle milletin kendisini koruma reflekslerini de ezdi. Türkiye kendi öz değerleriyle çatışan insanların ülkesi oldu. 

Şimdi kültür dünyamızdaki yıkımı tamir edip, yeniden kendi kültür değerlerine sahip, milli şuuru felç olmamış gençler yetiştirip, dirilmemiz  gerekiyor. 

Ben birazcık gayretle, Atatürk’ün Cumhuriyetimizi emanet ettiği Türk gençliğinin çok şeyler başarabileceğine inanıyor ve güveniyorum. 


Kaynak Yeniçağ: Şimdi dirilme zamanı 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/simdi-dirilme-zamani-16202yy.htm


***

Hz. Mevlana ve İnsan


Hz. Mevlana ve İnsan




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com 
13 Aralık 2010


17 Aralık günü Hak’kın büyük evliyası Hazreti Mevlânâ’nın Şeb-i Arus (Vuslat Gecesi) diye buyurduğu vefatının 737. yıldönümüdür. Bizim iman ve kültür dünyamızın yüce yıldızlarından olan Hz. Mevlânâ bir gazelinde;“Ben Kur’an-ı Kerim’in bendesi ve kölesiyim. Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum.Kim ki benden bundan başka bir söz rivayet eder,Ben o sözden de, o sözün sahibinden de davacıyım”  diyor.O Allah’ın kitabının kölesi, Yüce Peygamberimizin ayağının tozu olmayı idrâkimizin temel hedefi yapmıştır.Hak’kın bu büyük evliyası bir ömrü insanlara  “insan olduklarını hatırlatma” yolunda sarf etmiştir.  “Ey İnsan! Hürriyetinin kıymetini bil, hür ol da hayvan ol” diyerek, insanlara önce kendi nefsine karşı hür olmaları öğüdünü veren Hz.Pir’in vefatı, Konya tarihinde görülmemiş bir genel yasa sebep oldu. Her dinden, her soydan ve her sınıftan insanlar onun tabutunu hıçkırıklarla takip ettiler.O, sevdiği şehir Konya’da yeşil türbenin (Kubbe-i Hadra) altında yatmaktadır. 

   Bugün Mevlânâ Müzesi olan yeşil türbe, Atatürk’ün de on dört defa huşu içinde ziyaret ettiği bir mübarek makamdır. Tekkelerin kapatılmasına dair kanun Meclis’ten çıktığı zaman Başbakan İnönü’ye Atatürk  “Yarın Hz. Mevlânâ’nın türbesini müze olarak açacaksın”  emrini vermiştir. Nitekim bugün Mevlânâ Müzesi’ni her yıl artan bir ölçüde her dinden ve inançtan milyonları aşan sayıda insan ziyaret etmekte, dua etmekte, bu güzellik pınarından aldığı feyizleri geldikleri coğrafyalara taşımaktadır. Türbenin giriş kapısının üstünde bulunan alınlıktaki yazı  “Allah’ın Gaffar ve Rahim”  (bağışlayan ve acıyan) sıfatlarının sıcaklığında Hz. Pir’in engin hoşgörüsünün insan soyuna duyduğu sevgi ve merhametin ebedi bir ifadesi olarak ümit saçmaktadır:

  “ Yine de gel... Yine de gel! Ne olursan ol,yine de gel! 
    Hıristiyan, Mecusi, Putperest olsan yine de gel... 
    Bu bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir 
    Yüz kere tövbeni bozmuş olsan yine gel...”  

   Mevlânâ zamanının taçsız bir maneviyat sultanı idi. Dertliler, günahkârlar hep O’nun şefkatine sığınmışlardır. Kendisinden sonra oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi tarafından inceden inceye birçok usûl, erkân ve kaidelerle Mevlevi Tarikat’ı kurulmuştur. Mevlevilik, Türk şiir, musiki ve sanat hayatına çok büyük değerler katmıştır. En büyük hizmeti ise, Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasını Hz. Pir’in engin idrâki ile yorumladığı İslam anlayışıyla ışıklandırmış olmasıdır. Mevlevilik, Mevlânâ’nın eser ve hatıralarını korumuş ve onun düşüncelerini şerh eden eserler meydana getirmiştir.Mesnevi Bosna’dan, Hindistan’a kadar gönüller uyandırmıştır. 

  Divan-ı Kebir, Fihi Ma-Fih, Mecalis-i Seb’a, Mektubat bu yolda devam eden şaheserler olmuştur. Hz. Mevlânâ, Allah karşısında insanın durumunu belirtmiştir. O’na göre, yalnız insan Allah’ı değil, Allah da insanı sever. 
  Bu sebeple insanoğlu bu yüceliği iyi bilmeli ve ona göre davranmalı, yaşamalıdır. Tanrı sevgilisi olan insan O’na yakışmayan hallerden uzak durmalıdır. İnsan, nefsini aşmalı, Allah’ın kendisine verdiği ve kendinde tecelli ettirmiş olduğu ölümsüz ve yüce güzelliklere özenmelidir. Hakiki insan, Allah’ın kendisine lütfettiği bu aşk karşısında şımarmaz. Nefsinin Müslüman olması için her nefes dikkat ve gayret üzere olur. Milletlerin saadet asırları kendini aşmış, her dem Allah’ın kudreti karşısında kendi hiçlik muhasebesini yapan şahsiyetlerin yönetim sorumluluğu taşıdığı zamanlardır. 

   Örnek mi arıyoruz? 

   İşte Orhun Anıtları, Fatih Divanı, Büyük Nutkun dile getirdiği devlet adamı kimliği... Dünyadaki ve Türkiye’deki bütün yıkım ve felaketlerin, hukuk tanımayan zulümlerin temelinde; kendi nefsini hak zanneden gaflet ve enaniyet vardır. 1961 yılında Buhara Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı olan Osman Kocaoğlu’nu tanıdığım zaman 83 yaşında idi. Merhum Türkeş’in örtülü ödenekten kiralamış olduğu Anadolu yakasındaki evde ailesi ile kalıyordu. 
   Türkiye’de kendi kesesinden 116 genci üniversitede okutan, Milli mücadeleye gönderilmek üzere Lenin’e 100 milyon altın teslim eden, ömrü Türk Dünyasının hürriyeti uğruna mücadelelerle geçmiş bu abide insan hasta idi. Parasızlıktan sobası yanmayan evde yatağında oturuyordu. Nurlu yüzünde Türk erenlerinin ilahi ışık çizgileri aksediyordu.  “ Efendim, nasıl oldu da Ruslara mağlup oldunuz?”  deyince, o mübarek şahsiyet şöyle cevap lütfetti:  “Sloganları kaybettik, gençliği kaybettik, dinin, İslam’ın özünü, aşkını kaybettik, kabuğunda kaldık ve nefsini hak zannedenler bizi sattı” . 

  Biz ne haldeyiz? 

Türk toplumu olarak sloganlara sahip miyiz?
Gençliğimiz ne halde? 
Geçtik sigaradan, alkolden, eroin kaç yaşında başlıyor? 
Biz İslam’ın özüne, aşkına, sorumluluk şuuruna ne kadar sahibiz? 
Hz. Mevlânâ’nın yüce idrâkindeki İslam’a ne kadar yakınız?

Hz. Pir’e sonsuz muhabbetlerimizle fatihalarımızı hep birlikte sunalım. 

Kaynak Yeniçağ: Hz. Mevlana ve insan - 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/hz-mevlana-ve-insan-16112yy.htm



****

Agah Oktay Güner Kimdir?



Agah Oktay Güner Kimdir?



Demokrat Parti Genel Başkanlığına Namık Kemal Zeybek’in seçilmesi ile dikkatler DP’nin MHP’lileşmesine çekiliyor.

Agah Oktay Güner buy Plavix online 1937, Bayburt, doğumlu. Evli ve 5 çocuk babası olan Güner, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. DPT Uzmanlığı ve Şube Müdürlüğü, Ankara Ticaret Odası Genel Sekreterliği, Ticaret Bakanlığı Müsteşarlığı, AİTİA Öğretim Üyeliği, Konya, Ankara ve Balıkesir Milletvekilliği ile Ticaret ve Kültür Bakanlıkları yaptı.
Agâh Oktay Güner, siyaset hayatında yakın zamana kadar önemli roller üstlenmiş bir önemli bir siyasi şahsiyet. Turgut Özal, Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş ve Mesut Yılmaz ile bürokrat, bakan, ya da parti yöneticisi olarak çok yakın çalıştı.
Bürokrat ve siyasetçi olarak en belirgin özelliği her dönem oynadığı “Doğrucu Davut” rolü olmuş.
Bunun en tipik örneği; 1976’da, Başbakan Süleyman Demirel’in göreve getirdiği bir müsteşar olmasına rağmen, hayali mobilya ihracatı yapan yeğen Yahya Demirel’i tutuklatan oydu.

Bir diğer örnek ise oldukça düşündürücü; 1984’te Başbakan Turgut Özal’ı Başbakanlık Konutu’nda ziyaret ettiğinde, “ Sizi bir gün vururlar.” diyen Agah Oktay Güner’dir.

Anavatan Partisi’nde iken, 1999’da Bülent Ecevit başkanlığında kurulan hükümet döneminde ANAP lideri ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz’a, “Yüce Divan’a gidin” diyen Güner, Yılmaz’dan “Yüce Divan’a gidip gelmemek var” cevabını almış.

Sağ çizgideki üç büyük partide, MHP, ANAP ve DYP’de siyaset yapan; Tansu Çiller’i “yarım imam” sayıp “İki buçuk defa imam değiştirdim, ama inanç değiştirmedim” sözleriyle siyasi çizgisinde kırılma olmadığını anlatan Güner, çocukluğu ve gençliği Konya’da geçti.

Güner’in 1954’te girdiği Ankara Hukuk Fakültesi’nde sınıf arkadaşlarından üçü Deniz Baykal, Sami Selçuk ve Yavuz Bülent Bakiler’di. O tarihte henüz Türkiye’de sağ-sol ayrımı yoktu. Gençler daha çok münazara ve şiir günlerine katılıyordu.

Milliyetçilere “gerici”, solculara “inkılapçı” deniyordu.

Son dönemde eski MHP’lilerin Demokrat Partide birleşmesi, özellikle 12 Haziran Genel Seçimlerinde çeşitli dengeler ve hesaplar yapıldığının göstergesi olarak siyasi kulislerde konuşulmakta.


***

25 Ekim 2018 Perşembe

Bal Sürünüp Karınca Yuvasına Girmek...

Bal Sürünüp Karınca Yuvasına Girmek...




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com 
06 Aralık 2010

Son Üç gündür, ABD’nin bir internet sitesinde devlet sırrı niteliğinde binlerce belge yayınlanıyor. Bu belgeler adeta bütün dünyanın gündemini işgal etmiş durumda. Hiç şüphesiz Türkiye de bir kısmı kendisiyle ilgili sıcak, dedikodu fışkıran bilgilere ilgisiz kalmadı. Tarihin bize öğrettiği, devlet yönetiminin bellettiği iki temel kural taş gibi başlara düştü: Birincisi susmasını ve saklamasını bilmek devlet adamı olmanın ilk şartıdır.  Susmasını ve saklamasını bilmeyen değil büyük adam, adam bile olamaz. İkincisi; süper güçlerin desteğine güvenmek, vücuduna bal sürüp karınca yuvasına girmeye benzer.İşte bu iki temel hükmün ışığında soğukkanlı bir biçimde devletimizin, vatan coğrafyamızın sımsıkı sarılmamız gereken gerçeklerini görelim.

1) Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Gazi Paşa ve kadrosu örs ve çekiç arasında çeyrek asır dövülmüş, sırtları en az onaltı yıl süren savaşlarda toprak üzerine serilmiş yamçıdan gayrı bir nesne görmemiş, çile adamlarıydı... Kimileri sakat kaldı, kimileri şehit düştü.  Ama sağ kalanlar Libya’da, Balkanlarda, I. Dünya Savaşı’nın çöllerinden, Romanya’ya uzanan cephelerinde ve Kurtuluş Savaşı’nın son milli direnişlerinde yılmadan vuruştular. Hepsi çok iyi eğitim görmüştü.  
    Dünyadaki gelişmeleri fevkalade denilmeye layık bir sezgiyle değerlendiriyor,  İttihat ve Terakki yönetimini, karşı oldukları Osmanlı idaresinden bin beter buluyorlardı. İttihat ve Terakki Cuntası Alman Emperyalizmi’nin zavallı bir oyuncağı olmuş, 5,5 milyon km. kare olan Devletimizin coğrafyasını Mondros Mütarekesi’nin esaret prangasına getirmişti.Onların Osmanlı İmparatorluğunu getirdikleri noktadan, 776 bin kilometre karelik Milli devletimizi kurmak için nice can verdik, nice kan döktük. 

2) Milli Devlet’in her taşı bin tecrübenin dikkati ve Hacı Bayram Veli hazretlerinin türbesi önünde başlayan dualarla konulmuştur. Bu taşlar; Milli Devlettir, Cumhuriyettir, Laikliktir, Milli Kültürdür, Sosyal Siyaset ve Sosyal Adalet dikkatidir. Cumhuriyetin ilk kabinelerinde “Sağlık ve Sosyal Muavenet Vekâleti” ne yer verilmesi ne müthiş bir toplum hassasiyetidir.

3) Hâkime ve adalet kavramına mutlak saygı esas alınmıştır. Yönetimde dikkat edilen; hukuk devletinden sapmamaktır. Mustafa Kemal asla şahsını devlet görmemiş ve “Ankara TBMM Hükümeti” demiştir.

4) Cumhuriyetin hedeflediği insan tipini yetiştirmek için, 1921 yılının savaş şartlarında M. Kemal Paşa “ Maarif Kurultayı”nı toplayarak, eğitimin hedeflerini bildirmiştir. Hedef  “ Milli İnsan ”  tipini yetiştirmektir.

5) M. Kemal Paşa’dan Atatürk’lüğe gelen çizgideki bu yenilmemiş asker ve müstesna devlet adamına sağlıklı bir mantıkla bakmak elzemdir. Çünkü tarihimizde Türk adı taşıyan sadece iki devletimiz bulunmaktadır. Bunlar; Göktürk Hun Devleti ile Kemal Paşa’nın kurduğu Türkiye Cumhuriyetidir. Mustafa Kemal’den Atatürk’e gelen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini atan süreci ciddi tarihçilerin kalemlerinden okuyanlar, Atatürk düşmanlarının kazdıkları kuyulara düşmezler. Atatürk hiç şüphesiz insandır. Ancak O’na akıl almaz tavırlarla yaklaşan putperestler tarafından yıllarca taş ve tunç parçalarında dondurulmuş, halkla arasına duvar örülmüş ve O’nun insan tarafı kalın perdelerle örtülmüştür. 

  Bu tutum ne kadar yanlışsa Atatürk düşmanlığı da en az bu kadar yanlıştır. 
  Atatürk’ü kemiren, yıpratmak isteyen her farenin arkasında bir emperyalist güç vardır. Bunu iyice anlamalı elin oğlunun oyuncağı olma gafletine düşmemeliyiz.Bir kere daha teyit olmaktadır ki süper güçlere inanmak sadece bedbahtlıktır. Hatırlanacağı üzere ABD bölgede kendisine en yakın liderlerden olan İran Şahı Pehlevi’ye mezar toprağı bile vermemiş, zavallı Şah Mısır’ın merhametiyle defnedilmiştir. Emperyalist güçler öncelikle Milli Devleti yıkacak gayretlere girer. 

Dik duralım, tok duralım. Uşak olmayalım.

     Emperyalizme karşı olanlar Atatürk gibi vatan toprağında yatar, süper güçlere hizmet edenler ise mezar toprağı bile bulamazlar.  Dileğimiz WikiLeaks belgelerinin siyasi kadrolarımız ca bu çerçevede değerlendirilmesi, önemsiz bulan, göz ardı ettirmeye çalışan yorumlar yerine gerekli derslerin alınmış olmasıdır. 


Kaynak Yeniçağ: Bal sürünüp karınca yuvasına girmek... - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bal-surunup-karinca-yuvasina-girmek-16015yy.htm


Bazı Büyüklerin Masalı

Bazı Büyüklerin Masalı,




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com 
29 Kasım 2010

Türkiye 1963 yılında, Avrupa Birliği ile Ankara Anlaşmasını imzaladı. 

   Geçen zaman içinde Avrupa Ekonomik Topluluğu, (AET) tek devlet olmayı hedef haline getiren, AB’ne döndü. Türkiye AB ile gelişen, değişen, tıkanan bir çizgi içerisinde birlikte oldu. Bu birlikteliğin en önemli aşaması hiç şüphesiz Gümrük Birliği Anlaşması’dır.Türkiye Gümrük Birliği Anlaşması ile AB ile başka örneği bulunmayan bir düzene girmiştir. Bunun açtığı yolda AB üyeliği olmayan; karar alma aşamalarına katılamayan ancak mallarının serbest dolaşabildiği bir düzen kurulmuştur. 

Serbest dolaşabilen Malların sahiplerinin ne yazık ki serbest dolaşım hakkı yoktur. 

   AB’nin imzaladığı “Serbest Ticaret Anlaşmaları”na (STA) doğrudan taraf olamayan ve trafik sapması sebebiyle pazarını sadece AB ülkelerine değil, dolaylı olarak AB’nin STA imzaladığı ülkelere de açan Türkiye, çok sıkıntılı bir dönem yaşamaktadır.  Zira Türkiye’nin büyümesi bu yapı içerisinde dolaylı olarak ithalata bağımlı hale gelmiştir. İhracatını sanayileşme yoluyla değil, ithalatla arttırabilen bir ekonomik yapıyı işletmek zorunda kalınmıştır. Sanayileşme durunca işsizlik artmaya başlamıştır.  

   AB ile imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması Türkiye’yi ciddi bir pazar bağımlılığına mahkûm etmiştir. Pazarın gelişmesini, çeşitlenmesini engelleyici bir unsur olmuştur.Bu şartlarda Türkiye, tam üyelik bahsekonu edilmeksizin “aday ülke” ilan edilmiş, bunu takiben de “müzakere eden aday ülke” statüsüne çekilmiştir. AB, masaya toplam 35 müzakere başlığı koymuş, açılması mümkün olan başlık sayısı yalnızca 3te kalmıştır. Bunun manası hukuki olarak olmasa bile fiilen üyelik sürecinin AB tarafından dondurulduğudur. 

 Böyle bir ortamda Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin AB’ye girmesinde siyaseten itici unsur olarak ele alınmasının hayal olduğu görülmektedir.Gümrük Birliği’ni takiben Türkiye, hukuk mevzuatı açısından AB’yi temel model olarak almıştır. Ekonomide işlenmiş tarım ve sanayi ürünlerinde “sıfır vergi” rejimine geçilmiş, her türlü gümrük engeli ortadan kaldırılmıştır. Bu anlaşmanın Türk Sanayii’ne rekabet gücü kazandırdığı doğrudur. Ya kaybettirdikleri?Gümrük Birliği imzalanınca yoğun bir propaganda ile hemen her iktidarın vazgeçemediği “tarihi zafer kazandık” sloganlarıyla Türkiye, AB’nin STA imzaladığı her ülkeye sıfır gümrükle ülkemizde mal satma imkânı tanımıştır. AB üyesi olmadığımız için bu ülkelere aynı haklarla mal satma imkânı bulamamıştır. Hiç şüphesiz ki bu konu bir makalenin sınırlarını aşacak güçte veağırlıktadır.Bu ağırlığın önemli çizgilerinden birisi, AB’nin mevcut yapısında patlayan sosyal ve ekonomik güçlüklerdir. 

Bunlar: yıkılan aile, yaşlanmış bir nüfus yapısı; artan işsizlik, manevi ve ahlaki değerlerde büyük ölçüde yaşanan yozlaşma, gençliğin aşırı alkol, sigara tüketimi ve uyuşturucu kullanmasıdır.Bu yapı geçtiğimiz yıl yaşanan ekonomik krize dayanamamış, çok ağır tahribata uğramıştır. AB’nde 2008 yılının ilk çeyreği ile 2009 yılının son çeyreği arasındaki dönemde toplam 2,5 milyon kişi işsiz kalmıştır. IMF’nin en son Ekim 2009’da güncelleştirdiği tahminlerine göre AB % 4,2 küçülmüştür. 2010 yılında ise ancak % 0,5 oranında büyüyebilecektir. Özellikle dünyada ve Avro bölgesinde ihracatı ve ihracata yönelik yatırımları destekleyecek kayda değer düzeyde bir talep artışının kısa dönemde ortaya çıkması mümkün değildir. 

İşsizlik de ağırlaşan bir problem olmaya devam edecektir.AB çok sıkıntılı günler geçirmektedir. Sosyal güvenlik fonlarının  zayıflaması ve bu konuda hükümetlerin aldıkları kemer sıkma tedbirleri uygulamaya konulamamıştır. 

Kriz Türkiye’nin AB pazarına olan ihracatını 68 milyar dolardan gerileterek 42,5 milyar dolara indirmiştir. 

Türkiye, AB’nin STA imzaladığı ancak kendisinin anlaşma imzalayamadığı ülkelerden gelen malların yarattığı haksız rekabete artık dayanamaz. AB mevzuatına uyacağız diye silahlı kuvvetlerin ve emniyet teşkilatının teröre karşı dinamik, vurucu hareket etmesi büyük ölçüde tahrip edilmiştir. Milli devlettin temel değerleri her geçen gün yara almaktadır. Türkiye AB’nin kapısında onurundan daha fazla fedakârlık yapamaz. Milli Devletimizi yıkmak, ekonomimizi, sanayimizi bitirmek isteyen projelerin hepsinde AB patenti vardır. Yunanistan’ın Megalo İdea taleplerine, Ermenistan’ın saçmalıklarına, büyük Kürdistan projesine hayır diyerek ayağa kalkmanın zamanı çoktan gelmiştir. Bu saçmalığa son diyelim! 

AB Çocuk kalmış bazı Büyüklerin Masalı olarak yaşamasına devam etsin!.. 


Kaynak Yeniçağ: Bazı büyüklerin masalı - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bazi-buyuklerin-masali-15898yy.htm


Domates Tohumundan Füze Kalkanına (2)

Domates Tohumundan Füze Kalkanına (2)




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
23 Kasım 2010

Aslında İsrail kendisine ABD’nin eksik olmayan desteğiyle bir füze kalkan sistemi (Arrow) kurmuştur. Arrow’ların İran’a karşı durmada zorlanabileceği endişesiyle NATO İsrail’in elini güçlendirmektedir. ABD ve İsrail’in gerçek ve uzun dönemli stratejilerini idrak eden kafalarda; Türkiye ABD ve özellikle de İsrail için lüzumsuz bir risk altına mı giriyor?” sorusu ağırlık kazanmaktadır.İran rahatsız olabilir ama... Bizim değindiğimiz kapsamda olmamakla birlikte, Türk tarafı konuya ilişkin görüşmelerde bazı mülahazalar öne sürmüştür. İlki, Ankara, tehdit kaynağı olabilecek (diğerlerine göre, İran ve Suriye gibi) ülkelerin isimlendirilmesine karşı çıkmaktadır. Türkiye artık bir tehdit unsuru olarak görmediği İran’ın ismen zikredilmesinin bu komşusuyla olan yoğun ilişkilerini olumsuz etkileyeceğini düşünmektedir. İran’ın bundan rahatsız olacağı tezi doğrudur. 

  Ancak, İran’ın bölgemizde önümüzdeki yıllarda Türkiye için de tehlike, hatta tehdit edebilecek hareketlerde bulunmayacağının teminatı yoktur.Aksine, nükleer programı konusunda diplomatik bir çözüme varılamadığı takdirde, İran ister istemez, bölgede yeni sıkıntıların doğmasına yol açmış olacaktır. Türkiye bu çalkantıların dışında kalabilecek midir? Türkiye’nin bir diğer mülahazası, füze savunmasının bütün yönleriyle, her aşama ve kademesiyle bir NATO sistemi olması, sistemde üye ülkelerin eşit ve tam söz sahibi olmaları talebidir. Bu, tamamen yerinde ve doğru bir beklentidir. 
   Sistemin kapsamı, kaygılarımız...Türkiye’nin önemli başka bir kaygısı da sistemin kapsamına ilişkindir. Tesis edilecek savunma düzeninin ülkemizin topraklarının tamamını kapsayıp kapsamadığı hususunda haklı tereddütlerimiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda Türkiye’nin tatmin edilmesi gerekmektedir. NATO sisteminin Türkiye’nin her karış toprağını kapsaması sağlanmalıdır. Zira Türk yetkilileri İran’ı bugün bir tehdit olarak görmeseler de, yarın koşulların değişmesi mümkündür. 

  Son bir Nokta ise, Türkiye’nin sistem içindeki radarlar vasıtasıyla derlenecek istihbaratın İsrail’le paylaşılmamasını istediği yolundaki basın haberleridir. Füze kalkanı projesinin en önemli ayağı olan ve Türkiye’ye yerleştirilmek istenenX-Band adı verilen 900 milyon dolarlık bu radar sistemi belirli bir bölgeye sabit olarak yerleştirildiği gibi gemi üzerine ya da denize platform olarak da kurulabilmektedir. 

   X-Band dünyanın en gelişmiş radar sistemi olarak bilinmekte olup, ortalama menzili 2 bin km olmasına rağmen mobil haldeyken bu menzil 5 bin kilometreye kadar çıkabilmektedir. ABD’deki denemelerde, 4 bin 700 km uzaklıktaki bir tenis topunun havaya atıldıktan sonra takip edilebildiği belirtilmektedir. ABD Savunma Bakanlığının bu sistemlerden birini Kuzey Kore’nin füzelerine karşı Alaska’ya birini İsrail’e yerleştirdiği, bir diğerinin ise Pasifik’te hareket halinde tuttuğu kaydedilmektedir. 

  Uykulu Halden Kurtulamıyoruz... Bu bilgiler dikkate alındığında, sistemin radarları için coğrafi konumu sebebiyle Türkiye’nin özellikle seçildiği, füze kalkan sisteminin dışında, bölgeden detaylı istihbarat elde etmenin önemli bir amaç olabileceği akla gelmektedir. Bu yolla attıkları adımlar bile anında rahatlıkla takip edilebilecek olan İran ve Rusya başta olmak üzere sistemin menzili içindeki ülkelerin huzursuzluk çıkarmaları muhtemeldir. Öte yandan Türkiye ağırlığını koyarsa bu imkanı kendisine yönelik  tehditleri takip etmede kullanabilir.Türkiye’ye yönelecek tehditler neticede yine yakın çevresindeki ülkelerden ve merkezinde bulunduğu istikrarsız bölgelerdeki gelişmelerden kaynaklanacaktır. Hükümetin “komşularla sıfır sorun” politikası veya bugün komşularla ilişkilere hâkim olan sanal iyi hava, bu gerçeği ortadan kaldırmamaktadır.Ne yazık ki dünya ve ülke sorunlarına bir sistem bütünlüğü içinde bakmıyoruz. Afyon yutmuş gibiyiz. Arada uyanıyor, bir şeyler görüyor, söylüyor ve yine uyuyoruz
.   Köklü Milli projelere muhtacız Domatesin tohumunu bile üretmeyen Türkiye neden kendi füze sistemini inşa etsin! Halbuki İsrail bir yana, Hindistan bile kendi füze sistemini kurmuştur. Sistemin maliyeti Türkiye için elbette fedakarlık isteyecektir ancak ülke savunmasında kimseye bağımlı olmamak bu fedakarlığa değer ve omuzlanır. 

   Köklü Milli projeler üretip domatesten Füzeye yerli olmak varken esasta emir kulu sadakatiyle ABD’ye teslim olup görüntüde kafa tutmak zavallılıktır. 

   Çok söyledik ama dinletemedik; Türkiye Irak savaşında İncirliği kapatacak iradeyi gösterseydi Kerkük, Musul, Telafer Türklüğü bu günkü hale düşmez, milyonlarca Müslüman şehit olmazdı. İncirliğin anahtarına sahip olamayan Türkiye, Füze sisteminin komutasını nasıl alacak? 

   NATO sözcüsü, NATO operasyonu söz konusu ise düğmeye NATO basar demiştir. Dış politikayı, iç politikada kullanmak ve halkın hoşuna gidebilecek sözleri sarf etmek ucuz siyasettir. Unutmayalım bizim devletimizin yüksek menfaatlerini korumamız ciddi, samimi dürüst ve en önemlisi seviyeli siyaset yapmamızla mümkündür. 

Devlet adamlığının ilk şartı ucuz olmaktan kurtulmaktır..   

Kaynak Yeniçağ: Domates tohumundan füze kalkanına (2) - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/domates-tohumundan-fuze-kalkanina-2-15810yy.htm


***