Türkiye Cumhuriyeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye Cumhuriyeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2018 Pazar

Ne Mutlu Türküm Diyene


Ne Mutlu Türküm Diyene






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
03 Ocak 2011


Tarih Türk Milleti kadar Nankörlüğe Uğramış bir başka millet göstermiyor. 

Balkanlarda kurduğumuz Rumeli Medeniyeti ve o medeniyetin nimetleri ile var olanların bize yaptıkları meydanda... 

Beş milyon Müslüman Türk, kudurmuş sırtlanlar gibi saldıran Bulgar’ın, Sırp’ın, Karadağlı’nın, Rum’un darbeleriyle yollarda öldü. Bir o kadarı da sakat kaldı. 
Acaba dünya Balkan Medeniyeti’nin bir eşini, benzerini görebilecek mi?Osmanlı İmparatorluğu, hâkimiyeti altına aldığı topraklarda yaşayanların dinlerine, dillerine, özellerine dokunmadı. Devleti kuran iradenin kutsal kitabı “Dinde zorlama yoktur. Senin dinin sana, onların dini onlara” buyurmuştur. 
Ayrıca,  “ Adalet Mülkün Temelidir ” ilkesi din ve vicdan özgürlüğüne saygıyı bünyesinde barındırıyordu. Böyle bir zihniyet içinde olan Osmanlı, hâkim olduğu topraklarda bir tek kilise, havra yıkmadı. Aksine onları zamanı taşıyacak şekilde sağlamlaştırdı. 

Ne yazık ki bu anlayış ve hoşgörünün karşılığı Türk eserlerinin binlercesinin yıkılıp yakılması oldu.Yüce Peygamberimizin Kabr-i Şerifi’nin ilahi kaderle 1517’de hizmetkârı olduk. O günden 1914’e kadar Yüce Peygamber’in mezarı başındaki kandillerde gül yağı yakıldı. Kâbe, gül suları ile yıkandı.  

Peygamberler peygamberinin toprağına kâfir ayağı basamaz ”  diyen kahraman Türk Paşası ikmal yapılamadığı için askerleriyle kavrulmuş çekirge yedi. Kâbe’ye adım atamayan İngilizler, satın aldıkları Arapların ihanetiyle mübarek beldelere girdi. Arapların, yaralı Türk askerlerinin karınlarını hançerle parçalayarak altın aradıklarını unutmadık. Oysa bu Mehmetçikler, Arabistan’ı Hıristiyanlara, emperyalist sömürgecilere karşı asırlarca korudu. 

Selçuklular, 196 yıl Haçlı Ordularına karşı elde kılıç çarpıştılar. 
Eğer Selçuklu ve Osmanlı asırlarının yiğit ruhu olmasaydı acaba İslam dini evrensel güç olabilir miydi? 
Ne yazık ki Arap, tam bir Nankörlükle bunları unuttu. 
Sultan Abdülhamit Han’ın bütün uyarılarına rağmen, Filistinliler vatan topraklarını sattılar. 

Yahudi altınlarının sesi, Araplara Türkün ikazından daha sevimli geldi. Türk Milleti Arap dünyasına sadece verdi... 

Maddi fedakârlıklarının yanında gerektiğinde kan verdi, can verdi. 
Yahudi-İngiliz oyunu olan Vahabilik’e sarılanlar, nankörlüğün satırı olarak Türk’ü arkadan vurdular. 

Osmanlı eserlerini yıkmayı, yok etmeyi iş edindiler. Hayâ etmeden Kâbe’nin etrafını gökdelenlerle çevirdiler. Öyle ki  “ Bu el Resullullah’ın elini tuttu, ölünceye kadar belimden aşağısına değmez” diyen Hz. Osman’ın hayâsını çiğneyerek gökdelenlerde ihtiyaçlarını görüyorlar. Devletimizin Avrupa’daki topraklarında panislavist papazlar bu nankörlüğü şaha kaldırdılar.Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde de hiç bir ayrım yapmadan herkesi eşit hak ve hukuk içerisinde vatandaş kıldık. Bugün ne görüyoruz? Yeni hançerler kından çıkmış, yeni ihanet şebekeleri yollara düşmüş. Bunlara ilaveten şerefsiz, goygoycu kadrolar, kör baykuşlar gibi bazı medya organlarını tutmuşlar. Bir yandan ikinci dil, bir yandan özgürlük safsataları... 

Bir yandan Mehmetçik’e kurşun atana özel mezarlıklar. Rahmetli Osman Bölükbaşı bunlara karşı musluğu ilk gevşetenlerden olan bir devlet büyüğümüze ’ Bu millet avradını satana deyyus, Vatanını satana deyyus oğlu deyyus der “ demişti. Sonra o zatın bu türküyü çağırdığını hiç duymadık.Hiç kimse unutmasın; TC vatandaşı olan her birey Türk’tür. Türk Devleti’nin dili Türkçe’dir. Türk vatanı bölünmez bir bütündür. Bu vatan sahipsiz değildir. Türk’ün sabrını taşırmasınlar. Bu millet bayrağını, toprağını elinden almak isteyenleri yumruğuyla değil, tükürüğüyle boğacak güçtedir.Yazıma son verirken Aziz Milletimizin Yeni yılını tebrik ediyor, Birliğinin dirliğinin daim olmasını diliyorum. “ Ne mutlu Türküm diyene! ” 

Kaynak Yeniçağ: Ne mutlu Türküm diyene - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ne-mutlu-turkum-diyene-16393yy.htm

***

3 Şubat 2017 Cuma

AĞRI İSYANI (1926-1930)



AĞRI İSYANI (1926-1930) 



Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 
Fırat University Journal of Social Science 
Cilt: 14, Sayı: 2, Sayfa: 379-388, ELAZIĞ-2004 



AĞRI İSYANI (1926-1930) 
The Ağrı Rebellion (1926-1930) 
Mehmet KÖÇER 
Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bölümü. ELAZIĞ 
mehmet_kocer2000@yahoo.com 



Özet 

Cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda Türkiye’de çeşitli ayaklanmalar meydana gelmiştir. Devlet Doğu illerinin sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarına çareler aramaya çalışmışsa da bu illerde yaşayan şeyh ve ağalar, dış unsurların kışkırtmalarıyla devlete karşı ayaklanmışlardır. Ağrı isyanı bunlardan dış desteğin yoğunluğu ve Kürtçülük yönüyle ön plana çıkmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Ağrı, Ağrı isyanı,Türkiye Cumhuriyeti, 

Ağrı İsyanı’nı ve bölgedeki yakın geçmişte yaşanmış, güncel olarak da yaşanmakta olan ya da yaşatılmaya çalışılan karmaşaları doğru analiz edebilmek için Doğu Anadolu’daki siyasî hakimiyet mücadeleleri ve sömürgecilik yarışını dikkate almak gerekir. Geniş bir çerçeve olarak Ortadoğu ve Türkiye’nin siyasî ve coğrafi bütünlüğü yönünden de Doğu Anadolu, bu mücadelelerin en yoğun yaşandığı ve yaşanmakta olduğu bölgelerden biridir. Sömürgeci Avrupa’nın Osmanlı Devleti’ni parçalama ve paylaşma projesi içinde söz konusu bölgelerin siyasî ve ekonomik değerleri yanında stratejik konumu da önemli bir yer tutarken, sömürgeciler, bölgenin etnik unsurlarından faydalanmayı ihmal etmemişler, hatta bölgedeki gayrı müslim unsurlarla elde edemedikleri başarıları Müslüman unsurların millîyetçilik duygularını ve feodal unsurların ihtiraslarını tahrik ederek elde etmişlerdir. Bu çerçevede Doğu Anadolu bölgesi, XIX. yüzyılın başlarından itibaren İngiltere, Rusya ve Fransa’nın nüfuz kurmak istediği bir alan olmuştur. Bu devletler içerisinde özellikle İngiltere, bölgedeki Kürt aşiretlerini kullanarak Orta ve Uzak doğu’ya yönelik yeni stratejiler geliştirmeye çalışmış, 1800’lü yıllardan itibaren bölgeye misyoner ve şarkiyatçılar göndermiş, bölgedeki Kürtlere yönelmiştir.1 Aynı dönemlerde Osmanlı Devleti de siyasî ve kültürel ıslahatlar yapmaya zorlanmıştı. Batı baskısından kurtulmak ve bir Avrupalı olmak, birlik ve bütünlüğünü korumak amacıyla bir hayli gayretkeş davranan Osmanlı Devleti bu konuda da hüsran yaşamıştı.2 

Osmanlı Devleti’nde Kürt millîyetçiliği, kısmen Ermeni millîyetçiğinin kısmen de Jöntürk hareketinin taklit edilmesiyle doğmuştu. Osmanlı Devleti’ne karşı, oluşan bu hareket hem İngilizler hem de Ruslar tarafından körüklenmişti. Burada işlenen sadece Kürtlerin millî şuuru değil, bölgenin sosyal yapısı içinde aşiret reisleri, toprak ağaları, kısaca feodal liderlerin ihtiraslarıydı. Yapılan propaganda sonucu, her feodal lider kendisini, kurulacak Kürdistan’ın lideri, yöneticisi, hakimi olarak görmekteydi. Ancak zamanla Kürt toplumu bir millî şuur ile hürriyet hareketine girişmek yerine kendilerini tâbi gördükleri liderlerine bağlılık ve sadakat göstermeye başlamıştı. Bu ortam içerisinde bağımsız bir Kürt devleti kurmak için ilk ciddi girişim, 1880’de, Van Gölü’nün güneydoğusunda etkili olan Ubeydullah’ın İran ve Azerbaycan’da başlattığı hareketti.3 

Osmanlı Devleti’ndeki siyasî Kürtçülük hareketi ise, XIX. yüzyılda İmparatorluğun karşılaştığı her sıkıntılı dönemde kendini göstermiş, 1828-1829 Rus harbi ile 1834 Bulgar bağımsızlık savaşından sonra da var olmakla birlikte, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra daha ciddi boyutlara ulaşmıştır.4 

Osmanlı Devleti’nin yıkılış devrinde fazla öne çıkamayan Kürtçüler, dış güçlerin de tahriki ile Millî Mücadele sırasında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra faaliyetlerini artırmışlardır. Bu hareketlenme, büyük devletlerin Ankara Hükümeti’ni uluslararası alanda köşeye sıkıştırmak için önemli hamlelerinden birisi olmuştur. Millî Mücadele esnasında çıkan Koçgiri ve Millî aşireti isyanlarında, Kürt Teali Cemiyeti TBMM Hükümeti’ne karşı faaliyetleri yürütmüştü. Bu isyanlar bastırılmakla birlikte Millî Mücadele’nin gidişatına olumsuz etkileri olmuş, en azından ulaşılacak başarıgeciktirilmiştir. 5 Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise, İngilizlerin desteği ile çıkan Şeyh 
Said isyanı yüzünden, TBMM Hükümeti Musul meselesinde geri adım atmak zorunda kalmış,6 Misak-ı Millî’ye dahil olan bu bölgeyi İngiliz kontrolüne bırakmıştır.7 Aynı şekilde 16 Şubat 1926’da patlak veren Hakkari Beytüşşebap isyanı sırasında ise, Livinli İsmail ve Nordüzlü Lezki önderliğindeki asiler kontrol altına alınmakla birlikte, isyancılar ve aşiretleri Irak’a sığınmak zorunda kalmış, binlerce insan, sırf ağalarının yanlış kararı yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı.8 

XX. yüzyıl başlarında Batılı devletlerle ittifak yaparak Osmanlı Devleti ve TBMM Hükümeti aleyhine faaliyetlere girişen Ermeniler ve bazı Kürt aşiretleri, daha Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir araya getirilerek ortak hareket etmeleri istenmiş, ancak bu mümkün olmamıştı.9 Hatta Batılı devletlerin yönlendirmesi ile Büyük Ermenistan’ı kurma projesinde Kürtlerle Ermeniler arasında işbirliği kurulmasına çalışılmıştı.10 Bu faaliyetler başlangıçta sonuca ulaşmasa bile, İngiltere’nin önderliğinde, Rusya, Fransa ve İran’ın desteği ile 1927’de Hoybun cemiyeti kurulmuş, Ermeniler ve Kürtçüler faaliyetlerini birlikte yürütmeye başlamıştır.11 

Şeyh Said isyanının ardından Türkiye’den kaçarak Suriye, İran, Irak’a sığınan asilerin ileri gelenleri, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti, Kürt Ulusal Birliği ve Kürt Millet Fırkası mensupları ile Ermeni Taşnak komitesi üyelerinin katılımıyla kurulan Hoybun cemiyeti, ilk toplantısını, 1927 Şubat’ında, İngilizlerin denetimi altındaki Irak’ın Revandüz şehrinde, kumandan Edmons’un nezaretinde yapmıştır. Bu toplantıda Türkiye’ye karşı yapılacak isyanın planları hazırlanmış ve Şemdinli Yüksekova’dan başlamak üzere Van’a kadar olan bölgenin ele geçirilmesi, Van’ın alınmasından sonra ise İngilizlerin vaad ettiği para ve silah yardımının gerçekleşeceği kararı çıkmıştır.12 Irak’ta yapılan toplantıdan sonra, İngilizlerin desteğini alan Hoybun cemiyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden dönemde Türklere yönelik soykırım faaliyetlerine katılan gruplar içerisinde en önde gelenlerden birisi olmuştur.13 

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde, Doğu Anadolu bölgesindeki Kürt aşiretlerinin devlete bakışı belirli sebeplerle şekillenmiştir. Bunlar içerisinde, devletin yaptığı reformlar sebebi ile ağa, aşiret reisi gibi statüye sahip insanların yeni vatandaşlık düzenlemeleri ile bu konumlarını kaybetmesinin büyük etkisi vardır. Öyle ki yeni düzene tepki gösteren bu grup mensupları, dış güçlerin de propagandası ile şeriat devleti istemek ve Kürt ahalinin haklarını savunmak gibi taleplerle devlete isyan etmeye başlamışlardır.14 Bu karışıklık döneminde hükümet, özellikle aşiret reisleri ve şeyhlerin gücünü kırarak bölgedeki denetimlerini artırmıştır.15 

Şeyh Said isyanından sonra olması muhtemel menfî hareketleri önlemek amacıyla pek çok şeyh ve ağa başka bölgelere nakledilmiştir. Bununla birlikte, hükümetin birleştirici eğitim politikalarını bölgede yeterince uygulayamaması, bölgedeki karışıklıkları önleme yolundaki faaliyetlerin yarım kalmasına sebep olmuştur.16 
Bugün bile azımsanmayacak önemli gelişmelere rağmen, devlet bu bölücü yapıyı ve etkisini kırabilmiş değildir. 

İttihad ve Terakki döneminde Hamidiye alaylarının tasfiye edilmeye başlanması, Doğu Anadolu Bölgesi’nde istikrarsızlığa sebep olmuştu.17 Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında ise, bölgedeki Kürt aşiretleri, 1915-1930 arasında, yörede oluşan otorite boşluğundan faydalanarak eşkiya lık faaliyetlerine girişmişti. Devlet de bu durumun önüne geçebilmek için zaman zaman bölgedeki aşiret reislerine yetki vererek onları yanına çekmeye çalışmış, ancak başarılı olamamıştır.18 

Ankara Hükümeti’nin aldığı tedbirlere rağmen, Doğu Anadolu’daki isyan girişimleri Cumhuriyet yönetiminin ilk yıllarına damgasını vurmuştur. Öyle ki Şeyh Sait isyanı bastırılıp sükunetin sağlandığı dönemden, hemen sonra İhsan Nuri’nin önderliğinde 16 Mayıs 1926’da Ağrı’da patlak veren ve dört yıl boyunca devam eden ayaklanma, bölgedeki huzuru tamamen bozduğu gibi Cumhuriyet devrinin en uzun süreli isyanlarından birisi olmuştur.19 İsyanın Ağrı ile sınırlı kalmayıp Dersim gibi çevre vilayetlere de sıçraması ise, bütün Doğu Anadolu’nun güvenliğini tehlikeye düşürdüğü gibi Ankara Hükümeti’ni de oldukça zora sokmuştur.20 

Ağrı isyanının çıkmasında ve bu derece uzun sürmesinde çeşitli iç ve dış faktörler önemli olmuştur. Daha önce bahsedildiği üzere İngiltere’nin ve Hoybun Cemiyeti’nin bu isyanın çıkmasındaki rolü çok büyüktür. Asilerin kısa sürede kontrol altına alınamama sebebi ise, devlet güçleri üzerlerine geldiğinde Ağrı Dağı’nın sarp bölgelerinden İran tarafına geçebilmeleridir. Bu durumun önüne geçmeye çalışan Ankara Hükümeti, Tahran yönetimine baskı yaparak her ne şekilde olursa olsun isyancılara yardım etmemelerini talep etmiştir. İki ülke arasında gerginliğe sebep olan bu mesele, 22 Nisan 1926’da imzalanan “ Türkiye-İran Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ” ile aşılmaya çalışılmıştır. 

Bu antlaşma ile taraflar, kamu güvenliğini ve düzenini bozmak ya da hükümet devirmek amacı güden kuruluş ve örgütlerin oluşmasına ve çalışmalarına müsaade etmeyeceklerini kabul etmişlerdir. Ayrıca sınır aşiretlerinin bu anlamda faaliyetlerinin kontrolü öngörülmüştür.21

1926 Antlaşması Ağrı isyanının kontrol altına alınması bakımından büyük anlam taşımasına rağmen, antlaşma hükümlerinin tam olarak uygulanamaması, İran’la yeni bir gerginlik ortaya çıkarmıştır. İsyancıların Türkiye sınırlarında meydana getirdikleri huzursuzluklar Türkiye’yi ciddi anlamda rahatsız etmeye başlamış, 
Türk Hükümeti İran’a nota vererek 1926 Dostluk ve Güvenlik Antlaşmasına uymasını istemiştir. Yapılan çalışmalar neticesinde 1926 Antlaşmasına ilave olarak 15 Haziran 1928 tarihinde yeni bir protokol imzalanmış, İran, Türkiye’nin hassasiyetini anlayışla karşıladığını ifade ederek ilişkileri geliştirmeyi arzu ettiğini, eski antlaşma hükümlerine kesin bir şekilde uyacağını taahhüt etmiştir.22 

Türkiye ile İran arasında imzalanan Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ile 1928 protokolü, Ağrı isyanının gidişatını önemli ölçüde etkilemiştir. 

Zira, geriye doğru gidildiğinde, isyanın başlangıç günlerinde Türk ordusunun karşılaştığı en büyük sıkıntının asilerin İran’a kaçmaları sonucu güvenliği sağlayamamaları 
olduğu görülür. 

16 Mayıs 1926’da, İngilizlerin silah ve mühimmat desteği ile 23  Doğubeyazıt’ın Kalecik köyünde başlayan isyan sırasında, 28. Jandarma Alayı’na bağlı kuvvetlerin Demirkapı’da isyancılara yenilmesi üzerine, 3. Ordu Müfettişliği bir tedip hareketi planlamıştı. Bu plan gereğince 16 Haziran’da Küçük Ağrı Dağı eteklerine ulaşan birlikler, bazı küçük gruplarla karşılaşıp onları kontrol altına alsa da, bir türlü ana gruba ulaşamamıştı. Bunun sebebi, ordunun üzerlerine geldiğini öğrenen isyancıların Ağrı Dağı’nın arkasından İran’a kaçmalarıydı.24 

25 Ağustos 1927’de 3. Ordu Müfettişliği’nin hazırladığı raporda bu duruma atıf yapılarak, halen Ağrı’da bulunan ve 800 kişi kadar oldukları tespit edilen asilerin 
İran’a kaçabilecekleri, İran Hükümeti ile gerekli irtibatın kurulmasının şart olduğu vurgulanmaktaydı. Aynı raporda yeni bir tedip harekatına girişilmesi de teklif edilmişti ki, bu teklifi yerinde bulan Genelkurmay Başkanlığı, en kısa sürede bölgeye asker gönderilmesine karar vermiştir. 


10 Eylül’de başlayan operasyonda 9. Kolordu birlikleri Ağrı Dağı’na doğru ilerlemeye başlamıştır. Harekatın beşinci gününe kadar önemli bir çatışma meydana gelmezken, 15 Eylül’de alınan bir istihbarata göre, isyana katılan bazı aşiretlerin İran’a geçebileceği öğrenilmiştir. Bunun üzerine ordu sınıra kaydırılmış, burada asilerle karşılaşan birlikler, kayıplar vermesine rağmen isyancıların çoğunu ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte, operasyon belirli bir aşamaya gelmiş iken, coğrafi şartların elvermemesi sebebi ile 9. Tümenin geri dönmesi, bazı isyancı grupların varlığını devam ettirmesine sebep olmuştur. Bölgenin tamamen kontrol altına alınamaması neticesinde, devlet karşıtı gruplar kısa süre sonra toparlanmış ve faaliyetlerine tekrar başlamıştır. 

Özellikle İran’da eğitim gören grupların 1930 yılında tekrar geri dönmesi ile bu faaliyetler hız kazanmıştır. Aynı dönemde Ağrı’nın Bağımsız Kürdistan’ın bir vilayeti olarak ilan edilmesi ve Celali Aşireti Reisi İbrahim Heski’nin Hoybun Cemiyeti tarafından Ağrı valisi olarak atanması, isyan teşebbüslerini hızlandırmıştır.25 

Ağrı’daki bu gelişmeler yaşanırken, Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk başkanlığında 28 Aralık 1929 tarihinde bir toplantı yapmıştır. Bakanlar Kurulu üyeleriyle birlikte Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, I. Genel Müfettiş İbrahim Tali (Öngören) Bey’in de hazır bulunduğu toplantıda, 1930 yılı Haziran ayında, Ağrı’da bir tenkil harekatına girişilmesi kararlaştırılmıştır. Bu karar üzerine Genelkurmay Başkanlığı gerekli hazırlıkları yaparak harekat stratejisini belirlemiş, 1930 yılı haziranı sonunda başlayacak ve ertesi yıl da devam edecek operasyonda bölgenin eşkıyadan temizlenmesi için bütün tedbirler alınmıştır. 26 

9. Kolordu Komutanlığı aldığı emir üzerine harekat için gerekli hazırlıklara başladı. Bölgenin şartları araştırıldıktan sonra 3 Mayıs 1930’da Genelkurmay 
Başkanlığına bir yazı yazarak harekatın Eylül ayına bırakılmasını önerdi. Teklifi uygun bulan Genelkurmay kendi görüşünü de ekleyerek raporu 6 Mayıs 1930’da 
Başbakanlığa sundu. 8 Mayısta toplanan Bakanlar Kurulu ise bu raporları görüşmüş ve harekatın Eylül ayında yapılması teklifini kabul etmiştir. 

Alınan karar ve yapılan hazırlıklar sonucunda, 4 Eylül 1930 tarihinde harekat emri verilmiştir. Salih Paşa komutasındaki askeri birlikler 7 Eylül günü bir çok koldan Ağrı’yadoğru taarruza geçmiş, ancak ilk aşamada önemli bir başarı elde edememiştir. Bölgeyi iyi bilen ve dağı arkalarına alan asiler, ellerindeki mevzileri korumayı başarmışlardır. Ancak Türkiye ile İran arasında yapılan görüşmeler neticesinde İran yolu kapanınca asiler çember içine alınmış, ordunun iaşe yollarını kesmesi neticesinde de açlıkla karşı karşıya kalmışlardır. Hal böyle olunca, çaresiz kalan isyancıların büyük kısmı, bir yarma hareketiyle İran’a sığınmak zorunda kalmıştır. 

Bu sırada isyanın öncülerinden Şimkanlı Timur, Musa Lezgi, Halit Ağa, Tosun Ağa ve Ali Aksu yakalanmış, kısa süre sonra da asiler tamamen dağılmış ve isyan sona ermiştir.27 

Bu gelişmeler çerçevesinde durum değerlendirildiğinde Osmanlı Devleti’nin doğu illerindeki hakimiyet sürecinde millî bir devlet politikası izlemediği ve buna ihtiyaç da duymadığı sonucu çıkar. Millî ve üniter bir yapıda kurulan Türkiye Cumhuriyeti bahsi geçen olay ve benzerlerini yaşamak durumunda kalmıştır 

Osmanlı’nın dağılma ve emperyalizmin yayılma sürecinde, 1908’lerden sonra İngiliz emperyalizminin talimatları doğrultusunda merkezleri İstanbul’da olmak üzere bir takım fitne ve fesat cemiyetlerinin kurulması ile birlikte Anadolu’nun doğusunda propaganda çalışmalarına girişilmiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte Anadolu’nun doğusunda ayrılık tohumları atılmaya başlanmıştır. Tabii ki bölgenin etnik yapısı ön plana 
çıkarılmıştır. 

Bölge insanı genel olarak Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyete değin devlete diğer bölgelerden daha fazla problemli olmamıştır. Çünkü diğer bölgelerdeki halktan farklı bir kültüre ve dine sahip değildir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi maksatlı olarak etnik farklılıklar gündeme getirilince istismara yatkın kişilerin de bulunması çok zor olmamıştır. 

Cumhuriyet Döneminde devletin bu bölgede izlediği politika farklıdır. Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Millî sınırları içerisinde kurulmuş millî bir devlettir. 
Millî Devlet olmanın gereği olan Ulusal Egemenliği yurt sathında tesis etmek durumundaydı. 

Bu da doğal olarak devletin, bütün sınırları içinde siyasî, iktisadî, kültürel ve de askerî egemenliğini sağlamasıdır. Ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bölgenin istismara açık olan bu yapısı üzerinde oynanan oyunlar dikkate alınmalıydı. 

Genç Cumhuriyetin rejim farklılığından kaynaklanan; kültürel, iktisadî ve politik alanda yaptığı yeniliklerin yanı sıra, özellikle dinî konulara alışılagelmiş politikalardan farklı uygulamalar rahatsızlıkların diğer bir boyutu olmuştur. Cumhuriyet dönemindeki isyanlara baktığımızda büyük ölçüde dini konuların istismar edildiğini görmekteyiz. 

Şeyh Said isyanından sonra isyancıların Ağrı bölgesinde yeni bir başkaldırı için hazırlıkları görülür. Ağrı bölgesini tercih etmelerinin sebebi bu bölgenin büyük ölçüde bir askerî harekata elverişsiz olması ve ihtiyaçları durumunda kendilerine yardımını esirgemeyen İran Devleti’nin topraklarına kaçmalarının mümkün olmasıdır. 

Ağrı isyanı diğer isyanlardan biraz daha fazla “ Kürtçülük ” boyutu ile gündemde yer almıştır. Şeyh Said isyanından sonra kaçan aşiret üyeleri ve aşiretler Şeyh Said isyanının önemli boyutu olan dini istismarı yanı sıra Ağrı isyanlarında emperyalist devletlerin gündeme getirdiği “ Kürtçülük ” boyutu da devreye girmiştir. Bu isyanlarda suçlu aramak gerekirse herhalde ilk sırada kendi halkından binlerce insanın hayatına mâl olan bu oyunlarda başrolü oynayan aşiret reisleri gelir. 

 DİPNOTLAR;

1 Bahaeddin Ögel, H. Dursun Yıldız v.d., Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986, s. 163-169. Alman şarkiyatçı Fritz, 1916’da Türkçe yayımlanan kitabında, o dönemde Doğu Anadolu’da bulunan Kürt aşiretleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bkz., Fritz, Kürtlerin Tarihi, İstanbul 1992, s. 39-55. 
2 Bkz., Zekeriya Türkmen, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde İttihat ve Terakki Hükümetinin Doğu Anadolu Islahat Projesi ve Uygulamaları”, Yedinci Askerî Tarih Semineri (İstanbul 25-27 Ekim 1999) Bildirileri, C. II, Ankara 2001, s. 239-240. 
3 Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, İstanbul 1995, s. 224. İttihad ve Terakki Partisi içerisinde yer alan Kürt politikacılar, Jöntürk hareketine büyük ilgi göstermişlerdir. Jöntürkler içinde Türk millîyetçiliği gelişirken, bu grup içerisinde de Kürt millîyetçiliği ön plana çıkmaya başlamıştır. 
Bkz., Yalçın Küçük, Kürtler Üzerine Tezler, İstanbul 1990, s. 71. 
4 Faik Bulut, Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991, s. 11. 
5 Bkz., Türk İstiklal Harbi VI ncı Cilt İstiklal Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Ankara 1974, s. 25-26, 179, 260-262. 
6 Ergun Aybars, Yakın Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları, İstanbul 1988, s. 20-22. 
7 Rahmi Doğanay, “Cumhuriyet Dönemi İsyanlarının Mahiyeti”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Elazığ 17-19 Ekim 2001) Bildiriler, Elazığ 2002, s. 258-259. 
8 Mahmut Rişvanoğlu, Saklanan Gerçek, C. II, Ankara 1994, s. 738. 
9 Bkz., Kâzım Karabekir, Kürt Meselesi, İstanbul 1995, s. 10-11. 
10 Geniş bilgi için bkz., Salim Cöhce, “Büyük Ermenistan’ı Kurma Projesinde Kürtlere Biçilen Rol”, I. Milletlerarası Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Güvenlik ve Huzur Sempozyumu (Elazığ 27-28-29 Mart 2000) Bildiriler, Elazığ 2000, s. 511-525. 
11 İngilizler, Doğu Anadolu’daki Ermeni ve Kürtçü faaliyetlerinin bir arada yürütülebilmesi için çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. 
İngiliz Gizli servisinin faaliyetleri sonucu, özellikle Kürtlerin gururunu okşayacak isme sahip yeni bir teşkilat kurulması kararına varılmış, Kürtçe’de “ Benlik ” anlamına gelen “ Hoybon ” kelimesi ile Ermenice’de vatan anlamına gelen “ Haypun ” adının birleşiminden oluşan “hoybun” cemiyeti kurulmuştur. 
Bkz., Vedat Sadilli, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Ankara 1980, s. 165-166. 
12 Abdülhadi Toplu, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996, s. 370-371. 1935-1945 yılları arasında Irak Hükümeti danışmanlığı da yapan kumandan Edmons’un bölgedeki Kürt aşiretleri hakkındaki değerlendirmeleri için bkz., C. J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs, London 1957, s. 2-114. 
13 Bkz., Azmi Süslü, “Rum-Ermeni-Hoybun İşbirliği ve Anadolu’daki Toplu Mezarlar”, Belleten, C. LVII, S. 218 (Nisan 1993), s. 242-244. 
14 Bkz., F. Bulut, a.g.e., s. 10-11 Karabekir Paşa, bu isyanların Kürtçülük maksatlı yapıldığını, dinin başarıya ulaşmak için bir araç olarak kullanıldığını Ankara’da ilgilere ayrıntılı bir şekilde anlattığını hatıralarında kaydetmektedir. Bkz., K. Karabekir, a.g.e, s. 16-17. 
15 M. van Bruinessen, a.g.e., s. 214. 
16 Zekeriya Yıldız, Kürt Gerçeği, İstanbul 1992, s. 226. 
17 Y. Küçük, a.g.e., s. 71. 
18 1915-1930 döneminde rakip aşiret reisleri üstündeki aşiretleri üstündeki etkilerini artıran bir çeşit askeri eylemlere girişmekteydi. Bunlar arasında kendi aşiretlerinin birliğini sağlamanın en iyi yolu olarak, kervan ve şehirlerin ya da komşu aşiretlerin köylerinin yağmalanması da vardı. Devlet de bu başıbozukluğu önlemek için bağlılık sözü karşılığında onlara yetki vermek zorunda kalmıştır. Bkz., M. Van Bruinessen, a.g.e., s. 218-219. 
19 Yaşar Kalafat, Şark Meselesi Işığında Şeyh Said Olayı, Ankara 1992, s. 137. 
20 Ağrı isyanı çıktığı sırada, bölgenin ileri gelenlerinden Seyit Rıza da Dersim ve yöresinde ayaklanmıştır. O sırada bölgede bulunan Fevzi Çakmak, 18 Eylül 1930’da Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığına gönderdiği raporda, bölgenin çeşitli tehlikelerle karşı karşıya olduğunu belirterek acilen önlem alınmasını gerektiğini kaydetmekteydi. Bkz., Suat Akgül, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza, Ankara 2001, s. 39-40. 
21 Düstur, Üçüncü Tertip, C. 7, s. 926; ayrıca bkz., İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. I., Ankara 1983, s. 276- 278. 
22 Bkz., Abtülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Ankara1991, s. 192-193. Türkiye ile İran arasındaki sınır probleminin bu kadar uzamasının sebebi, Azerilerin istiklal hareketine girişmesinden korkan Tahran yönetiminin Kürtlere destek olarak Türkiye’ye gözdağı vermek istemesinden kaynaklanmıştır. 
Ancak Türkiye’nin bu konudaki kararlı tutumu sebebiyle bu politikadan vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Bkz., Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, Ankara 1999, s. 114. 
23 21 Ekim 1930 tarihli Alman Glarus Zeitung gazetesinde yayımlanan bir yazıya göre, isyancılara İngiltere’den önemli sayılabilecek derecede silah ve mühimmat 
yardımı yapılmıştır. Bkz., M. Rişvanoğlu, a.g.e., s. 749-750. 
24 Bkz., F. Bulut, a.g.e., s. 79-84. 
25 H, Göktaş, a.g.e., s. 94-95. 
26 Genelkurmay Başkanlığının 7 Ocak 1930’da gereği için 9. Kolorduya verdiği emir özetle şöyle idi.: “1930 senesi Ağrı’ya yapılacak harekata dair 29 Aralık 1929 gün ve 8692 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ayrıca yazılı olarak gönderilmiştir. Bu kararname gereğince Bulakbaşı ile Şıhlı Köyü arasında asilerle meskun olan köyler ile sığınılan yerler ele geçirilerek asiler geçim üssünden yoksun bırakılacak ve bölge eşkıyadan temizlendikten sonra Ağrı Tepeler hattına doğru takip edilerek ele geçirilen yerlerde Garnizonlar inşaa edilecek ve bunlardan yalnız seyyar jandarma kuvvetleri 1930-1931 kışını burada geçireceklerdir. Bölgede jandarma alayları için lazım olan yerlerden başka meskûn yer bırakılmayacaktır. Bu sûretle iâşe ve iskân ihtiyacından yoksun kalan asiler ya dağıtılacak ya da İran’a sığınmaya mecbur edilecektir. 
Bu taktirde sorun İran’la hal edilecektir.Harekata 1930 yılı Haziranı son haftasında ve hasat mevsiminden önce başlanacaktır. Harekatı 9. Kolordu Komutanı idare edecektir.” Bkz., Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, C. II., İstanbul 1992, s. 93-94. 
27 F. Bulut, a.g.e, s. 187-193; H. Göktaş, a.g.e., s. 96-97. İran’a kaçan isyancıların önde gelenleri İhsan Nuri, Ermeni Zilan, Semikanlı Timur, Ferzent, Şeyh Abdulkadir, Şeyh Tahir, Seyid Yusuf, İbrahim Sigo ve Karaköseli Ermeni Kigam’dır. Bkz., M. Rişvanoğlu, a.g.e., s. 748-749. 


KAYNAKLAR ;

Akgül, Suat, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza, Ankara 2001. 
Akşin, Abtülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Ankara1991. 
Aybars, Ergun, Yakın Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları, İstanbul 1988. 
Bulut, Faik, Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991. 
Cöhce, Salim, “Büyük Ermenistan’ı Kurma Projesinde Kürtlere Biçilen Rol”, I. Milletlerarası Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Güvenlik ve Huzur Sempozyumu 
(Elazığ 27-28-29 Mart 2000) Bildiriler, Elazığ 2000, s. 511-525. 
Doğanay, Rahmi, “Cumhuriyet Dönemi İsyanlarının Mahiyeti”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Elazığ 17-19 Ekim 2001) Bildiriler, Elazığ 2002, s. 253-262. 
Düstur, Üçüncü Tertip, C. 7. 
Edmonds, C. J., Kurds, Turks and Arabs, London 1957. 
Fritz, Kürtlerin Tarihi (Çeviren: Sinan Şanlıer), İstanbul 1992. 
Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, C. II., İstanbul 1992. 
Kalafat, Yaşar, Şark Meselesi Işığında Şeyh Said Olayı, Ankara 1992. 
Karabekir, Kâzım, Kürt Meselesi, İstanbul 1995. 
Küçük, Yalçın, Kürtler Üzerine Tezler, İstanbul 1990. 
Ögel, Bahaeddin, H. Dursun Yıldız v.d., Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986. 
Rişvanoğlu, Mahmut, Saklanan Gerçek, C. II, Ankara 1994. 
Sadilli, Vedat, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Ankara 1980. 
Saray, Mehmet, Türk-İran İlişkileri, Ankara 1999. 
Soysal, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. I., Ankara 1983. 
Süslü, Azmi, “Rum-Ermeni-Hoybun İşbirliği ve Anadolu’daki Toplu Mezarlar”, Belleten, C. LVII, S. 218 (Nisan 1993), s. 241-247. 
Toplu, Abdülhadi, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996. 
Türk İstiklal Harbi VI ncı Cilt İstiklal Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Ankara 1974. 
Türkmen, Zekeriya, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde İttihat ve Terakki Hükümetinin Doğu Anadolu Islahat Projesi ve Uygulamaları”, Yedinci Askerî Tarih Semineri (İstanbul 25-27 Ekim 1999) Bildirileri, C. II, Ankara 2001, s. 239-268. 
Van Bruinessen, Martin, Kürdistan Üzerine Yazılar (Çev. Nevzat Kıraç v.d.), İstanbul 1995. 
Yıldız, Zekeriya, Kürt Gerçeği, İstanbul 1992. 

***

17 Ekim 2015 Cumartesi

MUSUL SORUNU ve LOZAN


Musul Sorunu Ve Lozan

Sezen Kılıç
ÖZET
1118’den itibaren bir Selçuklu toprağı ve 1517’den itibaren de bir Osmanlı vilayeti olan Musul, Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesi bahane edilerek İngilizler tarafından işgal edilmiş, bunun üzerine İngilizlerle Türkler arasında şiddetli bir mücadeleye sahne olmuş, sorun silahlı mücadeleyle çözülememiş ve konu Lozan Konferansı’na bırakılmıştır. Musul bu konferansta büyük tartışmalara neden olmuştur. Ancak Musul’un statüsü burada da kesin olarak belirlenemediği için sorunun çözümü bir sonraki görüşmelere ertelenmiş, bu görüşmelerden de bir sonuç alınamaması üzerine 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşması’yla İngiliz mandasındaki Irak’a bırakılmıştır. Makalede, Musul’un bugünkü Türkiye Cumhuriyeti toprakları içerisinde yer almamasının nedenleri hakkında bilgi verilecektir.
Anahtar Kelimeler:
Musul, Lozan Konferansı, Türkiye Cumhuriyeti, İngiliz Mandası, Irak.

THE MOSULISSUE AND LAUSSANNE
ABSTRACT
Mousul, which was the land of Seljuks since 1118 and a province of Ottoman since 1517, was occupied by alleging the seventh proviso of the Mondoros Truce by the British after the World War I ended. As a result of this there was violent combats between Turks and British, but the matter could not be solved by armed combats and was abandoned to the Lausanne Conference. It entailed great negotiations at Lausanne Conference, but was left to the next session since its status could not precisely be conferred; and after the failure of the negotiations it was ceded to Irak which was under the British mandate, with the Ankara Treaty in 1926. In this study, information on the reasons why Mousul is not included today within the borders of the Turkish Republic will be given.
Key Words:
Mousul, Laussanne Conference, Turkish Republic, British Mandate, Irak.
GİRİŞ
Anadolu ile Asya arasında tarihi bir yol üzerinde bulunan Musul, geçmişte önemli bir kültür ve medeniyet merkezi olduğu gibi yer altı ve yer üstü zenginliğiyle de bir çekim alanı olmuştur. İslamiyetten önce Asur ve Babil uygarlıkları, İslamiyetin yayılmasıyla birlikte Emevî ve Abbasî Devletleri burada kurulmuştur. Musul, Selçuklulara, Zengilere, Erbil Atabeyliği’ne, Karakoyunlu’ya, Akkoyunlu’ya ve Safevilere de yurt olmuş ve Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı toprağına katılmış ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde de bir Osmanlı vilayeti hâline gelmiştir. Musul, 19. yüzyıldan itibaren petrol yataklarıyla batılı ülkelerin dikkatini çekmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasını fırsat bilen ve bölgenin işgali için zaten önceden plan yapan İngiltere, 3 Kasım 1918’de başlattığı askerî harekâtla 15 Kasım 1918’de Musul’u işgal etmiştir. İngiltere, bölgede egemenlik kurabilmek için bölge halkının etnik ve dinî yapısının çeşitliliğini kullanarak bölgede bulunan Müslüman ve gayrimüslimleri Osmanlı Devleti’ne ve birbirlerine karşı kışkırtmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgede Kürtler, Türkmenler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Yakubitler, Nesturiler ve Ermeniler yaşamaktadır.
MUSUL’UN TARİHİ VE NÜFUS YAPISI
Osmanlı Devleti yönetimindeki Musul vilayetinin batısında Şam, doğusunda İran, kuzeyinde Diyarbakır, güneyinde Bağdat yer almaktadır. Bölge yeraltı zenginliğiyle birlikte, nehir ve akarsularıyla, tarım ve hayvancılığıyla da dikkat çekmektedir. 1517 yılında Osmanlı topraklarına katılan Musul, 1534’te vilayete dönüştürülmüş ve bu vilayete Musul sancağı, Bacvanlu, Tikrit, Eski Musul, Horan ve Bana livaları bağlanmıştır. Osmanlı-İran savaşları nedeniyle vilayet sınırında zaman zaman değişiklik olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kendi iç tasarrufu nedeniyle de vilayet yönetim biçiminde değişiklik yapılmıştır. Örneğin; Musul, 1850’de vilayetten mutasarrıflığa indirilmiş; 1878’de yeniden vilayete dönüştürülmüştür. Musul vilayeti, Musul, Kerkük, Süleymaniye Sancağı ve bu sancaklara bağlı kazalar ve nahiyelerden meydana gelmiştir.1
Tarihi
Milattan önce Mezopotamya toprakları içinde yer alan Musul’da Asur uygarlığı yaklaşık 1300 yıl hüküm sürmüştür. Ardından gelen Babil hükümranlığı ise Pers saldırıları nedeniyle kesintiye uğramış ve Perslerin eline geçmiştir. Pers yönetimi sırasında büyük bir Pers akınına maruz kalan bölge, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra bu dine yönelmiş ve 2. yüzyıldan sonra Hıristiyanlığın önemli bir merkezi haline gelmiştir. 642 yılında Hz. Ömer tarafından alınan Musul, bu tarihten itibaren Arap nüfusunun göçüne maruz kalmıştır. Bölge kısa süreli Emevî hakimiyetinden sonra 751 yılında Abbasi yönetimine geçmiştir. 1050’li yıllarda Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey tarafından alınan Musul, hükümdarın ölümünden sonra önce Alparslan’ın, sonra da oğlu Melikşah’ın yönetimine geçmiştir. 1099 yılında haçlıların eline geçen bölge, iki yıl sonra yine Selçuklular tarafından geri alınmıştır. 1118’de Irak Selçuklu Devleti, Mahmud’un yönetiminde kurulmuştur. Mahmud, 1127 yılında Musul’un yönetimini Aksungur’un oğlu Zengi’ye vermiştir. Zengi ve ailesi, Musul’u 1231 yılına kadar yönetmiştir. Bu tarihten itibaren Bedreddin Lu’lu yönetimine geçen bölge 1261 yılında Moğol istilasıyla Moğolların egemenliğine girmiştir. 1365’te Karakoyunlular tarafından geri alınan Musul, 1409’da Akkoyunluların eline geçmiştir. Akkoyunluların hakimiyeti, Safeviler tarafından sona erdirilmiş, 1517 yılında da bölge tamamen Osmanlı yönetimine geçmiştir. Yavuz Sultan Selim tarafından alınan bölgenin yönetimi tam 401 yıl Osmanlı Devleti’nde kalmıştır2.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler 19-20 Kasım 1914 tarihinde Basra’yı Osmanlı kuvvetlerinden alınca, Osmanlı ordusu İstanbul ve Halep civarındaki birliklerini bölgeye sevk etmiştir. Bu arada dâhiliye vekaletinde aşiret ve muhacir işlerinden sorumlu Binbaşı Süleyman Askerî, bölgedeki aşiretleri İngilizlere karşı ayaklandırmak için görevlendirilmiş ve Nisan 1915’te İngilizlere karşı savaşta başarısız olunca bu başarısızlığı onuruna yedirememiş ve intihar etmiştir. Kutul Ammare’yi alan İngiliz ordusu, 22-23 Kasım 1915 tarihlerinde Selmanpak’ta Osmanlı ordusu tarafından bozguna uğratılmış ve Enver Paşa bölgeye Mareşal von der Goltz komutasında birçok birliği daha sevk etmiştir. Goltz’un yardımcılığına verilen Ali İhsan Bey, kısa sürede Osmanlı birliklerini disipline etmiş ve ordusuyla İngilizlere karşı savaşarak 29 Nisan 1916’da bölgedeki İngilizlerin teslimiyetini sağlamıştır. Bu arada İngilizlere destek için gelen Rusları durdurmak üzere Osmanlı birliklerinin bir kısmı İran’a kaydırılınca, İngilizler bundan yararlanarak birliklerini takviye etmişler ve önce 11 Mart 1917’de Bağdat’ı, sonra da 7 Mayıs’ta Kerkük’ü ele geçirmişlerdir3.
Birinci Dünya Savaşı bitiminde 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, İngilizlerin Musul’u işgal edeceklerini düşünemeyen Osmanlı Devleti, burada bulunan birliklerini takviye etmeyince, İngiliz ordusu 1 Kasım 1918’de Osmanlı’nın ahaliye zulmetmesini bahane ederek Musul’a girmiştir. Mütarekenin 7. Maddesini işleterek lüzumlu gördüğü stratejik noktaları işgal ettiğini belirten İngiliz generali Marshall, Türk ordusu Musul’u terk etmediği takdirde 7. maddeyi işletmeye devam ederek geri kalan bölgeleri de almak için savaşacaklarını ve bundan Osmanlı birliklerinin komutanı Ali İhsan Paşanın sorumlu olacağını bildirmiştir. Ali İhsan Paşa, 9 Kasım sabahı, yaşanan fiili durumu hükümetle görüşmek üzere İstanbul’a hareket ettiği gün, İstanbul’dan, Osmanlı birliklerinin Musul’u tahliye emri gelmiştir. 15 Kasım 1918’de Musul’u terk eden Osmanlı birliklerinin ardından İngilizler, Şeyh Mahmut yönetiminde bir Kürt hakimiyeti kurmaya başlamışlardır4.
Musul’da bu fiili durum devam ederken İngilizler, 16 Mart 1920’de İstanbul’a çıkıp meclisi dağıtmışlar, yakaladıkları milletvekillerini de tutuklamış, bundan kurtulan milletvekillerinin bir kısmı Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde başlatılan Millî Mücadele’ye katılmışlardır. Musul’un Arap idaresine girmesini istemeyen Kürt ve Türkmenler de Anadolu’da başlayan bu mücadeleden cesaretle İngilizlerle çarpışmaya başlamışlar, Mustafa Kemal de onların silahlı mücadelesini desteklemiştir. Mustafa Kemal’in etkisini gören İngilizler, Lord Curzon’un tüm karşı çıkmalarına rağmen, onunla irtibata geçmek istemişler, Mustafa Kemal ise, İngilizlerle yapılacak olan görüşmelerde Türkiye’nin elini güçlendirmek için 1921 Aralık ayında bölgeye Özdemir Bey komutasında asker sevk edip Revanduz’u ele geçirtmiştir. Bölgede görevli Türk birliği, 21 Ağustos 1922’de İngilizleri yenip Musul’a iyice yaklaşmıştır; bundan iyice cesaretlenen bölge aşiretleri de İngilizlere karşı mücadeleyi şiddetlendirmişlerdir. Bu mücadele sonucunda İngilizler, her ne kadar Süleymaniye’yi terk etmek zorunda kalsalar da, Şeyh Mahmud desteğini yanlarına alınca aşiretlerin mücadele kararlılığını zayıflatmayı başarmışlardır. İngilizler, Şeyh Mahmud’un bu işbirliğinden kısa bir süre sonra Mustafa Kemal’le irtibata geçtiğini öğrenince, bu kez Seyyit Taha’yı devreye sokmuşlar ve Kral Faysal’ın Irak’taki egemenliğini yasallaştırmak için düzenledikleri seçime karşı çıkan Musul ileri gelenlerini tutuklatmışlardır. Musul’u elde etmenin tek yolunu silahlı mücadelede gören Fevzi Paşa, Özdemir Bey’e takviye birlikler göndermiş; ancak Anadolu’daki Yunan işgali nedeniyle daha önce bu bölgeye gönderilen birliklerin bir kısmını geri çekmek zorunda kalınca, buradaki Türk birliği zayıf düşmüş ve takviye edilen İngiliz birlikleri tarafından geri püskürtülmüştür. Böylece Musul, daha Lozan görüşmeleri bitmeden tamamen İngiliz egemenliğine geçmiştir5.
Nüfus Durumu
Musul vilayetinde kimi zaman tüm vilayet sınırlarında yaşayanlar, kimi zaman sadece vilayet merkezinde yaşayanlar, kimi zaman sadece erkekler, kimi zaman da tüm halk sayılmak suretiyle değişik şekillerde nüfus sayımları yapılmıştır. Bu da yapılan nüfus sayımlarının bugünkü anlamda sağlıklı olmadığının bir göstergesidir. Bölgede değişik tarihlerde yapılan nüfus sayımlarına göz atıldığında, bölge halkının temel dini yapısı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yapılan sayımlar özetle şöyledir: 1877-1878’den itibaren nüfus sayımı yapılmıştır. Bu sayımlara göre, bölgede yaklaşık 700.000 kişi yaşamaktadır. Sayımlarda dinî veya etnik yapı incelenmemiştir, 1895 yılı nüfus sayımına göre Müslümanlar 178.100, gayrimüslimler ise 20.000 civarındadır, 1897 yılı nüfus sayımına göre kadın ve erkekler ayrıca sayılmış, buna göre Müslümanlar 185.000 civarında, gayrimüslimler ise 20.000 civarındadır, 1906-1907 yılları nüfus sayımına göre Müslüman nüfus 146.000, gayrimüslim nüfus ise 14.000 civarındadır.6
LOZAN KONFERANSI’NDA MUSUL SORUNU
Konferans Öncesi Durum
15 Kasım 1918’de İngiliz ordusunun eline geçmiş olan Musul, Millî Mücadele döneminde İngiliz işgalinden kurtarılamamış ve konu Lozan Konferansı’na bırakılmıştır. Musul, güvenlik ve petrol yönünden hem Türkiye hem de İngiltere için çok önemliydi. İngiltere, Musul bölgesini seçimle Kral Faysal yönetimindeki Irak’a vermek istemişse de, bu seçim başta Şiilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin ve diğer Musul halkının onayını almamış, ancak tüm bu tepkileri göz ardı ederek Musul bölgesini Irak yönetimine bırakmıştır. Musul sorunu, ilk kez İsmet Paşa ile Lord Curzon arasında yapılan 26 Kasım 1922 tarihli görüşmede dile getirilmiş ve barış içinde bir çözüme bağlanması konusunda hemfikir olmuşlardır. Bu görüşmelerin ikincisinde Türkiye, Musul petrolünden pay istemişse de bu İngilizler tarafından reddedilmiş ve bunun üzerine Türk temsilcileri Londra’ya giderek konuyu İngiliz petrol uzmanlarıyla görüşmüşler, fakat bir sonuç elde edememişlerdir. Musul konusu, ikili görüşmelerden bir sonuç alınamayınca 23 Ocak 1923’te Lozan komisyonuna getirilmiştir7.
Lozan Görüşmeleri Sırasında Türk Tarafının Görüşleri
23 Ocak 1923’te yapılan görüşmede İsmet Paşa, Musul vilayetinin bir başka devlete etnik, siyasî, tarihî, coğrafî, ekonomik ve askerî nedenlerle bırakılamayacağını özetle şöyle açıklamıştır: Musul vilayetinde yerleşik nüfus 503.000 kişiye varmaktadır. Burada Kürt nüfusu 263.830, Türk nüfusu 146.960, Arap nüfusu 43.210, Yezidi 18.000, Müslüman olmayanlar 31.000’dir. Buradaki Kürt, Arap ve Türk göçebe aşiretleri, yaklaşık 170.000 kadardır; ancak bu göçerler sürekli yer değiştirdiklerinden bölge nüfusundan sayılamamışlardır. Bu istatistiklere göre nüfusun beşte dördünü Türkler ve Kürtler, geri kalan beşte bir oranını Araplar ve gayrimüslimler oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti, Musul’da yaşayan erkekleri askere almak için vilayetin nüfusunu bilmek zorundaydı. Bu nedenle nüfusa dayalı Osmanlı istatistikleri Birinci Dünya Savaşı öncesine dayanmaktadır ve rakamlarda bir oynama söz konusu değildir. Bunun karşılığında İngilizlerin yapmış olduğu nüfus sayımı, sırf İngilizlerin haklılığını göstermek amaçlı birkaç memur tarafından yapıldığından, hem yetersiz hem de yanlıdır; bu sayıma rağmen Türk-Kürt nüfusu, Arap ve gayrimüslim nüfustan çok daha fazladır. İngilizler, Musul bölgesinde yaşayan Türkmenlerin İstanbul Türkçesi konuşmadıkları için Türk olmadıklarını öne sürmeleri çok anlamsızdır; çünkü Anadolu Türk’ü de İstanbul şivesi konuşmaz ve Türkmen olarak nitelendirilir. İngilizler, Kürtlerin İran kökenli olduklarını ileri sürseler de ansiklopedileri ”Encyclopedia Britannica”ya göre Kürtler, Turan kökenlidir. Her ne kadar Kürtler, Türklerden farklı bir dil konuşsalar da aynı gelenek göreneklere ve inanca sahiptirler. Bölgede yaşayan Hıristiyanlardan Keldaniler ve Asuriler Osmanlı yönetimiyle sorunları olmamış, Nesturiler ise Ruslarla birlikte Osmanlı ordusuna karşı savaşmışlardır. Araplar, Müslüman olmakla birlikte Musul vilayetinde bir azınlıktır. Bu nedenle azınlık durumunda bulunan Araplara Musul’un bağlanması haksızlıktır. İngilizler Arapları, Mekke Şerifi Hüseyin önderliğinde Osmanlı’ya karşı ayaklandırmış olsalar da, Araplar 1920 ve 1921 yıllarında bu kez İngilizlere karşı isyan etmişler ve bu isyanlar çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır8.
İsmet Paşaya göre; Büyük Millet Meclisi Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükûmetidir ve Kürtlerin Türklerle yaşamak istemediği doğru değildir. Bunun ispatı ise Mecliste bulunan Kürt milletvekilleridir. Mecliste Musul’dan Kürt milletvekili olmayışının nedeni ise bölgenin İngiliz işgali altında olmasından dolayı sağlıklı bir seçimin yapılamamasıdır. Büyük Millet Meclisi’nde bulunan Kürt milletvekilleri Musul’un Türkiye’den ayrılmasını istememekte ve bu uğurda mücadeleye hazır olduklarını beyan etmektedirler. Musul’da yaşayan Kürtlerin de aynı duyguya sahip olduklarının işareti ise, İngilizlere karşı patlak veren Kürt isyanları, İngilizlerin asker olarak aldıkları Kürtlerin yakaladıkları ilk fırsatta Türkiye’ye kaçmaları ve Kürt köylerinin Türkiye’ye olan bağlarını koparmak için İngiliz savaş uçaklarının bu köyleri bombalamalarıdır. İngilizlerin Osmanlı topraklarında Kürt isyanı olarak lanse ettikleri 1914’te patlak veren Dersim ve Bitlis olayları, küçük çaplı önemsiz ayaklanmalardır ve yabancı konsolosların kışkırtmasıyla olmuştur. Anadolu’daki Kürtler, hem Birinci Dünya Savaşı’nda hem de Kurtuluş Savaşı’nda Türklerle tam bir dayanışma hâlindedirler; çünkü Türkiye Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de devletidir. Musul’daki Kürtler ise İngilizler tarafından bağımsızlık vaadiyle kandırılıp esir düşürülmüşlerdir. İngilizlerin Irak mandası için yapmış oldukları seçimin de bir anlamı yoktur; çünkü her şeyden önce İngilizlerin Musul’u işgal etmelerinin hiçbir hukukî gerekçesi olmadığı gibi, Wilson Prensipleri’ne göre de bir halk, kendi iradesi dışında bir devletin egemenliğinden başka bir devletin egemenliğine geçirilemez9.
Yine İsmet Paşaya göre; Musul, Selçuklu İmparatorluğu döneminden beri, yani 11. yüzyıldan itibaren aralıksız olarak Türk egemenliğindedir. Eski tarih kitaplarında Musul’un güneyinden Bağdat’a kadar olan bölgenin “Vadi-î Tatar” diye adlandırılması da boşuna değildir. Bölge ekonomik olarak Akdeniz limanlarına ve Diyarbakır’a bağlıdır; eğer Musul’u Akdeniz’e bağlayacak olan bir demir yolu yapılırsa bölge halkı Irak’tan çok daha fazla Anadolu’ya bağlanacaktır. Bölgenin Anadolu’yla ulaşımı çok daha kolaydır ve ticaretini Anadolu’yla yapmaktadır. İngiliz tezine göre; bölge, sırf ekonomik ihtiyaçlarını Bağdat ve Basra Körfezi’nden sağladığı için Irak’a bağlanacaksa, o zaman tüm dünyada ülkelerin ekonomik bağımlılığı göz önünde tutularak yeniden sınır düzenlemelerine gidilmelidir. Türk hükûmetinin Osmanlı borçlarının ödenmesine ilişkin eski Osmanlı ülkelerinin bu borçların bir kısmını üstlenmesini istemesi, mandat ülkelerini kabul ettiği anlamına gelemez. Musul’un, nüfusunun dörtte birini dahi oluşturmayan Araplara verilmesi kabul edilemez. Boğazlardan ve İstanbul’dan yabancı savaş gemilerinin geçmesi Türkiye’nin varlığı için nasıl bir tehdit oluşturmuyorsa, Musul’da Türklerin bulunması da Bağdat’ın güvenliği için bir tehdit oluşturmaz. Musul’un mütarekeden sonra İngiliz ordusu tarafından işgalinin hiçbir haklı gerekçesi yoktur; çünkü Osmanlı birlikleri kuvvet kullanmaktan ve savunma yapmaktan kaçınmaları doğrultusunda emir almışlar, İngilizler de ancak bu durumdan yararlanarak bölgeyi işgal edebilmişlerdir. Musul, Türkler için bir petrol sorunu değil, bir ülke sorunudur, çünkü Musul, Türkler için ana yurdun bir parçasıdır. Musul, Türkler tarafından alınsa dahi petrol yataklarından dünyayı yoksun bırakmaları söz konusu değildir. Türklerin Londra’ya temsilci göndermelerinin nedeni de petrol imtiyazlarına sahip şirketin, Türklerin bu bölgeyi almalarından sonra petrol işletme haklarının kendilerine tanınıp tanınmayacağını öğrenmek istemeleridir. Bir ülke halkının kimler tarafından ve nasıl yönetileceğini saptamanın genel yolu plebisittir. Emir Faysal’ın seçimi konusunda Irak halkının oyuna başvuran İngiltere, bu bölge halkının kendi kaderini tayin etme konusundaki görüşünü açıklamasına imkân vermek istememesini anlamak güçtür. Plebisite başvurulma isteğinin reddi Türk tezinin haklılığını göstermektedir. Bu da Musul’un Türkiye’ye ait olduğunun en büyük kanıtıdır. Türk hükûmetinin ne Musul vilayeti hakkında ne de buradaki doğal kaynakların kaderi hakkında Milletler Cemiyeti’nin hakemliğini kabul etmesi mümkündür. “Sykes-Picot Anlaşması”yla İngilizler, Musul’u Fransızlara bıraktığına göre, demek ki Musul Irak ve İngiltere için hayatî önem taşımamaktadır10.
Lozan Görüşmeleri Sırasında İngiliz Tarafının Görüşleri
Lord Curzon, İngiliz görüşünü özetle şöyle açıklamıştır: Tüm Mezopotamya, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından işgal edilmiş ve Türk orduları yenildikleri için bölgeden ayrılmışlardır. İngilizler, bölge Türk yönetiminden kurtarıldığı takdirde Araplara bağımsızlık vaadinde bulunmuşlardır. Zaten, Musul halkına Bağdat’la birleşmeyi isteyip istemedikleri sorulduğunda, halkın birleşmek istediği, ancak bir Arap kralla yönetilme konusunda kararsız kaldıkları görülmüştür. 1919 Barış Konferansı’nda Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınmış ülkelere mandat sistemi uygulanmasına karar verilmiş ve bu karar Başkan Wilson‘un etkisiyle alınmıştır. 1920 Nisanı’nda Müttefik devletler San Remo’da Mezopotamya’nın mandatını İngiltere’ye vermeye karar vermişler ve Ağustos 1920‘de Sevres Anlaşması ile bunu onaylamışlardır. Irak’ın kuzey sınırı, Musul vilayetinin kuzey sınırı olarak belirlenmiştir ve Araplar oy birliği ile Emir Faysal’ı Irak kralı seçmişlerdir. Irak’ın topraklarından hiçbir şekilde taviz verilmemesine dair Irak Devleti ile İngiliz Devleti anlaşmıştır. İsmet Paşa, Osmanlı borçlarını mandat ülkeleriyle paylaşmakla mandat ülkelerini tanıdığını kabul etmiştir. Musul vilayeti askerî işgal altında değildir, çünkü Musul’da İngiliz askerleri değil o bölgenin yerel kuvvetleri görev yapmaktadır. Müttefik devletler Asya’daki savaşı kazanmışlardır, bu nedenle Osmanlı meclisinin 1920 Şubatı’nda kabul ettiği “Misak-ı Millî” ile Musul topraklarının kendisine bırakılmasını istemesi ciddiye alınamaz, zaten savaştan zaferle çıkmış bir ulustan da böyle bir talepte bulunulamaz. Türk hükümetinin Musul vilayetine dair vermiş olduğu nüfus istatistikleri sadece askerlik hizmeti için tutulduğundan bu nüfus istatistiklerinin gerçeği yansıtması mümkün değildir11.
Curzon’a göre, 1921 yılında İngiliz subaylarının büyük bir özenle tespit etmiş olduğu rakamlar şöyledir: Araplar 186.000, Kürtler 455.000, Türkler 66.000, Hıristiyanlar 62.000, Yahudiler 17.000 olmak üzere Musul vilayetinin nüfusu 750.000 ile 800.000 arasındadır. Musul, yüzyıllarca süren Türk işgali boyunca bile Arap karakterini yitirmemiştir ve Türk nüfusu toplam nüfusun on ikide biri kadardır. Burada bulunan Türklerin kullandıkları Türkçe İstanbul şivesi de değildir. Kürtler, İsmet Paşanın iddia ettiği gibi Turan değil İran asıllıdırlar, bir tür İran dili konuşmaktadırlar, gelenek-görenek ve kadınlarla ilişkileri Türklerden o kadar farklıdır ki, her zaman için bir Türk’ü Kürt’ten ayırt etmek mümkündür. Kürtler, her zaman dağlarda yaşamış ve Türk hükûmeti güney “Kürdistan”da hiçbir zaman otorite kuramamıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kürtler, Türklere değil İngilizlere yardım etmiştir. Süleymaniye’den Türk meclisinde tek bir milletvekili yoktur ve meclisteki diğer Kürt milletvekillerinin çoğu Türkçe bilmedikleri için meclis çalışmalarına dahi katılamamaktadırlar. Kürtler, Türklerden hoşnut değildir ve özerklik istemektedirler. İngiliz yönetiminde Kürtlere özerklik verilecek ve kendi dillerinde okulları olacaktır. Bölgede plebisite başvurulmasını Kürtler değil Türkler istemektedir. Aslında bölgede mahallî bir plebisite başvurmak istenmesi kan dökülmesine neden olacaktır ve plebisitin sınır saptamasında kullanılmasının ne gibi kötü sonuçlar doğurduğu Birinci Dünya Savaşı öncesi uygulanan plebisitlerden çok iyi anlaşılmıştır. Musul’da yapılacak bir plebisitin güvenliğini ne Türk ne de İngiliz ordusu sağlayabilir. Musul’daki Hıristiyanlar, hiçbir şekilde Türklerle birlikte yaşamak istememiş ve birçoğu kendi bölgelerinden uzaklaşarak Mezopotamya’ya gelmiş ve İngilizler tarafından büyük paralar harcanarak bu bölgeye yerleştirilmişlerdir. Hıristiyanlar, Türklerden korktukları için silahlanmışlardır. 1920-1921’de Musul’daki Arap ayaklanmaları Türk propagandasının sonucudur ve bu ayaklanma bastırıldıktan sonra yeni bir ayaklanma olmamıştır. Musul’a birçok gıda ürünü Türkiye’den değil Avrupa‘dan gelmektedir. Eğer Musul, Türklere bırakılacak olursa Türkler savaşçı bir millet olduklarından Arap devletini baskı altında tutup bu devletin yok olmasına neden olacaklardır. Mütarekeler kesin sınırları çizmediği gibi Mondros’ta gerçekleşen mütareke Türkiye’nin stratejik noktalarının müttefik kuvvetlerince işgaline izin vermektedir.12
Yine Curzon’a göre İngiliz hükûmetinin Musul’u elinde bulundurmasının sebebi olarak petrol gösterilmektedir; aslında Musul’da ne kadar petrol olduğunu İngiliz tarafı dahi bilmemektedir ve bu konuda hiçbir imtiyaz sahibiyle görüşülmemiştir. Halbuki Türk tarafı Londra’ya gönderdiği üç temsilciyle petrol imtiyazı konusunda İngiliz anonim şirketi “Turkish Petroleum” şirketiyle görüşmelerde bulunmuştur. Eğer İngiliz petrol şirketi başarılı olursa, bundan Irak olduğu kadar Anadolu da kazançlı çıkacaktır. Araplar, Musul vilayetinin dörtte birini oluşturmalarına rağmen bu bölgenin Araplara bağlanmasını kabul etmeyen İsmet Paşa, bölge nüfusunun on ikide birini oluşturan Türklere verilmesini isteyebilmektedir. Türk temsilcisi Milletler Cemiyeti’nin hakemliğini kabul etmelidir, kabul etmediği takdirde dünya basınının eleştirilerine hedef olacaktır. Musul sorunu Türk temsilcisinin istediği doğrultuda çözümlenmezse Türkiye bu sorunu askerî yollardan çözmeye çalışacaktır, bu da bölgede savaşa neden olacaktır. Halbuki, İngiltere bölgede savaş yerine barış istediği için Musul meselesini Milletler Cemiyeti’nin hakemliğine götürmek istemiş ve bu isteği, Japon, Fransız, İtalyan temsilciler tarafından desteklenmiştir 13.
LOZAN KONFERANSI SONRASINDA MUSUL SORUNU
İngiltere’nin Musul konusundaki uzlaşmaya yanaşmayan tutumu nedeniyle İsmet Paşa sırf barışa engel olmamak için sorunu bir yıl içinde İngiltere’yle çözmeye razı olur, konu konferans gündeminden çıkarılır ve anlaşmanın 3/2 maddesi şöyle düzenlenir:
“Türkiye ile Irak arasındaki sınır bu anlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülecek süre içinde iki hükûmet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti’ne götürülecektir. Sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz hükûmetleri kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askerî ya da başka bir harekâtta bulunmamayı karşılıklı olarak yükümlenirler”14.
Musul sorunu İngiltere’nin isteği doğrultusunda Milletler Cemiyeti’ne bırakılmıştır. Ancak bu karar Büyük Millet Meclisi’nde büyük tartışmalara neden olmuş ve Mustafa Kemal bu kararı savunmuştur; çünkü ona göre Musul’u vermemekte direnen Türkiye’nin İngiltere ile bir savaşı göze alması gerekir; oysaki Türkiye’nin o gün içinde bulunduğu durum buna olanak vermemektedir. Mustafa Kemal, Musul’un geri alınmasını bir sorun olarak görmemekte, ancak savaşın uzun sürmesi durumunda Türkiye’nin bunu göze alamayacağını savunmaktadır. Günümüzde bile İsmet Paşanın sırf batılılaşma ve İngiltere’yle anlaşma uğruna Musul’u gözden çıkardığı eleştirileri bundan dolayı yapılmaktadır.15
Haliç Konferansı (İstanbul Konferansı)
İngiltere, Lozan’dan sonra Ekim 1923’te Türk hükûmetiyle Musul konusunda görüşmelerde bulunmak istediğini belirtmişse de bu görüşmelere ancak 19 Mayıs 1924’te Haliç’te başlanabilmiştir. Türk temsilcilerin başında bu kez Fethi Okyar vardır ve o da İsmet Paşanın tezlerini savunmuş, sadece tek bir yenilik olarak Süleymaniye, Kerkük ve Musul Türkiye’ye bırakıldığı takdirde buradaki petrolden İngilizlere ortaklık vermeyi önermiştir. Buna karşın İngiliz heyetinin başında bulunan Cokes ise hiç beklenmedik bir şekilde Musul’dan başka Hakkari’nin Nesturilere verilmesini istemiştir. İngilizler, Türkiye’nin Hakkari’yi vermeyeceğini bile bile isteklerini yüksek tutmuşlar ve bu şekilde sorunu çıkmaza sokarak konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürüp istedikleri sonucu burada elde etmeyi amaçlamışlardır. 5 Haziran 1924’te toplantının sona ermesinin ardından İngiliz tahriki sonucu 7 Ağustos 1924’te Hakkari civarında Nesturi ayaklanması başlamıştır.16
Nesturi Ayaklanması
Nesturilik genellikle halk arasında Süryanilikle karıştırılır. Nesturilik, Hz.Yahya’dan beri Ortadoğu’daki Hıristiyanlar arasında yer alır. Nesturilik, Mesih’in kutsallığı üzerine çıkan dinî tartışmalardan sonra 428 yılında İstanbul ruhbanı olan Rahip Nestroius’un Papa tarafından kınanması üzerine Roma’dan ayrılmasıyla doğmuş yeni bir mezheptir. Müslümanların himayesi altında İran hududunda ve Reval Gölü civarında yaşayan Nesturiler, aşiret ve reaya olmak üzere iki sosyal ve ekonomik sınıfa ayrılırlar. Reaya yaylada oturup tarımla ilgilenirken, aşiretler göçer olarak dağlarda yaşarlar17.
Nesturiler, Osmanlı döneminde bölgedeki Kürt aşiretleriyle sorunlar yaşamaktaydılar, ancak asıl sorunlar gelen misyonerlerle birlikte başlamıştır; çünkü misyonerler Nesturilerin Müslümanların baskısı altında yaşadıkları fikrini ve ayrılıkçı fikirleri güçlendirmişlerdir. Özellikle 19. yüzyılda bölgeye gelen “Amerikan Board” teşkilâtı misyonerleri başta olmak üzere, İngiliz ve Fransız misyonerler bu konu üzerinde çok yoğun bir şekilde çalışmışlardır. Rus ve İngilizler, Nesturileri Ermenilerle iş birliği yapmaya teşvik etmişler, ancak buna karşı çıkan Nesturilerin bir kısmı Ermenilerce katledilmiş ve Kiliseleri yakılmıştır. Fakat misyonerlerin faaliyetlerinden asıl Kürtler etkilenmişler ve toprakların ellerinden gideceğini düşünerek Nesturilere düşman olmuşlardır. Nesturiler, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslardan destek alarak Patrik Mirşumin önderliğinde Osmanlı’ya karşı ayaklanmışlar ve“Melik” olan Ağa Petros ayaklanmada büyük rol oynamıştır. Ağa Petros, Osmanlı Devleti’nde Rumiye Konsolosu olarak görev yapmış, zamanla Nesturilerin Ortodoks olmasını ve bu suretle Ruslara yakınlaşmasını sağlamış ve Kürt aşiretlerini Osmanlı’ya karşı kışkırtmıştır. Ruslarla aynı cephede Osmanlı’ya karşı çarpışan ve Müslümanları katleden Nesturiler bölge halkının tepkisini çekmişlerdir. 1917 Bolşevik İhtilali ile bölgeden geri çekilen Rus birliklerinin bıraktıkları silah ve cephanelerle Kürt aşiret reislerinin desteğini alarak Osmanlıya karşı savaşlarını sürdürmek isteyen Nesturilerin lideri Patrik Mirşumin, Şırnak’taki Kürt Aşiret Reisi Simko ile görüşme yapmak için gittiğinde burada Kürtler tarafından öldürüldüğü için Nesturiler başsız kalmış ve İran ve Irak’a kaçmışlardır. Irak’a kaçanlara İngilizler sahip çıkmış ve onları bir kampa yerleştirerek onlardan yerel askerî bir birlik oluşturup kendilerine karşı yapılan ayaklanmalarda kullanmışlardır. Hatta Ağa Petros İngiliz desteği sayesinde Hakkari’ye saldırmış, ancak başarılı olamamıştır. Lozan görüşmeleri sırasında Nesturilerin istekleri İngilizler tarafından Türk heyetine karşı kullanılmıştır. Nesturilerin toprak taleplerine, İngilizlerin Ermenilere söz verdikleri Van’ı da katmaları İngilizlerle aralarının bozulmasına neden olmuştur.18
Nesturi ayaklanması, 7 Ağustos 1924’te Hakkari valisinin esir alınması ve birçok jandarmanın öldürülmesiyle başlamıştır. Vali daha sonra kendisini esir alan Nesturilerin İngiliz üniformalı olduklarını açıklamıştır. Bakanlar kurulu, bu olaylar üzerine 14 Ağustos 1924’te toplanıp isyanı bastırma görevini Cafer Tayyar Paşa’ya vermiştir. Rauf Orbay, hatıralarını kaleme alan Feridun Kandemir’e, Cafer Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya söylediği şu sözleri aktarmıştır: “Nasıl İngilizler Musul’u bir oldu bitti ile aldılarsa ben de böyle bir harekât yapabilirim ve başarılı olduğum takdirde Musul meselesi halledilmiş olacaktır; ancak başarısız olduğum takdirde hükümetin izni olmadan böyle bir harekâta kalkıştığımı ve bu yüzden divan-ı harbe verileceğimi söylersiniz.” Mustafa Kemal, kendisine bu sözleri ileten paşaya onun bu işi başarabileceğine inandığını ve kendisinden haber beklemesini belirtmişse de, bu konuda hiçbir zaman bir emir vermemiştir. Cafer Tayyar Paşa, Nesturi ayaklanmasını bastırmış ve çatışmaya katılan Nesturilerin birçoğu öldürülmüş, çok azı sağ yakalanmış, diğer büyük çoğunluk ise İran’a kaçmıştır. Nesturiler, 4 Mayıs 1924’te Kerkük’te elli Müslümanı öldürdükleri ve bu nedenle bölge halkının tepkisine neden olduklarından İngilizler, Nesturi ayaklanmasının bastırılmasına önemli bir tepki göstermemişlerdir19.
Musul Konusunun Milletler Cemiyeti’ne Götürülmesi
Haliç Konferansı’nın başarısızlığa uğramasından sonra İngilizler, Lozan Anlaşması’nın 3/2 maddesi uyarınca sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürmek istemişlerdir. Türkiye, burada son bir kez “Turkish Petroleum” şirketinden İngilizlerin kendi lehine bir etkide bulunmasını istemişse de sonuç alamamış ve konu Milletler Cemiyeti’nde 20 Eylül 1924’te görüşülmeye başlanmıştır. Türkiye, geçici üye (30 Ocak 1923) statüsü ile katıldığı bu görüşmelerde plebisit isteğini yinelemiş; fakat İngiltere plebisitin mümkün olamayacağı cevabını vermiştir. Türkiye, yine de bölge halkının duygularını öğrenmenin tek yolunun plebisit olduğu görüşünde ısrar etmiştir20.

Musul Petrolü Üzerindeki Rekabet
II. Abdülhamit, İngiliz ve Alman arkeologların yaptıkları kazılarda ortaya çıkardıkları Musul petrollerinin bulunduğu bölgeyi, 1890’da çıkardığı “İrade-i Seniye” ile “Padişah Hazinesi” ilan etmiştir. Musul petrolü Lozan’da ve başka görüşmelerde pazarlık konusu olmuş, bu da İngilizleri çok rahatsız etmiştir; çünkü İngiliz işgalindeki Musul petrollerinin neredeyse tamamı Padişah hazinesi içindedir. İngilizlerin Musul petrollerine ilişkin düzenlemelerinden ABD rahatsız olmuş ve bu rahatsızlığını İngiltere’ye verdiği sert notalarla ifade etmiştir. Amerikan petrol şirketleri bununla da yetinmeyerek II. Abdülhamit’in varislerini bularak onlar sayesinde petrol çıkarılan alanlar üzerinde söz sahibi olmak istemişler ve Abdülhamit’in söz konusu Padişah hazinesini II. Meşrutiyet’in tarihi olan 1908’den sonra maliye hazinesine devretmesinin yasal olmadığını, ittihatçilerin baskılarıyla böyle bir şeye mecbur kaldığını ispat etmeye çalışmışlardır. Amerikalıların bu girişimi, İngiliz petrol şirketlerini telaşlandırmış ve konunun hukukî boyutunu araştırmaya başlamışlar ve Osmanlı’nın o dönemdeki resmî gazetesi olan “Takvim-i Veka-yi”den Padişah hazinesinin artık padişahın şahsına ait olmadığı ve maliyeye devredildiğini tespit etmişlerdir21.
Bu konuda karşılıklı iddialar devam etmiş ve Türk tezini Lozan’da ABD’nin desteklemesinden telaşa kapılan İngiliz başbakanı, Amerikan oyununu bozmak için Türklere Lozan’da Turkish Petrolün payından (Irak hükûmetine geçen payından) % 20’sini teklif etmek istemişse de Curzon, buna gerek olmadığını söylemiştir, çünkü ona göre Türkler çok daha az paya razı olacaklardır. Türk heyeti, petrolden Abdülhamit’in varislerine pay verilmesinin Osmanlı Devleti’nin varlığının devam ettiği anlamına geleceği için İngiliz tezine yaklaşmıştır. Sonuçta İngiltere, Amerikalıların baskılarına dayanamayıp 31 Temmuz 1928’de yapılan nihaî anlaşma ile Musul petrolünden Fransız ve Amerikalılara da pay vermek zorunda kalmıştır22.
İngiltere’nin Kürt Politikası
İngiltere’nin Kürt politikasında zaman zaman değişiklik olsa da, İngilizlerin tek amacı Kürtlerin yaşadıkları bölge üzerinde güvenlik ve petrol nedeniyle kontrolü elinde tutmaktır. İngiltere, Irak ve Türkiye’yi de kapsayacak bir Kürt devleti başta olmak üzere, özerk bir Kürt bölgesi, Kürt devletçikleri ve sadece Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti gibi birçok alternatifi çözüm olarak öne sürmüş; ancak bu çözüm modellerini uygulamak, düşünüldüğü gibi hiç kolay olmamıştır. Bunun da temel nedeni İngilizlerin aynı topraklar üzerinde hem Araplara, hem Ermenilere hem de Kürtlere devlet vaadinde bulunmuş olmasıdır. Şöyle ki; Sevres Antlaşması’yla kurulması vadedilen Ermeni devletinin; ancak güneyinin güneyinde kendilerine bir toprak vadedildiğini öğrenen Anadolu’da yaşayan Kürtler, bir Ermeni devleti içinde yaşamaktansa Türklerle birlikte Milli Mücadele’ye katılmayı tercih etmişlerdir. Diğer bir neden ise, İngilizlerin Kürtleri denetim altına almada ve Kürtlerin kendi aralarında uzlaşı sağlamada zorlanmasıdır23.
İngiltere, Kürtler ve bölge konusunda uzman olan Binbaşı Noel’i 1918’de bölge hakkında istihbarat faaliyetlerinde bulunması için Musul’a göndermiştir. İngiliz dışişlerinin bile fazla Kürt yanlısı bulduğu Noel, Kürtlerin İngiltere ile bağlarını artırarak bir Kürt devleti kurma teşebbüsünün dışında, Sivas Kongresi’ni basma girişiminde bulunmuş; ancak bu teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kürt meselesi önce Nisan 1920’de San Remo’da ele alınmış, sonra Sevres Antlaşması’yla düzenlenmiştir. Bu düzenlemeyle Kürtlerin yaşadığı bölgenin kuzey ve güney olarak ikiye ayrılması kabul edilmiş, Musul’un, yani güneyin, İngiliz hakimiyetinde olmasında ve kuzeyde bir Kürt devleti kurulmasında sakınca görülmemiştir. Çünkü kuzey bölgesinde petrol yoktur ve bölge dağlık olduğundan denetlenmesi oldukça güçtür, güney ise düz ve denetlenebilir olmasının dışında petrol yataklarına sahiptir ve bu yüzden İngiliz egemenliğinde kalması şarttır. Kuzeydeki Kürtler bir Ermeni devleti içinde yaşamaktansa Türklerle kurtuluş mücadelesine katılmayı tercih etmişler, Güney Irak’taki Kürtler de ayaklanmalarla İngilizleri uğraştırmışlardır24.
Şeyh Sait Ayaklanması
Şubat 1925’te başlayıp Nisan 1925’e kadar süren Şeyh Sait Ayaklanması, cumhuriyetin kuruluşundan beri çıkan çok sayıda Kürt ayaklanmasının ilki ve en geniş kapsamlısıdır. Ayaklanma, fazla hazırlık yapılmadan başlamış olmasına rağmen Diyarbakır bile kuşatılmış, ancak demir yoluyla asker sevkiyatı yapılarak isyan bastırılabilmiştir. Şeyh Sait Ayaklanması, dinsel görünümlü bir isyandır, bunu duruşmalar esnasında mahkeme başkanı da ifade etmiştir. Ayaklanma, Hilafet’in 1924’te kaldırılmasından kuvvet almıştır. Kürt bağımsızlığı için çalışan Kürt muvazzaf subaylar tarafından kurulan “Azadi” örgütü, dinsel eğilimi ağır basan Kürt halkı üzerinde milliyetçi bir etki yaratamayacaklarını bildikleri için harekâtın başına halkın dilinden anlayan bir din adamı olan Şeyh Sait’i geçirmişlerdir. Nakşibendi olan Şeyh Sait, zaten “Azadi” lideri Cibanlı Halit’in eniştesidir. 1924 Nesturi ayaklanmasını İngiltere’nin tahrik etmiş olması, bu isyanın da arkasında İngiltere’nin olduğu fikrini çağrıştırmış olsa da, bu konuda yeterli deliller bulunamamıştır. İngilizlerin bu ayaklanmadan sonra Musul’u elde etmelerinin çok kolaylaşması da bu fikrin oluşmasına neden olmuştur. Çünkü İngilizler bu isyandan sonra bir Türk-Kürt kardeşliğinin varlığını savunan Türk tezine karşın, Kürtlerle Türklerin çok farklı olduğunu ve Kürtlerin Türklerle bir arada yaşamak istemediklerine dair kendi tezlerini Milletler Cemiyeti üyelerine daha kolay kabul ettirebilmişlerdir25.
16 Eylül 1924 tarihli İngiliz dışişleri belgesi, Ankara’nın komşu ülkelerdeki Kürtlerin Musul meselesinde kendi lehlerine bir tavır almalarını sağlamak üzere nasıl Türkiye’deki kardeşlerine bazı imtiyazlar vermeyi düşündüklerini yazıyordu. Bu belgeye göre 1 Ağustos’ta Diyarbakır’da bir kongre tertip edilmiş ve burada Güneydoğu Anadolu’ya otonomi verilmesi anlamına gelecek bazı yeni düzenlemelerin kararı alınmıştır. Bu düzenlemeler kabilinden olmak üzere genel af, bütçeden özel ödenek, beş senelik vergi muafiyeti, şer-î mahkemelerin yeniden tesisi kabul edilmiştir. Buna karşılık Kürtler, Ankara’ya Musul meselesinde destek olacaklarını taahhüt etmişlerdir. Ancak mesele daha meclise getirilmeden Şeyh Sait Ayaklanması patlak vermiştir. Ayaklanmanın İngiltere’ye sağladığı diğer bir fayda ise fırsattan istifadeyle Irak’a karşı askerî bir harekâta girişmediği sürece iç ayaklanmayla uğraşan bir Türkiye’nin Musul meselesinde direnmesini de zorlaştırmış olmasıdır26.
Komisyon Raporu
Baskın Oran kitabında, Milletler Cemiyeti’nde oluşturulan komisyonun Musul hakkında vermiş olduğu kararı şu şekilde açıklamıştır: Milletler Cemiyeti, İngiltere’nin görüşü doğrultusunda tarafsız devletlerden oluşan üç kişilik bir komisyon kurma kararı almıştır. Bu komisyon Macar Kont Teleki, Belçikalı Albay Poulis ve İsveçli A. Wirsen’den oluşturulmuştur. Bu arada İngilizler yeni topraklar edinmeye çalıştıkları için kuzeyde sınır çatışmaları çıkmıştır. Bunun üzerine Milletler Cemiyeti, 29 Ekim 1925’te Musul’u Hakkari’den ayıran bir yerden geçici bir çizgi çekmiştir. Bu hat “Brüksel Hattı “olarak anılmaya başlamıştır. Bölgede incelemeler yapan komisyon, 16 Temmuz 1925’te sunduğu raporda, coğrafi ve etnik açıdan Irak’ın verdiği istatistikleri geçerli saymış ve Kürtlerin ne Türk ne de Arap olduğunu belirtmiştir. Komisyon, Brüksel Hattı’nı coğrafi sınır olarak ileri sürmüş ve Musul’da 11. yüzyıldan beri devam eden Türk egemenliğini teyit etmiştir; ayrıca bölgenin ticaretini daha çok Irak ve Suriye’yle yaptığı, halkın ne Irak’a ne de Türkiye’ye katılma hususunda bir coşkusunun olmadığı sonucuna varmıştır. Bölgedeki şeyh ve aşiretler Türkiye aleyhinde konuşmuşlardır. Komisyon bölgenin çıkarı açısından bölge arazisinin taksim edilmemesinde yarar olduğunu, dolayısıyla Brüksel Hattı’nın güneyinin Irak’a ilhakını uygun görmüştür. Komisyona göre; ülke yirmi beş yıl Milletler Cemiyeti mandası altında kalacak, (Irak 1932’de mandadan kurtulmuştur) adaletin yürütülmesi ve okullar için Kürtlerden memur istenecek ve Kürtçe resmî dil olacaktır; eğer manda sona erer ve Kürtlere özerklik sağlanmazsa halk, Araplar yerine Türkiye’yi tercih edecektir ve bölge taksim edilecekse Musul Türkiye’ye, Kerkük Irak’ a kalmalıdır”27.

Divanın Kararı
Milletler Cemiyeti Milletlerarası Daimî Adalet Divanı, 21 Kasım 1925’te Lozan Anlaşması’nın 3/2 maddesine göre bağlayıcı karar almıştır. Bu arada Brüksel Hattı’nın Türkiye tarafına sokulmayan Estonyalı generalin Türklerin bölgedeki Hıristiyanlara kötü davrandığını rapor etmesiyle ve çıkan Şeyh Sait ayaklanmasının etkisiyle Milletler Cemiyeti, Türkiye’nin katılmadığı 16 Aralık 1925’te divan kararını benimseyerek Brüksel Hattı’nın kuzeyini Türkiye’ye, güneyini ise Irak’a bırakma kararı almış ve Musul bu suretle Irak’a bırakılmıştır. Bu karar, Türkiye’de büyük tepkiyle karşılanmış; hatta Türkiye, Cenevre temsilcisini geri çekmiştir. Mustafa Kemal, Cumhuriyet Halk Fırkası kurultayında Musul meselesi kararıyla Avrupa’nın şark milletlerini ezmek arzusundan vazgeçmediğini belirtmiştir. Türkiye, Milletler Cemiyeti kararından bir gün sonra SSCB ile 17 Aralık 1925’te yaptığı dostluk ve tarafsızlık anlaşmasıyla karara tepkisini ortaya koymuştur. Bu arada Türk kamuoyunda İngiltere aleyhine oluşan tepkiyle Türkiye’deki İngiliz şirketlerinin çoğu işlerini tasfiye etmişlerdir28.
MUSUL SORUNUNUN TÜRKİYE ALEYHİNE SONUÇLANMASI VE ANKARA ANTLAŞMASI
Türkiye henüz Milletler Cemiyeti’ne üye bile değilken İngiltere’nin örgütün en etkili üyesi olması ve Türkiye’nin yeni savaştan çıkan ve iyice yorgun düşen ordusuyla, İngiltere ile savaşı göze alamaması Musul’un Türkiye aleyhinde sonuçlanmasında önemli etkenlerdir. Ancak Türkiye’nin Adalet Divanı’na temsilci göndermemesi ve Estonyalı generali Türkiye topraklarına sokmayarak onun bölgedeki Hıristiyanlara baskı yapıldığına dair bir rapor düzenlemesinin etkisi de göz ardı edilemez. Musul sorunu sırasında patlak veren Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye’nin Türklerle Kürtlerin kader birliği içinde olduğu tezini İngiltere lehine dönüştürmüştür. 3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılmasını İngilizler, dünya Müslümanlarını Türkiye aleyhine etkilemede çok iyi kullanmışlardır. Tüm bunların yanında Türkiye’nin bölgedeki savaş tehdidini bir an önce yok ederek ülkedeki reformlara başlamak istemesi ve yeni kurulan cumhuriyetin başkentinin dahi yabancı ülkelerce tanınmaması asıl nedenler arasında sayılabilir29.
Türkiye’nin Musul konusunda tek kazanımı, 25 yıl süreyle Irak petrol gelirlerinden Türkiye’ye %10 pay verilmesinin kabul edilmiş olmasıdır. Türkiye’nin bu hakkından 500.000 sterlin alarak feragat ettiği söylenmişse de bu doğru değildir. İngiltere ile 5 Haziran 1926’da yapılan Ankara Antlaşması’yla Brüksel Hattı, Türkiye-Irak sınırı olarak kabul edilmiş, Türkmenlerin azınlık haklarından hiç söz edilmemiştir. Nedeni ise, Musul konusunda Türkmen azınlık haklarından söz eden Türkiye’nin kendi ülkesinde yaşayan Kürtlerin azınlık haklarının İngiltere tarafından gündeme getirilme endişesidir. Antlaşmanın onaylanmasından sonra Türkiye, hem İngiltere’yle hem de Fransa’yla ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. Antlaşmadan önce Almanya dışında başta İngiltere ve diğer batılı ülkelerin çoğu büyük elçiliklerini İstanbul’da tutmuşlardır ki, bu Türkiye Cumhuriyeti’ni ve başkenti Ankara’yı tanımama anlamına geliyordu. Antlaşmadan sonra ise bu tutumlarından vazgeçip büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımışlardır. 1932’de Irak, İngiliz manda rejiminden kurtulmuştur. Türkiye, İngiltere ile ilişkilerini iyi bir şekilde devam ettirmiştir. Türkiye Irak petrollerinden 1954 yılına kadar pay almış, ancak bu paydan alması gereken 2.000.000 sterlin alacağını, 1958’de Irak yönetimini darbeyle devralan General Kasım’dan sonra alamadığı için, bütçe gelir cetvelinde alacak olarak 1986 yılına kadar göstermiş ve aynı yıl Turgut Özal tarafından Arap ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi politikası doğrultusunda bu alacak bütçeden çıkartılmıştır30.

SONUÇ
Son Osmanlı Meclisi, Musul’u her ne kadar daha önceden “Misak- ı Millî” hudutları içerisine almış olsa da Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başarıyla çıkmış Türkiye Cumhuriyeti, askerî ve ekonomik yetersizliği nedeniyle bölge için bir savaşı göze alamamıştır, çünkü o esnada millî devlet olma çabalarıyla giriştiği reformlar neticesinde dinî ya da etnik etkenli isyanlarla karşı karşıya kalmıştır. Ülkesindeki bu ayaklanmaları, savaştan yeni ve yorgun çıkmış ordusuyla bastırmakta zaten güçlük çeken, hatta bu isyanlarda Millî Mücadele döneminde kaybettiği asker sayısından çok daha fazla asker kaybetmiş olan Türkiye’nin bir de Musul için savaşı göze alamamış olması yadırganamazdı. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti Musul’u İngilizlere bırakmamak için ünlü İngiliz oyun ve taktiklerine karşı koymaya çalışmış; ancak sonuçta bölgeyi 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşması’yla İngiliz mandasındaki Irak’a bırakmak zorunda kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgeyi, İngilizlere bırakmaktan başka bir seçeneğinin o gün için pek mümkün olmadığı görülmüştür. Zaten bölge kısa bir süre sonra İngilizlerin de hakimiyetinden çıkmış bağımsız Irak’ın egemenliğine geçmiştir.
Ankara Antlaşması’nın imzalanmasının üzerinden onca yıl geçmesine rağmen bölgede hâlâ huzurun egemen olduğu ve bölgenin statüsünün tartışma konusu olmaktan çıktığı söylenemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü politikası, Musul ve Kerkük petrollerinin bulunduğu bu bölgenin merkezi Irak yönetiminin kontrolü ve denetimi altında olması iken, Irak özerk Kürt yönetimi ise, bölgenin tamamen kendi denetimlerinde ve kontrollerinde olmasını istemektedirler. Bugün hâlâ Musul’da demokratik bir düzenden bahsedilemediği gibi sağlıklı bir otoritenin varlığından da bahsedilemez. Bölgede hâlen büyük bir Kürt, Arap ve Türkmen nüfusu vardır. Bu etnik gruplar arasında sorunlar olduğu gibi aynı etnik grup içinde dahi sorunlar mevcuttur ve bir türlü uzlaşı sağlanamamaktadır. Zaman zaman meydana gelen Kürt grupları arasındaki otorite çatışmaları buna tipik bir örnektir. Tabii ki bölgede güvenliğin sağlanamamasının nedeni olarak, bölgenin kendi başına bırakılmaması görülebilir; ancak aşiret reislerinin bölgenin feodal yapısını sürdürmedeki menfaatlerinin, bölgede demokratik bir sistemin kurulamaması üzerindeki etkileri de göz ardı edilemez. Bugün Amerika’nın Irak’ı demokrasi için değil, bölge petrolünü kontrol etmek için işgal ettiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Irak’ta demokrasi kurma söylemiyle yapılan Amerikan müdahaleleri yaraya geçici müdahale olmak bir yana, yaranın kangren olmasına neden olduğu gibi, ileride çok daha büyük problemlere yol açacağı şeklinde değerlendirilmektedir. Musul’da kurulabilecek yabancı hiçbir yönetim bölgeye demokrasiyi getiremeyeceği ve petrol varlığı nedeniyle bölgenin daha uzun süre büyük ülkelerin çıkar çatışmalarına vesile olacağı düşünülmektedir. Bugün Musul konusunda İsmet İnönü gibi millî bir kahramanı suçlamaktan vazgeçmeli ve Musul nedeniyle Türkiye’nin var olan problemlerinin çok daha fazla ve çıkılmaz nitelikte olabileceğini, şu anki demokrasi çabalarının bile olamayacağını ve bugün bazı Türk vatandaşları tarafından beğenilmeyen demokrasi ve hayat standartlarının dahi aranıyor olabileceği, Musul’un o günkü şartlar altında İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakılmaktan başka çarenin olmadığı, sırf Musul’u almak için Türkiye’nin girişebileceği bir savaşta başarısız olduğu takdirde bugünkü Türkiye yerine Irak benzeri bir kaosun hakim olabileceği de düşünülmelidir.
Musul Türkiye toprakları içersin de olsaydı, Diyarbakır örneğindeki gibi aşiret egemenliği ve aşiret çıkarları uğruna çatışmaların yaşanmadığı modern bir il olabilir miydi? Yoksa 1984 yılından beri Türkiye üzerinde oynanan PKK terör oyununun çok daha şiddetlisi yabancı güçler tarafından sırf petrol uğruna oynanır mıydı? Bunları tahmin edebilmek çok zor, ancak gerçek olan şu ki; Türkiye, her şeyden önce kendi toprakları içinde yaşayan insanlarla Atatürk’ün daha Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türk insanına çizmiş olduğu daha demokratik, daha modern ve daha müreffeh bir toplum olma hedefine ulaşabilmenin savaşımını vermelidir.

KAYNAKÇA
Akgül, S., Musul-Kerkük Harekatı, Berikan, Ankara 2001.
Akgül, S., Musul Sorunu ve Nesturi İsyanı, Berikan, Ankara 1992.
Aydın, A., Musul Meselesi 1900-1926, Turan, İstanbul 1995.
Bayur, Y. H., Türk Devletinin Dış Siyasası, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1942.
Demirbaş, H. B., Musul Kerkük Olayı ve Osmanlı İmparatorluğunda Kuveyt Meselesi, Arba Yayınevi, İstanbul 1995.
Karacan, A. N., Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları , İstanbul 1943.
Meray, S. L., Lozan Barış Konferansı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993.
Mısıroğlu, K., Musul Mes’elesi ve Irak Türkleri, Sebil 1972.
Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Kerkük ve Erbil Meselesi Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1998.
Oran, B.,Türk Dış Politikası, Cilt II, İletişim Yayınları, İstanbul 2001.
Öke, M. K., Binbaşı E.W.C.Noel’in Faaliyetleri.
Öke, M. K., Musul Meselesi Kronolojisi(1918-1926), Türk Dünyası Araştırma Vakfı Yayınları, İstanbul 1980.
Öke, K., Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu 1918-1926, Türk Kültürünü Araştırma Ensitütüsü, İstanbul 1992.
Sonyel, S.,Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991.
Türkmen, Z., Musul Meselesi Askeri Yönden Çözüm Arayışları 1922-1925, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2003.
Yamaner, Ş., M Dosyası, Misak-ı Milli ve Musul, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul 2000.
Yıldız, H., Fransız Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral, İstanbul 1990.
Yıldız, H., Büyük Oyun Irak-Musul-Kerkük Üçgeni, IQ Kültür Sanat, İstanbul 2004.
www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm

1 Ayhan Aydın, Musul Meselesi 1900-1926, Turan, İstanbul 1995, s. 5-13; Suat Akgül, Musul Sorunu ve Nesturi İsyanı, Berikan, Ankara 1992. s. 1-22;; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
2 Yamaner, Ş. M Dosyası, Misak-ı Milli ve Musul, Harp Akademisi Komutanlığı, İstanbul 2000, s. 1-14; S. Akgül, a.g.e., s. 1-22; Aydın, a.g.e., s. 5-13; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
3 Yamaner, a.g.e., s. 1-14; Akgül, a.g.e., s. 1-22; Aydın, a.g.e., s. 5-13; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
4 M. Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu, 1918-1926, İstanbul,Türk Kültürünü Araştırma Ensitütüsü, 1992, s. 1-23; Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi Askeri Yönden Çözüm Arayışları 1922-1925, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2003, s. 35-70; Yamaner, a.g.e., s. 15-54; Akgül, a.g.e., s. 1-22; Aydın, a.g.e., s. 15- 46; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
5 H. Bülent Demirbaş, Musul Kerkük Olayı ve Osmanlı İmparatorluğunda Kuveyt Meselesi, Arba Yayınevi, İstanbul 1995, s. 11-46; Öke, a.g.e., s. 1-23; Türkmen, a.g.e., s. 35-70; Yamaner, a.g.e., s. 15-54; Akgül, a.g.e., s. 22-43; Aydın, a.g.e., s. 15- 46; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
6 Şerafettin Yamaner, M Dosyası, Misak-ı Milli ve Musul, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul 2000, s. 1-14; Akgül, a.g.e., s. 1-22; Aydın, a.g.e., s. 5-13; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
7 S. L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1993, s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 11-46; Türkmen, a.g.e., s. 35-70; Yamaner, a.g.e., s. 15-81; Akgül, a.g.e., s. 29-43; Aydın, a.g.e., s. 15- 46.
8 Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 27-34; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
9 Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 27-34; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
10 Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 27-34; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
11 Öke, a.g.e., s. 89-97; Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 11-26; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
12 Öke, a.g.e., s. 89-97; Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 11-26; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
13 Öke, a.g.e., s. 89-97; Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 11-26; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
14 Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt II, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 260-263; Öke, a.g.e., s. 129-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 71-80; Yamaner, a.g.e., s.135-175. 22 Oran, a.g.e., s. 260-263; Öke, a.g.e., s. 129-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 71-80.
15 Oran, a.g.e., s. 260-263; Öke, a.g.e., s. 129-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 71-80; Yamaner, a.g.e., s.135-175.
16 Öke, a.g.e., s. 133-140; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Akgül, , a.g.e., s. 61-175.
17 Öke, a.g.e., s. 133-140; Demirbaş, a.g.e., s. 83-86; Akgül, a.g.e., s. 61-175.
18 Öke, a.g.e., s. 129-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Akgül, a.g.e., s. 61-175; Yamaner, a.g.e., s.135-175.
19 Oran, a.g.e., s. 260-263; Öke, a.g.e., s. 140-158; Demirbaş, a.g.e., s. 87-92; Yamaner, a.g.e., s.135-175.
20 Öke, a.g.e., s. 97-119; Demirbaş, a.g.e., s.67-82; Aydın, a.g.e., s. 95-98; Yamaner, a.g.e., s. 78-82.
21 Öke, a.g.e., s. 97-119; Demirbaş, a.g.e., s.67-82; Aydın, a.g.e., s. 95-98; Yamaner, a.g.e., s. 78-82.
22 Öke, a.g.e., s. 23-46; Oran, a.g.e., s. 260-263; Aydın, a.g.e., s. 95-98; Yamaner, a.g.e., s. 27-35.
23 Öke, a.g.e., s. 23-46; Oran, a.g.e., s. 260-263; Aydın, a.g.e., s. 95-98; Yamaner, a.g.e., s. 27-35.
24 Öke, a.g.e., s. 158-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Aydın, a.g.e., s. 102-111; Yamaner, a.g.e., s. 156-160.
25 Öke, a.g.e., s. 158-165.
26 Oran, a.g.e., s. 264-265.
27 Oran, a.g.e., s. 264-265.
28 Öke, a.g.e., s. 165-184; Demirbaş, a.g.e., s. 87-92; Aydın, a.g.e., s. 70-102; Yamaner, a.g.e., s. 160-184.
29 Öke, a.g.e., s. 165-184; Demirbaş, a.g.e., s. 87-92; Aydın, a.g.e., s. 70-102; Yamaner, a.g.e., s. 160-184.
30 Öke, a.g.e., s. 165-184; Demirbaş, a.g.e., s. 87-92; Aydın, a.g.e., s. 70-102
..