anayasa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anayasa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2016 Perşembe

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ BÖLÜM 3



 DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ  
BÖLÜM 3



“ Halklara Özgürlük ” Stratejisini BOP devraldı 

“ Halklara Özgürlük ” sloganını 1965-1980 döneminde Sovyetler Birliği yandaşı işbirlikçiler çok kullandı. Bu amaçla mitingler yaparlardı. Her fraksiyonun 
çekirdeğinde, “Kürtçü”ler de bulunurdu. Ne tesadüf ki, aynı sloganı şimdi biraz rötuşlayarak AKP’liler, küreselciler, II. Cumhuriyetçiler, dinci ırkçılar ve Stalinist 
PKK’lılar kullanıyor. Bir ve bütün olan Türk halkı dün “halklara özgürlük” diye bölünmek isteniyordu, bugün bu iş “etnisitelere özgürlük” siyasetiyle yürütülüyor. 

Ancak şimdi durum çok değişti. İktidar, “ Ümmet ve yeni Osmanlıcılık ” gibi halka hoş gelen söylemlerle; BOP, AB, PKK ve işbirlikçilerin desteğiyle devletin temellerini yıkmaya devam ediyor. Tehlike çok büyük!.. 

Nereden nereye? Sovyetlerin Türk Milleti’ni bölerek ele geçirme stratejisini, BOP devralmıştır. Sadece Türkiye’de değil, bütün İslam ülkelerinde, aynı siyaset uygulanıyor. Demek ki fitnenin ve vahşetin kaynağı, Komünistiyle, kapitalistiyle emperyalizm imiş! 


“Yeni” Anayasanın da buna göre, Türk Devleti’ni ve Türk Milleti’ni dağıtacak şekilde hazırlanmakta olduğu anlaşılmaktadır. Aceleleri olmalı ki, anayasanın çıkmasını beklemeden, ülkeyi etnik parçalara ayıracak kanunlar, İmralı “ Mutabakatı ”na göre peş peşe çıkarılmaktadır. 

Osmanlı ve yüce dinimiz alet ediliyor 

Devletimizin tasfiyesine karşı halkın tepkisini kırmak için sığındıkları iki değerimiz, Osmanlı ve yüce dinimizdir. Mesela; “Osmanlı herkesin devletiydi, ama T.C. öyle değil… Atatürk ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sadece Türklerin devleti olarak kurdu, diğerlerini, Kürdü, Arabı, Lazı vs. yok saydı, inkâr etti, Türkiye’nin temel meselesi budur, bunu çözmek istiyoruz.” 

Evet, mesele dönüp dolaşıp, Türk Devleti’nin paylaşılmasına geliyor. Bu belli de, “Osmanlı’da böyle değildi” yalanı çok önemli. Bu hususun üzerinde 
durmalıyız. Çünkü meselenin özü buradadır. 

Osmanlı’nın egemenlik anlayışına bakalım: 

Bugünkü tartışmaları bire bir Osmanlı da yaşadı. Devletin kimliği ve dili açısından bugün iddia edilenler, o dönemin adeta kopyası gibidir. Demek ki biz bu filmi daha önce de görmüşüz. Ama ders almadığımız ve tarih şuurundan mahrum olduğumuz için, başımız yine belada. 

Bugüne kadarki; 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları sıfırdan yapılmıştır, ama devletin Türk Milleti’ne ait olduğunu gösteren kurucu hükümler hep aynı kalmıştır. Aynı kalması da kaçınılmazdı. Zira devletin kurucusu hep Türk Milletiydi. Anadolu Beylikleri, (Bu dönemde bile etnik grupların egemenliği yoktu.) Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti, tek başına Türk Milletinin devletiydi ve ortağı da yoktu. 

Meşrutiyet dönemini hatırlayalım. Sultan Abdülhamit Han Padişah. 1876’da ilan edilen Kanunu Esasi tartışılıyor. Entrikalar birbirini kovalıyor. Anayasa için üç 
ayrı komisyon kuruluyor. Mithat Paşa’nın başkanlık ettiği komisyonun devletin diliyle ilgili teklifi, “yeni ve sivil” anayasa diyenlerle aynı. Okuyalım: “Osmanlı 
halkının her biri, kendi lisanı üzere talimi tekellümde serbesttir.”(10) 

İlginçtir, anayasa çalışmalarının arkasında o gün de Batılı güçler vardır. Basın yoluyla kamuoyunu yönlendirmek, çıkarlarına uygun bir anayasa yapılmasını sağlamak için işbirlikçi devlet adamlarını desteklemekteler. Birkaç misal verelim: 

İngiltere’de yayımlanan 15.11.1876 günlü Westminster Gazette’nin haberine bakalım: 

“İstanbul’daki Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin anayasa hazırlıklarında verdikleri destek, Türkleri bir kere daha medeniyet kapısından içeri sokacaktır. Anayasanın, üzerinde müzakereler yapılan bir maddesine göre, Osmanlı Devleti’nin çeşitli milliyetleri bundan sonra artık kendi dilleri ile okuyacaklar, yazacaklar ve devlete başvuruda bulunacaklardır. Böylece çok yakın zamanda, her milliyetin kendi muhtar idaresine kavuşması da imkân dâhiline girecektir. Türk asıllı olmayanlar, geri kalmış bir kültür olan Türkçenin engellerinden kurtulacaktır.”(11) 


Bu yazının sonundaki imzanın sahibi ise, “ Evangelos Petridis, Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü ve Patrik Yardımcısıdır.” 

Bugün Ruhban Okulunu açmaya çalışanlar, PKK’nın siyasi ve demokratik çözüm (!) talebini savunanlar, “ Kürt sorunu ” güçle değil, ancak siyasi diyalogla çözülebilir dayatmasını yapan, dış güdümlü işbirlikçiler meselenin köklerinin nerelere kadar gittiğini anlamak için bu haberi iyice okumalıdırlar. 

Anayasa ortak komisyonda müzakere edilirken, Trablusşamlı Bahattin Dai Efendi şu teklifi yapar: 

“Peygamber efendimiz Arapça konuşur. Her padişah Türkçenin kısırlığının kurbanı olmamak için, Arapça öğrenir. Anayasayı bu çeşitli halklara nasıl Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi mektebi, kendi gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dairesi olması gerekir.” (12) 

Görülen o ki, o zaman da, günümüzde olduğu gibi, devletin kurucusu olan Türk Milleti’ne karşı, Müslim-Gayrimüslim aynı safta yer alabilmişler. Bugün de aynı 
olması anlamlı değil mi? 

Sadrazam Mithat Paşa, Nafıa Müsteşarı Ermeni Odyan Efendi’yi, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye gönderip desteğini ister. Odyan Efendi; “Bu anayasa Hıristiyan ve diğer uyrukluların hukuklarını daha fazla temin edecektir. Bu konuda istediğiniz güvenceyi hükümetim kabul edecektir. Anayasayı Avrupa hükümetleri tarafından garanti altına almanızı teklif ediyorum…” der. Bu talep Osmanlının içişlerine açıktan karışmak olarak görüldüğünden kabul edilmez. (13) 

136 yıl önce yaşanan bu ibret verici acı gerçekler, bugün de aynen tekrarlanıyor. İçeride ve dışarıda işbirliği halinde, devletimizin temellerini oymaya, egemenliğimizi paylaştırmaya ve Türk Milleti’ni aldatmaya çalışıyorlar. 

Devam edelim. Anayasa hazırlama komisyonu uzun tartışmalardan sonra orta yolu bulur. Taslağın 18. Maddesi şöyle olur: “Osmanlı ülkesinde yaşayan 
unsurların her biri kendilerine ait dil ile eğitim ve öğretimde muhtardır. Fakat devlet hizmetinde bulunmak için devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmek şarttır.” (14) 

Yani resmi dil Türkçe, ama unsurların diliyle eğitim ve öğretim serbest olacaktır. 

Bu öneriler bugün de aynen önümüze konuyor. Koca Osmanlı’yı halletmişler, demek ki şimdi sıra bugünkü devletimize gelmiş oluyor. Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor. 

Bu metne sadece Eğinli Sait Paşa itiraz eder ve Sultan Abdülhamit Han’a bir layiha (rapor) verir. Durumu yakından takip eden Sultan Abdülhamit Han, Mithat Paşa’yı çağırtıp, şu uyarıda bulunur: 

“Bilmeliydiler ki Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerimi Arapça okumaktan vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşulmasından ve Türk lisanından 
başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı Kanun-u Esasi’yi bana getirmeyin.” (15) 

Padişahın kararlı tutumu üzerine madde düzeltilir. Ama dil tartışmaları mecliste de devam eder. 12. oturumda 

Suriye Milletvekili Nevfel, Erzurum Milletvekili Ermeni Hanazap ve İstanbul Milletvekili Vasiliki Efendi, devletin dilinin değiştirilmesi amacıyla ortak bir teklif hazırlar. Buna göre; “Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirten madde değiştirilmeli ve resmi dil olarak Türkçe ile beraber Rusça ve Ermenice de kabul edilmelidir.” (16) 

Önergeyi gören Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa öfkeyle; 

“Bu ne vicdansızlık ve bu ne vefasızlıktır!.. Sizler hala evinizde, okullarınızda, kitaplarınızda kendi dilinizle yazıyor ve konuşuyorsanız, bu imkânı bu devletin 
alicenaplığına borçlusunuz. Teklifinizi vermemiş olun. Ben de duymamış olayım” (17) diyerek işleme koymaz. 

Bugün de, Mithat paşalar, Odyan efendiler, Nevfel efendiler, Hanazap efendiler, Vasiliki efendiler görev başındadırlar. Ancak Sultan Abdülhamit Han gibi bir 
devlet başkanımız, Ahmet Vefik Paşa gibi bir Meclis başkanımız, Sait Paşa gibi bir devlet adamımız var mıdır? Gerçekler ortada… 

 Evet, demek ki değişen bir şey yok. Emperyalistler de, işbirlikçileri de aynı. Haçlılar gemi azıya almış merhametsizce saldırıyor. 

Birinci olarak; şu çarptırılan kavramlar meselesi ile devam edelim. “Osmanlı herkesin devletiydi” diyorlar, bu ifade bireyler için söyleniyorsa doğrudur. Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Ancak söz konusu “egemenlik” ise yanlıştır. Zira egemenlik millete, Türk Milletine aittir. Bireye değil. Birey egemen değil, hür olur. Doğru cümle; “Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Egemenlik ise, her ikisinde de Türk Milletinindir” şeklinde olmalıydı. 

İkincisi olarak; “ Demokrasi ”, “ Özgürlük ” ve “ Eşitlik ” gibi kavramlar, bütün dünyada bireyler/vatandaşlar için kullanılır. Etnik, Irk, Din, Felsefi görüş, Cinsiyet, Sosyal sınıf gibi topluluklar için söz konusu edilemez. Çünkü en basitinden, bunların küme adına hareket etmesi, oy kullanması, hukuk önünde eşitliği, özgürlüğü ve demokratlığı olmaz. İnsanlık kümelerin eşitliğini sağlayacak hukuki kriterleri bulamamıştır. Ama bireylerin eşitliğini sağlayacak kriterler sözleşmelerle ortaya konulmuştur. Bireylerin eşitliği, kümelerin eşitliğini de sağlar. 

Toparlarsak; Büyük Atatürk ve arkadaşlarının, Osmanlı Devletinin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini, aynen Osmanlı Devletinde olduğu gibi, Türk Devleti olarak kurması, son derece isabetli ve gerçekçi olmuştur. 

Asırlardan beri süren Türk egemenliğinin ve çağın gereği de buydu. 

Soruyoruz; “Etnik gruplar yok sayıldı, inkâr edildi, devlete ortak yapılmadı. Osmanlı böyle değildi” dayatması üzerine “yeni” anayasa peşinde koşanlar, acaba yaptıklarının ne manaya geldiğini vicdanları önünde hiç sorguluyorlar mı? 


Bu gerçek dışı iddia, Türk Milletini bir bütün olarak görmek istemeyenlerin zihniyetinin ürünüdür. Sosyal gruplar Türk Milleti’nin parçası ve unsurudurlar. Bireyleri eşittir. Uluslararası hukuk ve dünya düzeni de böyledir. 


TBMM veya siyasi iktidar “ yeni ” Anayasa yapabilir mi? 


TBMM veya parti iktidarları, ihtiyaç halinde Anayasayı ıslah edici değişiklikler elbette yapabilirler. Hatta görevleridir. Bunda ihtilaf olamaz. Ancak, Türk Milletinin asırlardır devam eden egemenliğini değiştiremezler. Çünkü bu egemenlik, binlerce yıl öteden başlayan, bugüne ve yarına akıp giden Türk Milletine ait bir hayat hakkıdır. Bu hakkın ortadan kaldırılması, Türk Milletinin yok edilmesine denktir… Millete düşmanlıktır. Türk Milleti var oldukça, Türk’ün egemenliği de yaşayacaktır. 


Konuyu teknik yönüyle ele alan değerli hukukçu Prof. Dr. Çetin Yetkin şu analizi yapıyor: 

“Yeni bir anayasa yapılıp yürürlüğe girinceye kadar, eskisi yürürlükte kalacaktır. O halde, yapılacak tüm işlemler yürürlükteki anayasaya uygun olmalıdır. Bu 
açıdan 1982 Anayasası’na bakarsak, her şeyden önce, 11/1. Madde hükmünün şöyle olduğunu görürüz 

6. Maddenin 2. fıkrasında denilmektedir ki, ‘Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.’ Anayasa Yapmak hiç kuşkusuz, bir devlet yetkisinin kullanılmasıdır. O nedenle, ilk olarak TBMM’nin Görev ve Yetkileri başlığını taşıyan 87. ve sonraki maddelere baktığımızda Meclis’in tüm yetkileri tek tek sayıldığı halde böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz. İdare ile ilgili 123. ve sonraki maddelerde de böyle bir yetki söz konusu değildir. 


1982 Anayasası’nın 175. Maddesi Anayasa maddelerinin nasıl değiştirilebileceğini hükme bağlamıştır. Başka bir deyişle, Anayasa’da yapılacak herhangi bir “değişiklik”, yine Anayasa’nın belirlediği biçimde yapılabilecektir. Nitekim şu ana değin hep böyle yapılmıştır. Ancak, burada söz konusu olan “maddelerde değişiklik”tir. Sıfırdan yeni bir anayasa değildir. 

1982 Anayasası’nın 4. Maddesi, ilk 3 Madde hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” dediğine, 2. Maddesi “Başlangıç”ta belirtilen temel ilkelere dayandığına, bu ilkelerde “…egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu” kaydedildiğine göre, devletin kuruluş esasları asla değiştirilemez. (18) 

Yeni bir anayasa hazırlama ihtiyacı 1908 yılında da gündeme gelmiş, ancak 1908-1912 Meclis-i Mebusan’ı kendini kurucu meclis olarak görmediğinden böyle bir yetkisinin olmadığı dikkate alınarak mevcut anayasada bazı değişikliklerle sorun çözülmeye çalışılmıştır..(19) 

Bu hukuki tespitlerden sonra tekrarlayacak olursak; Anayasanın ruhu değiştirilemez. 61 ve 82 anayasaları da, bu temel gerçeğe saygılı olmuştur. Türk Devleti’nin kimliğini hiçbir güç yok edemez. 


Haçlı Seferlerinin Bugünkü adı BOP..,; 


Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP), bölgenin 22 İslam ülkesinin sınırlarını, emperyalist Batının ihtiyacına göre yeniden 
şekillendirmeyi amaçlıyor. Bu belirleme ise; ülkelerin durumuna göre değişik yollardan, değişik araçlarla yapılmaktadır. Irak’ta askeri güç kullanılarak; Libya, 
Tunus, Mısır, Suriye gibi ülkelerde iç isyan ve çatışmalarla; Türkiye’de “demokrasi, özgürlük, eşitlik” siyasetiyle yürütülmektedir. İşbirlikçiler, PKK terörü, AB üyeliği ve “ABD stratejik ortaklığı el ele çalışmaktadır. 

Bu çerçevede gelişmelere bakıldığında, ABD, AB ve PKK’nın, “yeni” bir anayasa istediği açıkça görülmektedir. İstemekle de kalmamakta, terör dahil her yönden 
saldırmaktadır. Devletimizin milli (bir millet) ve üniter/tekil (tek merkezden yönetim) yapısı bozulmadığı sürece de, bölünmesi mümkün değildir. 

Bunun için millet ve devlet yapısı dağıtılmaya çalışılmaktadır. Bu hedefe ulaşılırsa, daha sonraki bir vadede devamı da gelecektir. O da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak parçalar üzerinde “Büyük Kürdistan”ın kurulmasıdır. 

Tarih şuuruna sahip olanlar meselenin burada da bitmeyeceğini, bin yıldan beri devam eden haçlı emellerinin gereği olarak, Türk’ün Anadolu’ya 
hapsedilmesi ve eritilmesiyle, bu topraklarda “Büyük Ermenistan-İsrail-Yunanistan” gibi egemenliklerin kurulmasına kadar devam edeceğini bileceklerdir. Bu son safha ne kadar sürer bilinmez. 

Haçlı/BOP Saldırısının Delilleri 

. Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP)’un resmi haritasına bakıldığında her şey ayan beyan görülecektir. Tereddüdü olanlar, “Sevr 
haritasını” ve “Sevr Antlaşması”nı da hatırlayabilirler. Bunların Barzani Yerel Yönetimi haritasıyla nasıl örtüştüğünü göreceklerdir. 

. R. Tayyip Erdoğan 2004 yılında, daha yolun başında açıklıyor: “Türkiye'nin Ortadoğu'da bir görevi var. Nedir o görev? Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesinin 

Eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Ve bu görevi yapıyoruz biz… Diyarbakır'a çok farklı bakıyorum. Yani Diyarbakır istiyorum ki... şu anda... Yani Amerika'nın da hani düşündüğü... 

Büyük Ortadoğu Projesi var ya... Genişletilmiş Ortadoğu... yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir... bir merkez olabilir... Bunu başarmamız lazım.”(20) 

ABD’nin PKK terörünü nasıl desteklediğini bilmeyen yoktur. PKK’yı Irak’ın kuzeyinde barındırdığını, eğitim ve lojistik ihtiyaçlarını karşıladığını, yakinen biliyoruz. Besleyip üstümüze saldığı, binlerce insanımızı katleden terör örgütüyle “siyasi çözüm” adına egemenliğimizi paylaşmamız için alenen dayattığını da biliyoruz. 

. 1998’de toplanan AB Bakanlar Komitesi’nin kararı şöyleydi: “Kürt sorunu’ siyasallaştırılarak, uluslararasılaştırılarak ve halkların hukukuna göre çözülecektir.” 

13 yıldır yaşananlar, aynen böyle seyretmiyor mu? 

. PKK’nın yan kuruluşu İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin imzasını taşıyan 320 sayfalık, 1998’de hazırlanan “Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat 
Taraması) kitap(19), o sırada İstanbul’da bulunan AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verheugen’a elden teslim edilmişti. (Bu bilgiler kitabın 
giriş bölümünde verilmektedir.) 

. Bir yıl sonra, Aralık 1999’da Türkiye’ye AB adaylık statüsü verildi. 2000 yılından itibaren de uyum adına önümüze konan yol haritasındaki ve ilerleme 
raporlarında yer alan siyasi şartlar, inanılır gibi değil, ama bu kitaptan alınmıştır. 

. Kitapta; Türk Milletinin ve devletinin bütünlüğünün çözülüp, etnik/ırk gruplarına göre, çok ortak bir rejime nasıl geçileceği, ayrıntılarıyla inceleniyor. 

Kanunlardan “Türk”, “Türk Milleti” ve “milli” kavramlarının nasıl çıkarılacağı, Anayasa maddelerinden hangilerinin nasıl değiştirileceği, genel af, 66. Maddeden Türk kimliğinin çıkarılması, anadillerde eğitim, öğretim ve yayın gibi düzenlemelerin; adı ister AB süreci olsun, ister “PKK açılımı” hepsi mevcuttur. 

Gerçekler bu kadar açıktır. 

O halde, devletimizi, milletimizi ve vatanımızı muhafaza için hepimize görevler düşmektedir. Başından itibaren anlatmaya çalıştığımız da budur. 

Tarafların konumu 

Uzatmadan Türk Milleti adına soralım, acaba siyasi iktidar, Türkiye’nin “demokratikleştirilmesi” denilen bu projenin neresinde duruyor? Bunun cevabı Başbakan 
Erdoğan’ın açıklamalarında mevcuttur. “Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla bir milletiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimseyi rahatsız 
etmemeli. Üst kimliğimiz Türkiye vatandaşlığı olmalıdır” (20) söylemini her vesileyle tekrarlıyor. 

Eğer bu cümle şöyle kurulsaydı mesele olmayacaktı: “Biz Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla hepimiz Türk Milletiyiz. Türk Devletinin eşit vatandaşıyız. Bu kimseyi rahatsız etmemeli.” Ama böyle söylenmiyor. 

Devletin kimliği konusunda PKK’da aynen böyle söylüyor. Diyor ki: “Türkiyelilik üst kimliği çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı esas alınmalıdır.”(21) 

Arada fark var mı? 

 Başbakan’ın Gaziantep konuşmasın daha açık. Aynen; şöyle: “Millet dediğiniz zaman zannediyor ki millet sadece Türk. Hayır, millet sadece Türk değildir. Milletin içinde Türk'ü de vardır, Kürt'ü de vardır, Laz'ı da vardır, Çerkez'i de vardır, Abaza'sı da vardır. Onun için 'tek millet' diyoruz ve bunu biz genişleterek ne dedik? 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı çatısı altında bu milleti toparlayalım.”(22) şeklinde ifade ediyor. Bu “halklara özgürlük” değil mi? 

Bir ve egemen olan Türk Milleti, açıkça inkâr ediliyor. Birçok parçaya ayrılıyor. Aslında bu, milli-üniter devletimizin yıkılması demektir. Bu anlayış yeni değildir. 
Osmanlı devrinde de, İngilizlerin adamı Prens Sabahattin ile Hürriyet ve İtilaf Partisi, Osmanlı Devletine “Ademi Merkeziyet ve liberalizm” sistemini kabul ettirmek için çok uğraştı, ama başaramadı. 

Konuyla ilgili olarak daha da ayrıntılı bilgi vermek için, “2. Cumhuriyet Tartışmaları” adıyla 1993’te yayınlanan kitaptan, Erdoğan ile yapılan röportajı okumalıyız. 

4.CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ BÖLÜM 2



DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ  
BÖLÜM 2


Ülkemizi Bölmek için atılan adımlar 

Tarihi akış ve dünya gerçeği böyledir, ama bugün asırlar ötesinden gelen egemenliğin Türk Milletine ait olmasına itiraz edilmektedir. Bölücü terör örgütü de, “yeni” anayasa sevdası da buradan çıkmaktadır. Egemenliğin sosyal topluluklara dağıtılması amacıyla, alt yapıdan, bir millete göre inşa edilmiş olan devletin temellerinden başlanmıştır. Bu konuda TBMM’den çıkan yasalara bakalım. Örnekleri şunlardır: 

. Devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayın yapılması, 
. Kürtçenin devlet okullarında seçmeli ders olması, 
. Üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılıp, öğretmen yetiştirilmesi, 
. Partilere etnik dillerde propaganda imtiyazı tanınması, 
. Etnik örgütlenmelerin ve bölücü propagandaların serbest bırakılması, 
. Yerel belediyelerin “Kürtçe” yazışma yapmaları, 
. Kürtçe bilme şartı ile kamu görevlisi istihdamı, 
. Merkezden bağımsız, Bölgesel Kalkınma Ajanslarının kurulması, 
. Büyük Şehir Belediyeler Kanunu, 
. Kamu Reformu Kanunu, 
. Mahkemelerde ana dilde savunma, 
. Ana dilde kamu hizmetlerine erişim, (Bekliyor) 
. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Komisyonu kurulması (Etnik grupların eşitliği. Bekliyor.) 
. Kamuda etnik ayrımcılığa son verilecek (Kurumların etnikleşmesi. Bekliyor) 


Bu düzenlemelerle; Anayasamız 2. Maddesinde devletin dili “Türkçe” dediği halde, devlet iki dilli hale getirilmiştir. Anayasamızın “Giriş” bölümünde ve 6. Maddesinde “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Türk Milletinindir” dediği halde, devlet iki unsurlu/kimlikli hale getirilmiştir. Kısaca Devlet şimdiden iki ortaklı hale getirilmiştir. Anayasaya aykırı olarak yapılan bu değişiklikler, her şeyden önce ağır bir suçtur. 

Sahi Kenan Evren ne yapmıştı? 

Soruyorlar; “Devlet niçin sadece Türk’e ait oluyor?”, “Niçin diğerleri dışlanıyor?” Bu zihniyete göre; Türk Milleti, dünyanın en eski milletlerinden biri değil; sadece Anadolu’da kesintisiz olarak bin yıldır egemenlik ve yüksek bir medeniyet kurmadı; tesis ettiği Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tek sahibi değil; asırlar boyu bu yüksek medeniyet dairesi içinde yaşayan etnik topluluklara mensup bireyler, dışlanmak bir yana, kaynaşarak Türk Milletinin eşit, şerefli birer üyesi olmadı. Türk Milleti, diğerleri gibi etnik bir topluluktur. 

 Bu zihniyet; inkârcıdır ve sadece Türk’e değil, Yüce Dinimize de, tarihe de, ilme de isyan halindedir. Devleti ve milleti bölme uğruna, bir ve bütün olan ümmeti 
parçalayarak tevhit akidesini de çiğnemektedir. 

Hâsılı dün Sovyetler Birliğinin içimizdeki işbirlikçileri, ülkemizi bölmek için “ Halklara özgürlük ” diyorlardı; bugün batı işbirlikçileri “etnik gruplara özgürlük” diyor. 

Arada bir fark var mıdır? Yoktur. 

Bunun için egemenliğimize ortak olmak isteyen PKK; Habur, Oslo ve İmralı mutabakatı çerçevesinde şu düzenlemeleri bekliyor: 


1) Ya Türk adı çıkmalı veya diğer etnik adlar da girmeli, 
2) Bütün etnik gruplar, Türk’le eşit konumda olmalı, 
3) Ana dillerde eğitimin önü açılmalı, 
4) Etnik özerk bölgeler kurulmalı, 
5) Genel af sonucunu doğuracak bir düzenleme yapılmalı. 


Evet, çözüm denilen açıkça budur. Türk milletinden istenen, 1923 öncesine dönmesi; sanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiç kurulmamış veya bugünlere 
gelmek için bunca can ve kan verilmemiş gibi. Tekrarlayalım onlar için “çözüm”; Türklerin ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin; haçlılar, işbirlikçileri ve PKK ile 
anlaşarak “çok ortaklı bir devlet”e razı edilmesidir! 

“Yeni” Anayasa için STK’lar devrede 

Şimdi de “ Yeni ve Sivil” anayasa için yapılan çalışmalara değinelim. Öncelikle TBMM uyum komisyonuna sunulan önerilere bakalım. 

Meclise görüş bildiren STK’lardan bazıları şunlar: HAK-İŞ, MÜSİAD, TÜSİAD, TESEV, MEMUR-SEN, MAZLUM-DER, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Abant Platformu, İnsan Hakları Derneği (PKK’nın yan Kuruluşu), KESK, İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği, Ehlibeyt Vakfı vb. 

Bunlara, henüz ne olduğu açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasayı şimdiden kurtuluş reçetesi gibi tanıtmaya çalışan ve bunun için Türkiye’yi dolaşıp kamuoyu oluşturma gayretine düşen TEPAV’ı da ilave etmeliyiz. 

Bunların görüşlerindeki ortak noktalar ise, Anayasadan Türk adı çıkarılmalı, egemenlik açısından bütün etnik gruplar (Türk de dâhil) eşit konuma getirilmeli, ana dilde eğitim ve öğretim yapılmalı, etnik özerklik tanınmalı cümleleriyle özetleyebiliriz. 

Bilindiği gibi bu görüşleri; AKP, CHP, BDP, ABD, AB, Barzani, PKK, Dinci-Kürtçü Partiler ve yazarlar, Küreselci ikinci cumhuriyetçiler gibi işbirlikçiler de hararetle 
savunmaktadırlar. 

Bu önerileri biraz daha yakından görelim. 

Devlet memurlarının sendikası MEMUR-SEN adına hazırlanan raporda; “Vatandaşlık etnik bir kimliği (Türk’ü) esas aldığından, diğer etnik grupları yok 
saymaktadır… Bütün etnik grupları referans almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını esas almalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı bulunan herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır denilmelidir.” (5) 

Abant Platformu sonuç bildirisinden okuyalım; Dil konusundaki teklifleri; “Anayasa'da farklı ana dillerde eğitim yapılma hakkı tanınmalıdır. Veya “Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi şartı ile herkes eğitimde ana dilini kullanma hakkına sahip” olmalıdır. 

Özerklik konusundaki; “Türkiye'nin idari yapısı, yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet) esasına dayanır. Yerel yönetimler üzerindeki her türlü idari vesayet 
kaldırılmalıdır. Veya merkezden yönetim istisna, yerinden yönetim esastır.” (6) 

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın teklifi: “Anayasanın başlangıç bölümü kaldırılmalı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydası, yeni anayasanın temel felsefesi olmalı. İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup yeterli sayıda velinin talebi halinde diğer bir dilin de eğitim dili olarak kullanılması ve ayrıca ana dillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler yapılır.”(7) 

TEPAV’ın ülkeyi tarayan konferansları da oldukça ilginçtir. Başta TBMM Başkanı Cemil Çiçek (yetkisizliğini ve tarafsızlığını unutarak), TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ve parti temsilcileri ile birlikte il il dolaşarak, bol bol “yeni ve sivil” anayasa reklamı yapıyor. Şu ana kadar 12 ilde toplantı yapılmış. Konuşmalarda; mevcut Anayasayı ve 1987’den 2010’a kadar TBMM tarafından yapılan 136 değişikliği aşağılayan, kamuoyunu meçhul bir anayasa için şartlandırmaya çalışan telkinler ve propagandalar yapılıyor. Özellikle, devletimizin milli ve üniter kimliğini savunanlar eleştiriliyor, içeriği bilinmeyen “yeni ve sivil” anayasanın her derde deva olacağının telkini yapılıyor. 

Devlet Kimliğini Değiştirme Adımları 

Tarihimizde altı defa yeni anayasa yapıldı, ancak egemenliğimize hiç dokunulmadı. Şimdi ilk defa, resmen Meclis’te tartışılıyor. Çok kimlikli-ortaklı bir devlet yapısı için, ülke sosyal gruplara ayrıştırılıp egemenliğin paylaştırılmasına çalışılıyor. Sanki savaşa girip de mağlup olmuşuz gibi!... 

Bu bakımdan Türk milletinin ikna edilmesi gerekiyor. Diyorlar ki; “Dünyamızda milli-üniter devletlerin devri bitiyor… Federasyonlar dönemi başlıyor… Ulus devlet bize dar geliyor… Türkiye’yi büyütmek için, çağa uymak ve federasyona geçmek zorundayız.” 

Gerçekten böyle mi? Dünyaya bakalım. Sovyetler Birliği (SSCB) dağıldıktan sonra, bağımsızlığını kazanan 15 devlet milli-üniter yapıda kurulmuştur. Varşova Paktından bağımsızlığını kazanan Merkezi ve Doğu Avrupa’nın 6 ülkesi, milli ve üniter devlet olarak yola devam etti. Çek ve Slovaklar ayrılarak milli ve üniter devletlerini kurdu. Federal yapıda olan Belçika Krallığı, Flaman ve Valon bölgesi olarak fiilen ikiye bölünmüş durumda, milli-üniter devletlerini kurma mücadelesini vermekteler. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 20 yıla varan kanlı etnik çatışmalardan sonra dağıldı ve yerine milli-üniter yapıda birçok devlet kuruldu. 

Buna karşılık milli-üniter devlet olarak kurulup da, federasyona dönüşen tek bir örnek yoktur. İşgalcilerin kurduğu Irak Federal Cumhuriyeti hariç. Demek ki, 
propaganda edilenin tersine, dünyamızda federasyonlar devri bitiyor, milli-üniter devletlere dönüş devam etmektedir. Bunlar iyi niyetli ve dürüst de olmadıklarını 
her adımda belli ediyor. 

Türk Milletini hazmettirme, inandırma ve hatta aldatma yolunda bir iddia da şu: 1982 Anayasası’nda 29 yılda 136 değişiklik yapılmıştır. 1987’den itibaren AKP dönemi dâhil her Meclis ve her iktidar çok sayıda değişiklik yapmıştır. Özellikle AB taleplerinin büyük kısmı aynen yasalaştırılmıştır. Bu sebeple 17 Aralık 2004 Zirve kararıyla, Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yerine getirdiği ileri sürülerek, çok övünülen “ Müzakere ” tarihi verilmiştir. 

Düne kadar yapılan bütün değişiklikleri, içeriden ve dışarıdan alkışlayanlar, nedense bugün aşağılayıcı bir üslupla itiraz etmekteler. Diyorlar ki; “136 değişikliğe rağmen bu bir darbe anayasasıdır… Milli iradenin yaptığı bu değişikliklerle de, yamalı bohçaya döndü... Sistematiği bozuldu… Bütünlüğü kalmadı…” Ama esas değişmesi gereken ‘anayasanın ruhu’ kaldı… Bu amaçla “ ‘Demokratikleşme’ ”, ‘ Özgürleşme ’ ve “ ‘İnsan haklarına dayalı ’ “ ‘ yeni’  ” bir Anayasaya ihtiyaç vardır.” 

Burada bir parantez açalım ve bir tespitte bulunalım. Çok partili demokrasilerde rejimin temel kurumu olan partilerin bünyelerinde, demokrasi kurum ve kurallarıyla işlemiyorsa, o ülkede gerçek bir demokrasiden bahsedilemez. Mesela; İktidar partisi tek adam zihniyetiyle yönetiliyor. Bu zihniyet kaldıkça anayasalara ne yazılırsa yazılsın, değişen bir şey olamaz. Nitekim mevcut Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu, partilerin demokratik esaslara göre yönetilmesini istediği halde, buna itibar edilmiyor. Rejimin ruhu demek olan bu konuda samimiyet böyle olunca, “demokratikleşme” ve “özgürleşme” sözlerinin sadece kitleleri aldatmaya yönelik olduğu açıklık kazanıyor. 

Parantezi kapatıp şu “ Yamalı bohça ”, “ Sistematik ” ve “ Bütünlük ” bozuldu meselesine dönelim. Fütursuzca denilmek isteniyor ki; 1987’den beri milli irade, hep yanlış yapmıştır. İyi de neden? Acaba meclislerin kabiliyeti mi yetmemiştir? Eğer böyleyse şimdiki Meclisin ehliyetine nasıl güveneceğiz? Bunun için elde bir delil var mı? 

Hayır. Samimi değiller, çünkü mesele başka. 

Üstelik AKP dönemi hariç Anayasa değişikliklerinin tamamı Meclis’teki partilerin uzlaşmasıyla olmuştur. 


Egemenliğin içi Boşaltılıyor 

Bu beyanlara, “Yeni” Anayasa’ya gerekçe hazırlamak için başvuruluyor. Mesele çok açık. Bunun için Anayasa’nın “ruhu” denilen ve Anayasa’dan çıkarılmak istenen maddelere bakmak yeterlidir. Başlangıç bölümünde; “Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu… Türk Milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” 


. 66. Madde: “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” 

. 4. Madde: “Anayasa’nın 1. Maddesindeki Devlet’in şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. Maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3. Maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” 

. 6. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milleti’nindir.” 

. 42. Madde: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” 

Burada bir parantez açıp, 66. Madde üzerinde durmalıyız. Metinde geçen “Türk Devleti” ibaresi “bir ırkı” çağrıştırdığı iddiasıyla, ısrarla çıkarılmak isteniyor. 
Hâlbuki burada, Türk olmak için esas alınan “ırk” değil, ”vatandaş” olmaktır. Bu esas, milli devletin temelini teşkil ettiği için çok önemlidir. Devlet yapımızın kilidi gibidir, asla değiştirilmez. 
Burada, vatandaşlık ve milli egemenlik konusunda demokratik batıdan çok çarpıcı iki örnek vereceğiz. 

Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’ndan 

“Madde 116: Alman vatandaşlığı. 

(1) Bu anayasadaki anlamda Alman, diğer yasal düzenlemeler saklı kalmak üzere, Alman vatandaşlığına sahip olanlar veya Alman soyundan 
olup 31 Aralık 1937 tarihindeki Alman İmparatorluğu sınırları içinde kabul edilmiş olan mülteci veya sürgün edilmiş olanlar ile bunların eşi veya füruu. 
(2) 30 Ocak 1933 ve 8 Mayıs 1945 tarihleri arasında siyasi, dini veya ırki nedenlerle vatandaşlıktan çıkarılanlar ve bunların füruu, başvuruları üzerine 
tekrar vatandaşlığa alınırlar. 
Bunlar, 8 Mayıs 1945’den sonra Almanya’da yerleştikleri ve aksine bir istekte bulunmadıkları takdirde vatandaşlıktan çıkarılmış sayılmazlar.” (8) 

Fransa Anayasası’ndan: 

Başlangıç: (28 Ağustos 1789 Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi) 

“ Her egemenliğin özü, esas itibariyle millettedir; hiçbir heyet, hiçbir fert, açıkça milletten gelmeyen herhangi bir otoriteyi kullanamaz.” 

“ Ülkenin bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişikliğe girişilemez ve böyle bir usul sürdürülemez.” 

“ Millet, Milli mensubiyetlerden husule gelen külfetler karşısında, tekmil Fransızların dayanışmasını ve eşitliğini ilan eder.” (1946 Anayasası’ndan) 

“ Cumhuriyetin dili Fransızcadır.” (Madde 2) 

“ Milli Egemenlik Fransız halkına aittir”(11) (Madde 3)(9) 

Bu iki örnekte de, milletin adı; Alman ve Fransız’dır. Bütün devletlerde olduğu gibi. Kurucu iradenin ve egemenliğin sahibinin “ Millet ” olduğu gerçeği, Fransız 
İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi ile bütün dünyaya ilan edilmiştir. 

Bütün bu gerçeklere ve Türk Milleti’ne rağmen, Türk kimliğinin değiştirilmesi için komik gerekçeler icat edilmektedir. Bunlara göre; “Türk” milletin değil bir 
etnisitenin adıdır. Devletin üst kimliği Türk etnisitesi olunca; diğer etnik gruplar inkâr edilirmiş, dışlanırmış, ayrımcılık yapılırmış! Çatışma ve terör de buradan 
çıkıyormuş! Bunun yerine üst kimlik Türkiye vatandaşlığı olmalı, egemenlik karşısında her sosyal grup eşit siyasi konuma getirilmeli, böylece barış sağlanmalıymış! Son olarak da, “akan kanı ve terörü durdurmak” iddiasıyla, İmralı’da PKK başı ile varılan “mutabakat” da, aynen böyle değil mi? Anayasaya “Türk” ve “Kürt” adı yazılmayacak, yerel yönetimlerin yetkisi, özerkliği ve ana dilde eğitimi kapsayacak şekilde düzenlenecekmiş! 

Böylece devleti kuran, meşruiyetin ve gücün kaynağı “Türk Milleti” yerine, coğrafyanın adı olan “Türkiye” ve sosyolojik muhtevası olmayan “vatandaşlık” 
getirilecektir. Böylece Türk Devleti ortadan kaldırılmış olacaktır. Neticede, Fransız Devleti, Alman Devleti, İspanyol Devleti, Amerikan Devleti, Yunan Devleti olacak, ama Türk Devleti olmayacak öyle mi? 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ “ Yeni Anayasanın Şifreleri ” BÖLÜM 1



DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ  
BÖLÜM 1






DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ 
 “ Yeni Anayasanın Şifreleri ” 

Türk Milleti olarak, Anayasa tartışmalarından bir türlü kurtulamıyoruz. Yönetenler, bilim adamları ve aydınlarımızın en önemli gündem maddesi Anayasa.  Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Osmanlı’da da baş meselemiz buydu. 


Sanılmıştır ki, iyi bir anayasamız olursa bütün sıkıntılardan kurtulur, gelişmiş çağdaş bir toplum seviyesine ulaşırız. “İyi bir anayasa”, işte tılsım bu sözde. 
Tamam da “iyi”ler başka başka. Böyle olunca da, “ tartışma pazarı ” kuruluveriyor. İşte size tartıştıkça hararet veren, içinden çıkılmaz bir “derin” gündem. 


Bir buçuk asırdır tartışıyoruz yorulduk, ama bıkmadık. Bu keşmekeşte ufuklarımız daraldıkça, tefekkür hayatımız karardı. Derken meseleyi “kökten çözmeye” talip birileri çıktı. Dediler ki; en iyisi “ Türk’ten kurtulmak.” Bunun için “ yeni ” bir anayasa yapmalıyız. Türk Milleti bu karara şaşkınlıkla bakarken; dünya patronları, Türk’ten hazzetmeyenler ve Türk’e kuyu kazanlar hayran kaldı. 

“ Hayranlık lara vesile olan ” şu “ Türk’süz ” anayasa neymiş dedik yola çıktık. Ancak bazı kavramlarda mutabık olmalıyız. Mesela; Milli- üniter- federal ve çok 
ortaklı devlet; millet- etnisite- azınlık-devletin kuruluşu ne demektir? Egemenlik açısından ne ifade ediyor? Kısaca bakmalıyız. 

Milli Devlet: Bir millete ait devlet demektir. Eğer devlet kendi milleti tarafından kurulmuşsa, o devlet zaten millidir. Millilik devletin ana eksenini ifade eder. 
Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve sahibi Türk Milleti olduğu için millidir. Örnekler verelim: Alman, İngiliz, İspanyol, Fransız, 
İtalyan, Yunan, Çin, Japon, Amerikan, Rus gibi devletler, bir millete ait olduğu için milli devlettir. 

Üniter Devlet: Bir merkez (başkent)’den yönetilen, otoritenin tek parça olduğu devlet şekline denir. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti 
üniterdir. Yukarıda adı geçen diğer devletlerden Almanya ve ABD hariç, hepsi de üniterdir. 

Federal Devlet: Egemenliğin, federe devletçiklere bölündüğü, her federe devletçiğin kendi yasalarını kendilerinin yaptığı, ancak hepsinin üstünde milli 
savunma, dış ticaret, dış politika gibi konularda yetkili, merkezi bir federal devletin bulunduğu idare şeklidir. Federal ve federe devletler bir millete ait ise, devlet millidir. Federal devletin örnekleri; Almanya ve ABD’dir. Almanya’daki 16 eyalet devleti ve merkezi federal devlet Alman milletine aittir. ABD’deki 52 eyalet devleti ve merkezi devlet, bir olan Amerikan milletine aittir. Bundan dolayı bu devletler milli, ama yönetim şekilleri üniter değil, federaldir. 

Çok Ortaklı Devlet: Çok ortaklı (unsurlu), çok dilli ve birden çok yönetim merkezli devlet şeklidir. Uygulamada federal denilse bu yanlıştır. Çünkü federal devletler bir millete aittir ve millidir. Buna karşı çok ortaklı devletler, çok unsurlu olduğundan gayri-millidir ve sunidir. Federal devletlerle benzerliği, yönetimin çok merkezli olmasıdır. 
Örnekleri; Dağılan Yugoslavya ve Sovyetler Birliği, fiilen bölünmüş olan Belçika ile şimdiki Irak Federal Cumhuriyeti’dir. İşgalci emperyalistlerin, çıkarlarına göre hazırladıkları Irak Anayasası’nda, devlet Arap ve Kürt unsurlardan meydana gelmekte, iki dilli ve iki yönetim merkezlidir. 

Millet: Bir etnisite veya birden çok etnisitenin asırlarca bir arada yaşayarak sosyolojik gelişimini tamamlayıp, siyasi kimlik sahibi olmasıyla ortaya çıkan, bütünleşmiş bir olgudur. Dil, inanç, hukuk, kültür, edebiyat, sanat, musiki, örf-adet gibi temel kurumlarını tamamlayan millet, bağımsız yaşamak zorundadır, bunun için devletini kurar. Yoksa yaşayamaz. Böylece egemenlikler dünyasının bir üyesi olur. 

Millet, zaman içinde karşılaştığı veya bünyesinde var olan farklı etnik grupları da temsil eder. Bu kültürel bütünleşme ve milletleşme demektir; bundan dolayı, tek kökenli millet yoktur. Bu gerçeği dikkate alan uluslararası hukuk, dünya düzeninin; bir millet, bir devlet ve eşit birey esasına göre şekillenmiştir. 

Etnisite: Çeşitli sebeplerle milletleşememiş ırk gruplarına ve kavimlere denir. Birlikte yaşadığı milletin hâkim kültürü ile kaynaşarak bütünleşirler. Sosyolojik olarak millete dâhil olurlar. Böylece milletleşen bu sosyal topluluklara dair, uluslararası hukukta hiçbir sözleşme ve anlaşma yoktur. Milletten ayrı bir siyasi kimliği yoktur, ama sosyal (aile, sülale, aşiret gibi) kimlikleri vardır. 

Sahip oldukları Folklorik Dil ve Kültürlerini toplum içinde serbestçe yaşarlar ve geliştirebilirler. 

Azınlık: Dil, din, kültür gibi alanlarda, toplumun çoğunluğuna göre farklı ve sayıca az olan, belli bölgelerde yaşayan, hâkim konumda (yönetimde) 
olmayan topluluklara mensup kişilerdir. Bir ülkede kimlerin azınlık olacağına, “Viyana Konvansiyonu”na göre, ilgili egemen devlet kendisi karar vermeye 
yetkilidir. Uluslararası sözleşmelere göre; azınlıklara mensup bireyler, kendi dil, kültür gibi değerlerini, toplum içinde serbestçe yaşama ve geliştirme hakkına 
sahiptirler. Bu bireysel haklarına, grup haklara dönüştürülemez ve ayrımcılık için kullanılamaz. 

Bahsi geçen sözleşmeler: Lozan Antlaşması; Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı ile Türkiye’deki gayri Müslimlerin statüsünü belirleyen 35-47 maddeler. Türkiye’nin Başka azınlığı yoktur. Diğer sözleşmeler; BM İkiz Sözleşmeleri, Avrupa Konseyi Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi, Kopenhag Siyasi Kriterleri, azınlıkların korunması ve saygı gibidir. 

Bu Sözleşmelerdeki hükümler, özellikle azınlık dillerine dair bireysel haklar, devletlerin egemenlik ve toprak bütünlüğü ile uluslararası hukuk yükümlülüklerine ters düşecek şekilde yorumlanamaz. BM şartı, AİHS ve AİHM kararları bunu amirdir. Bir örnek verelim: “Fransız Polenezyası’nın dil davasında AİHM’nin kararı şöyle: 

AİHS’nin 10. maddesine göre; Devletlerin egemenlik alanına giren dil konusu mahkemenin yetkisi dışındadır. Sözleşmenin hiçbir maddesinin, yerel dilleri garanti altına almadığı, bu bakımdan temel haklardan sayılan düşünce ve ifade özgürlüğüne göre inceleme yapılamayacağı, her devletin dilini kendisinin seçeceği ve bu kendi egemenlik alanına gireceği belirtilmiştir. Ayrıca ana dilde yapılan taleplerin, “kültürel haklar” kapsamına girdiğinden, ancak toplum içinde serbestçe yaşanıp geliştirilebileceği vurgulanmıştır.” 

Azınlığa mensup bireyler, vatandaşlık hakkına sahiptirler. 

Devletin kuruluşu: Devlet, millet çoğunluğunun değerlerine göre kurulur. Böylece, en geniş manada milleti temsil eden, tutarlı, bütünlüğü ve standardı olan bir düzen kurulmuş olur. Mesela; çoğunluğun dili Türkçe ise devletin dili de Türkçe olur. 

Milletin bünyesindeki, yerel özellikte, farklı dil ve kültürler ise, bütüne ait olmadığı için devletin kurumlarında yer almaz. Çünkü standart, uyum ve 
bütünlük sağlanamayacağı için düzen yerine düzensizlik, kargaşa doğar. Ancak, bu değerler ve diller bireyler tarafından toplum içinde serbestçe yaşanır, 
engellenemez. 

Genel duruma tabi devletler böyledir. Egemen güçlerin çıkarlarına göre kurulan devletlerin ortak özelliği yoktur. 

Birbirine benzemez. Bunun için örnek teşkil edemez. 

Türk Anayasaları, milli ve merkezi devlet Bu izahlar açısından Türk anayasalarına bakalım. Bugüne kadar, 108 yılda 6 yazılı anayasamız olmuştur. Bunlar; 1876 Kanuni Esasi’si, 1921 geçici Anayasası, 1924, 1945, 1961 ve 1982 anayasalarıdır. Bu anayasalardan ilk dördünün gerçek ihtiyaçtan; son ikisinin ise darbeler sonucu “sıfırdan” yapıldığı bilinmektedir. 


Ancak konumuz bakımından çok önemli olan husus, milli devlet, devletin kimliği ve yönetimi açısından hepsinin aynı özellikte olmasıdır. Anayasalarımıza baktığımızda dikkati çeken ilk husus; Sultan II. Abdülhamit Han’ın 1876 Kanunu Esasi’sinden 1982 Anayasasına kadar egemenliğin aynı kalması, adeta kopya edilir gibi korunmasıdır. Anayasaların hepsinde, kurucu irade, kuruluş esasları ve meşruiyet kaynağı denilen, milletin ruhu esas alınmıştır. Böyle olması da çok tabiidir. Çünkü kurucu iradenin sahibi değişmemiş, hep Türk Milleti olmuştur. 

Kimlik meselesi günümüz tartışmalarının da eksenini teşkil ettiğinden, ilk Anayasamızdan somut deliller vererek, Devletin yapısındaki sürekliliğe ve bütünlüğe dikkatleri çekmek isteriz. 

Önce 1876 da ilan edilen Kanunu Esasi’ye bakalım. 

1. Madde: Osmanlı devleti ülkesiyle bir bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez. 
2. Madde: Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul’dur. 
8. Madde: Osmanlı Devleti’nin uyruğunda bulunanlara “Osmanlı” denir, 
17. Madde: Yasa önünde bütün Osmanlılar eşittir. Kişilerin, din ve mezhebine bakılmadan vatana karşı aynı hak ve ödevleri vardır. 
18. Madde: Devlet memuru olabilmek için “devletin resmi dili” Türkçeyi bilmek şarttır. 
57. Madde: Meclis’te müzakerelerin dili Türkçedir. 
68. Madde: Türkçe bilmeyen milletvekili olamaz. 
71. Madde: Milletvekilleri, seçim bölgesinin ayrıca vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir. (1) 


Bu Türk kimliği elbette Kanunu Esasi ile kazanılmış değildir. Devleti kuran ve yaşatan Türk Milletidir. Bunun için devletin kuruluşundan itibaren; sarayda, orduda, devlet işlerinde, mahkemelerde, şiirde, edebiyatta, kültürde, musikide, mimaride, sanatta, günlük hayatta, her yerde ve her işte, Türk dili ve kültürü esas olmuştur. Selçuklu devleti de, Osmanlı devleti gibi Türk Milletinin devletiydi. 

Yukarıda 8. Maddede bahsi geçen “ Osmanlı ” sözü hiç şüphe yoktur ki, “ Türk ” demektir. 1876 Anayasasının hükümleri, Türk demiyor ve milletini tarif etmiyorsa, hangi milleti tarif ediyor olabilir? 

Cumhuriyet dönemi anayasalarında çok kullanılan “Türkiye” sözünün, duruma göre, “Türk Ülkesi” ve “Türklerin ülkesi” anlamında kullanıldığı bilinmektedir. 
Bütün anayasalarımızda, “Egemenlik” kayıtsız şartsız Türk Milletine aittir” denilmek suretiyle, bu konuda hiçbir tereddüde yer bırakılmamıştır. Ayrıca TBMM, 

1922’de aldığı 308 numaralı kararla bu hususa açıklık getirmiştir. Karar şöyledir: “Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk 
Milleti… Düşmanlarına karşı kıyam etmiş… Bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.” (2) 

Geçtiğimiz aylarda vefat eden Neslişah Sultan’ın hayatını yazan Murat Bardakçı, merhumun annesi Sabiha Sultan’ın şu sözlerini aktarıyor: “Bugün 
Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ündü. Bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. 
Devlet aynıdır. Rejim değiştiği için isim değişmiştir.” (3) 

Söz buraya gelmişken, Osmanlı kavramı üzerinde de durmak isteriz. Çünkü o dönemde bile bu kavram, çok farklı anlaşılmıştır. Bu bakımdan ünlü bilim adamımız Fuat Köprülü’nün “Osmanlı Telakkisi” başlıklı, zihni karışıklığa ışık tutan makalesinden kısa bir bölümü aktaralım. 

Köprülü diyor ki; “Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasi heyet adıdır; yoksa bu kelime Tanzimatçıların zannettiği gibi ‘dinde, lisanda ve netice olarak hissiyatta’ müşterek bir millet unvanı değildir. Binaenaleyh Osmanlılık demek, Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin, vs. toplu heyeti demektir. 

Devletimizi büyük bir içtimai daireye benzetecek olursak; merkezi daireyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi, ilkine sıkı bir surette merbut (bağlanmış) olarak İslamlık, son daireyi de Türk ve İslam cazibe kuvvetine tabiatıyla boyun eğmeye mecbur olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder. Osmanlı Devletinin şimdiye kadar vatanın parçalarından birçoğunu kaybetmesi, Türk merkezi kuvvetinin zaafından ileri gelmektedir.” (4) 

Köprülü pek tabiidir ki, Osmanlı bir Türk Devletidir diyor. 

“Türkiye” sözünü, “Türk” anlamında değilmiş gibi göstermeye kalkışmanın gerçekle ve iyi niyetle izahı mümkün değildir. Buna rağmen, günümüzün her türlü istismarına fırsat vermemek için; Türk devleti, Türk vatanı ve Türk Milleti gibi kavramları kullanmakta zaruret vardır. 

Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nin ömrünü tamamlaması üzerine, nöbeti Türkiye Cumhuriyeti Devleti almıştır. Bu dönemde bütün dünyada imparatorlukların dağıldığı, egemenliğin artık hanedan eliyle değil, doğrudan doğruya millet eliyle temsil edildiği, demokrasinin yaygınlaştığı bilinmektedir. 

Şimdi diğer Anayasalara bakalım: 

1921 Anayasası: 

1. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” 

2. Madde: “İcra kuvveti ve yasama yetkisi milletin yegâne ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisinde belirir ve toplanır.” 

1924 Teşkilatı Esasi: 

2. Madde: “Devletin resmi dili Türkçedir.” 

3. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” 

4. Madde: “Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder.” 

12. Madde: “Türkçe okuyup yazma bilmeyenler Milletvekili seçilemezler” 

88. Madde: “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.” 

1945 Anayasası: 

“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denilir… Vatandaşlık kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür… 
Devletin dili Türkçedir.” 


1961 Anayasası: 

2. Madde: “Milli Devlet” 

3. Madde: “Resmi dili Türkçedir” 

4. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.” 


1982 Anayasası: 

3. Madde: “Devletin dili Türkçedir” 

6. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.” 

Görüldüğü gibi Osmanlı’dan bu yana anayasalarımızda, devletin sahibi ve kimliği hiç değişmeden, “Türk” ve “Türk Milleti” olarak kalmıştır. Yapısı ise milli ve merkezi 
(üniter)’dir. Esasen egemenlik millete ait bir kavram olduğundan, devletin sahibi, bünyesindeki etnik grupları da temsil eden Türk Milletidir. 

Zaten kurucu irade (Millet) değişmeden başka türlüsü mümkün de değildir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


****

26 Ağustos 2016 Cuma

1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



_ Hükümetin ve Askerlerin iddiasının aksine 1 Mart Tezkeresi Türk Askerine PKK’ya karşı operasyon izni vermiyordu. 

_ PKK’ya Karşı silah kullanmayı Yasaklayan Bush yönetimi, Siyasi düzenlemelerde Türkiye’ye söz hakkı tanır mıydı?


Şükrü M. ELEKDAĞ-KONUK YAZAR
ABD’de başlayan başkanlık seçimi sürecinde adaylar arasındaki geleneksel TV tartışmalarında,  2003 yılında Irak’ın işgali konusu hayli sık gündeme geliyor. Tartışmalarda, adayların hemen hemen hepsi, Irak’a yapılan müdahaleyi, yalan ve sahte gerekçelere  dayanan gayrimeşru bir savaş olması, bunun ötesinde,  Irak’ta büyük bir yıkıma, yağma ve soygun  ile  ülkeyi mahveden korkunç bir  iç savaşa yol açması nedeniyle kınadılar ve Ebu Gureyb gibi işkence merkezlerinde insanlara yapılan alçaltıcı muameleleri yansıtan mide bulandırıcı fotoğrafların yayınlanmasının,ABD’nin itibar ve prestijini yerle bir ettiğini dile getirdiler. 

Irak savaşına katılsaydık…

Irak savaşına başka bir pencereden bakan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, fırsat düştükçe Türkiye’nin Amerika’nın yanında savaşa katılmamış olmasından dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Nitekim, Güney Amerika gezisi dönüşünde  gazetecilere yaptığı şu açıklama dikkat çekici:  “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz… 1 Mart Tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye Irak’ta masada olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı… Ufku görmek çok önemli, şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider, bir yerden sonra böyle gitmez, hassasiyetlerimizi korumak zorundayız.”
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ifadeleri şöyle yorumlanabilir: Irak savaşına katılsaydık, barış masasına bizim de yerimiz olurdu; bu da bize Irak’ın düzeni hakkında söz hakkı sağlar ve ülkenin felaketli duruma düşmesini  önlerdik. Türkiye de iyi bir konumda olurdu. Suriye’ye yönelik politikamız Irak’taki hatamızdan ders alınarak saptanmalı.

Temel dayanak Mutabakat Muhtırası 

Ancak ben, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu görüşünün hatalı olduğu kanısındayım. Görüşüm sağlam bir kanıta dayanıyor. Bu da, 1 Mart Tezkeresi’nin temel dayanağını oluşturan ve ABD ile imzalanmış bulunan Mutabakat Muhtırası’dır (MM). Anımsanacağı üzere, Tezkere’nin reddinden sonra Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, yaptıkları açıklamalarda  “ Tezkere’nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri  kuzey Irak’a girecek  ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkânı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa bu sözler doğru değildi.  Zira, MM, Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma  hariç, silah kullanmasını  yasaklıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak’ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı.

Şimdi, bu gerçek ışığında Cumhurbaşkanı’nın ifadelerini değerlendirelim… Ancak önce, ABD’nin Irak’ı işgalinin BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmaması dolayısıyla   gayri-meşru olduğunu,  bu nedenle  de ABD ile imzalanan MM’nın  Anayasamızın 92. maddesine aykırı olduğunun altını çizelim. Bu durumda  AKP Hükümeti’nin, Anayasa’nın  ihlali pahasına, Irak’ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 ABD savaş uçağının ve Irak’a saldıracak 60 bin ABD askerinin  topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin vererek  ağır riskler üstlenirken,  Washington’dan, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesi istemesinden  daha makul bir şey olabilir miydi?  Fakat  Bush yönetimi,  bırakın  PKK’nın tasfiyesini,  Türk askerlerinin  PKK’ya karşı operasyon yapmasını   yasaklayan  bir anlaşmayı  Türkiye’ye  empoze etmiştir. Bu bağlamda, Hükümetin, bu denli riskli, adaletsiz ve hukuka aykırı bir anlaşmayı  imzalamış  olmasının, akıl ve izanla izahının mümkün olmadığını da belirtmeliyim... Bu gerçekler ışığında,  Sayın Cumhurbaşkanı’nın hoşgörüsüne güvenerek kendilerine şu soruyu sormak isterim: Türkiye’nin  en haklı  olduğu bir alanda, ona böylesine haksız  bir muameleyi reva gören  Bush yönetiminin,  savaş sonrasında Irak’ın siyasi düzenine ilişkin  çalışmalarda Türkiye’ye  söz hakkı vereceği umuduna kapılmak,  aşırı iyimserlikten de öteye hayalperestlik olmaz mı?

Türk askerine Irak’ta verilen görev hakkında Türk kamuoyunun  aldatıldığının ilk farkına varmam, ABD ile müzakereleri yürüten  Büyükelçi Deniz Bölükbaşı’nın yazdığı “ 1 Mart Vakası  Irak Tezkeresi ve Sonrası ” başlıklı  kitabını incelemem sırasında oldu.  Bölükbaşı, kitabında, MM’nın analizini yapıyor ve bu kilit belgenin, Irak topraklarında derinliği 40 kilometreye ulaşan ve  PKK’nın kullandığı kamplar ile silah ve cephane depolarını kapsayan bir kuşağın Türk askerinin kontrolüne bırakılmasını  öngördüğünü belirtiyordu. Bölükbaşı’nın altını çizdiği diğer önemli bir husus da, belgenin bölgedeki “Türk birliklerine resen  PKK unsurlarına karşı imha harekâtına girme yetkisi verdiği” idi.
Oysa, MM’nın Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği hakkındaki  7. maddesinin “Kuzey Irak’taki faaliyetler” başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafı, Bölükbaşı’nın iddiasının tam tersine, Türk askerine, PKK’ya karşı operasyon yapmayı yasaklıyor. Sözkonusu  paragraf aynen şöyledir: “Alıcı taraf özel harekât  kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini  savunma hakkı  ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif  gruplarla  herhangi bir çatışmaya  girmeyecektir.” 

‘Muhalif gruplar’la Kastedilen kim?

Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye’dir. “ Muhalif gruplar ”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “ 4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır. Görüleceği üzere, MM’nın 7. maddesi, TSK’nin meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek  unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.  

Gizlilik dereceli bir belge olan MM’nın metni Bölükbaşı’nın kitabının ekleri arasında yer almıyordu. Bu metni bir hayli aradımsa da bulamadım. Ancak,  Sayın  Fikret Bilâ’nın yazdığı “Ankara’da Irak Savaşları” adlı Kitap imdadıma yetişti. ABD’nin Irak’a müdahaleye hazırlık sürecinde Ankara’da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan bu kitap yayınlanınca, Bilâ hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açılmış, fakat beraatla sonuçlanmıştı. Aradığım belge, yani MM metni, Bilâ’nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu.  Hemen belirteyim ki, Irak savaşı öncesinde Türkiye ile ABD arasındaki gizli müzakereleri ve ABD’nin manevralarını açıklayan bu fevkalade kitap, aynı zamanda TSK’nin savaşa katılma ve aktif olma isteklerinin şart ve gerekçeleri hakkında da detaylı bilgiler içeriyor ve bu meyanda dönemin Genel  Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün MM’nın kuvvetli bir savunucusu olduğunu  da ortaya koyuyor.    

Özkök de  Yanıltıyor,

Nitekim Orgeneral Hilmi Özkök, 2012’de  gazeteci/yazar Murat Yetkin’e verdiği röportajda, “ Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası Hazırlamıştık… ” dedikten sonra da şöyle devam etmişti:
“Tezkere  geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekâtı oradan sürdürecektik…  PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Özkök  Paşa  bu ifadeleriyle,  hem “güzel” diye övdüğü MM’nın askeri birliklerimize PKK’ya karşı silah kullanmayı yasakladığını gizliyor,  hem de birliklerimizin  PKK’ya karşı harekâtta bulunacaklarını söyleyerek Türk kamuoyunu  bilinçli olarak yanıltıyor…  

İslam Alemi lanetlerdi,

ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları olan bir felakete yol açmış, Irak’ı parçalanma girdabına sokmuştur. ABD’nin  Irak’a ayak bastığı andan itibaren körüklediği siyasi mezhepçilik ve mezhep kavgası bugün Ortadoğu’nun  başına bela olan IŞİD’i doğuran şartları yaratmıştır. Yani IŞİD’in “kuvözü” Iraktır. İşgal sırasında bir ila 1.5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üçüncü petrol zengini Irak’ın 26 milyona varan nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin  korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Türkiye, ABD’nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam âlemi kıyamet gününe kadar Türkiye’yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi...
Etiketler:
ABD,TSK,PKK,Irak,Kitap,İslam,bugün,Suriye,Ankara,Kandil,Amerika,Anayasa,Ortadoğu,Kuzey Irak,Washington,Hilmi Özkök,Murat Yetkin,Güney Amerika,Deniz Bölükbaşı

..

1 Mart tezkeresi TSK’ya operasyon izni vermiyordu


11 Mart 2015






















ÖZKÖK PAŞA DA BİLİYORDU!
CHP eski Milletvekili, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, Uğur Dündar'a verdiği son röportajında, çok konuşulacak bir iddiayı dile getirdi. Elekdağ, “Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de bu yalana ortak oldu” dedi…

2003 YILINDA MECLİS'TEKİ O TARİHİ OYLAMAYA KATILAN İSİMLERDEN BİRİ OLAN EMEKLİ BÜYÜKELÇİ ŞÜKRÜ ELEKDAĞ, O TEZKEREYLE İLGİLİ ÇOK ÇARPICI BİR İDDİAYI ORTAYA ATTI. ELEKDAĞ “ BU YALAN, 1 MART TEZKERESİ'NİN TEMEL DAYANAĞI OLAN FAKAT KAPALI OTURUMDA MİLLETVEKİLLERİNE DAĞITILMAYAN GİZLİ DERECELİ BİR BELGE NİTELİĞİNDEKİ MUTABAKAT MUHTIRASI'NA İLİŞKİNDİR” DEDİ.

YAZI İÇERİSİNDE  MM  OLARAK KISALTILAN ( MUTABAKAT MUHTIRASI ) ANLAMINI TAŞIR.,

_ Sevgili okurlarım,
1 Mart 2003'te AKP iktidarının TBMM'ye sunduğu tezkereyle Türkiye, 60 bin kişilik bir ABD askeri kuvvetini ve keza 255 ABD uçağını kendi topraklarında konuşlandırmak suretiyle Irak'a saldırı için Kuzey Cephesi'ni oluşturmayı kabul ediyordu. Türkiye böylece, çok ağır riskler üstlendiği gibi hukuki meşruiyetten yoksun bu askeri harekat nedeniyle uluslararası sorumluluk altına giriyordu. TBMM'nin Tezkere'yi reddetmesi, Türk-ABD ilişkilerinde ciddi bir kırılma noktası oluşturdu ve bugüne değin iki ülke işbirliği üzerine düşürdüğü gölge tam anlamıyla kaybolmadı. Bu konunun Türkiye'nin siyasi gündeminden düşmemesine ve Tezkere'nin Meclis'te görüşüldüğü gizli oturum tutanaklarının 10 yıllık gizlilik süresinin dolmasına rağmen, AKP tutanakları açıklamamakta ısrar ediyor. Bu konuyu İstanbul Milletvekili olarak gizli oturuma katılmış olan emekli büyükelçi, bilge diplomat Şükrü Elekdağ'la yaptığımız ve bu sütunlarda 17 Mart 2013'te yayımlanan söyleşimizde ele almıştık. O günden bugüne kadar bazı yeni ve çarpıcı gelişmeler oldu. Ben de bu gelişmeleri Sayın Elekdağ'a sordum.

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Efendim anladığım kadarıyla AKP Hükümeti, tutanakların açıklanmasıyla büyük bir skandalın ortaya çıkmasından korkuyor. Nedir bu skandal?
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Ulusal çıkarlarımıza ilişkin korkunç bir yalan, dev bir sahtekarlık kamuoyundan gizlenmek isteniyor. Bu yalan, 1 Mart Tezkeresi'nin temel dayanağı olan fakat kapalı oturumda milletvekillerine dağıtılmayan “gizli” dereceli bir belge niteliğindeki Mutabakat Muhtırası'na ilişkindir. Bilindiği üzere, Tezkere'nin reddinden sonra muhtelif tarihlerde yaptıkları açıklamalarda Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Tezkere'nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri Kuzey Irak'a girecek ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkanı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa söyledikleri büyük bir yalandı. Zira, Türk askeri birliklerinin, Mutabakat Muhtırası (MM) gereğince, Irak topraklarında sınırımız boyunca uzanan bir kuşakta konuşlanmalarına izin veriliyor, fakat Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma hakkı hariç, silah kullanması, altını çizerek söylüyorum, yasaklanıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak'ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı…

AFFEDİLMEZ YALANA BAKIN
(U.D.): Söyledikleriniz iddiadan mı ibaret, yoksa kesin ve somut kanıtları var mı?

(Ş.E.): 
Evet var!.. ABD ile müzakereleri yürüten Emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı milletvekili olduktan sonra “1 Mart Vakası – Irak Tezkeresi ve Sonrası” başlıklı iddialı bir kitap yazdı. Kitabında, Türkiye'nin çıkarlarını koruyan bir belge olarak değerlendirdiği MM'nin analizini de yapıyor. Bu belgenin açık adı şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Irak'a Karşı Türkiye'de Geçici Olarak Konuşlandırılacak Olan Kuvvetlerin Durumunu Saptamak ve Temel Politika, Prensipler ve Sürecin Oluşturulması Hakkındaki Anlaşma”
İsminden de anlaşılacağı üzere, kilit önemdeki bu belge, Türkiye, ABD'nin yanında savaşa katıldığı takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne verilecek görev ve yetkileri de tanımlıyor. Bölükbaşı kitabında, MM'nın, azami derinliği 40 kilometreye ulaşan ve PKK'nın Türkiye'ye yönelik terör eylemleri için kullandığı kampları ve silah ve cephane depolarını kapsayan bir alanın Türk askerinin kontrolü altına girmesini öngördüğünü ve bu bölgedeki “Türk birliklerine resen PKK unsurlarına karşı imha harekatına girme yetkisi verdiğini” vurguluyor. Oysa ben MM'yi incelediğimde, Bölükbaşı'nın bu ifadelerinin hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığını gördüm. Zira bu belge, Türk askeri birliklerinin Irak topraklarında PKK yuvalarını bulup tahrip etmesini yasaklıyor.

İŞTE YALAN VE HIYANETİN KANITI
(U.D.): Müzakerelere Genelkurmay Başkanlığı da katıldığına göre, böyle bir hainlik nasıl gerçekleşebilir?

(Ş.E.): 

Şimdi bakınız, Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği MM'nin 7. maddesinin “Kuzey Irak'taki faaliyetler“ başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafında belirtilmiştir. Bu parag- raf aynen şöyledir:
“Alıcı taraf özel harekat kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini savunma hakkı ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif gruplarla herhangi bir çatışmaya girmeyecektir.”
Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye'dir. “Muhalif gruplar”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır.
Görüleceği üzere, MM'nin 7. maddesi, TSK'nın meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.

(U.D.): Siz bu görüşleri Mutabakat Muhtırası (MM)'nın aslına dayanarak dile getiriyorsunuz. Peki bu metnin aslını nasıl elde ettiniz?

(Ş.E.): Bölükbaşı'nın kitabında bu belgenin aslı yoktu. Ancak, halen Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Fikret Bila, 1 Mart Tezkeresi'nin reddinden sonra, ABD'nin Irak'ı işgaline hazırlık sürecinde Ankara'da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan “Ankara'da Irak Savaşları” başlıklı fevkalade bir kitap yazmıştı. Kitap yayınlanınca, Bila hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açıldı, ama dava beraatle sonuçlandı. Aradığım belge, yani MM metni, Bila'nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu. Ancak, Bila kitabında, MM'nin “Kuzey Iraktaki faaliyetler” başlıklı fıkrası ışığında Türk askerinin operasyon yetkisi konusunu ele almamıştı.

HİLMİ ÖZKÖK DE YALANA ORTAK
(U.D.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün tutumunu da değerlendirir misiniz?

(Ş.E.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, MM'nın kuvvetli bir savunucusuydu. Nitekim, kendisiyle röportajlar yapmış olan Fikret Bila'nın bir makalesinde şu hususlar yer alıyordu: “… Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin TBMM'den geçmesini istiyordu. Bu konudaki görüşünü dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'na  iletmiş, ilgili kurullarda bu yönde açıklamalar yapmıştı. Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin eki olan Mutabakat Muhtırası'nın Türkiye'nin milli çıkarlarına uygun olduğunu, çok iyi bir  anlaşma sağlandığını düşünüyordu.” (Milliyet- 10.04.2010). Nitekim, Orgeneral Özkök, gazeteci/yazar Murat Yetkin'e verdiği röportajda, “Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası hazırlamıştık…“dedikten sonra da şöyle devam etmişti: “Tezkere geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekatı oradan sürdürecektik… PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Bu açıklamayı, geçen yıl Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde sırasıyla 2 Şubat'ta ve 26 Ekim'de yayımlanan makalelerimde ele aldım ve Orgeneral Özkök'ün “güzel” diye övdüğü MM'nın ne denli sakat ve ulusal çıkarlarımızı zarar verici olduğunu vurguladım. Özkök'ün, bu sözleriyle Türk halkını aldattığını, zira MM'nın, Türk askerine PKK yuvalarını bulup imha etmeyi yasakladığını vurguladım.

AKP HÜKÜMETİ ANAYASA SUÇU İŞLEDİ
(U.D.): Bu açıklamanıza emekli Orgeneral Özkök'ten bir yanıt geldi mi?

(Ş.E.):  Hayır gelmedi!.. Şimdi, serinkanlılıkla düşününüz… ABD'nin Irak'ı işgali, bir BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmadığından, tam anlamıyla gayri-meşrudur. Bu niteliğiyle ABD ile imzalanan MM'da, Anayasamızın 92. maddesinin hükümlerini ihlal etmektedir. Bu duruma rağmen, AKP iktidarı, ABD'nin peşinden giderek resmen  anayasa suçu işlemeyi, ahlaka, adalete ve hakkaniyete ters düşen bir eyleme ortak olmayı öngörmüştür. Bu durumda, Genelkurmay Başkanı'nın “sorumluluk, milli iradeyle ülkeyi yöneten iktidarındır” diyerek, Hükümet talimatlarına göre hareket etmesi hukuken savunulabilir… Ama, ABD'nin Irak'ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 savaş uçağının ve Irak'a saldıracak 60 bin askerinin topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin verilmesi suretiyle, ağır riskler üstlenilirken ABD'den, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesinin istenmesi ve bunda diretilmesi gerekmez miydi? Fakat burada çok daha vahim olan, ABD'nin dayatmasıyla, askeri birliklerimize PKK'ya karşı operasyon yetkisi vermeyen bir anlaşmanın imzalanması, sonra da böyle yaşamsal önemde bir konuda Türk halkına yalan söylenmesidir.

ARAP-İSLAM ALEMİ BİZİ LANETLERDİ
(U.D.): ABD'nin Irak'a saldırması ve işgal etmesi ABD'nin siyasi tarihine bir kara leke olarak geçecek affedilmez bir insanlık faciası. ABD'de bu konuda yazılan düzinelerce kitapta bu savaş ve uygulanan yöntemlerin ABD değerlerini ihlal ettiği, insanlığa karşı suç oluşturduğu ve utanç verici olduğu belirtilerek kınandı. Hal böyleyken ben Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde “Tezkere geçmiş olsaydı şu anda Kuzey Irak'ta olurduk ve Kuzey Irak'ta verilen kararlara Türkiye olarak ortak olurduk” dediğini hatırlıyorum. Bu nedenle Türkiye'nin siyasi liderlerinin dünya gerçeklerinden bu denli kopmalarına bir anlam veremiyorum. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
(Ş.E.): 
ABD'nin Irak'a saldırısı, Türkiye'nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları bulunan bir felakete sebebiyet vermiş, Irak'ı mahvetmiş ve parçalanma girdabına sokmuştur. Washington'un Irak'a ayak bastığı andan itibaren izlediği Sünnilerle Şiileri çatıştırma politikası, bugün Ortadoğu'nun başına bela olan IŞİD'i doğuran şartları yaratmıştır. İşgal sırasında 1 ila 1,5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üç numaralı petrol zengini Irak'ın 26 milyonluk nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Şu noktayı hep vurguluyorum:Türkiye, ABD'nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, buna ortak olsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam alemi kıyamet gününe kadar Türkiye'yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi. Bu gerçeği görmemekte ısrar için stratejik körlükle malul olmak lazım.



..