Suudi Arabistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suudi Arabistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2020 Cuma

Soğuk Savaş Sonrasında Ortadoğu'da Vekâlet savaşları ve Yeni Oyun Kurucu Türkiye'nin Etkinliği.,

Soğuk Savaş Sonrasında Ortadoğu'da Vekâlet savaşları ve Yeni Oyun Kurucu Türkiye'nin Etkinliği., 


Mehmet Babacan* 
* Uludag University 
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ, SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, ORTADOĞU ÇALIŞMALARI DOKTORA PROGRAMI, 
PROJE ASİSTANI, DOKTORANT
Bursa - Turkiye


Soğuk Savaş Sonrasında Ortadoğu'da Vekâlet savaşları ve Yeni Oyun Kurucu Türkiye'nin Etkinliği

11. ULUSLARARASI ULUDAĞ ULUSLARARASI İLİŞKİLER KONGRESİ, 2019

Morton Kaplan’ın uluslararası siyasal sistem biçimleri olarak sıraladığı sistem modellerinden (hiyerarşik sistem, çok kutuplu sistem, iki kutuplu sitem gibi) 
tarihsel olarak evirilerek geçen uluslararası politika 1990’lı yılların başından itibaren yeni bir çehre alarak tek kutuplu bir karakter kazanmıştır. 

Keza uluslararası politikada “kutup” kavramı küresel düzeyde gücün belli bir yerde yoğunluk kazanması anlamına geldiğinden 1989’da Berlin Duvarının yıkılmasıyla başlayan yeni dönem, dünya tarihinde ekonomik, askeri ve diğer nicel ve nitel unsurlar bakımından ABD’nin rakipsiz ve eşsiz bir süper güç (hatta buna hiper güç diyenler de vardır) olarak ortaya çıkmasını simgeleyen bir dönem olmuştur. 1991’de iki kutuplu sistem, kutuplardan biri olan Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla son bulmuş, sosyalist-komünist ideoloji ile liberal-kapitalist ideoloji arasındaki mücadeleyi Batı bloğunun hâkim ideolojisi olan liberalizm ve kapitalizm kazanmıştır. 

Uluslararası konjonktür böyleyken Robert Cox gibi teorisyenler ABD’nin uluslararası siyasal sistemde neredeyse bir imparatorluk kurma noktasına kadar geldiğini belirtirken Francis Fukuyama gibi ideologlar ise Hegelci mantığın tarif ettiği anlamda pratik tarihin sona erdiğini iddia etmiştir. Küresel düzeydeki bu değişim tabiatıyla bölgesel politikalar üzerine de yansımış, iki kutuplu/bloklu yapının kurallarına ve kalıplarına göre davranmaya alışan ülkeler Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi iki kutuptan birine tercih göstermek yerine yeni dönemde yükselişe geçen küreselleşme, insan ve azınlık hakları, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi gibi kavramları önceleyen dış politikalar üretmek durumunda kalmışlardır. Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin en güçlü biçimde hissedildiği bölgelerden biri olan Ortadoğu (diğerleri; Yugoslavya özelinde Balkanlar ve Dağlık Karabağ özelinde Kafkasya olmuştur) Irak ile Kuveyt arasında yaşanan Körfez Krizi bağlamında Soğuk Savaşı bitiren sıcak savaşın yaşandığı ilk coğrafya olurken ABD Başkanı George H. W. Bush’un “yeni dünya düzeni” nin (new world order) kurulduğunu ilan etmesine de vesile olmuştur. 1991 tarihinden bugüne küresel ve bölgesel güçlerin yıpratma ve vekâlet savaşları üzerinden rekabete giriştiği Ortadoğu bölgesi kendi iç dinamiklerinden (etnik, dini, mezhepsel) kaynaklanan sorun ve çatışmaların yanında jeopolitik, jeoekonomik ve jeo kültürel ölçekteki öneminden dolayı dışarıdan gelen operasyon ve müdahalelere de sürekli açık olmuştur. 

Ortadoğu’da Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörlerin üstünlük/liderlik mücadelesinin yanı sıra ABD, Rusya, AB, Çin gibi bölge-dışı küresel aktörlerin de rekabeti hissedilmiş, özellikle Yemen ve Suriye Krizi bağlamında anılan aktörler arasında çağdaş bir “soğuk savaş pratiği” de yapılmıştır. 

Bu çalışmada da özellikle Türkiye’de dış politikadaki karar verici konumundakilerin zaman zaman söylemlerine hâkim olan “oyun kurucu” kavramından hareketle Soğuk Savaş sonrası yeni dönemde bölgesel ve küresel aktörlerin ve nihayetinde Türkiye’nin bölgedeki alan açma faaliyetlerine, liderlik çabalarına ve mücadelelerine, aktif ve proaktif politikalarına değinilecektir.

https://independent.academia.edu/MEHMETBABACAN3


***

9 Eylül 2018 Pazar

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3


A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 3



    Dünya Dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin 
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir 
Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. 

   Eğer, ABD Avrasya yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğü ne karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurulmasını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni bir büyük siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesinin çabasını göstermektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme meydana getirmektedir. 

Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmek-tedir. ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protes-tan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 

ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne 
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları 
gözlenmektedir.9 

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 

Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak 
isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 












Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir 
durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 

Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, 
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 

Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her 
bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 

Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 


DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 

ANIL ÇEÇEN / A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? 


ÖZEL NOTUM; 
MUKAYESE AÇISINDAN..,  DİĞER BİR GÖRÜŞ HABERE YER VEREYİM; Aşagıda ( Taner Çelik )


Amerika Süper Güç olarak kalabilir mi.

11 Şubat 2013 Pazartesi












Samuel Huntington, Joseph Nye gibi siyaset bilimcilerin başını çektiği kamp Amerika'nın süper güç olmaya devam edeceğini ve hiç bir ülkenin Amerika'nın 
Ekonomik, Askeri ve Kültürel gücüyle yarışamayacağını savundu. Soğuk Savaş sonrasını izleyen yirmi yıl Huntington ve Nye'ı haklı çıkardı.

Globalleşme ve kapitalist politik ekonominin entegrasyonu pek çok ülkeyi Amerika'yla ekonomik ilişkiye bağımlı kıldı. Saldırı denizaltısı ve uçak gemisi 
filolarıyla denizde, savaş uçakları ve insansız hava araçlarıyla havada ve nükleer gücüyle ve uzay araştırmalarıyla Amerika askeri alanda da rakipsiz oldu. 
Bilişim teknolojisindeki üstünlüğü, İngilizce'nin dünya dili olması, Hollywood filmlerinin popülerliği, Amerika'nın dünyanın her yerinden göçmen çeken bir 
ülke olması yumuşak güç alanında da Amerika'nın liderliğini kanıtladı. Fakat Amerika'nın süper güç olmasında en az bunlar kadar önemli bir başka unsur 
daha vardı: Dünyanın her bölgesine askeri, politik ve ekonomik olarak angaje olması. 

***
Washington'da yeniden alevlenen savunma bütçesi kesintisi tartışması bana Soğuk Savaş'ın bitiminden itibaren sorulan soruyu yeniden düşündürttü: 
Dünya Amerika'nın süper güç olmadığı bir evreye mi giriyor? Obama yönetimi gelecek on yılda savunma bütçesinde 400 milyar dolarlık kesinti yapacağını 
açıkladı. Bütçe kesintisinin savaş uçaklarının uçuş saatindeki kısıtlamalardan yeni silah alımlarının azaltılmasına pek çok sonucu olacak fakat en önemlisi 
Amerika'nın tüm dünyadaki askeri ve buna bağlı olarak politik varlığının zayıflayacak olması. Amerika Avrupa'daki dört tugaydan ikisini, binlerce personeli, Körfez'deki iki uçak gemisinden birini geri çağırıyor, Almanya'da bulunan dört üssü kapatıyor. Bunlar bütçe kesintisiyle yapılan düzenlemelerden sadece birkaçı. Kesintilerin Amerika'nın tüm dünyadaki askeri angajmanını azaltıyor olması siyasi ve ekonomik varlığını da etkileyecek bir gelişme çünkü Amerika kurduğu askeri ittifaklar karşılığında serbest piyasa ekonomisinin devamına katkı sağlıyor, önemli ticaret yollarının açık kalmasına yardım ediyor ve siyasi nüfuzunu genişletiyor. Mesela Japonya'nın Obama yönetiminin serbest ticaret inisiyatifi olan Trans-Pasifik Ortaklığı ile ilgilenmesinin sebebi Amerika ile askeri bağlarını güçlendirmek istemesi. Güney Kore de benzer sebeple serbest ticaret anlaşması görüşmelerinde Amerika'nın şartlarını kabul etti. Dünya petrolünün dörtte birinin dünya pazarına ulaşmak için geçtiği Hürmüz Boğaz'ı da Amerika'nın körfezdeki askeri varlığıyla mümkün. Askeri varlığı siyasi anlamda da Amerika'nın elini güçlendiren bir faktör.

Soğuk Savaş döneminde Güney Kore ve Taiwan'ın nükleer silah elde etmemesinin sebebi Amerika'nın verdiği askeri destek sözüydü. 

Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Amerika'nın bölgesel politikalarını desteklemesinin altında yatan en önemli neden de askeri ittifak. Amerika hala dünyanın en büyük ekonomisi ve en önemli askeri gücü. Fakat ekonomisi zayıflamış, dünyadan askeri olarak elini eteğini çekmeye hazırlanan, global ve bölgesel sorunların çözümünü müttefiklerine devreden, Irak'ın işgali ve Guantanamo gibi yerlerdeki insan hakları ihlalleriyle ve Arap Baharı'nın getirdiği yeni dinamiklerle yumuşak gücü sarsılmış bir Amerika Çin, Brezilya, Hindistan gibi alternatif güç odaklarının ortaya çıktığı bir Dünyada Süper güç olarak kalmaya devam edebilir mi?


https://www.aksam.com.tr/yazarlar/amerika-super-guc-olarak-kalabilir-mi/haber-168969


***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 2












     İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. 

Nato ittifakı, soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 

Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 

Böylece ABD hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum,  
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’ nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

    Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

    Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin varolduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecek tir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. 

ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. 

Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, 
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme gelmiştir. 

    Sosyalist Sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı 
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri 
bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7 

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engellemeye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya 
İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6 Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların 
çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri 
ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 

ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye 
devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

ABD SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ ? BÖLÜM 1

ABD SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ ?  BÖLÜM 1


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 
AVRASYA DOSYASI 
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 












  Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? 
Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? 

Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. 

Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni 
yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. 

İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. 
Eski hegemon güç gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 

Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmektedir. Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 




Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 

Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine yönelmesine izin vermeyecektir. 



ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 


ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. 

Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

   Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 

   ABD’nin Süper Güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

      Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Aralık 2017 Perşembe

İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde - Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetine yaklaşım,

İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde - Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetine yaklaşım,



İRAN, SUUDİ ARABİSTAN - İSRAİL., ABD, ORTADOĞU, BOP,



İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde: Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetine olan ‘düşe-kalka gitme’ yaklaşımının daha iyi alternatifleri olabilir mi?
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü


BAKIŞ İncek Tartışmaları ;
     
‘İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde: Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetine olan ‘düşe-kalka gitme’ yaklaşımının daha iyi alternatifleri olabilir mi?’
Incek Tartışmaları, 13 Aralık 2017 günü, ‘İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetini’ ele aldı ve ‘Düşe-kalka gitme’ yaklaşımının daha iyi alternatifleri olup olmadığı sorusuna cevap aradı. Konuşmacılar: Ardahan milletvekili Em. Büyükelçi Öztürk Yılmaz (TBMM Dışişleri Komisyonu üyesi), Dr Em Tüma Deniz Kutlukve Doç Dr Banu Eligür (Başkent Universitesi).Oturum Dr Haldun Solmaztürk tarafından yönetildi ve seçkin bir Türk ve yabancı uzmanlar grubu tartışmaya katkıda bulundu. Aşağıdaki ‘Raportör Özetinde’ yer alan hususlar ve değerlendirmeler, herhangi bir konuşmacı veya katılımcının birebir görüşlerini veya tüm katılımcıların fikirbirliğine ulaştığı görüşleri yansıtıyor şeklinde algılanmamalıdır. Tartışma ‘off-the-record’ (kaynak göstererek yazılmamak kaydıyla) icra edilmiştir.
Ortadoğu satranç tahtasındaki piyonlar ve diğer taşlar yeniden yerleştiriliyorlar. İran, Suudi Arabistan ve İsrail, artık çatışmaya yol açabilecek tehlikeli bir rekabete kitlenmiş durumdalar. Rusya ve İran'ın IŞİD’le mücadeledeki rolleri ve şu anda bölgesel siyasetteki hakim konumları, son ikisini açıkça rahatsız ediyor. Suudi Arabistan ve İran, Suriye, Yemen ve Irak'tan sonra şimdi de Lübnan'da karşı karşıya geldiler. İran milliyetçiliği yükselişte ve İran'ın etkisi artık Tahran'dan Beyrut'a kadar uzanıyor. Rusya, İran ve Türkiye, Suriye'nin geleceği konusunda çok yakın işbirliği içerisindeyken, Suudi Arabistan, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri öncelikli olarak İran'a odaklanıyor.
2015'te, zaten başından başarısızlığa mahkum sözde bir ‘İslami NATO’ kurma girişiminin ardından, Haziran 2017'de Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkelerinin Katar’a yönelik ambargosu, İran’la Suudi Arabistan arasında—başkalarını da içine çekerek uzun zamandır gelişmekte olan bir zincirleme reaksiyon başlattı. Suudi Arabistan ve Katar dışındaki Körfez ülkeleri ve İsrail, İran'a karşı ilan edilmemiş bir 'ittifak' içinde görünüyorlar.
Kuzey Irak'taki 'bağımsızlık' referandumu ve PYD/YPG’nin, ki açıkça PKK’nın uzantılarıdırlar, Suriye'de Türkiye sınırı boyunca geniş toprakları kontrol ediyor olmaları, IŞİD-sonrası dönemde durumu daha da karmaşık hale getirdi. Suriye'deki bir ‘Kürt’ bölgesi, İran'ın nüfuzunu sınırlamak için bir araç olarak sunuluyor. Fakat YPG’ye verilen silah desteği ve PYD'nin Suriye Demokratik Güçleri adı altında, federal bir Rojava'ya yönelik çabaları Türkiye'yi endişelendiriyor.
Türkiye, dış politika alanında uzun zamandır süregelen geleneğini bozarak, bölgesel anlaşmazlıklara giderek daha fazla müdahil olmuş, hem Irak’a ve hem de Suriye'ye askeri ve siyasi müdahalede bulunmuş, çeşitli aktörleri kendisinden uzaklaştırmış, hatta muhasım hale getirmiştir. Bölge politikası, bölük pörçük, dengesizdir ve çoğu zaman ters sonuçlar vermektedir. Türkiye'nin Batı ile—özellikle de ABD ile—ve İsrail’le olan ilişkileri hiç olmadığı kadar düşük seviyelerdedir. Rusya ve İran'la olan ortaklığı da samimi olmaktan uzaktır.
'İran'a karşı daha sert olma' fikri Washington’da giderek daha popüler hale geliyor. Tam Hamas ve El Fetih ulusal uzlaşmaya teşebbüs ettiği sırada, Başkan Trump, Amerikan elçiliğini Kudüs’e taşımaya karar verdi. Bu, devenin sırtına yüklenen son saman çöpü olabilir.
Bu çerçevede, İncek tartışmaları şu konuları ele aldı: bölgedeki her bir oyuncunun siyasi amaç ve hedefleri, Türkiye’nin siyasi davranışı, bölgesel ve küresel barış ve güvenlik riskleri, Türk ulusal çıkarlarına yönelik tehditler ve Türkiye tarafından benimsenmesi gereken alternatif politikalar.

Özet;

Ortadoğu'da ve dünyada, ulusal ve bölgesel politikaları ve stratejileri yeniden şekillendiren bazı temel paradigma kaymaları meydana geldi. Geleneksel ittifakların yerini, yavaş yavaş, geçici ve pratik ihtiyaçlara dayanan ittifaklar alıyor.
Kudüs kararı Arapları bölmemiştir; sadece zaten varolan bölünmüşlüğü gözler önüne sermiştir. Şiiler ve Sünniler ayrımı bölgedeki sosyo-politik gerçekliği doğru anlamamızı engelliyor.
ABD artık bölgedeki tek oyun kurucu değildir. Rusya, yeni dostlar ve yeni ittifaklar vasıtasıyla Ortadoğu'da baskın bir aktör haline gelmiştir. Batı özellikle ABD ‘Kürt politikası’ ile Türkiye'yi Rusya ve İran ile işbirliğine, hatta açık ittifaka zorlamıştır.

İsrail’in kendi güvenliğine travmatik bir yaklaşımı vardır. Mevcut gerçekler göz önüne alındığında, bu yaklaşım makul ve kabul edilebilir değildir. İran, İsrail'in bölgedeki hakimiyetine yönelik tek tehdittir. 'Begin doktrinine' şimdi 'İran'ın Şii koridoru kurmasına asla izin vermeme' politikası eklenmiştir.
Suudi Arabistan, İran'ı rakip bir güç olarak bertaraf etmeyi ve Arap dünyasının lideri olarak Mısır'ın yerine geçmeyi hedefliyor. İran, bölgesel hegemoni için, ‘kuzeyde’ bir Şii ekseni, ‘güneyde’ bir dost hükümetler sistemi, ve müzahir ‘yapılardan’ oluşan bir ağ oluşturmayı hedeflemektedir.

ABD İsrail ile birlikte 6 Aralık kararıyla kendisini izole etmiş ve bir arabulucu olarak Barış Sürecindeki konumunu kaybetmiştir. 'Karar', radikalizme değerli (!) bir destek, güç vermiştir.

Türkiye'nin güvenliğine yönelik başlıca tehditler, netice itibariyle Ortadoğu’da sınırları ve siyasal rejimleri değiştirecek olan, radikal İslamcılık ve Kürt milliyetçiliğidir. Türkiye'nin hayati çıkarları, bölgesel barış ve istikrarda, ‘demokratik’ rejimlerin ‘İslamcılığın’ DEĞİL desteklenmesinde, teşvik edilmesindedir.

Türk karar-alma sistemi, tekrarlanan hatalar, yanlış kararlar ve kendi başarısızlıklarının esiri olmuş gibi görünüyor. Türkiye'nin, politikalarını gözden geçirmesi ve öncelikle Türk ‘ulusal çıkarlarına’ dayalı bir ulusal güvenlik politikasını yeniden oluşturması gerekmektedir.
Türk liderliği, diğer hükümetleri, kendi ulusal çıkarlarını gözetmekle ‘itham etmek’ şeklindeki söylem çizgisini terk etmek zorundadır. Her ülkenin kendi menfaatlerini gözetmesi son derece meşrudur.
Türkiye’nin, Filistin davasını tek başına ‘sahiplenmesi’ ve onu devralması, birçok nedenden ötürü  mümkün değildir.



Türk Hükümetine Tavsiyeler;

Türkiye'nin güvenliğine yönelik en büyük tehditler, netice itibariyle Ortadoğu’da Türkiye’nin arka bahçesinde sınırları ve siyasal rejimleri değiştirecek olan, radikal İslamcılık yani laik olmayan siyasi rejimler ve radikal İslamcı gruplar—ve Kürt milliyetçiliği, yani ‘Kürdistan Projesidir’.
Özellikle Kürt ayrılıkçılığının ve Orta Doğu’da genel olarak Kürt milliyetçiliğinin yükselişine paralel olarak 'radikal İslamcılık’ yükseliştedir. Türkiye, radikal İslamcılığın ve Türkiye içindeki altyapısının oluşturduğu tehdidin farkına varmalıdır. Türkiye'nin hayati çıkarları, bölgesel barış ve istikrarda, ‘İslamcılığın’ DEĞİL, ‘demokratik’ rejimlerin desteklenmesinde, teşvik edilmesindedir.
Suriye'nin siyasi birliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması aynı Irakınkiler gibi—Türk ulusal çıkarları için hayati öneme sahiptir. Sünni-Şii ayrımı yapaydır. Gerçek mücadele, mezhepsel değil, bölgesel hakimiyet içindir. Mezhepçilik, bilinçli olarak, sosyal seferberlik ve belli politikaların meşrulaştırılması için kullanılmaktadır.
Türk dış politikası öngörüsüz ve yanlış yönetiliyor. Türkiye, iç politikanın ihtiyaçlarına ve muhafazakar seçmen tabanının beklentilerine öncelik veren, mezhepçi, 'Sünni-İslamcı' dış politika çizgisini terk etmelidir.
Nihai ‘ürünlerine’ bakıldığında, Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasının büyük oranda başarısız olduğu rahatlıkla söylenebilir; ancak bunu düzeltmek için farkedilebilir bir girişim yoktur. Türk karar-alma sistemi, tekrarlanan hatalar, yanlış kararlar ve kendi başarısızlıklarının esiri olmuş gibi görünüyor.
Türkiye'nin, politikalarını gözden geçirmesi ve buna göre bir ulusal güvenlik politikasını yeniden oluşturması gerekmektedir. Bu gözden geçirme, alandaki gerçekliği, alınan dersleri, değişen paradigmayı ve hepsinin üstünde öncelikle Türk ‘ulusal’ çıkarlarını mezhepçi ve/veya ideolojik amaçları değil dikkate almalıdır.

Her şeyden önce, Kudüs kararı ‘tek yanlı’ kararların risklerini açıkça göstermiştir. Yeni politika nasıl bir şekil alırsa alsın uygulamada ‘kazan-kazan’ stratejisini benimsemek ve tek taraflı eylemler yerine çok uluslu bir çerçevenin parçası olmaya çalışmak zorundadır.

Kudüs’e gelince; Filistin meselesi 'tüm çatışmaların anasıdır', çözülmesi, ama yarın DEĞİL, hemen bugün çözülmesi gerekiyor. Kudüs, tüm kötülüklerin ve iyiliklerin sembolü haline getirilmiştir. Türkiye, ters tepen 'İslamcı' söylemden vazgeçmeli ve Rusya ve Avrupa Birliği gibi, Araplardan daha endişeli görünen taraflarla işbirliği aramalıdır. Bununla birlikte, Türkiye, Filistin davasını tek başına ‘sahiplenemez’ ve onu devralamaz.

Diğer hükümetleri, kendi ulusal çıkarlarını gözetmekle ‘itham etmek’ şeklindeki söylem çizgisini terkedin. Her ülkenin kendi menfaatlerini gözetmesi son derece meşrudur. Bu söylem, Türk siyaset geliştirme kurumunu 'olgunlaşmamış' gibi gösteriyor.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri için

Belki, Başbakan Benjamin Netanyahu'nun önerisi, kinayeli bir şekilde sözcükleri biraz bükerek başlangıç için en iyisidir: "Bence barışa bir şans vermeliyiz. Ve artık İsraillilerin (Filistinlilerin) Filistin (Yahudi) devletini tanımalarının ve ayrıca adı Kudüs olan bir başkentinin olduğunu kabul etmelerinin zamanı geldi".
İkinci olarak, AB'den Federica Mogherini tarafından yapılan sürdürülebilir çözüm uyarıları hatırlanabilir: "Filistinlilerle olan çatışmasına sürdürülebilir bir çözüm bulmak İsrail'in çıkarınadır". Burada anahtar kelime, ‘sürdürülebilir’.. Mevcut durum yaratıldığı şekliyle sürdürülebilir değildir.
Raporun tümü, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü üyelerine açıktır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/is-gelistirme-ve-stratejik-yonetim-arastirmalari-merkezi/2017/12/27/8778/iran-suudi-arabistan-israil-ucgeninde-turk-hukumetinin-ortadogu-siyasetine-olan-duse-kalka-gitme-yaklasiminin-daha-iyi-alternatifleri-olabilir-mi


***

25 Ocak 2015 Pazar

SUUDİ ARABİSTAN - TÜRKİYE İLİŞKİLERİ.., 2




SUUDİ ARABİSTAN - TÜRKİYE İLİŞKİLERİ.., 2



    Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin önemli ayaklarından biri de Türkiye ile Körfez İşbirliği Konseyi arasındaki stratejik diyalog dönemi. 



Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye olan ilgi giderek artmaktadır.( 1 )
Bu algılama değişimi sadece devlet kurumlarının değil, aynı zamanda özel sektörün de gündemindedir.
2005 yılında Suudi Arabistan’dan yaklaşık 32 bin işadamı ve/ya turistin Türkiye’ye gelmesi Türkiye’ye yönelik ilginin arttığını göstermektedir.(2)

Kısacası, AK Parti’nin iktidara gelmesi ve diğer iç ve bölgesel gelişmelerle birlikte 2003 yılı itibariyle iki ülke ilişkileri normalleşmiş bulunmaktadır.


Suudi Arabistan ile Türkiye’nin terör hareketlerinden etkilenmesi ve giderek Batıyla çelişen siyasetler izlemek zorunda kalması sonucu, bölgesel
istikrarın korunması konusunda birlikte hareket etme konusundaki kararlılıkları iki ülkeyi birbirine daha çok yakınlaştırmıştır. 11 Eylül saldırıları sonrasında Suudi Arabistan’ın Batıyla ilişkilerinin bozulmasına yol açan ve Suud iktidarına da tehdit oluşturan El-Kaide örgütüne karşı mücadele etmesi Suud yetkililer ile Türk yetkililerin benzer kaygılar taşımasına neden oldu.

Suudi Arabistan Türkiye’nin Batı yönelimli politikasını kabullenirken, Türkiye de Suudi Krallığını ötekileştirmekten vazgeçti.
ABD’nin Irak işgali iki ülkede de kaygıyla karşılanmış, Türkiye’nin başlattığı Irak’a komşu ülkeler platformunda benzer tavırlar sergilemişlerdir. Bu bağlamda, 2003 yılında iki ülke arasında bakanlar (dışişleri, dış ticaret ve maliye) düzeyinde birçok resmi ziyaret gerçekleştirildi.
 
     Batı ülkelerine karşı güvenini giderek yitirmeye başlayan Suudi Arabistan, AK Parti yönetimindeki Türkiye’yi alternatif yatırım alanı olarak görmeye başladı. Suudi Arabistan ile Türkiye arasında çok sayıda ekonomik girişim başlatıldı. Bu çerçevede, 1 Ekim 2003 tarihinde Riyad’ta Türk-
Suudi İş Konseyi Kuruluş Antlaşması imzalanmış ve Konsey 2004 yılında Bu faaliyetlerine başlamıştır.





Batı ülkelerine karşı güvenini giderek yitirmeye başlayan Suudi Arabistan, AK Parti yönetimindeki Türkiye’yi alternatif yatırım alanı olarak görmeye başladı. Suudi Arabistan ile Türkiye arasında çok sayıda ekonomik girişim başlatıldı.

Bu çerçevede, 1 Ekim 2003 tarihinde Riyad’ta Türk-Suudi İş Konseyi Kuruluş Antlaşması imzalanmış ve konsey 2004 yılında faaliyetlerine başlamıştır. Mayıs 2005’te ise Körfez ülkelerinin Türkiye’de yatırım yapmalarını teşvik etmek için İstanbul Ticaret Odası (İTO) ile Cidde Ticaret ve Sanayi Odası’nın koordinatörlüğünde ve uluslararası bir kurum tarafından işletilecek yatırım fonunun oluşturulması kararlaştırıldı.(3 )  Ayrıca, 12 Şubat 2005 tarihinde Türkiye ile Suudi Arabistan güvenlik işbirliği antlaşması imzalandı. Antlaşmayı, Türkiye adına zamanın İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Suudi Arabistan adına ise İçişleri Bakanı Prens Naif bin Abdülaziz imzaladı. Buna göre, iki ülke uluslararası düzeyde terörizme karşı birlikte mücadele etme ve narkotikle mücadelede işbirliği yapma kararı aldı.(4 )




Özellikle, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun 2005 yılı başında, merkezi Cidde’de bulunan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Genel Sekreteri olmasından
sonra iki ülke arasındaki ilişkilerde bir yoğunlaşma başladı. İKÖ’nin daha etkin ve daha işlevsel kılınmasını sağlayacak adımların atılmasını teşvik eden Türkiye, pek çok Müslüman ülkede olduğu gibi Suudi Arabistan’da da iç dinamiklerle bir reform sürecinin başlatılmasını talep etmektedir.( 5 )
Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 3–4 Nisan 2005 tarihlerinde Suudi Arabistan’ı ziyaret ettiğinde bunu dile getirdi.(6 )
Abdullah Gül’ün Mayıs ayında Bahreyn’e yaptığı iki günlük ziyaretten sonra Körfez ülkeleriyle işbirliğini geliştirmek amacıyla bazı projeler hazırlandı.
Türkiye, Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleriyle “Ekonomik İşbirliği Çerçeve Antlaşması” imzaladı.

Bu antlaşmayla, Türkiye ile Bahreyn, Kuveyt, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Suudi Arabistan arasında serbest ticaret bölgesi kurulacak ve adı geçen ülkelerin vatandaşlarının vize işlemlerinde kolaylıklar sağlanacaktır.(7 )
Bundan da anlaşılmaktadır ki Türkiye, aslında tek tek ülkelerle değil, Arabistan yarımadasına bir bütün olarak yaklaşmaktadır.

Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın İstanbul’daki uluslararası bir toplantıya katılmak için 1966 yılında Türkiye’ye gelmesinden tam 40 yıl sonra ilk kez bir başka Suudi Arabistan kralı 2006 ve 2007 yıllarında Türkiye’ye iki resmi ziyarette bulundu.( 8 )
Peş peşe yapılan ziyaretler ve ziyaretlerde krala eşlik eden geniş heyetler iki ülke arasındaki ilişkilerin olumlu yönde geliştiğinin göstergeleri oldu. Kral Abdullah 8 Ağustos 2006’da beraberinde 400 kişilik bakan, işadamı, bürokrat ve kraliyet ailesinden oluşan bir heyetle Ankara’ya geldi.( 9 ) Bu tarihi ziyaret sırasında Türk ve Suudi işadamlarının iki ülke arasında ortak yatırım yapması konusunda anlaşmaya varıldı.(10 ) Bu doğrultuda atılmış ilk adım olarak Saudi-German Hospital şirketi İstanbul’da, 13 milyar dolara mal olacak büyük bir sağlık kenti kuracağını ilan etti. Şirketin üst yöneticilerinden Makarem S. Batırcı’nın yaptığı açıklamaya göre, sağlık kent içinde 15 hastane, tıp fakültesi, sağlık oteli ve kimya fabrikaları bulunacak ve 30 bin kişiye istihdam sağlanacaktır.( 11 ) Oldukça sıcak karşılanan Suudi Arabistan heyeti ile Türkiye
arasında yapılan görüşmelerde siyasi danışmalara ilişkin mutabakat, devlet arşivleri arasında işbirliği, yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması,
çifte vergilendirmenin önlenmesi, sağlık alanında işbirliği ve karayoluyla yolcu ve yük taşımacılığının düzenlenmesi alanında 6 antlaşma imzalandı. 



İki ülke arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi açısından bir dönüm noktası olan bu ziyaret, diğer Arap ülkelerinden de Türkiye’ye yönelik ilginin artmasına yol açması beklenmektedir. Kral Abdullah ziyaretinin en önemli konularında biri de güvenlik idi. Suudi Arabistan, ABD’nin geleneksel müttefiki iken 11 Eylül olayları sonrasında Amerikan bağımlılığını kırma girişimlerini başlattı.
Bu bağlamda, Amerikan/İsrail merkezli bölgesel düzenlemelerden kaygılanmaya başlayan Suudi yönetimi, benzer kaygılar taşıyan bölgenin en önemli ve etkili devletlerinden biri olan Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmek durumunda kaldı. Ayrıca, Lübnan, Filistin ve Irak gibi bölgesel sorunlar konusunda fikir teatisi yapıldı.

26 Mart 2006’da Cidde’de yapılan Suudi-Türk işadamları toplantısında iki ülkede karşılıklı olarak yatırım imkanları araştırılması ve ticaret ilişkilerinin
geliştirilmesi için görüş teatisinde bulunuldu.

Suudi Arabistan Ulusal Yatırım Otoritesi’nin davetlisi olarak İstanbul Ticaret Odası üyesi ve farklı iş kollarını temsilen 50 kişilik bir işadamı grubu Cidde’de Suudi işadamlarıyla bir toplantı yaptı.

Ekonomik ilişkileri geliştirme konusunda görüş bildiren işadamları, 2005 yılında 3 milyar dolar civarında olan iki ülke arasındaki ticaret hacmini iki katına arttırmak için gerekli tedbirlerin alınmasına karar verdiler.(12) Kamu ve özel sektörleri ile Suudi kuruluşlar enerji, finans, turizm, petro-kimya ve iletişim alanlarında Türkiye’de yaklaşık 25 milyar dolarlık bir yatırım yapmayı planlamaktadırlar. Başbakan Erdoğan’ın Kral Abdullah’la yaptığı görüşme sonrasında yaptığı açıklamada Türk işadamlarının ve firmalarının Suudi Arabistan’da 30 milyar dolarlık ihaleler aldığını ifade etti.(13 )

Cumhurbaşkanı seçilmesinden dolayı Abdullah Gül’ü kutlamak ve Ortadoğu barış süreci konusunda görüş alışverişinde bulunmak üzere 2007 yılında gerçekleştirilen ziyaret sırasında, Cumhurbaşkanı Gül bizzat havaalanına giderek misafirini karşıladı ve Kral Abdullah’a, şu ana kadar sadece yedi yabancı devlet adamına verilen “Devlet Şeref Madalyası” verdi. Çankaya Köşkü’nde düzenlenen bir törende ise Kral Abdullah, Cumhurbaşkanı Gül’e “Kral Abdülaziz Birinci Derece Madalyası” takarken Başbakan Erdoğan’a da “Abdülaziz Nişanı”nı sundu.( 14 )

Son ziyaret sırasında iki ülke arasındaki ilişkilerin çeşitlendirilmesi ve her alandaki mevcut ilişki düzeyinin daha yukarılara çıkarılması gerektiği vurgulandı. Cumhurbaşkanı Gül ile Kral Abdullah, iki ülke arasındaki siyasi ve ekonomik işbirliğinin güçlendirilmesini öngören bir mutabakat belgesi ile çifte vergilendirmeyi ortadan kaldıran bir antlaşma imzaladı. Bugün itibariyle Türkiye ile Suudi Arabistan Ortadoğu bölgesindeki
sorunlar konusunda benzer görüşlere sahiptir.

Filistin, Lübnan, Irak sorunlarına bakışları, bölgesel istikrarın ve statükonun sürdürülmesi yönündedir. Her iki ülke de İran’ın bölgesel hakimiyetinin önüne geçmek isterken, bölgeyi daha da istikrarsızlaştıracak olan muhtemel bir Amerikan müdahalesine onay vermemektedir.

Ekim 2007’de dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Suudi Arabistan’a yaptığı bir ziyarette, iki ülkenin üzerinde uzlaştığı ve daha sonra Kral Abdullah’ın Ankara ziyareti sırasında Dışişleri Bakanları Ali Babacan ile Suud El-Faysal’ın imzaladığı bir ortak bildiri ortaya çıkarıldı. Bu ortak bildiride şu noktalara vurgu yapıldı: “Bölgesel konularda daha yoğun istişare ve işbirliği, karşılıklı üst düzey ziyaretlerin düzenli hale getirilmesi, terör ve suçla mücadelede işbirliğinin artırılması, firmaların karşılıklı daha fazla yatırım yapmalarının teşviki, bu alanda karşılaşılan tüm engellerin kaldırılması ve bankacılık alanında işbirliği.”(15 )

Ortak bildiride varılan anlaşma gereği, Suudi tarafı özel sektörünü Türkiye’de yatırım yapmak için teşvik edecek, iki ülkenin işadamlarına
mevcut ve muhtemel imkanlar tanıtılacak, ulaşım imkanları artırılacak, transit geçişlerine kolaylıklar getirilecek ve enerji alanında işbirliği yapılacaktır.

Son yıllarda İran’la bölgesel konularda önemli bir işbirliği sürecine giren Türkiye’nin çabalarına paralel olarak Suudi Arabistan, Türkiye ile yakınlaşma sürecini hızlandırdı. 25 Şubat 2007 tarihinde başka bir Sünni devlet olan Pakistan’ın daveti üzerine Türkiye ile Suudi Arabistan başta olmak üzere yedi Sünni ülkenin dışişleri bakanı Pakistan’ın başkenti İslamabad’da bir araya geldi. Ev sahibi Pakistan’ın dışında Türkiye, Suudi Arabistan, Malezya, Endonezya, Mısır ve Ürdün’ün katıldığı toplantıda bölgesel sorunlar karşısında ortak tavır benimsenmeye çalışıldı.
Toplantının sonunda yayınlanan ortak bildiride Filistin sorununun önceliğine vurgu yapıldı, Irak ile Lübnan’ın toprak bütünlüğünün altı çizildi ve
İran’la ilgili nükleer enerji üretimi konusunun güç kullanmadan çözüme kavuşturulması ifade edildi.16 

DEVAM EDECEK
..