Ürdün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ürdün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2020 Pazar

Libya, Suriye, Irak ve PKK.. BÖLÜM 1

Libya, Suriye, Irak ve PKK.. BÖLÜM 1 



Prof.Dr. Sait Yılmaz 
25 Mayıs 2020 


Giriş 


Uluslararası ilişkilerde tesadüf yoktur. Krizler genellikle iyi düşünülmüş ve dikkatli 
hazırlık isteyen bir mühendislik işidir. Ama işler genellikle planlandığı gibi gitmez. 

Bir kriz yönetim uzmanı olarak aklımızda hep şu vardır; ciddi bir krizi asla boşa harcamamalı, daha önce yapamadığın şeyler için bir fırsat olarak görmelisin. Afganistan, Irak ve Suriye‟de olduğu gibi köprünün altından çok sular aktı, ittifaklar değişti, yeni fırsatlar ortaya çıktı ve şimdi yeni oyunlar tezgâhlanıyor. 

Her savaşın arkasında pek çok devlet gözükse de önemli olan oyun kurucuyu bilmek ve izlemektir. Akıllıca olan oyunu kazanacak olanın yanında yer almak, çok çaba harcamadan pastadan pay kapmaktır. Buna “göreceli kazanç” denir ama 
Ortadoğu‟da ilişkiler öyle sıfır toplamlı ki kendi bacağınızdan asılmak zorundasınız. 
Şu anda Yemen, Suriye ve Libya‟da çöl kumu içinde pek çok masum insan iç savaşta öldürülürken, bu ülkelerin halkları satılmış savaşçılar, ajanlar ve hainlerin insafına kalmış durumda. Bu insanlara; Allah için savaş, demokrasi, diktatörden kurtulma, özgürlük, egemenlik, kendi kaderini tayin hakkı yalanı söyleniyor. 

Bir ülkeden diğerine taşınan aynı tip savaşçılar, yerel işbirlikçiler ve arkasındaki devletler, bu ülkelerin topraklarını savaş alanına çevirmiş durumda. Paralı askerler, hackerlar, suikastçılar, intihar bombacıları güç peşindeki liderlerin istihbarat örgütleri ile iç içe. On yıllardır bu izleri takip ediyoruz. Yeni bir ülkede 
daha iç savaş ve aynı oyun başladığında kimse şaşırmayacak. Bu makalede Libya, Suriye ve Irak‟ta planlanan yeni oyunlara ve bekleyen tehlikelere odaklanırken, PKK terör örgütünün durumunu da sorgulayacağız. 

Libya’da bildiklerinizi unutun.. 

Suriye‟de Türkiye‟nin Rusya‟dan uzaklaşması İdlib‟teki çatışmalar öncesi başlamıştı. 

İşin içinde geçen yıl Berlin‟de Libya için yaşanan anlaşmalıklar vardı. Türkiye‟yi Rusya‟nın elinden almak isteyen ABD bunu bir şekilde başardı. Ankara‟nın Esat takıntısını bilen ABD, Suriye ve Libya‟da ortak bir anlayış içinde gibi gözüküyor hatta işin içinde bilmediğimiz bazı gizli pazarlıklar da olabilir. Çünkü bazı şeyler hiçte mantıklı gelmiyor. ABD, Suriye ve Irak‟taki Kürtleri birleştirme kılıfı içinde PKK‟yı bohçalamak oyunu peşinde ve sanki Türkiye de buna razı olmuş gibi. Bunun detaylarına Suriye ile ilgili bölümde değineceğiz. 

Libya‟daki Serrac hükümetinin arkasında sadece Türkiye ve Katar var. Hafter‟in 
arkasında ise Fransa, Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün gibi ülkeler. Fransızlar Total şirketi ile Hafter ‟in en güçlü destekçisi. Rusların Wagner özel askeri şirketi Hafter‟in yanında. 

ABD Suriye özel temsilcisi James Jeffrey, “Rusya’nın işini Suriye ve Libya’da güçleştirmeye çalışıyoruz” dedi. Bu aslında Türkiye ile aynı yolda olduklarını göstermek için bir mesaj. 
Nitekim ABD, Libya‟da da taraf değiştirdi. Son aylarda ABD, Libya‟da Hafter‟i 
desteklemekten vazgeçmiş rolü oynamaya başladı. ABD, gerçekte resmi olarak artık Serrac hükümetini destekliyor gözükse de Hafter‟i ile de arka planda işleri devam ediyor. Nasıl devam etmesin? Hafter, eski CIA ajanı ve ABD vatandaşı. Libya‟daki BM Temsilcisi de ABD vatandaşı. 

ABD ve diğer ülkeler Hafter‟e büyük yatırım yaptı ve herkes onun işgal ettiği 
bölgelerdeki petrolün peşinde. Hafter‟in askeri olarak işleri bir ay öncesine kadar iyi gidiyordu. Önce Ruslar, Hafter‟e desteği kesti. BM ambargosu neticesi parasız kalan Hafter zor duruma düşünce askeri olarak durum kilitlendi. Üstelik Hafter, kanser hastası ve ömrü çok uzun değil. Başta Almanya ve İtalya olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri (Fransa hariç) ve Rusya, Hafter ve Serrac‟ın yerine Libya‟nın başına ülkeyi bir arada tutacak yeni bir aday aramaya başladılar. 

Ruslar bir ay süren bir saha çalışması ile yeni adayı buldu; Hafter tarafındaki Libya Temsilciler Meclisi (HOR) başkanı Akile Salih. Bu arada şunu not düşelim; her ne kadar Ankara, şimdiye kadar Serrac yönetimini BM‟nin tanıdığı tek hükümet olarak lanse etse de, BM; Serrac hükümetini yürütme, HOR‟u ise yasama organı olarak tanıyor. Salih‟e gelince; aslında Hafter‟in arkasındaki adamdı. Şimdi yeni bir formülle ortaya çıktı ve dedi ki; “Biz yanlış yaptık, yeni bir yapıda taraflar birleşmeli.” Salih‟e göre; Libya Başkanlık Konseyi ve ortak hükümetin başındaki kişiler aynı taraftan olmamalı ve iki organda da taraflardan üyeler bulunmalı. Bunlar teşkil edildikten sonra Anayasa yapılmalı. 
Salih‟i ortaya çıkaran güçler bu düşünceleri hemen desteklediler. Sadece Hafter karşı çıktı. Ancak, Rusya desteği çekince ve Serrac hükümeti de Türkiye‟nin desteği ile daha güçlü saldırınca sahada denge değişmeye başlamıştı. Hafter, 29 Nisan‟da ateşkes ilan etti. Hafter‟in yenilmesini istemeyen Rus tarafı resmen doğrulamasa da 8 adet (MİG 29 ve SU-24) savaş uçağı takviye gönderdi. Libya‟daki bu denklem içinde; 

- Ruslar; Akile Salih ve Hafter tarafında. 
- ABD; Türkiye‟nin yanında gözükmek için Serrac ve Salih yanında ama Hafter ile de arasını bozmadı. 
- Fransa hariç Avrupa Birliği (daha çok Almanya ve İtalya) ise Akile Salih‟in yanında. 

Gelinen aşamada Libya‟da bayram sonrası gelişmeler bekleniyor. 

Türkiye‟nin anlamadığı şey şu; Hafter yenilse bile Libya ikiye bölünecek ve petrolün bulunduğu bölgeler karşı tarafta kalacak. Trablus‟ta kalacak Serrac, parasız uzun süre dayanamaz ve Türkiye‟nin yaptığı anlaşma için karşı taraftaki Parlamento‟nun onayı lazım. 

Özetle, artık Türkiye – diğer ülkeler gibi, her iki taraf için de oynamalı ve bir an önce yeni oyuncu Akile Salih‟e de destek vermeli. 
Libya ile ilgili diğer önemli bir husus petrol oyununa dâhil olmamız. 

Kıbrıs‟ın çevresi için aldığımız, atıl kalmış sondaj gemilerinden bazılarını buraya kiralayarak, belirli bir yüzde için anlaşabiliriz. Bu arada şunları not edelim; sondaj gemimiz var ama çalışanlar yabancı ve sismik analizler yurt dışında yapılıyor. Diğer yandan, petrol ya da doğal gazı bulsak bile çıkarma kabiliyetimiz yok. Doğu Akdeniz‟de bunu yapmak pahalı ve çıkardığın enerjinin fiyatı piyasada rekabet edemez. 

Suriye’de yeni oyunlar.. 

Suriye ile ilgili son dönemde Rusya‟nın Esat‟tan memnun olmadığı ve değiştireceği haberleri ortaya çıktı. Bu daha çok Türkiye‟de belli bir medya tarafında propaganda malzemesi olarak kullanılıyor ama haberin doğru tarafı uzun zamandır tarafların anlaşamadıkları konular var. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz; 
(1) Ruslar, Kürtleri yanına çekmek için onlara kültürel özerklik verme konusunda Esat‟ı ikna edemiyor. 
(2) Ruslar, Suriye‟nin güneyinde Lübnan sınırında bulunan iki çatışmasızlık bölgesindeki muhalifleri barıştırmak istemişti ama Esat onlara da terörist muamelesi yaptı. 
(3) Ruslar, Esat‟ın eski Suriye topraklarının bütünlüğünü sağlamak için yeterli gayreti göstermediğini hatta Suriye‟nin batısında elinde tuttuğu topraklarla ve kendi tebaası ile yaşamayı seçtiğini düşünüyor. 

Ruslar, Suriye‟deki rejimin yolsuzluklarından da memnun değil. Suriye ekonomisinin %60-70‟ini bazı Sünni ve Alevi aileler kontrol diyor. Rus mali yardımları da boşa gidiyor. 
Yolsuzlukla uzman Ruslar, Esat‟ın yolsuzluklara karşı müsamahakâr olduğunu düşünüyorlar. 
Türkiye ise şu sıralar ABD ile birlikte Rusya‟ya karşı pozisyonunu güçlendirmeye 
çalışıyor. Gelinen aşamada Türkiye ile Rusya arasında 5 Mart‟ta yapılan sözleşmeye göre, Türkiye‟ye İdlib‟teki cihatçıları tasfiye için altı ay süre tanınmıştı. Türkiye İdlib‟te cihatçılar ile ilgili henüz bir şey yapmış değil. Cihatçıların bir kısmının Libya‟ya gönderilmesi Rusları kızdırdı. Araplar ve İran‟dan destek alan Esat, İdlib bölgesine saldırmak ve cihatçıları kendisi temizlemek istiyor. Ruslar şimdilik izin vermedi ama durumdan çok rahatsız olsalar da 
Türkiye‟nin sözünde durmasını bekliyorlar. 

ABD‟ye gelince, şu anda Suriye‟de üç şey yapmak istiyor; 

(1) Türkiye‟nin derdinin rejimi dolayısıyla Esat‟ı değiştirmek olduğunu bildiği için 
buna oynuyorlar; Ruslara karşı Suriye ve Libya‟da sözde yanımızda duruyorlar. 
(2) İkinci oyun el koydukları Deyrizor‟da topladıkları muhalif ve Irak‟a kaçıp geri 
dönen Kürtleri ve Fırat‟ın doğusundaki YPG/PKK unsurlarını bir arada Cenevre‟de muhalif grupların içinde masaya oturtmak istiyorlar. Böylece Kürtleri Ruslar ve Esat‟ın elinden alacağını hesaplıyorlar. 
(3) ABD, bir yandan, Irak‟ın kuzeyindeki Barzani ile Suriye‟deki YPG/PKK arasında bir ilişki kurma peşinde. ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, Suriye ve Irak‟taki Barzani etkisindeki Kürt grupları, Suriye Kürt Ulusal Konseyi ENKS altında topluyor. 
Neler olduğunu anlamamız için Fırat‟ın doğusundaki gelişmeler ile ilgili biraz geriye gitmemiz gerekiyor. 

ABD’nin yeni Kürt planı.. 

2015 yılında Kürtler, ABD‟nin kucağına düşene kadar önce Rusya ve Türkiye ile 
pazarlık yaptılar. Ruslar, Kürtlere kültürel özerlik ve Esat ordusu içinde ayrı bir kolordu benzeri birlik olma sözü verdiler. Ancak, Esat kabul etmedi. Esat, Suriye‟deki Kürtlerin Irak‟ın kuzeyindeki gibi bir yapıda olmasını tehlikeli görüyor ve Irak‟taki yapı ile birleşebileceğini hesaplıyordu. 

Türkiye ise 2015 yılında Salih Müslim‟i Çırağan Sarayı‟nda kırmızı halılar ile 
karşıladığı dönemde Suriye‟de Türkiye yanlısı Kürtler olduğu varsayımından hareket ediyordu. Türkiye‟ye göre buradaki Kürtler zaten Şeyh Sait İsyanından kaçıp gelenlerdi ve Salih Müslim‟de İTÜ mezunu idi. Suriye‟deki Süleyman Şah Türbesi‟nin taşınmasını bizzat PYD Başkanı olarak Salih Müslim idare etmişti. Ankara‟dan PYD‟ye verilen söz, Özgür Suriye Ordusu‟na katılmaları ve Esat‟ın devrilmesine yardımcı olmaları karşılığı onların tıpkı Irak‟ın kuzeyinde olduğu gibi refah ve müreffeh bir hayat sürmelerinin sağlanacak olması idi. 

Ancak, Kandil buna razı olmadı. 

Rusların ve Türkiye‟nin kontrolünden çıkan Kürtler, o sırada sahada kendisi için vekil güç arayan ABD‟nin eline düştü. Hikâyenin bundan sonra daha da ilginç. ABD, YPG‟yi kurunca, der ki; “Türkiye sizin PKK olduğunuzu düşünüyor isminizi değiştirin”. Bunun üzerine, 12 Kürt Partisi ve Araplardan Suriye Demokratik Güçleri denen yapıyı icat ederler. 

Şimdi ABD, Fırat‟ın doğusundaki Kürtleri; sözde Türkiye‟ye yakın olanlar, 
YPG/PKK‟dan kalanlar ve Irak‟tan dönenler ile birlikte paketleyip, Türkiye‟nin tanıyacağı bir yapılanmaya sokmak istiyor. Barzani‟nin grupları da Suriye tarafına katılınca sözde Ankara‟nın tavrı yumuşayacak. Barzani de sözde bunlara ağabeylik yapacak. Ancak, göz olanı akıl olacağı görür; muhtemelen ABD, Suriye‟nin kuzeyi ile Irak‟ın kuzeyinin entegre olması için yeni bir oyun tezgahlıyor. Hem Kürtler birleşecek hem de Ankara‟ya bak gördünüz mü PKK değil denecek. Ancak, Barzani ve PKK tarafı birbirine sempatik gelse de pratikte biri diğerinin işleri karıştırdığını düşünüyor. Neler olacak göreceğiz. 

Muhtemelen Türk istihbaratı da bu işin içinde ya da onların bilgisi dâhilinde. Bunların hiçbiri Türkiye için hayırlı şeyler değil. Ama devlete kim nasıl bilgi veriyor, yönlendiriyor ise ABD bunda başarı sağlıyor. Asıl tehlike Suriye ve Irak arasındaki Kürt kuşağının Türkmen bölgesini yutması ve Türkiye‟nin güneyini kapatması. Buna Türkmenler ilgili bölümde değineceğiz. 

Ruslar ise Kürtleri ABD‟nin elinden almak için Fırat‟ın doğusunda devriye gezdiği 
yerlerde onları paralı asker yani kendi YPG/PKK‟sı yapmaya çalışıyor. Ancak, Kürtler daha iyi maddi destek ve daha somut planları olduğu için ABD tarafını seçiyor. 
Özetle, Ruslar Türkiye‟yi Kürtlerle korkutmaya, Amerikalılar ise barıştırmaya (!) çalışıyor. 
PKK terör örgütü ne durumda? 
PKK‟ya gelecek olursak; genel olarak pek mutlu sayılmazlar. Hem Suriye hem Irak‟ta 
2017 sonrası önemli terörist ve alan kaybı yaşadılar. Hâlihazırda; 
- Türkiye içinde insansız hava araçları teknolojisi nedeni ile hareket edemiyor, 
- Irak‟ın kuzeyindeki Türk askeri varlığı örgütü güneye inmeye zorluyor, 
- Suriye‟de bir yıl öncesini çok arıyor; ana üsleri Afrin‟i kaybettikten sonra Fırat‟ın doğusundaki unsurları da bölündü. Suriye‟de sadece alan kaybetmedi, 12 bin civarında terörist kaybetti. Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı‟nda kendisine gösterilen boş alana girmek yerine doğrudan YPG/PKK‟yı hedef alsa idi belki de bitirmiştik, tarihi bir fırsat kaçtı. 

Şu anda YPG/PKK, parasını ödeyen ABD‟nin korumasına sığınarak Suriye‟nin 
yeniden yapılanmasında kendine iyi bir pozisyon bulmayı umuyor. 
Suriye Demokratik Güçleri denilen ucube içinde YPG/PKK ve Araplar anlaşamıyor. 
YPG/PKK, diğerlerini domine etmeye çalışıyor. ABD‟nin zoru ile bir aradalar. 
Irak tarafına gelecek olursak; PKK, 2017‟den sonra Irak‟ın içinde de geriledi, yeraltına indi. Ancak, Talabani Partisi içinden bir kadın milletvekilini Irak Parlamentosu‟na soktu. 

Talabani ve Barzani, Bağdat‟tan ortak para almak için işbirliği yapıyor ve bu maksatla merkezi yönetim ile görüşmelerde PKK‟nın öne çıkmasını istemiyorlar. 
PKK‟nın hala Kandil‟de 1000 kadar elemanı var, çoğu eleman yer değiştirmek 
zorunda kaldı. İran sınırına yakın yerlerde gizleniyorlar. Ayrıca Suriye sınırındaki Sincar bölgesinde de kendilerine bir bölge kurdular. Kendilerini gizlemek için sürekli isim değiştiriyorlar ve asıl desteği İran‟dan alıyorlar. İran‟ın vekil gücü Haşdi Şabi gibi örgütlerle işbirliği yaptıkları biliniyor. PKK şu anda Irak ve Suriye‟de alan kontrolüne çalışıyor. 

Türkiye‟nin operasyonları PKK‟nın manevra alanlarını daralttı ancak bu operasyonlar geçici olduğundan geri geliyorlar. Türkiye, Irak‟ın kuzeyine yerleşmeli, Suriye ve Irak arasında sürekli bir tampon bölge kurmalı. 
Irak’ta ABD hareketliliği.. 

Ocak ayında Irak hükümeti, ABD kuvvetlerini resmen ülkeden kovarken, kalmalarının herhangi bir yasaya ya da anlaşmaya dayanmadığını açıklamıştı. Trump ise Irak‟ı ABD‟deki petrol gelirlerinden gelen paralarına el koymakla tehdit etti. 
ABD, Irak‟ta çevre ülkelere komplolar düzenleyeceği üsler olmadan ayrılmak 
istemiyor. Bu yüzden, Irak‟ın kuzeyindeki Kürt Yönetimi Bölgesi‟nde (KYB) İran‟a yakın bir yerde Harir askeri üssünü kuruyor. ABD‟nin Irak rejimine verdiği mesaj, siz (Bağdat yönetimi) istemeseniz de biz kalacak yer buluruz. Bu aslında, ABD‟nin neden Irak‟ı parça parça ettiğinin ve hala etmek istediğinin de bir açıklaması. Kuzeye çekilmesi aynı zamanda güneyi istediği zaman bombalama imkânını daha da umursamaz hale getirecek. Kuzeye Suriye‟den istediği kadar terörist taşıyabilecek. Ancak, buraya gelmesi işleri çözmüyor, merkezi hükümet ile de arası iyi olmalı ki, ikmal ve irtibat devam edebilsin. 

ABD ve BAE, Barzani‟nin en büyük destekçisi ve sürekli silah gönderiyorlar. Yakın 
bir zaman önce Erbil‟e dört kargo uçağı silah getirdiler 1

Bu silahlar, sözde Türkiye‟den çok güneydeki merkezi rejime karşı savunma amaçlı veriliyor. Suriye‟nin kuzeyindeki Kürt bölgesini de destekleyen ABD‟nin bu iki bölgeyi birleştirme planı için de bir hazırlık olarak görülmelidir. 

ABD, şu an Suriye‟nin Deyrizor‟daki petrolünü çalıyor ve Barzani bölgesindeki petrol kuyularına yani Musul ve Kerkük‟ün üzerine de oturacaklar. Bu planda, İsrail‟in de önemli rolü var. Iraklılar ABD‟ye “Joker” lakabı takmışlar çünkü Irak ile ilgili her uğursuzluğun arkasından onlar çıkıyor. ABD‟nin gündeminde şimdi KYB bölgesinin bağımsızlığı var ve Barzani yönetimi de Irak Parlamentosuna her konuda kafa tutmaya başladı. Irak‟ı bölme planlarına aşağıda yer vereceğiz. 
Amerikalılar hala IŞİD‟in büyük tehlike olduğu ve kendileri olmazsa Ortadoğu‟da 
yeniden canlanacakları korkusuna oynuyor. Öte yandan ABD, son aylarda binlerce IŞİD teröristini Suriye‟den Irak‟a taşıdı ve yeni komplolar için hazırlıyorlar. 



Harita 1: ABD’ye Göre IŞİD’in Hala Aktif Olduğu Yerler (Mayıs 2020) 
Thomas Abi-Hanna, Rumblings of Islamic State Resurgence in Iraq, Stratfor, (May 19, 2020). 


Ekim 2019‟da El Bağdadi öldürülmüş olmasına rağmen hala 20 bin IŞİD teröristinin olduğu iddia ediliyor. Mart 2020‟de ABD, sözde IŞİD‟a karşı yeni bir konumlanma ile Musul, Kerkük, Anbar ve Nineveh bölgelerine asker kaydırdı 2. 
Irak‟tan Mart 2020 içinde Çekya, Fransa, Hollanda ve İspanya COVİD-19 neden ile geçici olarak kuvvetlerini çekerken, Almanya ve İngiltere ise kuvvet azalttı. 
Irak’ta işler iyi gitmiyor.. Irak‟ta para çoktan bitti. Irak‟ın gelirlerinin %90‟ı petrol ve doğal gazdan geliyor. COVİD-19 ortaya çıkmadan önce 2020 yılında 42 milyar dolar bütçe açığı olan Irak, petrol fiyatlarının 30 doların altına düşmesi ile çok daha zor durumda kaldı. Irak‟ın petrol satışı varil başına 52 dolar olduğunda bütçe denklik sağlıyordu 3

Kuzeydeki Kürt özerk bölgesi de Bağdat‟ın payını göndermeyince başka bir sorun 
kaynağı daha ortaya çıktı. Kendi başına petrol satıp, üzerine konmaya çalışan kuzeydeki Barzani ile araları değil, çünkü güneye ödemesi gereken payı ödemiyorlar. Barzani tayfası, Türkiye‟nin himmeti ile yaşıyor; aldığı yardımlar, izin verilen petrol taşıması ve ticaret. Şu anda Irak içinde ABD ve İran‟ın çekişmesi var. Buna İsrail istihbaratı da katılmış durumda yani ajan savaşları had safhada. Irak‟ta önceki istihbarat direktörü başbakan Mustafa el-Kadimi‟nin başbakanlığa getirilmesi; İran ve ABD arasında bir anlaşmanın sonucu olarak görülüyor. Irak‟ta sıkışan ABD, İran‟a maksimum baskıya devam edecek ama gizli (!) anlaşmaya göre, İran‟ın Lüksemburg‟daki 1.6 milyar dolarını serbest bırakacak 4
Hâlbuki Kadimi, Ocak ayında Kasım Süleymani‟ye yapılan drone saldırısında ABD ile işbirliği yapmakla suçlanmıştı. 

 Mustafa el-Kadimi (gerçek ismi Abd-el Latif), iyi bilinen bir CIA ajanı; Ahmet Çelebi döneminden beri Amerikalılara çalışıyor ve söylentilere göre, 2003 yılında Bush yönetimine Saddam‟ın kitle imha silahları olduğu yalanını anlatan kişi. Son on yıldır Irak yönetimi içinde İran etkisini azaltmak için CIA ve Suudi İstihbaratı ile işbirliği yapıyordu. Birlikte eski başbakan ve İran‟ın desteklediği Abadi‟ye karşı 2018‟de bir darbe yapmak istediler ama başarılı olamadılar. Kadimi‟nin başbakanlığına ilk tebrik Suudi Arabistan‟dan geldi. 

Bazı yorumcular ise ABD ve İran arasında genel bir yumuşama ihtimalinden 
bahsediyor. ABD‟nin Suudi Arabistan‟dan Patriot füzelerini çekmesini buna delil olarak gösteriyorlar. Obama dönemindeki yumuşama, Umman‟ın aracılığıyla İran‟daki bir Amerikalı mahkûmun serbest bırakılması ile başlamıştı. ABD‟nin Salman‟a Katar‟a üç yıldır süren ambargoyu kaldırması için baskı yaptığı, Kuveyt‟in de Katar‟la ilişki kurmak için bir bakan gönderdiği iddia ediliyor. 

  Bunun anlamı, ABD hala İran‟a maksimum baskı dese de ABD‟nin Yemen‟de Suudilere artık destek verecek halinin kalmaması. İran gibi ABD ve Suudiler de parasız. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

14 Mart 2019 Perşembe

Renkli Devrimden, Çiçekli Devrime.,

Renkli Devrimden, Çiçekli Devrime.,




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
22 Ocak 2011 
Kaynak Yeniçağ: 


Geçtiğimiz günlerde Tunus’ta bir halk ayaklanması olmuş ve devlet başkanı ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Hatta devrik başkanı, en yakını olan ülkeler dahi kabul etmemiş ve ABD’nin tavassutu ile Suudi Arabistan kabul etmek zorunda kalmıştır. Olayların yasemin satan bir üniversiteli gencin kendini yakmasıyla başlamasından dolayı bu devrime, halk tarafından Yasemin Devrimi adı verilmiştir.Bu olaydan Kuzey Afrika ülkeleri olan Fas, Cezayir, Libya ve Mısır ile Ortadoğu’daki  Ürdün, Yemen ve Suriye gibi ülkeler tedirgin olmuştur. Bu ülkelerin ortak özelliği, kalıcı, baskıcı, otoriter rejimlere sahip olmaları ve halkın refah düzeyinin düşük olmasıdır. Ayrıca iktidarda olanların, ülkenin ekonomik olarak çöküntü içinde olmalarına karşılık refah içinde yaşamaları ve servetlerini sürekli arttırmalarıdır.

İlk bakıldığında otoriter bir idareden bunalmış, işsizlik ve ekonomik zorluklardan dolayı sıkıntı içine girmiş toplumun bir isyanı olarak görülen bu hareketin arkasında, başka düşüncelerin olup olmadığı hususu merak uyandırmıştır.Bilindiği üzere ABD’nin dünya hâkimiyet politikası çerçevesinde ön görülen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Afrika’nın kuzeyinde batıdan Fas ile başlayıp, doğuya doğru Kuzey Afrika ülkelerini içine almakta, bilinen Ortadoğu ülkelerini ve Türkiye’yi kapsamakta, Kafkasya’dan doğuya doğru uzanarak Orta Asya’yı da kavramaktadır.  Hâkimiyetin sağlanması, ülkelerin ve bölgelerin özelliklerine göre değişmekte, siyasi etkiden askeri güç kullanımına, Sivil Toplum Örgütlerinin faaliyetlerinden propaganda çalışmalarına kadar geniş bir yelpazede gerçekleşmektedir. Önemli olan rejimlerin değişerek veya el değiştirerek kontrol altında tutulmasıdır. Birçok ülkede bu kontrol, Turuncu Devrimler olarak adlandırılan hareketlerle sağlanmıştır.Bu durum şimdi de, Kuzey Afrika’da çiçek isimleri ile mi başlatıldı sorusunu akla getirmektedir. Tunus’ta olanların diğer ülkeler ve yönetimler üzerinde bir domino etkisi yapıp yapmayacağı konuşulmaktadır. 

Ancak yapacağı kanaati hâkim dir. Kuzey Afrika ülkelerinin bazı ortak özellikleri vardır. Fas hariç diğerleri cumhuriyet’tir. Demokrasi anlayışı ve uygulaması kısıtlıdır. Bir kaç istisna dışında genelde laik anlayış hâkimdir. Ancak tam demokrasiye geçilmesi halinde, İslamcı partilerin seçimleri kazanacağı, iktidar olacağı ve laikliğin ortadan kalkacağı bilinmektedir. Bu nedenle otoriter rejimlerin devam etmesi söz konusudur.Bazı ülkelerde ABD hâkimiyeti ya yoktur, ya da tam sağlanamamıştır. Hatta bölgede, ABD-Fransa rekabetinden de bahsedilebilir. ABD için ülkelerin demokratik olması önemli bir konu değildir. Bazı ülkelere demokrasiyi getirme bahanesiyle yaptığı müdahaleler, aldatmacadır. Öyle bir durum olsa ilk hedef Suudi Arabistan olurdu. Hâlbuki S.Arabistan, ABD’nin en yakın müttefikidir.Tunus’ta henüz istikrar sağlanamamıştır. Ancak ordu, halk hareketini desteklediğinden, kısa bir süre içinde sükûnetin tesis edileceği beklenmektedir. Ancak bu olaylardan sonra Tunus’un tam demokrasiye geçip geçemeyeceği, halkın refah seviyesinin yeterli düzeye gelip gelemeyeceği bilinmemektedir. Bilinen bir gerçek varsa, o da Tunus’un uluslararası güç odakları tarafından bir kaos içine sürüklenmesine göz yumulamayacağıdır. 

Çünkü Tunus, bu ülkeler içinde eğitim düzeyi en yüksek, laik, ekonomisi turizm ile düzelebilecek, diğerlerine nazaran yüz ölçümü küçük, nüfusu az ve uluslararası ortama en kolay uyum sağlayabilecek bir ülke konumunda dır. Yukarıdaki gerekçelerle Tunus’ta kontrol daha kolay sağlanabilir. Bu nedenle, Tunus, rejiminin değiştirilmesi arzu edilen diğer ülkeler için özellikle örnek olarak seçilmiş bir ülke olabilir. Diğer benzer ülkelerde de, Tunus’taki olayları örnek alan ayaklanma teşebbüslerine rastlanmaktadır. Küresel güç odaklarınca, rejimlerinden memnun olunmayan ülkelerde bu gibi olayların çıkmasına, BOP gereği kayıtsız kalınması ve hatta teşvik edilmesi de mümkündür. 

Tunus’taki rejimin, Batı dünyasını rahatsız ettiği söylenemez. Bu nedenle Tunus’taki hareketin tamamen dışarıdan yönlendirildiğini söylemek de mümkün değildir. Daha çok iç dinamiklerin etkisi ile gerçekleşen durumun, dış güçler tarafından bir fırsat olarak kullanılabileceği düşünülmelidir. 

Tunus örneği, baskıcı ve korku ortamı yaratan yönetimler için de bir uyarı olarak değerlendirilmelidir 

Kaynak Yeniçağ: 
Renkli devrimden çiçekli devrime 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/renkli-devrimden-cicekli-devrime-16653yy.htm


***

9 Eylül 2018 Pazar

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3


A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 3



    Dünya Dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin 
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir 
Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. 

   Eğer, ABD Avrasya yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğü ne karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurulmasını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni bir büyük siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesinin çabasını göstermektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme meydana getirmektedir. 

Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmek-tedir. ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protes-tan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 

ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne 
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları 
gözlenmektedir.9 

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 

Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak 
isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 












Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir 
durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 

Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, 
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 

Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her 
bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 

Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 


DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 

ANIL ÇEÇEN / A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? 


ÖZEL NOTUM; 
MUKAYESE AÇISINDAN..,  DİĞER BİR GÖRÜŞ HABERE YER VEREYİM; Aşagıda ( Taner Çelik )


Amerika Süper Güç olarak kalabilir mi.

11 Şubat 2013 Pazartesi












Samuel Huntington, Joseph Nye gibi siyaset bilimcilerin başını çektiği kamp Amerika'nın süper güç olmaya devam edeceğini ve hiç bir ülkenin Amerika'nın 
Ekonomik, Askeri ve Kültürel gücüyle yarışamayacağını savundu. Soğuk Savaş sonrasını izleyen yirmi yıl Huntington ve Nye'ı haklı çıkardı.

Globalleşme ve kapitalist politik ekonominin entegrasyonu pek çok ülkeyi Amerika'yla ekonomik ilişkiye bağımlı kıldı. Saldırı denizaltısı ve uçak gemisi 
filolarıyla denizde, savaş uçakları ve insansız hava araçlarıyla havada ve nükleer gücüyle ve uzay araştırmalarıyla Amerika askeri alanda da rakipsiz oldu. 
Bilişim teknolojisindeki üstünlüğü, İngilizce'nin dünya dili olması, Hollywood filmlerinin popülerliği, Amerika'nın dünyanın her yerinden göçmen çeken bir 
ülke olması yumuşak güç alanında da Amerika'nın liderliğini kanıtladı. Fakat Amerika'nın süper güç olmasında en az bunlar kadar önemli bir başka unsur 
daha vardı: Dünyanın her bölgesine askeri, politik ve ekonomik olarak angaje olması. 

***
Washington'da yeniden alevlenen savunma bütçesi kesintisi tartışması bana Soğuk Savaş'ın bitiminden itibaren sorulan soruyu yeniden düşündürttü: 
Dünya Amerika'nın süper güç olmadığı bir evreye mi giriyor? Obama yönetimi gelecek on yılda savunma bütçesinde 400 milyar dolarlık kesinti yapacağını 
açıkladı. Bütçe kesintisinin savaş uçaklarının uçuş saatindeki kısıtlamalardan yeni silah alımlarının azaltılmasına pek çok sonucu olacak fakat en önemlisi 
Amerika'nın tüm dünyadaki askeri ve buna bağlı olarak politik varlığının zayıflayacak olması. Amerika Avrupa'daki dört tugaydan ikisini, binlerce personeli, Körfez'deki iki uçak gemisinden birini geri çağırıyor, Almanya'da bulunan dört üssü kapatıyor. Bunlar bütçe kesintisiyle yapılan düzenlemelerden sadece birkaçı. Kesintilerin Amerika'nın tüm dünyadaki askeri angajmanını azaltıyor olması siyasi ve ekonomik varlığını da etkileyecek bir gelişme çünkü Amerika kurduğu askeri ittifaklar karşılığında serbest piyasa ekonomisinin devamına katkı sağlıyor, önemli ticaret yollarının açık kalmasına yardım ediyor ve siyasi nüfuzunu genişletiyor. Mesela Japonya'nın Obama yönetiminin serbest ticaret inisiyatifi olan Trans-Pasifik Ortaklığı ile ilgilenmesinin sebebi Amerika ile askeri bağlarını güçlendirmek istemesi. Güney Kore de benzer sebeple serbest ticaret anlaşması görüşmelerinde Amerika'nın şartlarını kabul etti. Dünya petrolünün dörtte birinin dünya pazarına ulaşmak için geçtiği Hürmüz Boğaz'ı da Amerika'nın körfezdeki askeri varlığıyla mümkün. Askeri varlığı siyasi anlamda da Amerika'nın elini güçlendiren bir faktör.

Soğuk Savaş döneminde Güney Kore ve Taiwan'ın nükleer silah elde etmemesinin sebebi Amerika'nın verdiği askeri destek sözüydü. 

Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Amerika'nın bölgesel politikalarını desteklemesinin altında yatan en önemli neden de askeri ittifak. Amerika hala dünyanın en büyük ekonomisi ve en önemli askeri gücü. Fakat ekonomisi zayıflamış, dünyadan askeri olarak elini eteğini çekmeye hazırlanan, global ve bölgesel sorunların çözümünü müttefiklerine devreden, Irak'ın işgali ve Guantanamo gibi yerlerdeki insan hakları ihlalleriyle ve Arap Baharı'nın getirdiği yeni dinamiklerle yumuşak gücü sarsılmış bir Amerika Çin, Brezilya, Hindistan gibi alternatif güç odaklarının ortaya çıktığı bir Dünyada Süper güç olarak kalmaya devam edebilir mi?


https://www.aksam.com.tr/yazarlar/amerika-super-guc-olarak-kalabilir-mi/haber-168969


***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 2












     İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. 

Nato ittifakı, soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 

Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 

Böylece ABD hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum,  
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’ nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

    Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

    Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin varolduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecek tir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. 

ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. 

Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, 
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme gelmiştir. 

    Sosyalist Sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı 
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri 
bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7 

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engellemeye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya 
İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6 Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların 
çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri 
ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 

ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye 
devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

ABD SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ ? BÖLÜM 1

ABD SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ ?  BÖLÜM 1


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 
AVRASYA DOSYASI 
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 












  Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? 
Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? 

Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. 

Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni 
yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. 

İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. 
Eski hegemon güç gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 

Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmektedir. Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 




Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 

Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine yönelmesine izin vermeyecektir. 



ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 


ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. 

Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

   Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 

   ABD’nin Süper Güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

      Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***