Anıl ÇEÇEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anıl ÇEÇEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2019 Salı

ERDOĞAN'IN BAŞKA BİR HEVESİ DAHA.,

ERDOĞAN'IN BAŞKA BİR HEVESİ DAHA.,


Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilic...@gmail.com
9. 9. 2019

4 Eylül'de Erdoğan, Sıvas'ta Orta Anadolu Ekonomi Forumu'nda konuştu.

" Birilerinin Elinde nükleer başlıklı füze var ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın! Ben bunu kabul etmiyorum" Sözleri tartışma yarattı.

*
ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı, " Alan kontrolü, dünyanın kontrolü anlamına gelir" ilkesinden yürüdü.
5 Eylül'de "Uzay'ın Geleceği 2060, ABD Stratejisine Etkileri: Uzayın Uzun Vadeli İşlemler Raporu" nu yayımladı.

*
Türkiye, BM Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'na (NPT) taraftır.
Diğer taraf ülkeler gibi nükleer silaha sahip olmayacağının taahhüdünü vermiştir.
Eğer Türkiye nükleer silah sahibi olmaya karar verirse bu anlaşmadan imzasını çekmesi gerekir.
Gizlice nükleer silah edinme yoluna girerse de uluslararası yaptırımla karşı karşıya kalır.

*
Ayrıca Ortadoğu'da diğer ülkelerin de nükleer silah sahibi olma niyeti taşıdıkları,
Halbuki Ortadoğu ülkelerinin nükleer silahları ortadan kaldırılması üzerine çalışmasının gerekli olduğu bir dönemde, Nükleer silah sahibi olmanın "bölgesel ve uluslararası sonuçları" düşünülmelidir.

Öncelikle nükleer ülkeler listesine bir ülkenin  daha  eklenmesi doğru değildir...  

*
Çünkü Türkiye'nin nükleer silah sahibi olması;
1- Bir anda sahip olabileceği bir şey değildir.
2- Nükleer ülkelerle arasındaki nükleer tepki kabiliyeti, füze savunması ve genişletilmiş caydırıcılık önlemleri açığı kapanmaz durumdadır.
3- Bu yüzden Türkiye'nin nükleer silahla kendini daha güvende hissetmesinin asla garantisi yoktur.
4- "Uzaydan Alan kontrolü dünyanın kontrolüdür"anlamında bugün ki süreç, nükleer Türkiye olma isteğinin en büyük handikapıdır.

*
Nitekim ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı'nın yayınladığı rapor, bir uzay gücü için temel bir belgedir.
Stratejik karar vermek öncesinde " Uzay'dan Alan Kontrolüne" ilişkin bir bakış açısı sunuyor.
Ekonomik, politik, teknolojik ve askeri alan eğilimleriyle insani çabanın büyük ölçüde arttığı, Mekanın devrildiği bu süreçte Uzay Alanını ulusal gücün kilit bir unsuru olarak takdim ediyor...

*
Uzay Komutanlığı bu raporun hazırlanması aşamalarında; Gelecek senaryolarını ve bunların ulusal iktidarla olan ilişkisini öngörmüş, Pozitif ve negatif sınırları tanımlamış, Ülkenin sivil, ticari ve askeri koşullarını gözetmiş, 2060'da  dünyanın toplam ekonomik, politik ve askeri ulusal çıkar eğilimlerini ve varsayımlarını analiz etmiştir.

*
Çalışmalara Başkan D.Trump yönetiminin " Alan kontrolü, dünyanın kontrolü anlamına gelir" ilkesi uyarınca; Nükleer caydırıcılık ve savunmaya yönelik ABD'nin ana politikası olan Nükleer Doktrini  kılavuzluk yapıyor.
*
Doktrin stratejik nükleer silahların büyük ölçüde aşağı çekilerek projeksiyondan ayrılmasını öngörüyor.
Dünyada artan nükleer silah tehditlerine karşı nükleer silahların yayılmasını önleme ve nükleer silah sayısını azaltma taahhüdünde bulunuyor.
Bunun için düşük verimli, daha kullanışlı nükleer başlıkların konuşlandırılmasını öngörüyor.
ABD'ye uluslararası arenada işlediği her türlü eylemin sorumluluğunu reddetme fırsatını veriyor...

*
Nitekim  nükleer uzmanlar, Rusya ya da Çin tarafından büyük bir saldırıya uğranılması durumunda; ABD'nin nükleer caydırıcı gücünün güvenilir olmadığına karar verdiler.
Mesela Rusya'nın bir çatışma halinde erkenden düşük kapasiteli taktik savaş başlıkları kullanacağını, Ama  ABD'nin caydırıcı gücündeki boşluğunu daha düşük verimli silahlar kullanarak doldurabileceğini öngördüler...

*
Ayrıca ABD'nin nükleer cephaneliğine yönelik takviyeleri de etkisizdi. 
Bir denizaltı gemisi ya da bir uydu  fırlatım mekanizması üzerine düşük verimli savaş başlıklı füzeler konsa ve ateş edilse, Rusya bu füzelerin düşük kapasiteli savaş başlığı taşıdıklarını nasıl öngörecekti?  

Sonuçta balistik bir füzenin ateşlenmesinin bile büyük bir tırmanış olduğuna  karar verdiler.

*
Nitekim  Doktrin'in kilit kararı, düşük verimli nükleer bir seçenek dahil olmak üzere; Bir savaş halinde hayatta kalabilmek ve ilk vuruşu yapabilmek için ülkenin geniş kapsamlı nükleer cephaneliğini içeren varlıklarının, Çeşitli silah platformlarına yayılması ve stratejik olmayan nükleer kapasitenin sürdürülmesini içerdi.
*
Politikasını ise düşmanın herhangi bir ölçekte nükleer saldırılarını ve nükleer olmayan stratejik saldırganlığını caydırmak, Caydırıcılık başarısız olursa zararın sınırlanması için ABD nükleer güçlerinin özel ve esnek rolü belirledi.

Doktrinin gerektirdiği modernizasyon programı maliyetinin gelecek 30 yıl boyunca 1.2 trilyon dolar olacağı  hesaplandı.

*
Bu çerçevede ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı'nın raporu;

1- ABD'nin, uzayın keşfi ve faydalanılmasında liderlik için müttefikleri ve rakiplerden artan rekabetle karşı karşıya olduğunu,
2  Ancak ABD'nin 2060' da bu potansiyeli kullanması için hangi ülkelerin ulusal politik, ekonomik ve askeri gücle en iyi örgütlenip faaliyet gösterebileceğinin bilgisinde olduğunu,
3- Çin'in, Dünya ve Ay arasındaki alanı araştırmak ve geliştirmek için uzun vadeli bir sivil, ticari ve askeri strateji yürüttüğünü, Çünkü Çin ve Rusya'nın ABD'yi lider alan gücü olarak değiştirmeyi hedeflediğini,
4- ABD'nin lider bir uzay gücü olarak kalmadığı takdirde ulusal gücünün riske gireceğini,
5- Ülkenin çıkarlarına hizmet için  uzay alanının sivil, askeri ve ticari olarak teşvik edileceğini belirliyor.

*
Erdoğan'ın  Sivas'taki Orta Anadolu Ekonomi Forumu'nda,
Hem de ekonominin konuşulduğu bir alanda, "Nükleer Silah" özlemlerinden bahsetmesi trajikomik olmuştur.
Bugün işleyen "Küresel Liberal Düzen" karşılıklı bağımlılığı, "Müttefiklik" ise nimetin ve külfetin ortaklığını esas alıyor.

*
Türkiye'nin gerçekçilik ile bağdaşmayan hedefler peşinde tüketilmesi doğru değildir.
O Emeğin ve Ekonominin  ihtiyacında olan bir çok konu vardır.

9. 9. 2019
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilic...@gmail.com

***

9 Eylül 2018 Pazar

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3


A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 3



    Dünya Dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin 
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir 
Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. 

   Eğer, ABD Avrasya yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğü ne karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurulmasını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni bir büyük siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesinin çabasını göstermektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme meydana getirmektedir. 

Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmek-tedir. ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protes-tan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 

ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne 
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları 
gözlenmektedir.9 

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 

Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak 
isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 












Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir 
durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 

Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, 
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 

Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her 
bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 

Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 


DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 

ANIL ÇEÇEN / A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? 


ÖZEL NOTUM; 
MUKAYESE AÇISINDAN..,  DİĞER BİR GÖRÜŞ HABERE YER VEREYİM; Aşagıda ( Taner Çelik )


Amerika Süper Güç olarak kalabilir mi.

11 Şubat 2013 Pazartesi












Samuel Huntington, Joseph Nye gibi siyaset bilimcilerin başını çektiği kamp Amerika'nın süper güç olmaya devam edeceğini ve hiç bir ülkenin Amerika'nın 
Ekonomik, Askeri ve Kültürel gücüyle yarışamayacağını savundu. Soğuk Savaş sonrasını izleyen yirmi yıl Huntington ve Nye'ı haklı çıkardı.

Globalleşme ve kapitalist politik ekonominin entegrasyonu pek çok ülkeyi Amerika'yla ekonomik ilişkiye bağımlı kıldı. Saldırı denizaltısı ve uçak gemisi 
filolarıyla denizde, savaş uçakları ve insansız hava araçlarıyla havada ve nükleer gücüyle ve uzay araştırmalarıyla Amerika askeri alanda da rakipsiz oldu. 
Bilişim teknolojisindeki üstünlüğü, İngilizce'nin dünya dili olması, Hollywood filmlerinin popülerliği, Amerika'nın dünyanın her yerinden göçmen çeken bir 
ülke olması yumuşak güç alanında da Amerika'nın liderliğini kanıtladı. Fakat Amerika'nın süper güç olmasında en az bunlar kadar önemli bir başka unsur 
daha vardı: Dünyanın her bölgesine askeri, politik ve ekonomik olarak angaje olması. 

***
Washington'da yeniden alevlenen savunma bütçesi kesintisi tartışması bana Soğuk Savaş'ın bitiminden itibaren sorulan soruyu yeniden düşündürttü: 
Dünya Amerika'nın süper güç olmadığı bir evreye mi giriyor? Obama yönetimi gelecek on yılda savunma bütçesinde 400 milyar dolarlık kesinti yapacağını 
açıkladı. Bütçe kesintisinin savaş uçaklarının uçuş saatindeki kısıtlamalardan yeni silah alımlarının azaltılmasına pek çok sonucu olacak fakat en önemlisi 
Amerika'nın tüm dünyadaki askeri ve buna bağlı olarak politik varlığının zayıflayacak olması. Amerika Avrupa'daki dört tugaydan ikisini, binlerce personeli, Körfez'deki iki uçak gemisinden birini geri çağırıyor, Almanya'da bulunan dört üssü kapatıyor. Bunlar bütçe kesintisiyle yapılan düzenlemelerden sadece birkaçı. Kesintilerin Amerika'nın tüm dünyadaki askeri angajmanını azaltıyor olması siyasi ve ekonomik varlığını da etkileyecek bir gelişme çünkü Amerika kurduğu askeri ittifaklar karşılığında serbest piyasa ekonomisinin devamına katkı sağlıyor, önemli ticaret yollarının açık kalmasına yardım ediyor ve siyasi nüfuzunu genişletiyor. Mesela Japonya'nın Obama yönetiminin serbest ticaret inisiyatifi olan Trans-Pasifik Ortaklığı ile ilgilenmesinin sebebi Amerika ile askeri bağlarını güçlendirmek istemesi. Güney Kore de benzer sebeple serbest ticaret anlaşması görüşmelerinde Amerika'nın şartlarını kabul etti. Dünya petrolünün dörtte birinin dünya pazarına ulaşmak için geçtiği Hürmüz Boğaz'ı da Amerika'nın körfezdeki askeri varlığıyla mümkün. Askeri varlığı siyasi anlamda da Amerika'nın elini güçlendiren bir faktör.

Soğuk Savaş döneminde Güney Kore ve Taiwan'ın nükleer silah elde etmemesinin sebebi Amerika'nın verdiği askeri destek sözüydü. 

Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Amerika'nın bölgesel politikalarını desteklemesinin altında yatan en önemli neden de askeri ittifak. Amerika hala dünyanın en büyük ekonomisi ve en önemli askeri gücü. Fakat ekonomisi zayıflamış, dünyadan askeri olarak elini eteğini çekmeye hazırlanan, global ve bölgesel sorunların çözümünü müttefiklerine devreden, Irak'ın işgali ve Guantanamo gibi yerlerdeki insan hakları ihlalleriyle ve Arap Baharı'nın getirdiği yeni dinamiklerle yumuşak gücü sarsılmış bir Amerika Çin, Brezilya, Hindistan gibi alternatif güç odaklarının ortaya çıktığı bir Dünyada Süper güç olarak kalmaya devam edebilir mi?


https://www.aksam.com.tr/yazarlar/amerika-super-guc-olarak-kalabilir-mi/haber-168969


***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 2












     İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. 

Nato ittifakı, soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 

Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 

Böylece ABD hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum,  
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’ nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

    Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

    Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin varolduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecek tir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. 

ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. 

Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, 
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme gelmiştir. 

    Sosyalist Sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı 
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri 
bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7 

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engellemeye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya 
İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6 Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların 
çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri 
ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 

ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye 
devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

ABD SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ ? BÖLÜM 1

ABD SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ ?  BÖLÜM 1


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 
AVRASYA DOSYASI 
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 












  Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? 
Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? 

Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. 

Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni 
yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. 

İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. 
Eski hegemon güç gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 

Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmektedir. Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 




Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 

Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine yönelmesine izin vermeyecektir. 



ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 


ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. 

Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

   Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 

   ABD’nin Süper Güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

      Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

29 Kasım 2014 Cumartesi

JANDARMA GÜVENLİĞİN GÜVENCESİDİR

JANDARMA GÜVENLİĞİN GÜVENCESİDİR


           Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

           Türkiye, çok hızlı bir süreç içerisinde bölgesel savaşa doğru sürüklenirken, güvenlik güçlerini kendi varlığını muhafaza edebilme doğrultusunda daha da kuvvetlendirmesi gerekirken, bunun tamamen tersi bir çizgide hareket ederek güvenlik güçlerini sınırlandırmaya doğru gitmekte ve bu doğrultuda batılı müttefikleri tarafından da ileri demokrasi adına yönlendirilmektedir. Soğuk savaş döneminden kalma bir statü içerisinde batı blokunun güvenlik sistemine dahil olan Türkiye Cumhuriyeti, batı emperyalizminin dünyanın merkezi bölgesine doğru düzenlediği bir saldırı ve işgal girişimleri aşamasında batı bloku ile bölge ülkeleri arasında sıkışıp kalmakta ve bir bölge ülkesi olarak da komşularına yöneltilen her türlü saldırı ve işgal girişiminden fazlasıyla zararlı çıkmaktadır. Çok yönlü jeopolitik konumunun getirmiş olduğu çelişkili statü yüzünden Türkiye giderek zorlanmakta ve bir Avrupa ülkesi olarak demokrasi ile yargılanırken, bir Orta Doğu ülkesi olarak da savaş ile burun buruna gelmektedir. Yüzünü batıya dönmüş olan Türkiye Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin gelmiş olduğu demokratik gelişim düzeyi ile yargılanırken, aynı Türkiye arkasına bakıp Orta Doğu gerçeği ile karşı karşıya kaldığı bir aşamada, savaş koşulları ile boğuşmaya doğru yönlendirildiğini görmektedir. Hiçbir biçimde tek yanlı olarak ele alınamayacak bir konuma sahip olan Türkiye gerçeğini ele alıp değerlendirirken, olumlu ve olumsuz koşulların birlikte dikkate alınması gerekmektedir.

        
Üç kıta ortasında yer alan Türk devleti sahip olduğu toprakları ile dünyanın merkezi ülkesi konumundadır. Türkiye bu konumundan yararlanarak sahip olduğu etkinlik alanlarında daha etkili bir politika uygulaması gerekirken, halen yer küre üzerinde var olan büyük devletlerin ve emperyal güçlerin çekişme alanına yönelik hegemonya girişimleri yüzünden, birçok yönden fazlasıyla tehditler ile karşı karşıya bulunmaktadır. Küresel hegemonya kavgası her geçen gün daha da tırmandırılırken, Orta Doğu coğrafyası her bölgesi ile savaş alanına dönüşmekte, İsrail’in kurulmasıyla birlikte başlayan savaş süreci sonsuza doğru sürüp giderken, bölge devletleri çökertilmeye ve dağıtılmaya çalışılmakta ve bu coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti de bu olumsuz gelişmeden payına düşeni almaktadır. Merkezi alanda yedi asır imparatorluk yöneten Osmanlılar’ın her aşamada fazlasıyla savaşmasından ders çıkaran Türk devleti, cumhuriyet rejimini ilan ettikten sonra bölgede barış ve güvenliğin koruyucusu konumuna girmiş ve ikinci dünya savaşına girmeyerek Orta Doğu alanının yeniden savaşa sürüklenmesini önlemeye çalışmıştır. Böylesine bir süreç içerisinde. Türk Devleti Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında güçlü bir ordu kurarak, hem Sovyetler Birliğinin sıcak denizlere inmesini önleyecek biçimde bir tampon devlet misyonunu üstlenmiş, hem de merkezi bir devlet olarak üç kıta arasındaki geçiş alanlarında güvenliğin istikrarlı bir biçimde temin edilmesini sağlamıştır. Böylesine tehlike ve sorunlar ile dolu bulunan bu coğrafya da, Türkiye Cumhuriyeti güçlü bir silahlı kuvvetler kurarak var olabilmiş ve varlığını geleceğe yönelik bir biçimde güvenlik altına alabilmiştir. Kritik bölgelerde devlet olabilmenin esasının güçlü bir orduya sahip olmaktan geçtiğini iyi bilen Türkler, bu nedenle silahlı kuvvetlerine önem vermişler ve Türk milletinin büyük desteği ile her zaman güçlü bir askeri yapıyı ellerinde tutmuşlardır. Türk silahlı kuvvetleri, ulusal kurtuluş savaşından gelen önemli deneyim ve Türk tarihinde yer alan eski imparatorluklardan gelen askeri birikim ile Türkiye Cumhuriyeti yoluna devam ederken dünyanın en büyük on ordusu içinde haklı bir konuma ve prestije sahip olmuştur. Dünyanın sayılı orduları içinde yer alabilen böylesine büyük bir askeri güç merkezi coğrafyanın geleceğinde her zaman için bir denge unsuru olmuştur.

         Bütün ülkelerde olduğu gibi Türk silahlı kuvvetleri kara, deniz ve hava ordularından oluşan bir üçlü yapıda örgütlenmiş ama bir dördüncü güç olarak da jandarma ordusunu ihmal etmemiştir. Bütün Akdeniz ülkeleri ve önemli devletler de var olan jandarma örgütlenmesi, Türk silahlı kuvvetlerinin kırsal alan ve dağlık bölgelerde yetkili kolu olarak her dönemde başarılı işler yapmış ve kentsel alanlar dışında kalan bu bölgelerde devlet ve kamu güvenliğinin gerçekleştirilmesinde önde gelen bir yere sahip olmuştur. Yurt içinde genel güvenliği ve kamu düzenini korumakla görevli, yasaların ve devletin aldığı kararlar ile hükümetin verdiği emirlerin uygulanmasını sağlayan silahlı bir askeri güç olan jandarma Türk Silahlı Kuvvetlerinin dördüncü ana ordusu olarak, şimdiye kadar yurt savunmasında önemli görevleri yerine getirmiştir. Batının önde gelen ülkeleri ile birlikte Akdeniz kıyısında yer alan çeşitli ülkelerde etkin bir biçimde güvenlik görevleri yapan jandarma yapılanması Türkiye’de ilk kez Tanzimat döneminde gündeme getirilmiş ve Tanzimat Fermanında yer aldığı biçimi ile Umumi Zaptiye Teşkilatı o dönemin koşullarında kurulmuştur. Islahat döneminde ise Asakiri Zaptiye Nizamnamesi ile hukuksal bir yapı kazandırılan Zaptiye örgütlenmesi, daha sonra Jandarma Dairesine dönüştürülerek Osmanlı toprakları üzerinde daha etkili bir güvenlik yapılanmasına yönelinmiştir. İkinci Meşrutiyet döneminde Selanik’te bir Jandarma Subay Okulu açılarak Osmanlı ordusunun etkinliği artırılmak istenmiştir. Okuldan yetişen subaylardan yararlanılarak daha sonraki aşamada Harbiye Nezaretine bağlı olarak ayrı bir Jandarma Komutanlığı kurulmuştur. Birinci Dünya savaşı öncesinde Balkanlar’da, ulusal kurtuluş savaşı sırasında da Anadolu topraklarında meydana gelen isyanlara karşı, Osmanlı Harbiyesine bağlı jandarma genel komutanlığı vatan savunmasında çok önemli görevleri yerine getirmiştir.

         Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine geçilirken jandarma kuvvetleri ulusal kurtuluş savaşının kazanılmasında çok büyük katkılar sağlamıştır. Sevr Antlaşmasına dayanarak ülkenin her bölgesini işgal eden batılı emperyal ülkelerin askeri birliklerine karşı jandarma kuvvetleri büyük bir direnişi örgütlemiş ve ülkenin dağlık bölgelerinde işgalcilerin önünü kesen savaş hatları oluşturmuş ve ülkenin çeşitli bölgelerinde çıkan ayrılıkçı isyanların bastırılmasında da çok etkili olmuştur. Çökmüş bir imparatorluğun kalıntılarından çağdaş bir ulus devlet ve cumhuriyet rejiminin kurulmasını sağlayan ulusal kurtuluş savaşının zafer ile sonuçlanmasında, jandarma gücünün önde gelen bir payı olmuştur. Ülke savunmasında genelkurmaya bağlı olarak Türk Silahlı Kuvvetleri ile önemli askeri görevleri yerine getiren jandarma örgütü aynı zamanda içişleri bakanlığı ile de ilişkilendirilerek devletin diğer emniyet ve asayiş işlerinin yürütülmesinde cumhuriyet rejimine önemli ölçüde katkılar sağlamıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin ayrılmaz bir parçası olan Jandarma Genel Komutanlığı savaş dönemlerinde olduğu kadar barış dönemlerinde de ülkede var olan kamu düzeninin hem korunmasında, hem de istikrarlı bir biçimde sürdürülmesinde her zaman için önemli katkılar sağlamıştır. Kentsel yaşamın sürdürüldüğü şehirlerdeki polisin görev alanı dışında kalan yerlerde, il ve ilçe belediyelerinin sınırları dışında kalan kırsal ve dağlık bölgelerde jandarma devlet güvenliğinin sağlayıcısı olarak kamusal alanda olması gereken güvenlik düzeninin bir anlamda teminatı haline gelmiştir. Türkiye’deki jandarma örgütünün yasal statüsü ve devlet düzeni içerisindeki görevleri ayrı bir görev ve yetki kanunu ile belirlenerek, dört çeşit görevle yükümlü kılınmıştır. Askeri, mülki, adli ve diğer olmak üzere dört ana alanda Türk hukuku açısından görevli kılınan jandarma genel komutanlığı hem Türk Silahlı Kuvvetlerinin diğer orduları ile hem de bütün kamu kurumları ile işbirliği içerisinde Türkiye Cumhuriyetinin bugünlere kadar gelmesine yardımcı olmuştur. Türkiye’nin ulusal güvenlik sistemi içinde bu yüzden jandarma örgütünün hatırı sayılır bir yeri bulunmakta, Türk insanının en yalnız kaldığı kırsal ya da dağlık alanda jandarma örgütü Hızır servis gibi imdada yetişmektedir. Bu yüzden dağda bayırda jandarma güvenliğin güvencesi olmuştur.

         Soğuk savaşın gergin yıllarında, batılı emperyal devletler tarafından örgütlenen bütün anarşi ve terör olaylarının önlenmesinde jandarma örgütü çok etkili bir vatan savunması yaparak anarşi ve teröre Türk devletinin teslim olmasını önlemiştir. İki kutuplu dünyada, batı hegemonyasının tüm merkezi alana yayılmak istenmesine karşı sosyalist blokun tepkisi gündeme gelince, terör olayları kendiliğinden artarak tırmanışa geçmiş ama Jandarma Genel Komutanlığının Türk Genel Kurmayı ile birlikte yürüttüğü mücadeleler sonucunda terör önlenerek, Türk devletinin bugünlere gelmesi sağlanmıştır. Ne var ki, küreselleşme dönemine geçilirken yeni bir tür terör süreci batının önde gelen emperyal devletlerinin gizli servisleri aracılığı ile dünya ülkelerine yayılmaya çalışılmış ve kapitalist sistemin küresel hegemonya oluşturabilmesi için, etnik ve dinsel çatışmalar çeşitli ülkelerde yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda, Sovyetler Birliği daha dağılmadan etnik bölücü terör Orta Doğu ülkelerinde tırmandırılırken, Türkiye Cumhuriyeti de çeyrek yüzyılı aşkın bir zaman dilimi içerisinde otuz binden fazla insanını yitirmiştir. Ülkenin doğu ve güneydoğu vilayetlerinde başka etnik devletler oluşturmak isteyen isyan hareketlerini, Türk devleti kendisine bağlı jandarma birlikleri ile bastırmış ve bu gibi kalkışmaların büyük terör rüzgârları estirerek kentleri yaşanmaz bir duruma çevirmesini gene Türkiye’nin jandarma güçleri önlemiştir. Yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçerken, etnik bölücü terör üzerinden ulus devletler tasfiye edilmek istenmiş ve bu gibi tehditlere maruz kalan diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de jandarma örgütü devreye girerek bu gibi bölücü etnik terör olaylarının önünü kesmiştir. Ordular savaş halinde savaşırken, jandarma örgütleri hem etnik çatışmaları hem de iç savaş senaryoları ile ulus devletleri dağıtma operasyonlarını önleyerek, devletlerin kamu güvenliğinin başlıca teminatı olmuştur.

         Batının gelişmiş ülkelerinde ilk kez Fransa’da ortaya çıkan jandarma örgütü, Fransız devrimine giden yolda toplumsal isyanların ve karışıklıkların önlenmesi doğrultusunda gündeme gelmiştir. Fransız devriminin yansımaları Avrupa ülkelerinde yaygınlık kazandıkça, Fransa’dan sonra diğer Avrupa devletlerinde de benzeri güvenlik örgütlenmeleri, kırsal alanın düzene kavuşturulması doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Askeri statülü bir kolluk kuvveti olarak jandarma son derece aktif ve hareket yeteneği yüksek düzeylerde örgütlenerek. ülkelerin acil düzen gereksinimlerinin oluşturulmasında fazlasıyla yararlı olmuştur. Her türlü silah ve askeri malzemeye sahip olabilen jandarma örgütleri büyük ya küçük her türlü toplumsal olayın önlenmesinde diğer askeri kuvvetlere oranla daha aktif ve etkin sonuçlar alabilmiştir. Kamu düzenini ve ülke güvenliğini tehdit eden her türlü tehlikenin önlenmesinde, ya da sona erdirilmesinde jandarma diğer askeri güçlere oranla yüksek hareket yeteneği ile her zaman için başarılı sonuçlar alabilmiştir. Avrupa’nın ilk jandarma örgütlenmesi Fransa’da görülmesine rağmen en güçlü jandarma örgütü İtalya’da kurulmuştur. Bu ülkenin kendine özgü koşulları ve Akdeniz yöresinin özellikleri bir araya gelince, İtalyan birliğinin kurulmasında önemli zorluklar gündeme gelmiş ama bunların aşılmasında İtalyanların Karabinieri adını verdikleri jandarma örgütü, her zaman için kamu düzeninin hem korunmasında hem de yeniden tesisinden kendisinden beklenenin üstünde başarılı sonuçlar alabilmiştir. İtalyan Silahlı Kuvvetlerinin bir parçası olan Karabinieri örgütü askeri yönü ağır basan bir yapılanma içinde olduğu için, birliğini sağlamakta zorluklar içinde bocalayan İtalyan devletinin kamu düzeni açısından güvencesi olmuştur. Dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz’in doğudan batıya uzanan alanı içinde, her türlü kaçakçılık olgusu en üst düzeyde gerçekleştirilirken, diğer Akdeniz ülkelerindeki jandarma örgütleriyle birlikte İtalyanların Karabinieri örgütü de, kaçakçılıkla geçinen mafya ve çete örgütlenmelerine karşı kamu düzeninin her zaman için güvencesi olabilmiştir. Askeri savunma örgütleri olarak jandarma örgütleri kendi ülkelerinde olduğu kadar, bölgesel ya da küresel güvenliğin gerçekleştirilmesinde de önemli ölçülerde katkı sağlayarak dünya barışına hizmet etmektedirler. Benzeri bir biçimde İspanyol birliğinin sağlanmasında da Guardia Civil adı altındaki, jandarma benzeri sivil gardiyanlar örgütü etkili sonuçlar sağlamıştır. Ülke arazisinin merkezi güç ve başkentin yönetimi altında bir araya getirilmesinde jandarmalar sivil gardiyanlar olarak devlet birliğinin gerçekleştiricisi olmuşlardır. İspanya’da terör ya da ayrılıkçı hareketler ile devlet adına jandarma örgütü mücadele ederek ülke birliğinin bugüne kadar korunmasını başarmışlardır.

         Askeri birlikler savaş zamanında devreye girerken, polis kuvvetleri hem barışta hem de savaşta kentsel alanların güvenliğinin sağlanması doğrultusunda, üzerlerine düşen görevleri yerine getirmektedirler. Asker ve polis güçlerinin görev alanları sınırlı iken, jandarma örgütlerinin görev alanları ülke ve devlet güvenliğinin gerekli kıldığı her alana ya da konuya dönük olarak değişkenlik göstermekte ve bu doğrultuda en karışık ya da içinden çıkılmaz işlerin kamu düzeni açısından çözümü jandarma örgütünün insiyatifine bırakılmaktadır. Diğer kolluk ve güvenlik örgütlerinin işleri ve misyonları ile karşılaştırıldığında, jandarmaya her zaman için daha zor ve kirli işlerin devlet düzeni adına çözümü misyonunun düştüğü anlaşılmaktadır. Çok büyük toplumsal olayların, isyanların ve kalkışmaların önlenmesinde jandarma birliklerinin en önde giderek mücadele ettikleri ve böylece yeniden devlet düzeninin tesisinde önde gelen bir rol oynadıkları görülmektedir. Uluslararası insan hakları hukuku doğrultusunda genel olarak kabul edilen orantısız güç kullanma yasağı nedeniyle, silahlı kuvvetlerin ya da askeri birliklerin toplumsal olaylara doğrudan müdahale etmeleri hukuk dışı bir eylem olarak kabul edildiğinden, gene bu tür işlerin çözümünde jandarma seçeneği ilk akla gelen yol olmaktadır. Uluslararası düzeyde silah, uyuşturucu, insan ve diğer kaçakçılık suçlarının önlenmesi ya da çözüme kavuşturulmasında, jandarma birlikleri önde gelen girişimler ile başarılı sonuçlar alabilmektedirler. Son dönemlerde dünya düzeyinde ortaya çıkan yeni gelişmelerin kitlesel göç olaylarına yol açması gibi oluşumlarda, jandarma birlikleri ülke düzeninin koruyucusu olarak önleyici bir etki yaratarak, hukuk dışı durumların ortaya çıkmasını önleyebilmektedirler. Ülke güvenliği kadar sınır güvenliğinin sağlanmasında da, jandarmalar diğer kolluk kuvvetlerinden daha başarılı çalışmalar yapabilmektedir.

         Uluslararası alanda diğer devletler ile rekabet eden ve çağdaş uygarlık düzeyinin içinde önde gelen bir yere sahip bulunan bütün ülkelerde jandarma örgütünün önde gelen bir yere sahip bulunduğu görülmektedir. Özellikle büyük devletlerde askeri yönü ağır basan ve silahlı kuvvetler ile uyum içinde çalışmalar yapan jandarma örgütlerinin ülke güvenliğinin elde edilmesinde ağırlıklı bir yere sahip bulunduğu göze çarpmaktadır. Küresel emperyalizmin ulus devletleri dağıtma doğrultusunda geliştirdiği kültürel haklar söylemi, alt grupları ve etnik toplulukları ayaklanmaya doğru kışkırtırken güvenlik paradigmaları değişmekte, ulus devletler çok ciddi boyutlarda dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Özellikle yılların devletleri olarak Avrupa haritasında yer alan ulus devletler böylesine bir tehdit ile karşılaştıkları aşamada, gene jandarma birliklerine önemli görevler düşmektedir. Uluslar arası alanda estirilen ayrılık rüzgarları, küresel sermayenin denetimindeki medya organları tarafından desteklendiği noktada, var olan devlet yapıları açısından önemli güvenlik sorunları yaratarak dağılma senaryolarının önünü açmaktadır. Avrupa devletlerindeki askeri yapılı jandarma örgütleri ülke ve devlet güvenliğinin sağlanması doğrultusunda etkin çalışmalar yaparlarken, isyan ve ayaklanma gibi toplumsal karışıklık yaratan gelişmelerin önünü keserek, sosyal barışın gerçekleştirilmesinde etkili olabilmektedirler. Paradigma değişikliği peşinde koşan emperyal güçler etnik toplulukları ya da kültürel grupları kendi devletlerine karşı harekete geçirirken, var olan dünya düzeninde ve barış ortamında yeni bir kaos ortamının yaratılmasına neden olabilmektedirler. Bu gibi durumlarda jandarma birliklerinin ülke ve devlet güvenliği açısından acilen devreye girerek kaotik gidişin önüne geçebildiği örnekler çok olmuştur. Küresel sermayenin dayatmalarına rağmen, Avrupa kıtasındaki ulus devletlerin halen bölünmeden ya da dağılmadan varlıklarını sürdürebilmelerinin ana güvencesi her zaman için jandarma kuvvetleri olmuştur. Siyasal kriz ya da toplumsal kaos gibi, acil müdahale isteyen sosyal sorunların aşılmasında, jandarma birliklerinin anayasal devlet düzeni doğrultusunda devreye girmesiyle, bir çok siyasal sorun ya da kaos getiren sosyal patlamalar aşılabilmiştir.

         Osmanlı döneminden bu yana Türk jandarması Türk silahlı kuvvetleri ile birlikte çalıştığı için, genelkurmayın birleştirici merkez konumundaki güvenlik plan ve programlarında jandarma örgütü her zaman için genel güvenlik düzeninin bir parçası ve de tamamlayıcısı olmuştur. Jandarma örgütü hiçbir zaman diğer güvenlik ya da kolluk güçlerinin rakibi ya da karşıtı bir konumda olmamış, aksine ülke ve devlet güvenliğinin gerçekleştirilmesinde her zaman için genel güvenliğin tamamlayıcısı bir konumda bulunmuştur. Güvenlik kavramının taşıdığı bütünlük çerçevesinde, jandarma örgütü genel güvenlik düzeninin bozan ya da geride bırakan bir yapıda değil, aksine tamamlayan ve destekleyen bir yapılanma içinde olmuştur. Barış ortamında ülke topraklarının korunmasında jandarma diğer güvenlik güçleriyle birlikte bir işbölümü düzeni içinde hareket eder ama savaş ya da ayaklanma gibi kamu düzenini bozucu gelişmeler karşısında, bu doğrultuda ortaya çıkan tehditlerin tehlike yaratmasının önlenmesinde, jandarma öncelikli özel görevler üstlenerek kısa zamanda sonuç almaya yönelebilir. Böylesine bir görevin gerektirdiği esnekliğin sağlanabilmesi için, askeri misyonu önde gelen bir jandarma modeli ile hareket edilmesi gerekmektedir. Siyaset sahnesinde ortaya çıkan boşlukların sorun yarattığı durumlarda, nereye gideceği önceden belli olmayan belirsiz olaylar ülke gündemini işgal edebilir ya da beklenmedik gelişmelere yol açabilir. Bu gibi önceden kestirilemeyen durumların önlenmesinde ya da giderilmesinde gene jandarma güçlerine güvenlik sorununun çözümü doğrultusunda önde gelen bir misyon düşmektedir. Bu yüzden jandarma güçlerine, genel olarak güvenliğin güvencesi adı verilmektedir.

         Küreselleşme adına gündeme getirilen tüm değişimler ulus devletler ile birlikte bu devletlere dayalı olarak oluşturulmuş bulunan kamu düzenlerini de alt üst ettiği için, yirmi birinci yüzyılın koşullarında jandarma örgütlerine olan gereksinme daha da artacak gibi görülmektedir. Küresel rüzgârların yaratmış olduğu dinamik ortam gerçeği karşısında, toplumsal güçler daha da hareketlenerek kendi çıkarları doğrultusunda daha gelişmiş yapılanmalara doğru yöneldikleri aşamada, ülkede var olan kamu düzenlerinin tehlike altına girdiği söylenebilmektedir. Ülke bütünlüğünün parçalanmasına yönelik tehditlerin içte ve dışta artan yoğunlukta güç kazanması karşısında, güvenlik algılamaları değişmekte ve gelecek yüzyılda düzenli savaşların yerini asimetrik suç ve tehditlerin alması ya da internet gibi elektronik şebekeler üzerinden geliştirilebilen siber terör olayları da, jandarma birliklerinin görevlerini artırarak askeri birlik kimliği ile yeni dönemde jandarma örgütlerinin yeni bir vatan savunması mücadelesi içine gireceği görülebilmektedir. Esnek yapılanmaları ile her türlü duruma ayak uydurabilecek jandarma örgütlerinin, önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek tehdit ve tehlikelere karşı koyabilecek en yeterli örgüt alternatifi olduğu söylenebilir. Sıradan kolluk kuvvetlerinin esnek olmayan yapıları yüzünden, anında harekete geçerek müdahale edemeyeceği durumlarda, gene beklenen katkıların jandarma birliklerinden geleceği vurgulanabilir. Toplum barışının korunmasında askeri statülü kolluk kuvveti olarak jandarma örgütüne önemli derecede roller düşmekte ve böylece jandarma güçleri ülke güvenliğinin doğal bekçileri olarak öne çıkmaktadırlar. Barışı sağlama doğrultusunda atılan adımlarda jandarmaların adımları her zaman için önde gelen bir etkiye sahip olmaktadır. Devlet gücünün ülkenin her bir köşesine ulaşmasında jandarma örgütü böylesine bir seferberliğin gerçekleştiricisi olabilmektedir.

          Jandarma hiçbir zaman diğer kolluk kuvvetlerinin rakibi ya da karşıtı bir konuma sahip olmamış, aksine yürütülen kamu güvenliği hizmetlerinin hepsinde bütün kolluk kuruluşları tam bir işbirliği içinde hareket edebilmişlerdir. Bu açıdan jandarma hizmetlerini diğer kolluk görevlerinin bir düplikasyonu ya da tekrarı olarak görmemek gerekmektedir. Jandarma örgütü bir devletin anayasal düzeni içerisinde yer alan bütün güvenlik kuruluşlarıyla birlikte ülke güvenliğinin vazgeçilmez bir parçası ve tamamlayıcısıdır. Jandarma örgütü sahip olduğu kendine özgü statü ile askeri ile polis arasında kalan orta bir yerde önemli bir misyona sahip bulunmaktadır. Askeri statüsü ile silahlı kuvvetlere ama bunun dışında üstlendiği kamu hizmetleri ile de emniyet kuruluşlarına yakın bir konuma sahip bulunmakta ve bu durumu ile de asker ve polis kuruluşları arasında bir köprü görevini yerine getirmektedir. Asker belirli alanlarda yürüttüğü kritik devlet görevleri sırasında yalnız kalmamakta ve her aşamada jandarma örgütünü yanında görebilmektedir. Benzeri bir misyonu jandarma ve emniyet kuvvetleri arasındaki ilişkilerde görebilmek mümkündür. Emniyet örgütü de anayasa ve yasalarla kendisine verilen kamu görevlerini yerine getirirken her aşamada jandarma birimleriyle işbirliği içinde hareket ederek, ülke güvenliğinin bir bütünlük içinde gerçekleştirilmesine yardımcı olmaktadır. Barış halinde jandarma ile polis örgütü arasındaki görev bölümü devam etmekte, kentsel alandan kırsal alana doğru yönelen güvenlik sorunları, ya da kamu hizmetlerinde jandarma ile polis mülki idare amirinin ortak merkezi yönetimi altında birlikte görev yapmaktadırlar.

         Savaş koşullarında ise jandarma örgütünün görevi hem öncü hem de artçı olmak üzere ikili bir yapılanma biçiminde öne çıkmaktadır. Savaş halinin geçerli olduğu bölgelerde jandarma birimleri kırsal ve dağlık alanlarda tam anlamıyla örgütlenerek, her türlü iç ve dış saldırı ya da tehditlere karşı hem önleyici hem de durdurucu görevleri yapabilmektedir. Türkiye’nin doğu bölgelerinde yeni devlet projelerinin emperyal baskılarla gündeme getirilerek ülke birliğinin tehdit altına sürüklendiği son yıllarda, Türkiye böylesine öncü bir misyonun vatan savunması doğrultusunda başarıyla uygulama alanına aktarılabildiğini, Türk jandarmasının cansiperane mücadelesiyle görebilmiştir. Bu gibi öncü vatan savunması girişiminin tamamen tamamlayıcı bir çizgide artçı mücadeleler ile desteklenmesi gibi savunma girişimlerinin de en başarılı örnekleri, ulusal kurtuluş savaşı döneminde gene Türk jandarmasının özverili çabalarıyla emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı yürütülürken, Türkiye’nin her cephesinde gene jandarma örgütü tarafından başarıyla uygulama alanına getirilebilmiştir. Türk ordusu, vatan savunmasını sıcak çatışmalarla çeşitli cephelerde yürütürken, ulusal kurtuluş savaşının başarıyla sonuçlandırılmasında, cephe gerisi hizmetlerde gene jandarmanın gözle görülmeyen ama her zaman için devrede olan artçı hizmetlerinin büyük katkıları olmuştur. Arkasının jandarma birlikleri ile güvence altına alındığını bilen Türk silahlı kuvvetleri, ulusal kurtuluş savaşı sırasında ülke topraklarına saldıran emperyal ordulara karşı başarılı bir vatan savunması yaparken, cephe gerisindeki jandarma güçlerinin varlığı ile daha güçlü bir biçimde zafere giden yolda ilerleyebiliyordu. Misakı milli sınırları içerisinde kalan vatan topraklarının her türlü dış saldırı ve işgal girişimine maruz kalmasına karşı, ülkede var olan bütün güvenlik kuruluşları elbirliği ile mücadele ederken, asker ve polis kuruluşları arasındaki işbirliği ve eşgüdümün gerçekleştirilmesinde gene jandarma örgütü bir köprü misyonu görerek etkin oluyordu. Vatan savunmasının her aşamasında, kamu hizmetlerinin tüm kamu kurumları arasında gelişmiş bir işbirliği içinde gerçekleştirilmesinde, jandarma örgütü askeri statüsü ile başarılı bir örnek sergileyerek dünya jandarmalarına örnek oluyordu. Askeri değerlere bağlı kalarak çalışmalarını daha etkili bir doğrultuda sürdürebilen jandarma örgütü, bu yönü ile Türk silahlı kuvvetlerinin bir parçası olabilmiş ve diğer kuvvet komutanlıklarıyla ortak bir savunma cephesinde Türkiye’nin bağımsızlığına giden yolun açılmasında başarılı bir etki sağlamıştır. İç ve dış savaşların önlenmesinde böylesine işbirliği ülke güvenliğini garanti altına almıştır.

          İki yönlü bu güvenlik örgütü olarak jandarma örgütü ağır basan askeri yönü ile Türk silahlı kuvvetleriyle her aşamada tam bir uyum içinde çalışırken, normal koşullarda polis örgütü ile beraber üstlendiği kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde, İçişleri bakanlığı ile eşgüdüm içerisinde hareket etmektedir. Devlet görevlerinin yerine getirilmesinde ve bu doğrultuda kamu hizmetlerinin yürütülmesinde anayasa ve yasa kurallarının gereği olan sivil çalışmaları da jandarma birimleri İçişleri bakanlığının eşgüdümünde diğer kolluk görevleri birlikte yürütebilmektedir. Jandarma örgütünün kuruluşundan bu yana devam edip gelen bu ikili yapı, günümüze kadar etkin bir biçimde işlemiş ve ülkenin güvenlik hizmetlerinde aksama olmamıştır. Ne var ki, bugün gelinen yeni aşamada jandarmanın askeri yapılanmadan çıkartılarak, tümüyle bürokratik bir statüye dönüştürülmek istenmesi karşısında yeniden bir durum değerlendirilmesi yapılması gerekmiştir. Şimdiye kadar başarılı bir biçimde işleyen bir kamu mekanizmasının ortadan hiçbir doğru dürüst bir gerekçe yokken değiştirilmek istenmesinin arkasında yatan nedenlerin, Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından açıkça ortaya konularak tartışılması gerekmektedir. Merkezi coğrafyada bin yıllık Türk devleti geleneğinin son temsilcisi olan Türkiye Cumhuriyeti şimdiye kadar kendi ulusal gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda birçok idari reform girişimini başarıyla sonuçlandırmıştır. Mehtap ve Kaya projeleri gibi idari reform çalışmaları, bu doğrultuda en önemli örnekler olarak, Türk Devletinin ve ordusunun yeniden yapılandırılmasında etkili olduğu için ulusal çıkarlar doğrultusunda bu tür bir bir milli yapılanma gündeme getirilebilecekken, küresel rüzgârların etkisiyle Türkiye’de güvenlik düzeninin değiştirilmek istenmesi, kamu hizmetleri ve toplumsal barış açısından bazı çelişkilere ve çıkmazlara yol açacak gibi görülmektedir. Devlet düzeninin ve kamu hizmetlerinin işleyişinde bir aksama olmadığı sürece gelenekselleşmiş görev yapılanmasının sürdürülmesi gerekirken, birden ikili yapılanmadan tekli yapılanmaya doğru yönlendirilmek istenen jandarma örgütü ile ilgili olarak, konjonktürel bir yaklaşımın öne geçtiği görülmektedir. Güvenlik devrimi başlığı altında birçok yasada değişiklik gündeme getirilirken, jandarma örgütünün askeri statüsünün kaldırılmak istenmesi, Türk silahlı kuvvetlerinin küreselleşme süreci içinde önce küçültülmesi ve daha sonra da tasfiyesi ile ilgili bir adım olarak görünmektedir. Türkiye, Orta Doğu ülkelerinde istikrarlı bir barış ortamı gerçekleştirilmediği sürece, iç barışın korunması açısından güvenlik güçlerinde azaltmaya gidemez. Aksi durumda jandarmanın geri çekileceği kırsal ve dağlık alanlarda, Orta doğu ülkelerinden bütün bölge devletlerine yönelen terör ve sıcak çatışma girişimlerinin ülkenin her yanında olaylara yol açacağı açıktır. Avrupa Birliği’ne girmedikçe ve bu birliğin güvenlik şemsiyesi altına girmedikçe, Türkiye orta Doğu’daki sıcak çatışmaların hepsinde hedef ülke konumuna gelmiştir. Böylesine bir sıcak süreçte Türkiye açısından tehditler artarken, jandarma örgütü gibi bir büyük güvenlik örgütünün sahadan çıkartılarak bürolara hapsedilmesi, Türk devleti ve ülkesi açısından çok büyük bir güvenlik açığı yaratacaktır. Güneydoğu bölgesinde, Orta Doğu üzerinden getirilen sıcak tehditlere ek olarak, yüz yıllık parantezi kapatacağız diye, ülkenin doğu bölgesinin de tartışma alanına getirilmesi için dış baskılar artarken, asker ile polis arasında güvenli bir köprü olma misyonunu başarıyla sürdüren jandarma örgütünün tek yanlı bir yapılanmaya itilerek, tümüyle bürokratik bir mekanizma içinde siyasal iktidarın yönlendirmesine bırakılması, son yıllarda emniyet örgütü içinde yaşanan olumsuz gelişmelerin benzerlerinin bu kez jandarma örgütü içinde ortaya çıkabileceği gibi, bir olumsuz görünümü kamuoyunun önüne getirmektedir. Bu nedenle de, jandarma örgütünün askeri yönünün kaldırılmasıyla beraber, geçmişten bugüne gelen Türkiye’nin güvenlik düzenlerinin bozulacağı gibi olumsuz bir durum ile cumhuriyet rejimi karşı karşıya kalmaktadır. Jandarma örgütü ikili yönü ile Türk devletinin güvenlik dengelerinin bugüne kadar korunmasında fazlasıyla etkili olmuştur.

         Küreselleşme sürecinin çeyrek asır sonra başarısızlıkla sonuçlanması, Avrupa Birliği gibi bir büyük yapılanmanın iflas etmesi gerçekleri karşısında, batının önde gelen emperyalist devletlerinin ve Siyonist güçlerinin merkezi alana saldırıya geçmesi gibi olumsuz durumları Türkiye kendi ulusal yapılanması açısından yeniden değerlendirerek kendi varlığını ve ulusal çıkarlarını koruyacak yeni bir strateji geliştirmesi gerekirken, sanki Avrupa Birliğine girmiş gibi batı üzerinden Türkiye’ye empoze edilen bazı değişikliklere karşı daha kuşkulu bakmak ve içinde bulunduğu merkezi bölgenin karşı karşıya kaldığı siyasal gelişmeleri de dikkate alarak hareket etmek durumundadır. Türkiye Cumhuriyeti halen Birleşmiş Milletlere ve diğer uluslararası kuruluşlara üye olan bir hukuk devleti olarak, kendi geleceğini ve bağımsızlığını hiçbir yere bağlı kalmadan bağımsız bir biçimde yapabilmek durumundadır. Diğer bütün devletlerin kendi ulusal çıkarları açısından yaptıkları tehdit analizlerini Türk devleti de yaparak, hem bölgesinin hem de kendisinin güvenliğini değişen koşullar altında yeniden değerlendirmek zorundadır. Türkiye böylesine bir değerlendirmeyi yaparak yoluna devam edebilirse, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalabilecektir, yapamazsa emperyal güçlerin küresel ve bölgesel planları doğrultusunda diğer ulus devletler gibi dağılmak tehlikesi ile karşı karşıyadır. Batının gelişmiş ülkelerinin standartları ile, Orta Doğu bölgesinin gerçeklerinin birbiriyle bağdaşmadığını Türk ulusu görmek zorundadır. O zaman tehditlerin arttığı bir dönemde güvenlik güçlerini küçültmek ya da alandan çekmek gibi çelişkilere sürüklenmek gibi bir çıkmazdan,  Türkiye kurtulabilecektir. Türk Silahlı Kuvvetleri sayesinde merkezi alanda bağımsız bir devlete sahip olabilen Türk ulusu, tehditlerin yükseldiği bir konjonktürde kendi güvenliği açısından, güvenlik güçlerini azaltmamalı ya da alandan çekerek bürokratik düzene hapsetmemelidir.

         Batının önde gelen bütün büyük devletlerinde var olan, Akdeniz ülkelerinde bölgenin özellikleri yüzünden fazlasıyla işlevsel olarak görev yapmak zorunda kalan jandarma örgütüne, Türkiye Cumhuriyeti de bir batılı Akdeniz ülkesi olarak geleneksel yapısı ile sahip olmaya devam etmelidir. Milli Güvenlik Kurulunun etkisinin azaltılması, Türk Silahlı Kuvvetlerinin küçültülmesi gibi yollardan güvenlik alanında özelleştirmelerin açılması, özel güvenlik kuruluşlarının emperyalizmin planları doğrultusunda devreye girerek güvensizlik yaratması, Blackwater olayı ile dünya kamuoyunda hala tartışılmaktadır. Güvenlik devletlerin ve milletlerin gelecekleri açısından tartışılamayacak kadar yaşamsal önem taşıyan öncelikli bir konudur. Her ülke ya da devlet kendi güvenliğine öncelik verirken, Türkiye’de gelişmeleri dikkate alarak hareket etmek ve sıcak bir konjonktür döneminde güvenlik birimlerinin gücünü artırmak durumundadır. Sıcak gelişmelerin iç ve dış maceralara Türkiye’yi sürüklememesi için, bir öncü güvenlik gücü olarak jandarmanın görevine eskisi gibi ikili bir yapı içinde devam etmesi, asker ve sivil güçler arasında köprü vazifesini sürdürerek, güvenlik hizmetlerinin ulusal bir eşgüdüm içinde aksamadan yürütülmesi gerekmektedir. Hak ve özgürlüklerin korunabilmesi, en büyük hak olan yaşam hakkının güvence altına alınabilmesi ve bu doğrultuda diğer hak ve özgürlüklerin güvenceye kavuşturulabilmesi için, güvenlik kuvvetlerinin zayıflatılması değil aksine güçlendirilmesi düşünülmelidir. Güvenlik alanında açıklığın meydana gelmemesi için, bütün güvenlik birimlerinin üzerlerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmesinin gerekli olduğu konusunda, artık kamuoyunun büyük çoğunluğu bir fikir birlikteliğine gelmiştir. Şanlı geçmişi ile Türk jandarma örgütü, ulusal güvenliğin güvencesi olarak korunmalı, geleceğin koşullarında görevlerini daha güçlü ve yeterli bir düzeyde yerine getirebilmesi için, zayıflatılmamalı ama kuvvetlendirilmelidir. Devletin kurucusu Atatürk’ün söylediği gibi, Türk jandarması ulusal savunma yapılanmasının temel direklerinden birisidir. Yeni yapılacak güvenlik reformlarında jandarma örgütünün ikili yapısı korunarak ülke güvenliği etkin bir biçimde korunmalıdır.