BAKIŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BAKIŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2017 Perşembe

Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor

Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor


(Türklerin) Attıkları adımlar kendilerinin uzun vadeli çıkarlarına ve ortaklığımıza zarar veriyor.

İş Geliştirme ve Stratejik Yönetim Araştırmaları Merkezi

20 Ekim 2016 Perşembe,

 ‘Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor?’
“(Türklerin) Attıkları adımlar kendilerinin uzun vadeli çıkarlarına ve ortaklığımıza zarar veriyor.”

BAKIŞ, Incek Debatese      
‘Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor?’

‘Incek Debates’, 7 Eylül 2016 günü, Em. Büyükelçi Faruk Loğoğlu[1], Em. Korg. Nazım Altıntaş[2] ve Doç. Dr. Banu Eligür (Başkent Üniversitesi)’ün konuşmacı olarak katılımlarıyla, ‘Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor’ sorusunu ele aldı. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Dr. Haldun Solmaztürk tarafından yönetilen tartışmada, ilişkilerdeki bozulmanın nedenleri irdelendi ve alınabilecek tedbirler, alternatif politikalar araştırıldı. Toplantıya, uzmanlardan oluşan seçkin bir grup ve Ankara’daki diplomatik misyonlardan temsilciler katıldılar. Aşağıdaki ‘Raportör Özetinde’ bu tartışmanın sonuçlarını bulabilirsiniz. Özette yer alan hususlar ve değerlendirmeler, herhangi bir konuşmacı veya katılımcının birebir görüşlerini veya tüm katılımcıların fikirbirliğine ulaştığı görüşleri yansıtıyor şeklinde algılanmamalıdır. Tartışma ‘off-the-record’ (kaynak göstererek yazılmamak kaydıyla) icra edilmiştir.

Özet

Türkiye tam Rusya ve İran’la bağlarını tamir ederken, Batı’yla olan ilişkileri hızla kötüleşiyor. Bir anlamda bu şaşırtıcı değildir; çünkü, ortak dış ve güvenlik politikası gündeminde, Türkiye ve Batılı ortaklarının, anlaşma ve işbirliği bir yana, ortak bir anlayışa dahi ulaşamadıkları birçok konu vardır.
Türkiye'nin Batı ile ilişkileri, Türk iç siyasetinin talepleri ve ihtiyaçlarına bağlı olarak iki temel kaygı tarafından belirlenir: İslamcılık’tan kaynaklanan tehdit ve Kürt ayrılıkçılığı.  Bu konuların hem anlaşılması hem de algılanması, doğalarından kaynaklanan nedenlerle temel farklılıklar gösterirler. Türk hükümetinin bakış açısıyla, ana tehdit sadece PKK'dan, yani Kürt ayrılıkçılığından değil, aynı zamanda sözde 'Şii' ekseni denen olgudan da gelmektedir.
Mezhepçiliğin etkisinin artması ve komşu ülkelerin içişlerine müdahale, Türk dış politikasındaki yavaş, tedricen artan ama köklü bir değişimi temsil etmektedir. Öte yandan, temel özgürlüklerle ilgili sorunlar artarken dış politika iç siyasete bağlı hale gelmiş ve herhangi bir dış politika meselesinde hiçbir ulusal uzlaşma zemini kalmamıştır.
Batı'da yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın yükselişi mülteci krizi ile birleşmiştir. Türkiye’de de ciddi anlamda Yahudi-karşıtlığı ve Batı-karşıtı duygular etnik-dini içerikli de olarak her zaman var olmuştur. Bunlar, işbirliğine dayalı uluslararası ilişkiler için uğursuz işaretlerdir.
Türkiye’ye Batı tarafından her zaman bir 'panik butonu' müttefik yani her ne zaman ihtiyaç olursa koşan, ama bunun dışında unutulan muamelesi yapılmıştır. Stratejik ortak, model ortaklık veya ılımlı İslam gibi terimler Batı’nın ‘icatlarıdır’ ve Türkler için çok fazla şey ifade etmezler.
‘Dostlarımızı çoğaltma’ politikası, dış politikadaki değişikliklerin geçici, anlık ve şekli olması nedeniyle hayata geçirilememiştir. Suriye politikasının tümüyle gözden geçirilmesi Türk hükümeti için bir açmazdır ve tutarlı, uyumlu ve sürdürülebilir bir 'Kürt' politikasının yokluğunda bölgesel politika boşlukta asılı durmaktadır.
Türkiye'nin 'Doğu' ile ilişkileri, Batı ile olan ilişkilerine bir alternatif olarak bazen de o ilişkilerin yerine gelişmektedir. Bu değişimin temel nedeni çıkarların Batı’yla açıkça çatışması ve özellikle Orta Doğu'daki farklı önceliklerdir.
Bölgede birbirine karşı sağlamca konumlanmış mevzilenmeler vardır: İran, Irak, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ından oluşan Şii ekseni, onların karşısında da Suudi Arabistan, Katar, Mısır Müslüman Kardeşleri ve, göründüğü kadarıyla, Türk 'hükümetinden' oluşan Sünni ekseni. Hem Batı hem de Rusya, bazen mezhep hatlarını da kesecek şekilde, bölgesel siyasete yakından dahil olmuşlardır. Her ne kadar 'mezhepçilik' Türk hükümetinin dış politikasına doğasından gelen bir tutarlılık veriyor ve politikayı mükemmel olarak açıklıyorsa da bölgesel koşullara uygulanması, Türkiye’yi sadece Batı ile değil, aynı zamanda başka herkesle de çatışmaya sürüklüyor.
Bu konulara, muhtemel olumsuz yansımalarına ve her iki tarafta uzlaşma konusundaki isteksizliğe bakarak, Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinde, yakın zamanda olumlu bir değişimin ortaya çıkması olası değildir.

‘Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, ne de diğer türlü..’ [3]
Türkiye Rusya ve İran’la bağlarını tam tamir ederken, Batı’yla olan ilişkileri hızla kötüleşiyor. Bir anlamda bu şaşırtıcı değildir; çünkü, ortak dış ve güvenlik politikası gündeminde, Türkiye ve Batılı ortaklarının, anlaşma ve işbirliği bir yana, ortak bir anlayışa dahi ulaşamadıkları birçok konu vardır. … Olayların birbiri arkasına gelişmesi, Boris Johnson’ın ateşli bir şekilde 'Türkiye’nin Avrupa'ya katılmak üzere' olduğunu ileri sürmesi ve İngiliz halkının çoğunluğunu bu düpedüz yalana inandırması, onları Brexit için oy kullanmaya yönlendirmesiyle zirveye çıktı Boris Johnson sonuçta Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı oldu.
Türkler ve genel olarak yabancılar için her zaman olumsuz duygular barındıran Almanya, Avusturya ve Fransa gibi ülkeler yanında, Türkiye'nin AB üyelik hedefinin en ateşli destekçisi İsveç bile şimdi Türk hükümeti ile kavgalı. Türkiye'deki 15 Temmuz başarısız darbe girişimi yardımcı olmak bir yana, olayların bu yönde akışını daha da kötüleştirdi: Batı, Türkiye'yi Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)’ni desteklemek, veya IŞİD’e karşı kurulan koalisyonla ve NATO’da (!) Rusya’ya karşı işbirliğinden kaçınmakla ve giderek otoriterleşmekle suçluyor. Buna karşılık Türk siyasi liderler de açıkça ve doğrudan Batı’yı özellikle de ABD’yi başarısız darbe girişiminin arkasında olmak ve Ortadoğu'da bağımsız bir Kürt devleti kurulması için komployla suçluyorlar. …

Kendi sözleriyle

Başkan Barak Obama’ya geçtiğimiz günlerdeki bir röportajda şu soruldu: "Türkiye bir liberal demokrasi, nükleer silahlarımızın bulunduğu sadık bir NATO müttefiki, bölgesinde istikrara katkısı olan bir güç mü YOKSA endişelenmeli miyiz?"[4] Başkan Obama kelimelerini seçerken çok dikkatliydi, ama ne demek istediğini çok açık ifade etti:

“Kendisi (Cumhurbaşkanı Erdoğan) işe bir demokrat ve reformcu olarak başladı. …İktidarda ne kadar uzun süre kalırsanız, kendinize başlangıçta savunduğunuz değerleri o kadar çok hatırlatmanız gerekir.. … tek başına seçimler demokrasinin sadece bir parçasıdır. …hukukun üstünlüğü, basın hürriyeti, toplanma hürrriyeti.. …(Bu durumun) Güvenlik ilişkilerimiz üzerinde olumsuz bir etkisini görmedik. Siyasi ve toplumsal bir deprem yaşadılar. …Kendilerine, ne düşündüğümüzü dürüstçe anlatmak istiyoruz. Attıkları adımlar kendilerinin uzun vadeli çıkarlarına ve ortaklığımıza aykırıdır..”

Bu, pek de örtülü olmayan bir uyarıydı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın (Bu bağlamda ‘Türkiye’ olarak da anlayabilirsiniz) bütün ‘hayranları’ kelime seçiminde bu kadar dikkatli değildi. ABD Senatörü Lindsey Graham (South Caroline’dan bir Cumhuriyetçi), ki dış politikaya olan yakın ilgisiyle tanınır, Erdoğan’ı “büyümekte olan bir Putin” olarak tarif etti.[5]
“Buna ilişkin bir sürecimiz var (Türkiye tarafından, terörizm ve darbe teşebbüsü suçlamalarıyla, ABD’den resmi olarak iadesi istenen Fethullah Gülen’le ilgili soruya karşılık). Erdoğan Türkiyesini tedirgin edici bir yer olarak görüyorum. Herhangi bir kişiyi oraya geri göndermek konusunda son derece isteksiz olurdum adil yargılama.. Türkiye’de kurumlar çöküyorlar. (Erdoğan) NATO içindeki bir Putin’e dönüşüyor. ….Söyleyeceğim şudur; bence Türkiye artık daha fazla inkar edemeyeceğimiz bir problemdir. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’yle değil, fakat genel olarak Batı’yla bir çatışmaya doğru hızla yaklaşıyorlar. Hala bir şans varken durdurmalıyız (durmalılar).”
Son cümle ki hem Türk hükümetine hem de ABD yönetimine yöneltilmiş olabilir—herhalde yapıcı muğlaklık denen şeyin bir örneğidir. 

Türkiye ve Batı arasındaki ilişkilerde böyle bir durum, yani birbiri arkasına yaşanan bu kadar kriz, çok boyutlu güçlükler, olumsuz psikoloji ve hayati çıkarların çatışması, yakın tarihte belki de I. Dünya Savaşı'ndan beri görülmemişti. İlişkilere sıfır-toplamlı oyun zihniyeti hakimdir. …
Türkiye Cumhuriyeti hükümetine tavsiyeler:
- En uygun koşullarda bile, Türkiye'nin Batı ile işbirliğinin sınırları vardır. Bu nedenle, sınırlı, ama açıkça tanımlanmış amaçlara yönelik, makul ve mütevazi hedefler belirleyin.
- Bazı Batılı hükümetler Türkiye ile işbirliği için istekli olsalar bile, iç ortam elverişli olmayabilir. Yabancı Batılı hükümetler üzerinde etkisi olan ve onların karar alma serbestilerini sınırlayan, iç siyaseti ve toplumsal psikolojiyi her zaman gözönünde bulundurun.
- Batı’da, Türkiye'de hem uygulamadaki, hem de lafta yüceltilen değerlerde değişim olduğu algısı vardır. Bu konuyu öncelikli bir konu olarak ele alın ki bir çatışma zemini ya da işbirliğinden kaçınmak için bir bahane böylece ortadan kaldırılabilsin. (Bu öneri, bu algının demokrasi açığının zeminsiz olduğu anlamına gelmez. Katılımcıların çoğu bu gözlemin, yani değerlerdeki değişimin, doğru olduğunu düşünmektedir.)
- Türkiye’nin politikaları ve uluslararası tavrının Batı tarafından (yanlış) algılanması, önde gelen Türk politikacılarının bazen abartılı siyasi söylemlerine dayanıyor. Bu konuda gerekli ve uygun  tedbirleri alın.
- Uluslararası ilişkilerde; saldırgan, uluslararası hukuka, teamül hukukuna ve devletlerin egemenliğine saygı göstermeyen dil kullanmaktan ve diğer ülkelerin içişlerine müdahaleden kaçının.
- İç politikada ‘prim yapmak’ amacıyla Batı-karşıtı bir siyasi söylem kullanmaktan kaçının.
- Batı’yla ortak çıkarların ve belki de ortak değerlerin yokluğunda, kısa vadede, sınırlı hedeflere yönelik pratik işbirliği için ortak bir zemin arayın.
- Türkiye’de üniversiteleri, sivil toplumu, medyayı, halkı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni içine alacak şekilde bir dış politika tartışması başlatın.
- AB’ye tam üyeliğe alternatif hareket tarzlarına bakın ve bu amaçla Türkiye'de bir tartışma başlatın.
- Dış politika geliştirme ve uygulama sürecine Dışişleri Bakanlığı’nın birikimini ve alanındaki uzmanlığını dahil edin.
- Ülke içinde, kurumsallaşmanın ve demokratikleşmenin tersine çalışması probleminin üzerine eğilin.
- Bir dış politika ilkesi olarak 'mezhepçiliği' terk edin, İslam’ın Sünni ve Şii kolları ve her iki kolla da bağlantılı güç merkezleri arasında uzlaşmayı teşvik edin.
- Bölgesel ve küresel politikalarınızın hedeflerini ve amaçlarını, Türkiye’nin ulusal çıkarları ışığında gözden geçirin.
- Türk toplumu içindeki derin kutuplaşma ve çatışmaya dayalı siyaset yapma yöntemi, rasyonel bir siyaset geliştirme sürecine izin vermiyor. Bu durumu, siyaset geliştirmede daha uzlaşmacı ve çoğulcu bir yaklaşımla değiştirmek için gözden geçirin.

Raporun tümü 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Üyelerine açıktır.

[1] Büyükelçi Loğoğlu 2011 Genel Seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi Adana milletvekili olarak parlamentoya girdi. Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi olarak Kopenhag (1993-96), Bakü (1996-98) ve Vaşington’da (2001-2006) görev yapmıştır.
[2] Korg. Altıntaş, 38 yıl aktif görevden sonra, 2013 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekli oldu.
[3] Alan Watts (1915-1973. British philosopher, writer, speaker.
[4] ‘CNN’s Fareed Zakaria Interviews President Barak Obama on Trade, Turkey, Trump for Sunday Broadcast Exclusive’. CNN, 4 September 2016.
[5] Sarah Montague interviews US Senator Lindsay Graham. BBC Hardtalk, 5 September 2016. 

http://www.21yyte.org/tr/faaliyetler/8516/turkiyenin-batiyla-iliskileri-nicin-suratle-bozuluyor-turklerin-attiklari-adimlar-kendilerinin-uzun-vadeli-cikarlarina-ve-ortakligimiza-zarar-veriyor,

İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde - Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetine yaklaşım,

İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde - Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetine yaklaşım,



İRAN, SUUDİ ARABİSTAN - İSRAİL., ABD, ORTADOĞU, BOP,



İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde: Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetine olan ‘düşe-kalka gitme’ yaklaşımının daha iyi alternatifleri olabilir mi?
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü


BAKIŞ İncek Tartışmaları ;
     
‘İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde: Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetine olan ‘düşe-kalka gitme’ yaklaşımının daha iyi alternatifleri olabilir mi?’
Incek Tartışmaları, 13 Aralık 2017 günü, ‘İran-Suudi Arabistan-İsrail üçgeninde Türk hükümetinin Ortadoğu siyasetini’ ele aldı ve ‘Düşe-kalka gitme’ yaklaşımının daha iyi alternatifleri olup olmadığı sorusuna cevap aradı. Konuşmacılar: Ardahan milletvekili Em. Büyükelçi Öztürk Yılmaz (TBMM Dışişleri Komisyonu üyesi), Dr Em Tüma Deniz Kutlukve Doç Dr Banu Eligür (Başkent Universitesi).Oturum Dr Haldun Solmaztürk tarafından yönetildi ve seçkin bir Türk ve yabancı uzmanlar grubu tartışmaya katkıda bulundu. Aşağıdaki ‘Raportör Özetinde’ yer alan hususlar ve değerlendirmeler, herhangi bir konuşmacı veya katılımcının birebir görüşlerini veya tüm katılımcıların fikirbirliğine ulaştığı görüşleri yansıtıyor şeklinde algılanmamalıdır. Tartışma ‘off-the-record’ (kaynak göstererek yazılmamak kaydıyla) icra edilmiştir.
Ortadoğu satranç tahtasındaki piyonlar ve diğer taşlar yeniden yerleştiriliyorlar. İran, Suudi Arabistan ve İsrail, artık çatışmaya yol açabilecek tehlikeli bir rekabete kitlenmiş durumdalar. Rusya ve İran'ın IŞİD’le mücadeledeki rolleri ve şu anda bölgesel siyasetteki hakim konumları, son ikisini açıkça rahatsız ediyor. Suudi Arabistan ve İran, Suriye, Yemen ve Irak'tan sonra şimdi de Lübnan'da karşı karşıya geldiler. İran milliyetçiliği yükselişte ve İran'ın etkisi artık Tahran'dan Beyrut'a kadar uzanıyor. Rusya, İran ve Türkiye, Suriye'nin geleceği konusunda çok yakın işbirliği içerisindeyken, Suudi Arabistan, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri öncelikli olarak İran'a odaklanıyor.
2015'te, zaten başından başarısızlığa mahkum sözde bir ‘İslami NATO’ kurma girişiminin ardından, Haziran 2017'de Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkelerinin Katar’a yönelik ambargosu, İran’la Suudi Arabistan arasında—başkalarını da içine çekerek uzun zamandır gelişmekte olan bir zincirleme reaksiyon başlattı. Suudi Arabistan ve Katar dışındaki Körfez ülkeleri ve İsrail, İran'a karşı ilan edilmemiş bir 'ittifak' içinde görünüyorlar.
Kuzey Irak'taki 'bağımsızlık' referandumu ve PYD/YPG’nin, ki açıkça PKK’nın uzantılarıdırlar, Suriye'de Türkiye sınırı boyunca geniş toprakları kontrol ediyor olmaları, IŞİD-sonrası dönemde durumu daha da karmaşık hale getirdi. Suriye'deki bir ‘Kürt’ bölgesi, İran'ın nüfuzunu sınırlamak için bir araç olarak sunuluyor. Fakat YPG’ye verilen silah desteği ve PYD'nin Suriye Demokratik Güçleri adı altında, federal bir Rojava'ya yönelik çabaları Türkiye'yi endişelendiriyor.
Türkiye, dış politika alanında uzun zamandır süregelen geleneğini bozarak, bölgesel anlaşmazlıklara giderek daha fazla müdahil olmuş, hem Irak’a ve hem de Suriye'ye askeri ve siyasi müdahalede bulunmuş, çeşitli aktörleri kendisinden uzaklaştırmış, hatta muhasım hale getirmiştir. Bölge politikası, bölük pörçük, dengesizdir ve çoğu zaman ters sonuçlar vermektedir. Türkiye'nin Batı ile—özellikle de ABD ile—ve İsrail’le olan ilişkileri hiç olmadığı kadar düşük seviyelerdedir. Rusya ve İran'la olan ortaklığı da samimi olmaktan uzaktır.
'İran'a karşı daha sert olma' fikri Washington’da giderek daha popüler hale geliyor. Tam Hamas ve El Fetih ulusal uzlaşmaya teşebbüs ettiği sırada, Başkan Trump, Amerikan elçiliğini Kudüs’e taşımaya karar verdi. Bu, devenin sırtına yüklenen son saman çöpü olabilir.
Bu çerçevede, İncek tartışmaları şu konuları ele aldı: bölgedeki her bir oyuncunun siyasi amaç ve hedefleri, Türkiye’nin siyasi davranışı, bölgesel ve küresel barış ve güvenlik riskleri, Türk ulusal çıkarlarına yönelik tehditler ve Türkiye tarafından benimsenmesi gereken alternatif politikalar.

Özet;

Ortadoğu'da ve dünyada, ulusal ve bölgesel politikaları ve stratejileri yeniden şekillendiren bazı temel paradigma kaymaları meydana geldi. Geleneksel ittifakların yerini, yavaş yavaş, geçici ve pratik ihtiyaçlara dayanan ittifaklar alıyor.
Kudüs kararı Arapları bölmemiştir; sadece zaten varolan bölünmüşlüğü gözler önüne sermiştir. Şiiler ve Sünniler ayrımı bölgedeki sosyo-politik gerçekliği doğru anlamamızı engelliyor.
ABD artık bölgedeki tek oyun kurucu değildir. Rusya, yeni dostlar ve yeni ittifaklar vasıtasıyla Ortadoğu'da baskın bir aktör haline gelmiştir. Batı özellikle ABD ‘Kürt politikası’ ile Türkiye'yi Rusya ve İran ile işbirliğine, hatta açık ittifaka zorlamıştır.

İsrail’in kendi güvenliğine travmatik bir yaklaşımı vardır. Mevcut gerçekler göz önüne alındığında, bu yaklaşım makul ve kabul edilebilir değildir. İran, İsrail'in bölgedeki hakimiyetine yönelik tek tehdittir. 'Begin doktrinine' şimdi 'İran'ın Şii koridoru kurmasına asla izin vermeme' politikası eklenmiştir.
Suudi Arabistan, İran'ı rakip bir güç olarak bertaraf etmeyi ve Arap dünyasının lideri olarak Mısır'ın yerine geçmeyi hedefliyor. İran, bölgesel hegemoni için, ‘kuzeyde’ bir Şii ekseni, ‘güneyde’ bir dost hükümetler sistemi, ve müzahir ‘yapılardan’ oluşan bir ağ oluşturmayı hedeflemektedir.

ABD İsrail ile birlikte 6 Aralık kararıyla kendisini izole etmiş ve bir arabulucu olarak Barış Sürecindeki konumunu kaybetmiştir. 'Karar', radikalizme değerli (!) bir destek, güç vermiştir.

Türkiye'nin güvenliğine yönelik başlıca tehditler, netice itibariyle Ortadoğu’da sınırları ve siyasal rejimleri değiştirecek olan, radikal İslamcılık ve Kürt milliyetçiliğidir. Türkiye'nin hayati çıkarları, bölgesel barış ve istikrarda, ‘demokratik’ rejimlerin ‘İslamcılığın’ DEĞİL desteklenmesinde, teşvik edilmesindedir.

Türk karar-alma sistemi, tekrarlanan hatalar, yanlış kararlar ve kendi başarısızlıklarının esiri olmuş gibi görünüyor. Türkiye'nin, politikalarını gözden geçirmesi ve öncelikle Türk ‘ulusal çıkarlarına’ dayalı bir ulusal güvenlik politikasını yeniden oluşturması gerekmektedir.
Türk liderliği, diğer hükümetleri, kendi ulusal çıkarlarını gözetmekle ‘itham etmek’ şeklindeki söylem çizgisini terk etmek zorundadır. Her ülkenin kendi menfaatlerini gözetmesi son derece meşrudur.
Türkiye’nin, Filistin davasını tek başına ‘sahiplenmesi’ ve onu devralması, birçok nedenden ötürü  mümkün değildir.



Türk Hükümetine Tavsiyeler;

Türkiye'nin güvenliğine yönelik en büyük tehditler, netice itibariyle Ortadoğu’da Türkiye’nin arka bahçesinde sınırları ve siyasal rejimleri değiştirecek olan, radikal İslamcılık yani laik olmayan siyasi rejimler ve radikal İslamcı gruplar—ve Kürt milliyetçiliği, yani ‘Kürdistan Projesidir’.
Özellikle Kürt ayrılıkçılığının ve Orta Doğu’da genel olarak Kürt milliyetçiliğinin yükselişine paralel olarak 'radikal İslamcılık’ yükseliştedir. Türkiye, radikal İslamcılığın ve Türkiye içindeki altyapısının oluşturduğu tehdidin farkına varmalıdır. Türkiye'nin hayati çıkarları, bölgesel barış ve istikrarda, ‘İslamcılığın’ DEĞİL, ‘demokratik’ rejimlerin desteklenmesinde, teşvik edilmesindedir.
Suriye'nin siyasi birliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması aynı Irakınkiler gibi—Türk ulusal çıkarları için hayati öneme sahiptir. Sünni-Şii ayrımı yapaydır. Gerçek mücadele, mezhepsel değil, bölgesel hakimiyet içindir. Mezhepçilik, bilinçli olarak, sosyal seferberlik ve belli politikaların meşrulaştırılması için kullanılmaktadır.
Türk dış politikası öngörüsüz ve yanlış yönetiliyor. Türkiye, iç politikanın ihtiyaçlarına ve muhafazakar seçmen tabanının beklentilerine öncelik veren, mezhepçi, 'Sünni-İslamcı' dış politika çizgisini terk etmelidir.
Nihai ‘ürünlerine’ bakıldığında, Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasının büyük oranda başarısız olduğu rahatlıkla söylenebilir; ancak bunu düzeltmek için farkedilebilir bir girişim yoktur. Türk karar-alma sistemi, tekrarlanan hatalar, yanlış kararlar ve kendi başarısızlıklarının esiri olmuş gibi görünüyor.
Türkiye'nin, politikalarını gözden geçirmesi ve buna göre bir ulusal güvenlik politikasını yeniden oluşturması gerekmektedir. Bu gözden geçirme, alandaki gerçekliği, alınan dersleri, değişen paradigmayı ve hepsinin üstünde öncelikle Türk ‘ulusal’ çıkarlarını mezhepçi ve/veya ideolojik amaçları değil dikkate almalıdır.

Her şeyden önce, Kudüs kararı ‘tek yanlı’ kararların risklerini açıkça göstermiştir. Yeni politika nasıl bir şekil alırsa alsın uygulamada ‘kazan-kazan’ stratejisini benimsemek ve tek taraflı eylemler yerine çok uluslu bir çerçevenin parçası olmaya çalışmak zorundadır.

Kudüs’e gelince; Filistin meselesi 'tüm çatışmaların anasıdır', çözülmesi, ama yarın DEĞİL, hemen bugün çözülmesi gerekiyor. Kudüs, tüm kötülüklerin ve iyiliklerin sembolü haline getirilmiştir. Türkiye, ters tepen 'İslamcı' söylemden vazgeçmeli ve Rusya ve Avrupa Birliği gibi, Araplardan daha endişeli görünen taraflarla işbirliği aramalıdır. Bununla birlikte, Türkiye, Filistin davasını tek başına ‘sahiplenemez’ ve onu devralamaz.

Diğer hükümetleri, kendi ulusal çıkarlarını gözetmekle ‘itham etmek’ şeklindeki söylem çizgisini terkedin. Her ülkenin kendi menfaatlerini gözetmesi son derece meşrudur. Bu söylem, Türk siyaset geliştirme kurumunu 'olgunlaşmamış' gibi gösteriyor.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri için

Belki, Başbakan Benjamin Netanyahu'nun önerisi, kinayeli bir şekilde sözcükleri biraz bükerek başlangıç için en iyisidir: "Bence barışa bir şans vermeliyiz. Ve artık İsraillilerin (Filistinlilerin) Filistin (Yahudi) devletini tanımalarının ve ayrıca adı Kudüs olan bir başkentinin olduğunu kabul etmelerinin zamanı geldi".
İkinci olarak, AB'den Federica Mogherini tarafından yapılan sürdürülebilir çözüm uyarıları hatırlanabilir: "Filistinlilerle olan çatışmasına sürdürülebilir bir çözüm bulmak İsrail'in çıkarınadır". Burada anahtar kelime, ‘sürdürülebilir’.. Mevcut durum yaratıldığı şekliyle sürdürülebilir değildir.
Raporun tümü, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü üyelerine açıktır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/is-gelistirme-ve-stratejik-yonetim-arastirmalari-merkezi/2017/12/27/8778/iran-suudi-arabistan-israil-ucgeninde-turk-hukumetinin-ortadogu-siyasetine-olan-duse-kalka-gitme-yaklasiminin-daha-iyi-alternatifleri-olabilir-mi


***