TETİĞE BASACAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TETİĞE BASACAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2019 Pazar

TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİN LER.,

“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!


Serdar Ant

Son yıllarda sanal dünyada güncel siyasal konularla ilgili yayın yapan bir internet sitesinde yaklaşık bir hafta önce yayınlanan bir yazıda şunlar söyleniyordu:

“Türk Milleti için tek yol Müdafaa-i Hukuk, tek umut ise 'Kuvva-yı Milliye'dir. Siyasi partiler ile 'Ulusal Kurtuluş' mücadelesi verilmeyeceğini Türk Milleti anlamalıdır. Siyasi partilerin seçim çıkarları, siyasetçilerin şahsi menfaatleri ile tevhid olup, ulusal onurun ve bağımsızlığın önüne geçebilir. En temiz ve sağlam örgütlenme partiler üssü bir oluşumla sağlanabilir ancak; partilerin doktrinleri ve ideolojileri insanları gruplaştırıp ayrıştırabilir. Yüreği Vatan ve Millet sevdasıyla çarpan iki insan, farklı ideolojilerin ve partilerin peşine düşerek yolları ayrılabilir. Bu ayrılığın yaşanmaması için partiler üssü bir oluşum şarttır.”

Bu görüşlerin günümüz Türkiye koşullarında, ülke sorunları için ne derece bir çözüm olacağı tartışmaya açıktır ve ayrı bir yazının konusudur. “Kuvayı Milliye” nedir, ne değildir, 1920’lerin “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmelerinden farkı nedir, günümüzde “partiler üstü örgütlenme” nasıl yaşama geçer, böyle bir girişimin de en sonunda bir partiye dönüşmesi kaçınılmaz değil midir gibi soruları, şimdilik bir yana bırakalım. Benim bu yazı çerçevesinde asıl değinmek istediğim, yazının son cümlesi ve bu cümleyle yapılan çağrıdır:

"Namlu Düşmanın şakağında, vurmayı - ölmeyi emir beklemeyen, tetiğe basacak Hasan Tahsinleri bekliyor..."

Birilerinin “tetiğe basması” için davet çıkaran bir mücadelenin ne tür bir “mücadele”(!) olacağı ortadadır aslında. Böyle bir anlayışın, doğal olarak yasal ve demokratik tüm siyasal mücadele yollarını daha en baştan dışlayacağı ve kötüleyeceği de açıktır. Madem sorunlar tetiğe basmakla çözülecektir, o zaman birilerine çağrı yapmaya ne gerek var? Bu tür bir kışkırtıcılığa soyunanlar, kimi hedef alarak, hangi tetiğe basacaklarsa, buyursunlar bassınlar o zaman… Ama daha ilginç olan ise, böyle bir çağrının kendisini Hasan Tahsin gibi tarihsel bir figürle meşru kılmak istemesidir.

Hasan Tahsin, bizim milli tarihimizde kutsallaştırılmış bir simgedir, kimilerine göre “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım”dır.  1919 Mayıs’ında İzmir’e çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu sıkan ve bunun üzerine şehit edilen bir kahramandır. Ne var ki Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da gösterdiği bu yiğit duruş, onun öyküsünün sadece son cümlesidir. Hasan Tahsin’i böyle bir çıkış yapmaya mecbur bırakan hatalarla dolu bir “önceki dönem” vardır ki işte burası çoğu kişi tarafından bilinmez, bilenler de görmezden gelmeyi yeğler.
Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin hakkında herhangi bir başvuru kaynağında genelde şu tanımın yapıldığını görürsünüz:

“15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'e çıkan Yunan askerine ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan ulusal sembol kişi, yazar ve gazeteci...”
15 Mayıs, Hasan Tahsin’in yaşamının son günüdür. O gün Yunan askerleri tarafından açılan ateş sonucu şehit edilmiş ve tarihe de yaşamının bu son günü yaptıklarıyla geçmiştir. Oysa Hasan Tahsin 1888 doğumludur, yani Atatürk ile aynı dönemin insanıdır. 15 Mayıs 1919 günü şehit edildiğinde 31 yaşında olan Hasan Tahsin’in yaşamının önceki yıllarında yaptıkları onun hiç de Mustafa Kemal’in benimsediği çizgide bir insan olmadığını göstermektedir.
Ama günümüzde kendini “Kemalist-Atatürkçü” olarak tanımlayan birçok kişi, Hasan Tahsin’i bir simge haline getirmekte ve resmi tarih de onu yaşamının bu son günü yaptıklarıyla gelecek kuşaklara tanıtmaktadır. “Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” gibi yakıştırmalar ise Hasan Tahsin efsanesinin zorlamasıyla yapılan haddini aşan nitelemelerdir. Çünkü Kuvayı Milliye adı altında değerlendirebileceğimiz yerel, silahlı direniş hareketleri, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasından daha önce başlamıştır.  

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “ Memleket dâhilinde ve İstanbul’da milli varlığa düşman teşekküller ” başlığı adı altında saydığı cemiyetler arasında Sulh ve Selamet Cemiyeti de vardır. (Nutuk, C-1, TTK Yay. Ankara, 1989, s.8)
İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlere güvenme görüşünü savunan biridir ve “Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin ön ayak olduğu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni İzmir’de kurmuştur” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24) 

Ayrıca Nutuk’ta ne “mal” olduğu ortaya konulan Sait Molla’nın da bu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin İdare Meclisi üyesi olduğunu ekleyelim. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, Mütareke Dönemi, Hürriyet Yay. s. 141)

Hasan Tahsin’in İzmir’de çıkarmakta olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin 1 Aralık 1918 tarihli sayısında Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin programı yayınlanmıştır. Hatta gazetenin adı da 4 Ocak’tan itibaren Sulh ve Selamet olarak değiştirilmiştir. Ertesi gün gazetede yapılan bir açıklamada “Hukuk-ı Beşer’in Prens Sabahattin Bey’e mensup Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin bir yayın organı olduğu ancak doğrudan doğruya Cemiyet’in adını alması gerektiği ve bu nedenle dünden beri Sulh ve Selamet adıyla yayınlandığı” ifade edilmiştir.

Prens Sabahattin’in kim olduğu ve siyasi geçmişi göz önüne alınır ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin Mütareke döneminde nasıl bir rol oynadığı hatırlanırsa, Mondros Mütarekesinin hemen ardından ve İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce Hasan Tahsin’in nasıl bir politik tutum içinde olduğu daha iyi anlaşılır.  

Bugün millete “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olarak sunulan Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başlayana kadar tam tersi bir tutum içinde olmuştur. En azından 1919 yılının bahar aylarına kadar durum böyledir. Hasan Tahsin gazetesinde “Bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak gerekir. Ancak bu sayede Anadolu’yu elimizde tutma olanağı vardır” görüşünü savunmuştur. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)

Hasan Tahsin’e göre İngiltere, Fransa ve Amerika insanlığı ve eşitliği savunan güçlerdir! (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 139-140)
Hasan Tahsin, en sonunda yanlış bir yolda olduğunu fark edip 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalcilerine karşı ilk kurşunu sıkarak belki kahramanca bir duruş sergilemiştir, ama bu tavrı Mondros Mütarekesi sonrasındaki o karanlık dönemdeki hatalı duruşunu yok edemez. İşgalden kısa bir süre öncesine kadar halkı direnişe değil, boyun eğmeye ve beklemeye teşvik eden bir tavır içindedir Hasan Tahsin… En azından başyazarlığını yaptığı gazete, bu amacı güdenlerin sesidir.

Kaldı ki 15 Mayıs’ta atılan o ilk kurşunun da “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olduğu iddiası gerçeklerle ilgisi olmayan bir yakıştırmadır. Bu konudaki diğer bütün iddialar bir yana, Yunanlıların İzmir’i işgale başladığı 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmıştı bile… Ve Anadolu’ya da Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşunun yönlendirmesiyle gitmiyordu. Hasan Tahsin’in İzmir’de “bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak” gerektiğini savunduğu günlerde, Mustafa Kemal İstanbul’da, birkaç ay sonra başlatacağı Anadolu İhtilali’nin planlarını yapmaktaydı.

Kısacası Mustafa Kemal gibi ulusal demokratik devrimcilerle, Hasan Tahsin gibi romantik hayalperestlerin çizgisi bir değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır!

Silahlı mücadeleyi kutsayan, yasa dışı yollar ve şiddeti çareymiş gibi gösteren maceracı hareketler bugün Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmaz. Kabzasını kimin tuttuğu belli olmayan bir silahın tetiğine asılarak hiçbir sorun çözülemez. Bu tür kışkırtıcı çağrılar, vatansever bir söylemle meşru kılınmaya çalışılsa bile, bir kaos ve anarşi ortamının yaratılmasına hizmet eder, o kadar… Böyle bir ortamın ise her zaman emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine yaradığını biliyoruz. Türkiye, 1971 ve 1980 darbesine giden süreçte bu kışkırtıcı oyunu iki kere izledi. İster sağcı olsun ister solcu olsun, bu ülkenin yurtsever ve tertemiz evlatları, büyük satrancın bir piyonu gibi kullanıldı, birbirini kırdı. En sonunda o namlunun kime çevrildiğini ve kimleri vurduğunu ise yaşayarak gördük.

Aynı Oyun, şimdi bir kere daha mı Sahneye konulmaya çalışılıyor?

8.5.2013 

SERDAR ANT 'IN YAZISI ÜZERİNE KISA NOT

 İzmirli dostlarımız başta olmak üzere, bütün dostlarımızı, aziz Vatanımız için fedakarlığı ve kahramanlığı asla küçümsemeden, soğukkanlı bir biçimde, Hasan Tahsin konusunu incelemeye davet ediyorum.

Sayın Serdar Ant'ın yazısında belirttiklerinin dışında, Kuvay-ı milliyeciler in böyle bir görev vermediğini ve olabilecek Yunan misillemesine karşı, kız kardeşini özellikle tembihlediğini de biliyoruz. 

Genel olarak fevri hareket edebilen ve maceracı eğilimler taşıyan bir vatansever olduğunu söyleyebiliriz.

           Bu eylem, daha önce onun Romanya'daki suikast girişiminden de mahiyet olarak çok farklıdır. Yunanlar, Hasan Tahsin'in giriştiği saldırının akabinde, bu saldırıyı bahane ederek sivil halktan çok sayıda insanımızı orda katlettiler. Çok özel bazı şartlar dışında, bu eylemin yüceltilmesi, çok yanlış sonuçlara yol açabilir. Tabii, "masonik" çevrelerin ona sahip çıkmasını ciddiye almamalıyız; yanlış yaklaşım ve tutumları da olsa Hasan Tahsin, Türk ve İslam kültürüyle yetişmiş samimi bir bir vatanseverdir.

           Serdar Ant arkadaşımızın bu yazısı, yerinde bir uyarı niteliği taşıyor. Değerli dostlarımızı, bu konu üstünde bir kere daha düşünmeye davet ediyorum.
           Saygılarımla,
           F. Murat Sakarya

https://groups.google.com/forum/?utm_source=digest&utm_medium=email#!search/Serdar$20Ant$27%C4%B1n$20Son$20Yaz%C4%B1lar%C4%B1/fikir-bahcesi/HHbDK4Nbno0/m88dLDp2bgcJ



***