Selahaddin Demirtaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Selahaddin Demirtaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2018 Perşembe

BİR İHTİMAL DAHA VAR!


BİR İHTİMAL DAHA VAR!
MÜDAFAA-İ HUKUKSerdar ANTdenizkurdu66@gmail.com
İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal çevresinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, İhsanoğlu ve Demirtaş’ın dışında Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin tercih edebileceği bir üçüncü aday çıkarmak için son dakikaya kadar mücadele ettiği biliniyor. Bu bağlamda CHP içinden bazı milletvekillerinin de desteğiyle Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı gerçekleştirilmeye çalışıldı, ama aday olmak için gerekli olan 20 milletvekilinin desteği sağlanamadığından bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Dolayısıyla Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı yarışı bir “BOP eş başkanı”, bir “Osmanlı hayranı İslamcı” ve bir “bölücünün” arasında olacak ne yazık ki…
Peki, Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçler ne yapacak? Her şey bitti mi artık?
Örneğin Cumhuriyetçi güçler de 4 Temmuz akşamı Can Ataklı’nın Ulusal Kanal ekranlarından yaptığı gibi, isim vermeden, ama diğer bütün seçeneklerin olmazlığını vurgulayarak sonunda Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vereceğini mi ilan etmeli?
Cumhuriyetçi güçlerin kendilerine dayatılan Ekmeleddin İhsanoğlu seçeneği karşısında Can Ataklı gibi boyun eğmek dışında başka bir seçenekleri yok mu gerçekten?
Bu soruya bir yanıt vermeden önce, bir an için seçime Cumhuriyetçi güçlerin de bir adayla katıldığını varsayalım. Örneğin bir an için, Emine Ülker Tarhan’ın aday olması için gerekli olan 20 milletvekilinin imzasının elde edildiğini ve Tarhan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimine 4. aday olarak katılma hakkını elde ettiğini düşünelim.
Peki, o zaman ne olacaktı?
10 Ağustos günü, sandık başına gidecek ve Emine Ülker Tarhan için oy kullanacaktık. Amaç, Emine Ülke Tarhan’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan daha fazla oy alarak ikinci tura kalmasını sağlamak ve böylece ikinci tur oylamada Erdoğan’a karşı Cumhuriyetçi oyların toplanacağı bir direniş cephesi yaratabilmekti. Emine Ülker Tarhan’ın adaylığının tartışıldığı günlerde, Erdoğan’ı durdurabilmenin tek formülü olarak, özelikle
Doğu Perinçek tarafından savunulan görüş bu değil miydi?
Bugün artık kesinleşti ki Cumhurbaşkanlığı seçimi sadece üç adayın katılımı ile yapılacak ve ne yazık ki bu stratejinin uygulanması mümkün değildir. Ama her şey yine de bitmiş değil.
Eğer Emin Ülker Tarhan seçime aday olarak katılsaydı, sandığa gidip onun birinci turda en çok oy alan iki adaydan biri olması için oy kullanacak olanlar, bence bugün de hâlâ bir şeyler yapabilirler. 10 Ağustos günü, yine sandığa gider ve BOŞ OY kullanırlar! Kısacası biz Cumhuriyetçi, laik demokrat güçlerin Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayımız “BOŞ OY” olur!
Mesela bu şekilde davranılacak bir seçimde birinci tur sonunda şöyle bir sonuç ortaya çıkarsa bu nasıl yorumlanmalıdır?
ERDOĞAN: % 45
İHSANOĞLU: %22
DEMİRTAŞ: %7
BOŞ OY: %26
Bu durumda yasal olarak ikinci tur oylamaya Erdoğan ve İhsanoğlu katılma hakkını elde ederler. Ama birinci tur öncesinde Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin birinci tur oylamada sandığa gidip BOŞ OY kullanacaklarının propagandası iyi yapılırsa,
şu açık bir şekilde görülecektir ki, yasal sonuç ne olursa olsun bu, toplumsal gerçeği yansıtmamaktadır.
Böyle bir davranış tarzının iki sakıncası vardır: 
Birincisi, açıktır ki hukuksal sonuç almak olanaklı olmayacaktır.
Yani en nihayetinde ikinci tur oylama yine Erdoğan ile İhsanoğlu arasında olacaktır.
İkincisi de bu biçimde BOŞ OY kullanmak amacıyla sandığa gidip bir anlamda gövde
gösterisi yapılsa bile, bu davranış en sonunda bu düzmece seçime, bu danışıklı dövüşe bir tür hukuksal geçerlilik, bir meşruiyet kazandıracaktır.
Ne var ki bu olumsuzlukların yanında elde edilecek bir kazanım vardır ki,
bence ilk iki sakıncayı dengeler.
Eğer Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda BOŞ OY’ların sayısı en azından sıralamada ilk iki arasında yer alırsa, başka bir anlatımla BOŞ OY’lar Ekmeleddin İhsanoğlu’na verilecek oylardan daha çok olursa,  o zaman bu ülkede Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin hâlâ var olduğu; bu tür düzmece seçimlerle, dayatmalarla Cumhuriyeti tasfiye etme girişimlerine kimsenin meşruiyet kazandıramayacağı bütün dünyaya gösterilmiş olur.
Böyle bir seçenek Can Ataklı gibi, en sonunda boyun eğip “ne yapalım başka yapacak bir şey yok ki?” demeye getirerek üstü kapalı bir şekilde Ekmeleddin İhsanoğlu için destek vereceğini açıklamaktan çok daha onurlu ve çok daha işlevseldir.
Bu önerdiğim seçeneğin daha radikal olanı, hiç sandığa gitmemek ve seçime katılım oranını en azından yüzde 70 altına düşürmektir. Bu ikinci seçeneğin daha az göze batıcı ve ses getirici olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, eğer kitlesel olarak yapılabilirse ve sonunda boş oylar en azından % 20’ler düzeyine çıkarılabilirse,
sandığa gidip BOŞ OY kullanmanın da aslında Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin sesini duyurması için etkin bir yol olduğu açıktır.
Ayrıca böyle bir seçenek, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında gündeme gelecek CHP Olağanüstü Kurultay’ında Cumhuriyeti güçlerin elini güçlendirecek, Kılıçdaroğlu ve ekibinin tasfiyesini daha da kolaylaştıracaktır.
Kısacası, her şey bitmiş değil. Mücadele son dakikaya kadar sürmelidir. Hele ki sözkonusu olan Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi mücadelesi ise umutsuzluğa kapılmak, teslim olmak asla düşünülmemelidir.
Ne güzel diyordu Nazım:
Mesele esir düşmekte değil,Teslim olmamakta tüm mesele…
SERDAR ANT5.7.2014

***

12 Haziran 2017 Pazartesi

NE EFSUNKAR İMİŞSİN EY DİDAR-I TÜRKİYE


NE EFSUNKAR İMİŞSİN EY DİDAR-I TÜRKİYE



ESİR-İ KÖŞKÜN OLDUK GERÇİ SANA DÜŞMANIZ


TOPUZ
Ali TARTANOĞLU

Recep Erdoğan...

Ekmeleddin İhsanoğlu...
Selahaddin Demirtaş...
Erdoğan...

22 Temmuz 2014 Salı

Yolsuzluk, yurt dışındaki gizli banka hesaplarıyla ilgili çok kalın bir iddialar tabakası, diktatörlük, görgüsüzlük, çapsızlık, lümpenlik, sözüm ona Osmanlıcılık, kendi dünya görüşünü, kendi yaşama anlayışını bütün topluma dayatma vb. hallerini, hele Osmanlıyı ihya etme saçmalamalarını biliyoruz.
« Biz çok Çektik » diyip duruyor. Ne çekmişler?

Çalıştığı resmi kuruma, okuduğu okula türbanla, sarık-cübbe-şalvarla gidememiş... Belediye meclisi toplantısını kuran okuyarak açamamış. Anıtkabir'de sap gibi dikilmek zorunda kalmış. Bir «Türkiye İslam Cumhuriyeti» nin ümmeti olmak istiyorlarmış, olamamışlar. Laik hukukla değil, şeriat hukukuyla yönetilmek istiyorlarmış, olmamış. Hakimlere, laik yargıya başvurmak değil, ulemadan fetva almak istiyorlarmış, olmamış. 1930'dan beri cumhuriyeti yıkmak istemişler, becerememişler, dolayısıyla ceza görmüşler. Hepsi bu! Zulüm, «çok çektik» dedikleri bu. Namaz kılamamış, oruç tutamamış, zorla içki içirilmiş değiller. Karanlık izbelerde falakaya yatırılmış, cinsel organlarına, ayak parmaklarının ucuna elektrik verilmiş, Filistin askılarına alınmış, falakaya yatırılmış da değiller. Türban filan gibi birkaç sembol dışında her türlü ibadetlerini engelsiz yapabiliyorlardı. Şimdi TBMM, mahkemeler vb. dahil kamusal alanda da türban serbest artık.

Ama onların derdi, sadece kendilerinin serbestçe türbanlanması da değil, istisnasız bütün kadınların en azından türbanlanması... Sadece kendilerinin değil istisnasız herkesin namaz kılması, istisnasız herkesin oruç tutması, istisnasız herkesin imam hatip eğitimi alması; sadece kendilerinin değil istisnasız hiç kimsenin içki içmemesi ve saire... Ve bunu sağlayacak bir devlet, hukuk, toplum düzeni kurmak... Bu düzen içinde bütün kuralların dine dayandığına, din kuralı olduğuna, devlet başkanının, Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi-halifesi olduğuna, dolayısıyla verdiği emirlerin aslında Allah'ın emri olduğuna şeksiz-şüphesiz, sadece kendilerinin değil herkesin inanılması.

Bunu 2002'ye kadar gerçekleştirememişler, gerçekleştirmek için gizli saklı, yeraltında veya bir süre sonra yer üstünde bir şeyler yapmışlar. İleri gidince birazcık hapse girmişler. Bazılarının (Kubilay'a yaptıkları gibi) kafa keserek Cumhuriyet'e karşı ayaklanma düzenleyince asıldıkları da doğru. Ama birincisi, şimdi kendileri ekmek almaya giden 14 yaşındaki çocuğu elinde bilye vardı (ordunun asteğmeninin kafasını filan kesmiş değil!..), öyleyse darbe yapacak, hükümeti devirecek diye öldürebiliyorlar!?..

İkincisi, bugün İran'a laiklik, Amerika'ya sosyalizm, dün Sovyetler Birliğine kapitalizm getirmek için silaha sarılınca, örgüt kurunca İran, Amerika, eski Sovyetler ne yapardı?.. Kaldı ki bu güruh, IŞİD, El Nursa, El Kaide örneklerinde de görüldüğü üzere, din-iman, Allah'ın emri, cihad, gaza dendiği zaman, vücuduna bomba sarıp «Haşhaşiyyun Fedaileri» (!..) gibi ölmeyi de, cennete gideceğini sanarakr zevkle başaranlar değil mi?

Osmanlının sadrazamı da 1919'da ne olacağını hissedip Atatürk'e karşı «cumhuriyet kuracak bunlar cumhuriyet!...» diye ter ter tepiniyordu. İdam kararını bile hazırlamışlar, bi» ele geçirseler derhal asacaklardı. Atatürk başardı, asamadılar.

Asıl buna içerliyor Erdoğan. Kendisini asamadık, bari yaptıklarını bozalım!... Bir futbol deyimi olarak bildiğimiz «rövanş» sözcüğü son on iki yıldır niye bu kadar çok kullanıldı, kullanılıyor? Veya «karşı devrim» deyimi?..

Şimdi, beğenmedikleri Cumhuriyetin, asker-sivil, siyasetçi-bürokrat ve sermaye çevreleri dahil tüm güçleriyle çabalayarak kendilerine gümüş tepside sunduğu iktidar gücünü cumhurbaşkanlığı ile taçlandırıp, rövanşı tamamlamak, laik cumhuriyeti, İslam cumhuriyetine dönüştürmek istiyorlar. Öz bu...

Lakin esasta da zahirde de çok tuhaf bir durum var. Erdoğan, Atatürk'ten, Cumhuriyet'ten, laiklikten, demokrasiden, hukuk devletinden, kuvvetler ayrılığından nefret ediyor. Bizatihi böyle bir rejimin hukuken vatandaşı olmaktır onun «zulüm... çok çektik...» dediği... Ama sonuç olarak nefret ettiği bu rejimin en yüksek yerine oturmak için yırtınırcasına, bu sıcakta ter döküyor!

Atatürk, Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı... Bunların hepsi, Anayasa'sından günlük yaşamın kılcalına kadar her yerde elan var bu ülkede. Her şeye rağmen, yedikleri bütün herzelere, bütün faresel kemirmelere rağmen var. Mesela güya erkeklerin dört kadınla evlenmesi dinen mümkünmüş. Hadi Erdoğan değil dört, ikincisiyle evlensin de görelim... İki kızına, mirasından oğluna göre eksik tereke versin de görelim... Hadi hırsızın(!!!) elini kessin de görelim. Hadi benim karıma kızıma devlet zoruyla çarşaf giydirsin de görelim... Hadi benim torunuma devlet zoruyla 444 imam eğitimi versin de ben bi» göreyim...

E? Bu yapının en tepesine ben oturacağım diye tepinmek ne iştir peki? Dört dörtlük riyakarlık, oportünizm, pragmatizm, rabbena hep banacılık değilse, düpedüz namus yoksulluğu...

Humeyni gibi önce dışarıdan devrim yapıp sonra rejimi hatta sistemi değiştirmeyi anlamak mümkün... Erdoğan gibi sapına kadar militan görünen bir «İslam mücahidinin» (!) ne yapması gerekirdi? Humeyni, Şah döneminde parti kurup, seçimlere katılıp, meclise girip, hem rejime muhalefet edip hem başbakan, devlet başkanı olmaya kalksa ne olurdu?

Erdoğan da «her türlü nimetinizi alın başınıza çalın» diyip, ilçe, il, başkanlığıyla yetinseydi! Oysa o bu nefret ettiği rejimin, belediye başkanlığını, milletvekilliğini, başbakanlığını, maaşını, kırmızı pasaportunu, 1500 korumasını, kırmızı plakasını, kırmızı pasaportunu ve sair bütün nimetlerini, olanaklarını maal memnuniye kabul etti, sonra da o rejimi elma kurdu gibi kemirdi. Şimdi de en büyük elmayı, kemirmek değil, şapur şupur yemek istiyor.

Stratejik deha, siyaset kurtluğu, «ustalık», dava adamlığı bu mu şimdi? Hele devrimcilik?.. Hayır! En kibar, en masum ifadeyle kişiliksizlik, ilkesizlik bu!!!...

****

İhsanoğlu...

Zahiren Erdoğan'ın tam zıddı... Esası, özü ise epey tartışmalı...

Görünüşte elbette kibar, ince, çelebi... Yumuşak, sakin, hoş görülü... Değil bağırıp çağırmak, hele vatandaşa «İsrail dölü», «ananı da al git» diye küfretmek, yüksek sesle bile konuşmuyor. Bilgili, bilgin, eli kalem kitap tutmuş, ufku geniş, çapı büyük, kendine güveni var, ama kifayetsiz muhteris değil; gerçekçi. En azından böyle görünüyor. Hele yolsuzluk, yurt dışındaki gizli banka hesapları, diktatörlük, görgüsüzlük, cahillik, lumpenlik yakıştırmak hiç mümkün değil.

Birkaç yabancı dili çok iyi biliyor. Bu önemli bir meziyet... Ama cumhurbaşkanlığı için şart da değil. Yabancı dil bilmeden de geniş ufuklu olmak mümkün; bir sürü yabancı dili bilip dar kafalı, küçük dünyalı olmak da mümkün. Kendisi de bunu açık yüreklilikle ifade etti.

Bütün toplumun devlet zoruyla biçimsel İslami yaşam tarzına uygun yaşamasını mı ister?. Muhtemelen türban serbestliği veya biraz daha genişleterek kıyafet serbestliği noktasından öte geçmiyor. Belki Türkiye'de de şeriat düzeni olsun diye düşünmüyor; ama şeriate bir bütün olarak kurumsal olarak, ideolojik olarak karşı da değil. Olağan, doğal karşılıyor. Şeriat, onun için nihayet bir demokratik tercih. Ha demokratik cumhuriyet, ha İslam cumhuriyeti... Halk isterse mesele yok, dermiş gibi... Komünizmi kesinlikle reddettiği gibi, şeriati de reddetmiyor. Tipik sağ mantıkla, «halk, milli irade komünizm isterse, demokrasidir olur» demez, ama «milli irade şeriat isterse, demokrasidir olur» dermiş izlenimi veriyor.

Modern yaşama, bilime, akla, sanata, kültüre hayır demiyor. Kadına, kadın-erkek eşitliğine saygılı... Kadının mutlak bir cinsel-günah objesi olduğu, öyleyse devlet zoruyla örtünmesi gerektiği, herkesin devlet zoruyla imam hatiplerde, el ezherlerde temel din eğitimi alması gerektiği gibi bir saplantısı, psikopatisi yok. Kendisi içmiyor, ama başkasının içmesini de sorun etmiyor. Hele devletin bütün bunlara müzaheret etmesi gibi bir düşüncesi hiç yok. Ama devlet bu şekilde dönüştürülürse, ona da itiraz etmezmiş gibi... Yani milli irade ister, meclis karar verirse şeriat düzeni de gelebilir, herkes yasa zoruyla imam okullarına da gidebilir, bütün kadınlar yasa zoruyla türbanlanabilir, çarşaflanabilir. Kendisi karşı olsa bile milli irade onaylar veya meclis karar verirse başkanlık sistemi de olabilir, monarşik cumhuriyet de olabilir, İslam cumhuriyeti de olabilir. İhsanoğlu'nun demokrasi anlayışı sanki bu. Öyle bir havası var.

Osmanlıcılık, Osmanlıyı ihya etme konusunda ise Erdoğan'la baya kanka oldukları söylenebilir. Belki ihya etmeyi düşünmüyor, çünkü İhsanoğlu'nun gerçekçi olduğunu söyledik, ama Osmanlıya yoğun bir hayranlığı var. Osmanlının büyük yanlışlarını, son döneminde dokunsan yıkılacak noktaya geldiğini biliyor, anlıyor, kabul ediyor, ama yine de o hayranlık nedeniyle yıkılmasına, yıkanlara muhtemelen kırgın.

Osmanlıyı yıkanlar olarak Birinci Dünya Savaşı'ndaki düşmanları mı görüyor, yoksa Atatürk'ü mü görüyor, pek belli değil. Osmanlı, saltanat, padişah vb.nin bir ön cephe olarak kalmasını, arkasında da tıpkı İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya'da olduğu gibi bir monarşik cumhuriyet olmasını mı isterdi? Görünürdeki gerçekçiliğiyle, bu ülkelerle tarihi, sosyal, kültürel hiçbir benzerliği olmayan Türkiye'de bunun hiç de kolay olmadığını kabul ediyor olmalı...

Ya hilafet?.. İhsanoğlu'nun Osmanlı hayranlığı sadece bir nostalji midir, yoksa hilafet dahil o malum «muhteşem yüzyıl» lara bir geri dönüş ülküsü, davası mıdır? İhsanoğlu katıksız bir İslamcı mıdır, kokteyl bir Türk-İslamcı mıdır, yoksa Osmanlı hayranlığı sadece o mutantan, şaşaalı yıllara bir özlem, Osmanlıyı yıkanlara kırgınlığı sadece duygusal bir tepkidir de Atatürk'ü ve Cumhuriyeti duygularıyla değilse de mantığıyla anlayıp onaylamış mıdır?

Emperyalizm, gibi bir endişesi olduğu izlenimi vermiyor. Avrupa Birliği konusunda sanki biraz mesafeli gibi... Ama açıkça «Ne notası? Amerika'ya nota mı verilir» demeyi aklından geçirmese de fincancı katırlarını ürkütmeden, zülfüyare dokundurtmadan, kızı vermeyip dünürü de küstürmeden Batıcı olmayı/görünmeyi sürdürmekten yana görünüyor.

Kısaca belki gerici değil, ama ilerici de değil, tipik muhafazakar diyebilir miyiz?

İhsanoğlu'nun, seçmen açısından (aslında çok da önemli olmayan) sorunu, bu bilinmezlik... Özgeçmiş bilgisi değil bilinmeyen. Bu bilinmezlik, Google Hoca'ya sorunca üç beş dakikada çözüldü. Asıl bilinmezlik yukarıdaki sorularda gizli. Kendisine oy verebileceği düşünülen kesimin önemli bir kesimindeki kesin red tepkisi veya kafa karışıklığı da buradan kaynaklanıyor.

Ama bir nokta var ki, bendenize göre çok açıklayıcı bir öneme sahip... İhsanoğlu konuk olduğu bir televizyon programında «Dr. Mursi'yi iyi tanıdığını, yakın dost olduklarını, kitaplarından birine de Dr. Mursi'nin önsöz yazdığını» adeta övünerek söyledi.
« Dr. Mursi », Hüsnü Mübarek gibi, büyük bir halk hareketinin etkisiyle Ordu tarafından devrilen önceki Mısır Cumhurbaşkanı. «Dr. Mursi», ünlü Müslüman Kardeşlerin (Ihvanı Müslimin'in) adayıydı.

Müslüman Kardeşler, 1928 yılında Mısır'da, öğretmen Hasan el-Benna tarafından kurulmuş, dünyadaki tüm Müslümanların birleşmesini amaçlayan (Panislamist), Arap dünyasının en eski, etkili ve en büyük İslami gerici siyasi hareketi.

Bütün Müslüman ülkelerde temel İslamî kaynaklara, yani Kuran'a ve Sünnet'e dönülmesini savunan Müslüman Kardeşler'in kurucu lideri Hasan el-Benna'ya göre, «İslam Dünyası, Batı etkisi altında sosyal üstünlüğünü kaybetmiştir. Toplum yaşamı, geçmişte olduğu gibi Kur'an ve Sünnet üzere olmalı ve toplumun her kesimini; devlet işlerinden günlük hayata kadar her şeyi kapsamalıdır.»

Müslüman Kardeşler'in kamuoyunun dikkatini çeken ilk eylemi Mısır Kralı'na, idarecilerine, önemli şahsiyetlerine, İslam ülkelerinin devlet başkanlarına, hükümet yetkililerine, aydınlarına uyarı mektupları göndermek olmuştu. Bu mektuplarda da «kanunların İslam'a uygun yapılması, kamu görevlilerinin yaşantılarının kontrol altında tutulması, alkollü içki satan yerlerin kapatılması, ibadetini aksatanların cezalandırılması, bazı askerî ve idarî memuriyetlere el-Ezher mezunlarının atanması, karma okulların kapatılması, kız ve erkek öğrenciler için ayrı eğitim kurumları açılması, faizin yasaklanması» bir de «yabancıların elindeki işletmelerin kamulaştırılması» ile «düşük ve yüksek seviyeli memurların maaşları arasındaki farkın azaltılması» isteniyordu. Batının günlük bireysel yaşama, birey özgürlüğüne ilişkin değerlerine, İslamiyet'e ait olduğunu söyledikleri ilkellikleri yozlaştırdığı için tamamen, ama Batının kapitalizmine sadece «yabancıların elindeki işletmelerin kamulaştırılması ile düşük ve yüksek ücretli memurlar arasında maaş farkının azaltılması» nı isteyecek kadar karşıydılar.

Müslüman Kardeşlerin adayı olarak seçilen devrik cumhurbaşkanı ve İhsanoğlu'nun saygı ve övgüyle söz ettiği «Dr. Mursi» de anayasanın Kuran ve şeriate dayanması gerektiğini söylemiş, kendisine karşı ayağa kalkan milyonlarca Mısırlı için «dinsizler... bana karşı çıkmak dine karşı çıkmaktır» mealinde açıklamalar yapmıştı.

Sadece Hamas değil, Arap ülkelerindeki, terörü esas alanlar dahil birçok İslamcı örgüt, en azından bunların kurucuları ve etkin üyeleri Müslüman Kardeşler kökenli.

Müslüman Kardeşlerin, özellikle Ortadoğu'da ABD'nin çıkarlarına hizmet ettiği, yaygın bir kanı...

Kısaca, Müslüman ülkeler bir yana, ideal olarak başta Amerika olmak üzere Hıristiyan ülkelerde bile Sünni İslam şeriatı düzenini bütün katılığıyla egemen kılmak ülküsüyle, zaman zaman meşrulaşarak, zaman zaman yeraltına inerek faaliyet gösteren, tamamen dinsel-siyasal ve gerici bir hareket.

Terör ve şiddetle ilişkilerine gelince...

Müslüman Kardeşler, yöntem açısından, kan içici bir El Kaide, bir El Nursa veya IŞİD değil. El Kaide ve türevleri demokrasiyi tamamen reddeder ve şer'i Sünni İslam'ın, ancak silahın da ötesinde bir şiddetle (kestikleri kafayla top oynama, canlı bir insanın göğsünden söktükleri kalbi yeme) egemen kılınması gerektiğine inanır. Müslüman kardeşler de hemen bütün İslamcı hareket ve örgütler gibi demokrasiden nefret eder. Ancak şiddet, terör, Müslüman Kardeşlerin olmazsa olmazı değil. Anlaşıldığı kadarıyla «güzellikle verdiniz verdiniz; vermezseniz, biz çekinmeden öldürürüz ve ölürüz» düşüncesindeler.

Çünkü onlar için demokrasi (tıpkı Erdoğan'ın da tren benzetmesiyle daha en başta ifade ettiği gibi) bir «değer» değil, işlevini gördükten sonra bir kenara atılacak olan bir «araç». Yoksa Örgüt, hala Kuran ve Sünnet'in kayıtsız şartsız egemen olduğu bir toplum düzeni özlüyor. Seçimler, sadece onların iktidara gelmesini sağlayacak araç. Bir kere seçildikten sonra, Kuran ve Sünnetin ne olduğuna ise, elbette milli irade değil, Müslüman Kardeşler iktidarı karar verecek. Milli iradenin de bu demek olduğunu biz Erdoğan'dan biliyoruz(!).

Nitekim Müslüman Kardeşler, ortamı, şartları uygun gördüğü zaman seçimlere katıldı; parlamentoda sandalye kazandı. Ama bir gerici şeriat düzeni kurmak için terör dâhil her türlü yöntemi uygulayan yasadışı yapıyla bu demokratlık görüntüsünü bir arada yürüttü. Yok eğer şartlar seçim trenine binmeye imkan vermiyorsa, şartlar düzelsin diye de bekleyip, şiddet dahil her yolu denemekten de çekinmedi.

Bu çerçevede 1940'ların başında doğrudan lider Şeyh Hasan el Benna'ya bağlı, tamamen gizli ve silahlı bir birim oluşturuldu. 1944'te hareketin merkezine ve mallarına el konması üzerine 24 Şubat 1945'te Mısır eski başbakanlarından Ahmed Mahir öldürülünce, Hasan el-Benna ve arkadaşları tutuklandılar ancak delil yetersizliğinden serbest bırakıldılar. Mart 1948'de Yargıtay üyesi Ahmed Hazendar'ı, 28 Aralık 1948'de yine başbakan Mahmut en-Nukraşi Paşa'yı, 6 Ekim 1981'de Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ı Müslüman Kardeşlerin öldürdüğü biliniyor. 1989 Şubat'ında Feyyum kentinde bir Cuma namazı sonrasında halkı ayaklanmaya kışkırtırlarken yakalanan, aralarında Enver Sedat'ın öldürülmesine karışanların da bulunduğu Müslüman Kardeşler mensupları da idam edilmişti.

1991 ABD-Irak Körfez Savaşı sırasında Mısır'ın ABD ile ittifakı nedeniyle Müslüman Kardeşlerden doğma İslamî Cemaat adlı örgütün, Batılı yaşam tarzının simgesi saydığı sinema, tiyatro, turistler, elçilikler gibi çeşitli hedeflere yönelik saldırılarında hükümet yetkilileri, güvenlik güçleri, Hıristiyanlar, faizle çalışan finans kuruluşları ve laik yazarlar da hedef oldu. 1990'lı yıllarda İslamcı terörün devletle çatışmasında iki bini aşkın insan öldü.

Müslüman Kardeşler teşkilatı ile bilinen bağlantısı olmamakla birlikte, 1990'da Mısır Parlamentosu Başkanı Rıfat Mahcub'un öldürülmesi davasında sanık olarak yargılanıp beraat eden ancak silah ve patlayıcı madde bulundurmak suçundan 5 yıl hapse mahkum edilen İslami Cemaat üyesi Saffet Abdülgani, Aralık 2012'de Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi tarafından Mısır Şura Konseyi'ne atandı.

Müslüman Kardeşler, Rusya, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından terör örgütü ilan edilmiş durumda.

İşte İhsanoğlu'nun «Dr Mursi» sinin üyesi ve adayı olduğu Müslüman kardeşler bu... Elbette İhsanoğlu'na ille de bir olumsuzluk yüklemez. Suç ve ceza şahsidir. Kardeşiniz de adam öldürebilir. Ama siz de, inkar etmezsiniz, hatta utanmayabilirsiniz ama hangi vesileyle olursa olsun «yaaa, işte o benim kardeşim» diye övünmezsiniz. Ha, Mısır'da şeriat düzeni kurmak için başbakan dahil insanları öldüren teşkilata üye olmanın veya kendisini protesto edenleri dinsizlikle suçlamanın ne sakıncası var diyorsanız, o bambaşka bir konu.

İhsanoğlu, kitabına Mursi'nin önsöz yazmasını, herhalde kendisini zaten yadırgamış olanları daha da delirtmek için bile bile söylemiyor. Tam tersine, bu, İhsanoğlu için o kadar doğal ki, bazı insanları irkiltebileceği asla aklına bile gelmiyor muhtemelen. Oysa öyle!..

Mursi 1977'den bu yana Müslüman Kardeşlerin siyasi kanadının üyesi. 1979'dan itibaren yönetim ve karar organlarında görev almış, gençlik kolları başkanı olmuş, 2000 seçimlerine Müslüman Kardeşler adına bağımsız aday olarak katılmış, 2005'e kadar bulunduğu Mısır Parlamentosunda resmen Müslüman Kardeşlerin sözcüsü olmuş, 2012'deki cumhurbaşkanlığı seçimlerine Müslüman Kardeşlerin kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi'nin başkanı sıfatıyla katılmış, Suriye'deki İslamcı muhalefeti açıkça destekleyip hükümet kuvvetlerini kafir ilan etmiş, muhalefetin Esad'a karşı düzenlediği gösteriye bizzat Mısır Cumhurbaşkanı sıfatıyla katılmış... En azından bu yönde iddialar var.

Ayrıca Mursi bir metalürji mühendisi. İhsanoğlu'nun, önsözünü Mursi'nin yazdığı kitabının ise değil metalürji ile (ki İhsanoğlu da zaten kimya mühendisi) mühendislikle bile alakası yok. İhsanoğlu 1943, Mursi 1951 doğumlu. İhsanoğlu'nun doğduğu ve 1973'te Türkiye'ye gelene kadar yaşadığı yer Kahire. Oysa Mursi Kahire'nin kuzeyindeki Şarkiye vilayetinin bir köyünde doğmuş. En azından ilkokulu bu köyde okuduğunu biliyoruz. İhsansanoğlu Mısır Ayn Şems üniversitesinden, Mursi Kahire Üniversitesinden mezun. İhsanoğlu El Ezher'de yüksek lisans yapmış, Mursi'nin El Ezher'le alakası yok. İhsanoğlu doktorasını Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinden, Mursi yüksek lisansını da Kahire Üniversitesinden, doktorasını ise Amerika'da Güney Kaliforniya Üniversitesinden almış. İhsanoğlu'nun ise İngiltere'de Exeter Üniversitesinde yine kimya üzerine akademik çalışmaları var. Yani mahalle, ilk-ortaokul, lise üniversite arkadaşı olmaları veya Akademisyen olarak karşılaşmış olmaları da mümkün görünmüyor.

İhsanoğlu, Mursi ile «yakın dostum» diyecek kadar nereden tanışıyor? Mursi'nin önsöz yazdığı kitabın yayınlanış tarihi (Yeni Yüzyılda İslam Dünyası, 2013), İhsanoğlu'nun İİÖ genel sekreterliği, Mursi'nin cumhurbaşkanlığı dönemine rastlıyor. Yani çok yeni... Sadece bu görev dolayısıyla tanışmışlarsa mesele yok ama bu da, eğer kayıtlarda bulunmadığı için bilmediğimiz eski, hatta çok eski bir tanışıklık yoksa «yakın dostluğu» izaha yetmiyor. Mursi bir metalürji doktoru. Sosyolog, tarihçi, felsefeci yahut dünyaca ünlü bir İslamiyet uzmanı filan değil. «Yeni Yüzyılda İslam Dünyası» gibi bir kitaba, bu iş için gerekli hiçbir özelliği olmayan Mursi niye önsöz yazar? O sırada Mısır Cumhurbaşkanı olmasının veya bir metalürji mühendisi olmasının bu kitapla ne ilgisi var? Ama «Yeni Yüzyılda İslam Dünyası» gibi bir konuyla Müslüman Kardeşler kavramı, zihniyeti, örgütü arasında mantıklı bir ilişki kurmak pekala mümkün. Çünkü kitapla Mursi'nin başka hiçbir ortak yanı yok.

Kısaca İhsanoğlu'nun cumhuriyet ve devrimlere, Atatürk'e çok net bir itirazı var mı yok mu belli değil. Ama bu Mursi yakınlığı, bu yakınlığı bu kadar içselleştirmiş olması şaşırtıcı olduğu kadar, cumhuriyet, devrimler, Atatürk bağlantısının gevşek olduğu konusunda haklı soru işaretleri yaratıyor. Baştan itibaren veya tanıdıkçıkça sevenleri kusura bakmasın, AKP ile örgütsel-organik olmasa da geçmişteki fiili yakınlığı, Fethullah Gülen'i büyük adam olarak selamlaması da bu soru işaretlerini epeyce güçlendiriyor.

İhsanoğlu için, Erdoğan gibi, Atatürk'ten, cumhuriyet'ten, devrimlerden nefret ettiği söylenemese bile bunlar ortadan kalkarsa, Amerikalıların Erdoğan'ın seçilememesi ihtimali için söyledikleri gibi (yas da tutmayız...) yas tutar mı bilinmez.

***

Selahattin Demirtaş...

Erdoğan kadar olmasa da kolay tahlil edebildiğimiz, yakından tanıdığımızı, bildiğimizi söyleyebileceğimiz bir aday.

Öyle paldır küldür bağımsızlık, özerklik, federasyon demese de, Kürtçü siyasetin geneli içinde Öcalan'a, Kandile mesafeli görünse de Öcalan'dan, PKK'dan tamamen kopuk, bağımsız olduğunu, herhalde Demirtaş'ın kendisi de söyleyemez.

Öcalan-PKK ne diyor? Şimdilik federasyon, hiç değilse özerklik, nihai olarak bağımsızlık diyor. 26 eyalet diyor. Öcalan serbest kalmalı, Kandil normal hayata dönebilmeli, hatta siyasete girebilmeli diyor. Ve nihayet, bunların hepsi gerçekleşinceye kadar asla silah milah bırakmayız diyor.

Cumhuriyet'ten, devrimlerden, TC'den, Lozan'dan, faşist İslamcılar, gericiler gibi onlar da nefret ediyor. Laiklikten doğrudan rahatsız değillerse de, Kürtçü siyasetin önde gelenlerinin alınlarının secde gördüğü söylenemese de, Marksist gelenekten geliyor olsalar da, makyavelist mantıkla köprüyü geçene kadar ayıya dayı demekte tereddüt etmeyip onlar da dini siyasete alet etmekten, Kürtçe namazı, Kürtçe kuranı vb. alabildiğine sömürmekten hiç çekinmiyorlar. Makyavelizme demokrasi sömürüsü de dahil olduğu için, İslamcı gericilerin türban yasağından çok çektik ağlaşması gibi mağduriyet goygoylarını, kendi mağduriyet edebiyatları ile özdeşleştirebiliyorlar.

Gerici İslamcılar da milliyetçi Kürtler de, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Amerika tarikatının sadık müridi, işbirlikçi aklı evvel asker-sivil devlet ve siyaset adamları elli yıllık sabırlı çabalarıyla gümüş tepsilerde, adeta törenle sunmasalardı ne İslam tüccarlarının başbakanlık, cumhurbaşkanlığı koltuğunu görebileceğini, ne Öcalan'ın Türk siyasetinin iki numaralı belirleyicisi haline gelebileceğini kabul etmiyorlar da durmadan mağduriyet ve mücadele edebiyatı yapabiliyorlar. (Demirtaş, hiç boş yere «ben Kürt Milliyetçisi değilim» filan diye akıllarla alay etmesin. BDP internet sitesinde partinin nitelikleri arasında Kürt Milliyetçiliği, adıyla sanıyla, resmen var!.. (Bu yazının hazırlandığı gün de vardı (19 Temmuz 2014) Ama yine nasıl bir riyakarlıktır ki Türkçe değil İngilizce sayfada... Ve şimdi HDP sitesinde ise büyük bir fütursuzlukla «ideoloji: anti milliyetçilik» yazabilmişler. AKP'nin programında da benzer takiyyeleri-ikiyüzlülükleri bolca görmek mümkündür).


Neymiş ideolojisi BDP'nin? Hem sosyal demokrat-merkez sol-solcu, hem milliyetçi... Kürt solcular hem solcu hem Kürt milliyetçisi olursa sevdanın yolları, Türk solcular bir de Türk milliyetçisi olurlarsa, onlara kurşunlar... Ne ayııııp ne ayıp! Ulusalcı, faşist, darbeci...

Demirtaş bunlara karşı çıkan birisi olabilir mi? «Hiç sanmıyoruz» filan diye yumuşatmaya gerek yok, düpedüz «hayır!..» dır bu sorunun cevabı.

Yani Demirtaş da başına geçmek istediği devletten, onun 90 yılından hiç hazzetmiyor, hatta nefret ediyor. Hatta mümkün olursa ayrılıp bağımsızlaşmış bir Kürdistan'ın yurttaşı olmak istiyor. PKK, Türkiye'nin askeriyle, polisiyle çarpışıyor, o Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı olacak?!?!..

***

Önemli olan kazanıp kazanmamaları, siyasi orta oyunları değil, niyet beyanı ve ilkeler...

En iyimseri, bu doksan yıllık birikimin (iyidir, kötüdür... bu da bu tartışmanın konusu değil) ortadan kalkmasına pek hayıflanmayacağı izlenimi veren, diğerleri ise apaçık nefret eden üç adayın, bu birikimin oluşturduğu devletin başına geçmek istemesini, ancak «sen aklıma mukayyet ol...» diye yorumlayabiliriz.

Bu devleti pek içinize sindiremeyebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, ondan nefret edebilirsiniz, hatta yıkmak, yıkamıyorsanız ondan kopmak isteyebilirsiniz. Onaylamasak da bunların kafamızda izahı var! Ama sindiremediğiniz, sevmediğiniz, nefret ettiğiniz, yıkmak, değilse kopmak istediğiniz devletin en tepesine çıkma çabasının izahı nedir?!.. «Hazır kurulmuş devlet işte; sadece istediğimiz biçime dönüştürürüz, olur biter...» den başka?

Ekmeleddin Bey, hiçbir şey dönüşmese de kırgınlığıyla barışık, idare edebilir. Değişirse «peki, o zaman dönüşmüşün cumhurbaşkanı oluruz biz de» diyebilir gibi...

Erdoğan, hiç saklısı gizlisi yok, bir Türkiye İslam Cumhuriyetinin seçilmiş fiili tek adamlığına oynuyor. Nasılsa Apo'yu tavladı, Kandili de susturup, Kürtlerin oyunu alma umudu var.

Selahattin Bey ise, herhalde üniterliğinden nefret ettiği Türkiye Cumhuriyetini, Kürdiye Federal Cumhuriyeti yapacak... Nasılsa ellerin tetiğinde beklediği silahlar orada hazır...

Demirtaş'ın adaylığı, AKP ile ikinci tura yönelik pazarlık iddiaları doğru olmasa bile, büyük olasılıkla kazanılamayacak bir seçimle bayrak göstermedir, simgeseldir.

İhsanoğlu'nun adaylığına gelince...

Amerika'nın Türkiye ve genel olarak İslam ülkeleri ile ilgili ılımlı İslam'ı, dini temel değer yapma politikası, programı değişmiş değil. Kuzey Afrika ve Ortadoğu buna göre, kanla da olsa şekilleniyor. Türkiye'de şekillenecek.

Ama Türkiye biraz değil çok farklı. Türkiye öyle pat diye bölünebilecek bir ülke değil. Ayrıca bir süre daha bölünmemiş görüntüsü vermesi, hatta belki bölünmemesi lazım. Çünkü Türkiye'ye daha Ortadoğu'da İran'a karşı, Karadeniz'de belki Rusya'ya karşı yaptırılacak işler var. Irak, Suriye resmen bölünecek, muhtemelen bir Kürdistan, bir Şii, bir Sünni devleti kurulacak. Gazze, Filistin meselesi halledilecek, buralarda hep Müslümanlık, mezhepler, etnisiteler kullanılacak. Rusya'ya bir ders, bir çekidüzen verilmesi, Amerika'nın, Avrupa'nın son dönemde çizilen karizmasının tamir edilmesi lazım.

Bütün bunlar için de Türkiye'nin içinin sessiz, sakin, hop oturup hop kalkıp durmayan, uslu çocuk olması lazım. Siyaseten Müslümanlık, biati (ulul emre itaati, yani devlet başkanının, aynı zamanda Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi, emirlerinin, kararlarının aynı zamanda Allah'ın emirleri, kararları olduğuna bilinçle değilse bile içsel olarak inanmayı) öngördüğünden, emperyalizm için en uygun rejim. AKP ve Erdoğan, Gül, Gülen de bunun için bu kadar parlatılmıştı. Erdoğan bu nedenle içeride ve dışarıda bu kadar şımartılmıştı.

Ama bunda biraz ileri gidildiği, ölçünün tutturulamadığı anlaşıldı. Erdoğan, başıboş bırakılınca ya davulcuya ya zurnacıya giden kız misali hizadan çıktı. Evet, her şeye rağmen kendisine kayıtsız şartsız bağlı yüzde 40'lık bir kitle var. Bu kitle AKP'nin seçimlerde hep birinci olmasını daha uzun süre sağlayabilir. Ama karşıda da, hayli dağınık, epeyce örgütsüz de olsa, Erdoğan'dan, ağzıyla gerçekten aslan tutabilse dahi (zaten Erdoğan da değil aslan, fare bile tutamıyor; neye elini atsa ağzına yüzüne bulaştırıyor), sonsuza kadar nefret edecek bir yüzde atmış var. Bu yüzde atmışın öfkesi yatışmıyor. Korkusu azalıyor, cesareti artıyor.

Amerika, AKP ve Erdoğan'a dışarıda yaptıracağı işler için Türkiye'de tam bir sükunet isterken, Erdoğan Haziran isyanına yol açıyor ve arkası geliyor. Erdoğan ne bu tepkileri kontrol edebiliyor, ne de kendisini... Artık kendisini bir senede iktidar yapan, 12 yıldır gık demeden destekleyen Batı da, iç ve dış sermaye de, Gülen cemaati de düşmanı...

İşte 30 Mart yerel seçimleri, Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ortamda geldi, İhsanoğlu da bu ortamda ortaya çıktı.

Yoksa Amerika, politikasını 180 derece değiştirmiyor. Bu ülkenin halkı kuzu gibi olmalı, hükümetler de bu kuzuluğa halel getirmeyecek hükümetler olmalı, içeride küresel sistemi rahatsız, tedirgin edecek densizlikler, düşüncesizlikler, beceriksizlikler, buna tepki şeklinde kitlesel hareketler olmamalı; bu hareketler ani gelişiyor, Erdoğan kontrol edemiyor; kimin kontrolüne gireceği belli olmaz; «huzur» olmalı ki biz dışarıda işimize bakalım.

İşte İhsanoğlu bu « Huzur adası » politikasının, düşüncesinin adayı. «Huzur» sözcüğünü durmadan tekrarlaması boşuna değil.

Amerikancı, laikliğe karşı, Atatürk'e düşman olmayabilir. (Mehmet Akif de düşman değildi; Türkiye'yi dönüştürmeye, cumhuriyeti yıkmaya filan kalkışmadı. Muhtemelen İhsanoğlu'nun babası da böyleydi. Sadece «bizim Türkiye'yi değiştirmek gibi bir niyetimiz yok, Atatürk'e saygı duyarız; ama biz de değişmeyiz... Onun için, hadi bize eyvallah...» demişlerdir.) Ama küresel sisteme bağlılık baki kalacak, hatta sağlamlaştırılacak şekilde, iç rejime, tabelası, görsel simgeleri yaşatılsa da özü değiştirilirken fincancı katırlarının da ürkütülmeyeceği bir huzur havasını da hakim kılacak özelliklere sahip.

Erdoğan ve Demirtaş da bu işlevin, bu misyonun adamı. Ama onlar azımsanamayacak sayıdaki belli bir kitlenin tepkisini yaratıyor, körüklüyor.

İşte bu nedenle rejim ve onun devletiyle sorunları olan, en azından sağlam bağlılıkları olmayan adaylar gösteriliyor Çankaya'ya. Görünürde ilkesizlik diz boyu, ama özde şaşılacak bir yan yok.

Her üç adayın, onları aday gösteren siyasi partilerin en önemli ortak özellikleri de zaten küresel sistemle, onun proje veya politikalarıyla bir sorunlarının olmaması.

***

Geriye « Biz » kalıyoruz.

Eğer sistemi içselleştirmişsek, tek kaygımız rejimse; sistemin ve onun siyasetinin dışında kalmayı düşünmüyorsak, içinde kalıp etkili olabileceğimizi, bir şeyleri değiştirebileceğimizi veya bir şeylerin istemediğimiz şekilde değişmesini şu veya bu ölçüde önleyebileceğimizi düşünüyorsak... «Seçilememesi, Erdoğan ve AKP için çok önemli bir kayıptır; başta 2015 genel seçimleri olmak üzere geleceğe yönelik nihai tasfiyenin başlangıcı olabilir. Rejim ve biz biraz rahat nefes alırız, rejime yönelik saldırılar biraz daha bizim az fark edilecek, usturuplu bir hale gelir» kanaatindeysek gidip İhsanoğlu'na oy verebiliriz.

Ama sistem yine aynı sistemdir. O sistemin temel niyeti, ana hedefi ise Kuzey Afrika'ya, Ortadoğu'ya olduğu gibi, nihai olarak Türkiye'ye de baştan ayağa bir çekidüzen vermektir. Bunun önemli bir kısmını zaten Erdoğan'a yaptırmıştır.

Kaldı ki Erdoğan Köşk'e çıkamazsa muhtemelen bir yolunu bulup yine AKP'nin başında kalacak, AKP yine en azından 2015 seçimlerine kadar iktidarda olacaktır. Erdoğan partinin başında kaldığı için Parti'nin parçalanması tehlikesi en azından ertelenmiş olacaktır. Seçimleri dördüncü kez kazanma ihtimali de uzak değildir. Mutasavver cumhurbaşkanı İhsanoğlu, başında Erdoğan'ın bulunduğu bir AKP hükümetini ne kadar dizginleyebilir? Buna iyimser cevap vermek ne kadar mümkün?

Buna karşılık, sistem zaten bizim düşmanımızsa, rejim adına kaygı duysak da, bu sistem içinde rejimi korumanın bir anlamı veya imkanı olmadığını düşünüyorsak hiç oy vermeyebilir veya geçersiz-boş oy verebiliriz. Sandığımız kadar önemli bir sayımız varsa, İhsanoğlu değil Erdoğan çıkacaktır köşke. Ama ne kadar yüksekten uçarsa uçsun, cumhurbaşkanlığında, başbakanlıktaki kadar etkin olması mümkün değildir, anayasa değişip, resmen, hukuken başkanlık sistemi oluşturulmadığı takdirde... Tokmak onun elinde davul başkasının boynunda durumunun, uzun sürmesi, hele onun umduğu gibi 2023'e kadar sürmesi hiç mümkün değildir bize göre. Partinin, çok kuvvetli olan bölünme ihtimali, iktidarı kaybetme ihtimali de cabası...

Ayrıca... 

« Sorun artık iktidar, AKP, Erdoğan'dan ziyade muhalefet... İktidardan önce muhalefeti değiştirmek lazım » diye düşünen; dolayısıyla İhsanoğlu 'nun seçilememesinin, kendisini aday olarak öneren siyasi partilerde genel başkanların değişimine, bunun da zihinsel bir değişime yol açmasını, açacağını umanlarımız var.

Peki olur mu? Genel Başkanlar değişirse zihniyet de değişip, bizim istediğimiz muhalefet yapısı oluşur mu? Olursa ne ala... Ya olmazsa?..

Velev ki oldu... 1938'den, hele 1946'dan bu yana durmadan Türkiye'nin içiyle oynayan, çatışmalar çıkarıp Ordu'ya darbeler yaptıran, bugünse aynı Ordu'nun Erdoğan'ın önünde esas duruşa geçip reverans yapmasını sağlayan, 2002'de gizlemeye hiç gerek duymadığı bir açıklıkla bir anda mevcut koalisyonun dağılmasını sağlayıp, 50 kişilik AKP'den altı ay içinde 363 sandalyelik iktidar çıkaran, Deniz Baykal'ı pis bir şekilde istifa ettirip Kılıçdaroğlu'nu sahneye süren küresel sistem, bütün bunları kollarını kavuşturup seyir mi edecek?..

Peki bizim bir alternatif programımız var mı? Yine sokağa başvurmak, TOMA suyunu, gazı, mermiyi göze almak dışında?.. Sistem dışından adam gibi bir parti mi örgütleyebiliyoruz? Silahı alıp dağa mı çıkacağız?

Sistemin dışında kalıp etkisizleşmektense içinde olup sistemi etkilemeye çalışmak, bunun için de İhsanoğlu'na oy vermek, iyimser de olsa bir seçenek. Ama bizim edilgenliğimiz yine pek değişmiyor, sandık ve oy dışında...

Sistemin bilerek dışında kalıp, hiç oy vermemek de bir seçenek. Ama genel katılım oranını çok anlamlı bir biçimde düşürecek ölçüde, yani Erdoğan için «canım yüzde 55 oy aldı, ama seçime genel katılım yüzde kırkta kaldı. Marifet mi» dedirtecek sıkı bir örgütlenme olmadan, iş yine tamamen tesadüfe kalıyor. Kaldı ki bu bile sonuç olarak bir fakir tesellisi... Ayrıca ya boykotçuların oranı yüzde 30'da kalırsa?..

Kısaca İhsanoğlu'na oy vermek sistemin içinde kalmak da, hiç oy kullanmamak, boykot, sistemin dışında kalmak mı? Öylesi de sistemin içi, böylesi de sistemin içi... Yani, hangi seçeneği işaretlersek işaretleyelim, sandıktan ayrıldıktan sonrasını belirlemek açısından biz yine edilgeniz. Etkin ve belirleyici olan küresel sistem ve onun başta siyasiler olmak üzere içerideki aktörleri.

Bizim kullanacağımız veya kullanmayacağımız oyun 11 veya 25 ağustos sabahını ve sonrasını, Temmuz 2015'ten sonrasını da belirleyeceğini sanmak, biraz fazla iyimserlik.

Onun için, eğer sistemin dışında, sistemin başa çıkamayacağı alternatif bir program ve güç oluşturamıyorsak, kendimize taşıyabileceğimizden fazla önem atfetmemize, hele seçeneklerden birinin diğeri karşısında «ihanet», «kalleşlik» olduğu filan gibi abartılı duygusal fırtınalara kapılmamıza hiç gerek yok.

Herkes kafasına göre takılsın. Kendimizi başkalarına göre tanımlamayalım.

Şunu bilmek yeter. Bütün önleme girişimlerine, bu girişimlerin bütün alçaklığına, vahşetine, bütün iki adım ileri bir adım gerilere rağmen, insanlığın genel gidişi daima iyiye ve güzele doğrudur. Ama bütün zamanı dikkate almak kaydıyla... Öyle akşamdan sabaha değil... Biz göremeyebiliriz, çocuklarımız, torunlarımız, onların çocukları, torunları görse, biz oturup ağlayacak mıyız, biz göremeyeceğiz, göremedik diye? Şu andaki sıkıntı bu... Güzel günleri gelecek kuşakların görmesi, göreceğine inanmak bizi kesmiyoruz. İstiyoruz ki hemen şimdi... olsun. Bu, yararsız, etkisiz bir bencillik... Hayat, kendi bildiği gibi akacak. Biz de özgür irademizin istediğini, yarın sabah bir şeyleri değiştirmeyebileceğini göze alarak vakarla, gururla, umutla yapacağız.

Kapitalizmin fosladığı gün de, dinin tamamen bireylerin kalb-i derununda kaldığı, dışarıda, sokakta hiçbir kamusal emaresinin kalmadığı gün de, hatta dine hiç ihtiyaç kalmadığı, insanların sadece adeta bir hobi, alışkanlık olarak değerlendirdiği, değerlendireceği gün de gelecektir.

Ütülenince bir metrekarelik bir yer kaplayacak iken buruşturulup kafatasına tıkıştırılmış bir çarşafa benzeyen beynin, bugüne kadar yaşamış milyarlarca insan içinde en zekisi kabul edilen ünlü fizikçi Einstein bile ancak yüzde onunu kullanabilmiş, biliyor muydunuz?

Bırakın yüzde yirmiyi, otuzu, yüzde onu kullananların sayısı sadece bir milyonu bulsa, hele kullanılan bölüm yüzde yüze değil elliye çıksa neler olur bir düşünün? Küresel sistem ve onun yerli işbirlikçileri boşuna mı yırtınıyorlar ille din, ille de 4&4&4, ille de imam hatip, ille de ılımlı İslam diye...

http://www.Heddam.com/index.asp?M=5833

..

CUMHUR VE TERÖR İŞTE SON NOKTAYA GELEN TÜRKİYE..


***