BEYAZ,
Serdar Ant
Türk Siyasal yaşamı üzerine konuşurken, Siyasal aktör olarak dikkate almamız gereken unsurlar nelerdir?
Türk Siyasal yaşamı üzerine konuşurken, Siyasal aktör olarak dikkate almamız gereken unsurlar nelerdir?
Siyasi Partiler1
Kuşkusuz ilk akla gelen siyasi partilerdir. Sivil toplum örgütlerini, meslek kuruluşlarını, toplum üzerinde etki sahibi olan kimi aydınları, sınıfsal karakteri ortada olan medyayı da yine bu çerçevede sayabiliriz. Ama ilk aşamada en göze batan, en etkin aktörler siyasal partilerdir.Türkiye’nin bugünkü koşullarında siyasal partilerin, özellikle de Meclis’teki iki büyük muhalefet partisi olan CHP ve MHP’nin tatmin edici bir seçenek olmadıkları ve etkili bir muhalefet sergilemedikleri ortadadır.
MHP
Örneğin, MHP’nin özellikle 22 Temmuz seçimleri sonrasında büyük bir hayal kırıklığı yarattığı inkâr edilemez bir gerçektir. Seçimler öncesinde “Apo asılsın” diyerek meydanlara ip atıp duygu sömürüsü yapan ve oy avcılığına soyunan, ama seçim sonrasında PKK uzantısı DTP’nin milletvekilleri ile el sıkışan bir partinin inandırıcılığı kuşkuludur artık. Üstelik iş bununla da bitmemektedir. Avrupa Birliği’ni savunan MHP’dir, ABD ile stratejik müttefik olmanın gereklerini en iyi kendisinin yerine getireceğini iddia eden MHP’dir, liberal ekonomi taraftarı olan MHP’dir, özelleştirmeler konusunda “uslu siyaset” yapan MHP’dir, türbana destek veren MHP’dir. Bu liste uzar gider.
CHP
CHP’ye gelince, onun da MHP’den temelde hiçbir farkı yoktur aslında. Ne ABD ile ilişkiler, ne AB, ne ekonomi, ne de diğer meselelerde… Örneğin Cumhuriyeti kuran partinin bugünkü lideri, Atatürk’ün ölümünden sonra karşıdevrim sürecini tetikleyen “ikinci adam” İsmet İnönü’nün 1963'te açtığı yolda inançla yürüdüğünü göstermek istercesine AB üyeliği konusunda şunları söylemekten çekinmemekte dir: “Biz bu projeyi başından beri istiyoruz. Türkiye’nin tam üyeliği için AB’de irade var mı, yok mu? Asıl mesele bu. Tam üye olacaksak 20 yıl da 30 yıl da bekleriz, ama tam üye yapılacağımızı bilirsek daha iyi motive oluruz.” (Milliyet, 11.4.2008)
AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri
Bu bağlamda AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri için de aynı şeyler, şu ya da bu derecede geçerlidir. Sonuçta bütün partilerin aynı kumaştan olduğunu iddia etmek bir abartma olmaz.
Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısır döngü içinde debelenmektedir İşte bu nedenle Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısır döngü içinde debelenmektedir. İlkesizlik ve ikiyüzlülük artık kanıksanan davranışlar olmuştur. Siyaset, program ve proje ekseninde değil (çünkü bu düzlemde partiler arasında hiçbir fark yoktur!), lider merkezli olarak yapılmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak partiler, liderlerin kişisel mülkü haline gelmiştir. Parti içi siyasette, en büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir partide ne özgürlük ne demokrasi vardır. Siyasal yaşamda yıllardır egemen olan, bir liderler oligarşisidir aslında. Örneğin bugün “merkez-sol” CHP’de siyaset yapan, ama geçmişte merkez-sağ bir partide yetkili konumlarda bulunmuş ünlü bir siyasetçinin “partileri, genel başkanlar ve genel başkanın etrafındaki heyetler yönetirler. Yoksa dışarıdan, ‘ben de varım, benim de hakkım var, benim de fikrimi alın’, gibi yaklaşımlardan bir hayır çıkmaz.” şeklindeki sözleri hiçbir tepki görmemekte, gerçeğin dile getirilmesi olarak kabullenilmektedir. Laik şeyhlerin liderliğindeki laik tarikatlar haline gelen partilerde, siyasal yaşam bir şeyh-mürit ilişkisini aratır çerçevede şekillenmekte dir. Bilindiği gibi, şeyh-mürit ilişkisinin belirleyici özelliği dinsel niteliği değildir. İlişkiye şekil veren nitelik itaattir, mutlak sadakattir. Müridin şeyhine bağlılığı sorgusuz sualsiz, körü körüne benimsenen bir inanç üzerinde yükselen, aklın süzgecinden geçirilmeden içselleştirilen bir itaat ve sadakat duygusu temelinde boy verir. Şeyh her zaman haklıdır, hikmet sahibidir, ne söylese doğrudur, yerindedir. Eleştiriden bağışıktır. Hatta eleştirilebilir olduğu düşünülemez bile… Dokunulmazdır. Deyim yerindeyse bir tür küçük Tanrı’dır! Bu nedenle mürit bağımlı bir “kişiliktir”. Ne aklı, ne vicdanı, ne de irfanı hürdür. Özgürlüğü ve bağımsızlığı bir karakter özelliği haline getirememiş olduğundan, aklının değil şeyhin kılavuzluğuna ihtiyaç duyar. Birey olduğunu sanır, ama ağanın marabasından, padişahın dalkavuğundan farkı yoktur. Bunun için de kendi eksikliğini, boyun eğdiği şeyhini yücelterek gidermeye çalışır. Ve sonunda şeyh uçar! Ama o güzel deyimde belirtildiği gibi, şeyhi uçuran mürittir aslında! Bu zihinsel yapı çerçevesinde şekillenen kulluk ilişkisi, günümüz Türkiye’sinde sadece tarikatlarda ve cemaatlerde değil, siyasal partilerde de egemendir.
TSK, BOP ve Türban
Güneş Operasyonu
Tahmin, Tevil ve Takdir
Siviller ve Askerler
ABD ve AB'nin Kucagindaki Yönetim
ABD’nin Hedefi
Hain?
Genelkurmay Başkanları
Bir Türkiye Analizi
12ler
ABD ve Darbeler
ABD Hizmetindeki F-16'lar
Ordu
Bu bağlamda Türk siyasal yaşamında bir başka aktör öne çıkmakta, en azından kitlelerin gözünde bir umut haline gelmektedir: Türk Silahlı Kuvvetleri ya da ordu… Bu nedenle (belki biraz paradoksal görünebilir) ordunun da en az siyasal partiler kadar eleştirel bir gözle değerlendirilmesi, mercek altına alınması zorunludur. Öte yandan eleştiri bir beklenti ile yapılır. Ne kadar sert olursa olsun, özünde bir umudu, bir değişim beklentisini içerir. Ne olduğu ve yıllardır aynı çizgide ısrarla devam etmeleri nedeniyle de artık değişemeyecekleri ortaya çıkmış “parti” denilen laik tarikatların eleştirilmesi zaman kaybından başka bir şey değildir artık.
Asker ve Siyaset
Ordu bağlamında düşünmeye başlayınca ilk akla gelen soru, askerin siyasal yaşamda bir etkisi, bir rolü, bir ağırlığı olup olmadığıdır. Kısacası, asker siyasetin dışında mıdır Türkiye’de? Bu soruyu yanıtlamadan önce, bir parantez açıp bir noktayı açıklığa kavuşturmak yanlış anlaşılmamak için zorunludur. Bu yazı çerçevesinde “ordu” derken işaret etmek istediğim, ordu adına karar alıcı konumda olanların varlığıdır. Yaptığımız konuşmalarda, yazılarımızda aslında bu karar alıcıları eleştiriyor ya da destekliyoruz. Bu alınan kararlar neticesinde şekillenen ordunun tavrı ve izlediği politikalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her üyesi (ya da üyelerinin çoğunluğu) tarafından paylaşılmakta mıdır bilinmez, ama bizim ordumuzun en önemli özelliklerinden biri disiplin anlayışıdır. “Emir, demiri keser” biçiminde de ifade edilen bu özellik, en basit bir “er-erbaş” ilişkisinde geçerli olduğu gibi, hiyerarşinin en üst basamakları için de geçerlidir. Bu durumda herhangi bir konuda ordu içinde bir oy ya da görüş birliği olmasa bile, son tahlilde en üst makamlarda ve kilit konumlarda olanların demiri bile kesen emirleri bağlayıcı olur. Onun için ordu soyutlaması, siyasal ilişkiler düzleminde, aslında ordunun yönetiminde kilit konumda olanları ve onların tutumlarını simgeler.
Kuşkusuz bütün siyasal sistemler, bir anlamda, belli bir askeri gücün varlığına dayanır. Dolayısıyla askerin mutlak anlamda siyaset dışı olduğunu iddia etmek zaten mümkün değildir. Ama Türkiye’de askerin siyasete ilgisinin birçok başka ülkeden daha farklı ve yoğun olduğu da su götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin tarihsel, kültürel, sosyal koşullarından ve dışa bağımlığından kaynaklanan bu ilginin ve askerin siyasetle iç içeliğinin gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur, ama bunun bir olgu olduğu inkâr edilemez. Siyasetle bu derece iç içe olan bir kurum, ister istemez onun yarattığı kirlenmeden ve yıpranmadan da etkilenir. Hele ki Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bir ülkede, siyasal yaşamın gelgitleri orduyu da vurur ya da ordu da aslında bu gelgitler çerçevesinde bir rol sahibidir zaten.
Ordunun tavrı, izlediği politikalar ve tutumu
O zaman orduyu, siyasal-ideolojik ilişkiler düzleminde siyasi partilerle aynı kategoride değerlendirmemek için ordunun partilerden farklı bir siyasal duruş ve yöneliş içinde olması; üstelik bu duruş ve yönelişin salt söylemle sınırlı kalmayıp, siyasal pratiği belirleyecek bir eylemliliği, kısacası somut açılımları da içermesi gerekmez mi ? Açık konuşmak gerekirse, örneğin yukarıda siyasal partileri eleştirirken değindiğimiz konulardan hangisinde ordunun tutumu bu partilerinkinden daha tutarlıdır ya da farklıdır? TSK’nin karşı olmadığını Genelkurmay Başkanı’nın defalarca açıkladığı AB’ye tam üyelik konusunda mı? Kaldı ki AB üyelik sürecinin Türkiye’ye getirdikleri ve Türkiye’yi getirdiği nokta da artık gözlerden saklanamayacak şekilde ortadadır ve Türkiye’nin egemenliği ile ulusal bütünlüğünü tehdit eden bir içeriktedir. Ya da ondan habersiz adım at(a)madığımız ABD ile ilişkilerde mi? Veya sosyoekonomik düzen ve liberal ekonomik politikalar bağlamında mı? Dünya Bankası ve IMF reçeteleri hakkında mı? Özelleştirmeler konusunda mı? Türban meselesinde mi?
Belki bir tek DTP-PKK konusu bu çerçevede değerlendirilemez. Zira ben bugüne kadar bölücülerle tokalaşan, Kürtçüleri Meclis’e taşıyan bir asker görmedim. Bugünden sonra da böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Ama kimi çevrelerce “Kürt sorunu” diye adlandırılan sorunun ortaya çıkmasında ve bugünkü duruma ulaşmasında emperyalist güçlerin etkisi ve desteğinin varlığı da reddedilemez. Ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bu eksende, yani emperyalizm karşısında çok tutarlı bir çizgi içinde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bu konuyu güncel somut bir örnekle açalım.
26 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haber “MGK’dan Kuzey Irak’a Yeşil Işık…” başlığını taşımaktaydı. “Şubat ayında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Ankara ziyaretine onay veren MGK, önceki gün Ankara’nın diyalog kurmadığı bölgesel Kürt yönetimi ile temas için kapı araladı. Bu aşamada daha önce planlanmış dört aşamalı süreç devreye sokulacak. Sürecin ilk aşamasını bölgesel Kürt yönetiminin Başbakanı Neçirvan Barzani ile temas oluşturacak.” diyen haber, “bölgesel Kürt yönetimi… Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini” karşılarsa daha sonraki aşamaların gerçekleşeceğini bildiriyordu. “Buna göre Türk yetkililerinin Kuzey Irak’ta Neçirvan Barzani ile görüşmesi ya da Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesi söz konusu olacaktır.” Daha sonra da “bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesut Barzani ile temas gündeme gelecek. Bunun da yine Barzani’nin Ankara’ya davet edilmesi ile gerçekleştirilebileceği” belirtilmektedir.
Bu haberin Cumhuriyet’te yayınlandığı gün, aynı sayfada yer alan bir başka haber de “bir binbaşı, bir er şehit…” başlığını taşımaktaydı. “Bir binbaşı, bir er şehit…” başlıklı haber bölgesel Kürt yönetiminin “Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini”, bir bakıma nasıl karşıladığının da bir göstergesidir. Türkiye, birkaç ay önce Kuzey Irak’a bir sınır ötesi askeri harekât gerçekleştirdiğinde, harekâtın ilk gününden itibaren Türk askerinin Irak topraklarından çekilmesi ve harekâta son vermesini sürekli dile getiren “Bölgesel Kürt Yönetimi” değil miydi? Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı, daha birkaç ay önce Barzani’nin PKK’ya destek verdiğini, terörü koruyup kolladığını söylemiyor muydu? Barzani-Talabani ikilisi “kedimizi bile vermeyiz” diyerek PKK’lı teröristlere kol kanat germiyor muydu? “Bölgesel Kürt Yönetimi” lideri Barzani, PKK’nın terörist eylemleri karşısında Kürtleri kastederek “Onlar kendi kaderlerini kendileri belirleyecekler. Türkiye’de bu Kürt sorunu için hiçbir askeri çözüm yolu yoktur” demiyor muydu? Ne çabuk unutuldu bunlar? Ve şimdi MGK, Kuzey Irak’a yeşil ışık yakıyor!
Milli Güvenlik Kurulu,
Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında hükümetin belli üyeleri, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’ndan oluşan anayasal bir kurumdur. Barzani liderliğindeki “Bölgesel Kürt Yönetimi” ise, ABD emperyalizminin emri ve desteği ile Kuzey Irak’ta kurulan kukla devlettir. O kukla devlet, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) temel taşlarındandır ve BOP’un amaçlarından biri de Türkiye’yi bölmektir.
Türkiye’nin milli güvenliğinden sorumlu olanların bu kukla devleti tanıma yolunda adım atıp, yeşil ışık yakmaları nasıl değerlendirilmelidir? Kendini “BOP Eş Başkanı” ilan eden Başbakan’ın ve siyasal iktidarın bu tanıma konusundaki hevesi anlaşılabilir! Peki, ya asker? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları? MGK üyesi olan komutanlarımız, Barzani’nin artık terör ve teröristle bir ilişkisinin olmadığını mı düşünmektedirler? Türkiye’nin milli güvenliği ile ilgili kararlar alan bu kuruldan, askerlerin onay vermediği bir karar çıkabilir mi?
“Sözde-Özde Atatürkçülük?”
Öte yandan yakın geçmişte yaşananlar bağlamında düşünürsek, siyasal partilerin 22 Temmuz 2007 sonrasında devleti teslim almak için atağa kalkan AKP’ye karşı dirençli ve tutarlı bir muhalefet sergiledikleri pek iddia edilemez. Ne var ki, ordunun da etkili muhalif bir tavır aldığı söylenemez. “Sözde-özde Atatürkçülük” nutukları atanlar, 22 Temmuz sonrasında ne yazık ki tek kelime söylememiş, tek bir tepki göstermemişlerdir. “Düşündüğümüz zaten biliniyor” diye yaşananları geçiştirmişlerdir. Oysa merak edilen düşünülenler değil, yapılacak olanlardı. Türkiye neler yapıldığını da yaşayarak öğrenmiştir! 22 Temmuz seçimlerinden sonra ordu ile hükümet arasında adı konulmamış bir uyumun varlığından bahsetmek mümkündür. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, Başbakan’ın Kasım 2007 başında gerçekleşen ABD gezisi öncesinde “Dışişleri Bakanlığı ile uyum içindeyiz. Başbakan’ın ABD ziyaretinin sonuçlarını bekliyoruz. Artık oyalanmayacağız. Askerle hükümet arasında bir uyumsuzluk varmış gibi gösterilmesi de doğru değil. Devlet bir bütündür” demekte bir sakınca görmemiştir.
Kuşkusuz asker ile siyasi iktidarın uyum içinde hareket etmesi devlet ciddiyetinin gerektirdiği bir davranıştır. Dolayısıyla Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması da teorik olarak ve genelde doğrudur. Ne var ki Türkiye’nin bugünkü koşullarında riayet edilmesi gereken bir duyarlılık mıdır bu? Mevcut “yasal” hükümetin ne olduğunu, amacını, niyetlerini ve bugüne kadar yaptıklarını yaşayarak görüyoruz. Birçok yurtseverin, Atatürkçünün kaygılandığı gibi ulusun, vatanın ve devletin geleceği gerçekten tehlikedeyse ve o tehlikeyi küçümsememek gerekiyorsa, bu tehlikenin ortaya çıkmasında mevcut “yasal” hükümetin sorumluluğu ve rolü mutlaktır. Onun için her ne nedenle olursa olsun, böyle bir siyasi iktidarla uyumu korumak, bunun olması gerektiğini söylemek, üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi lazım gelen ve sorgulanmayı gerektiren bir davranıştır.
Ordunun da izlediği çizgi günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur Bu çerçeveden bakıldığında ordunun da izlediği çizgi bakımından günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur. İşte bu nedenle, Türk siyasal yaşamında bir kör dövüşü yıllardır sürüyor. Özal gidiyor, Çiller geliyor; Derviş gidiyor, Şimşek geliyor; Yılmaz gidiyor, Erdoğan geliyor. Kimi zaman muhtıralar veriliyor! Kimilerine göre ordu, kimilerine göre de iktidar rejimin teminatıdır, ilericidir, çağdaştır vs… Laiklik, herkesin kafasına göre tanımladığı, bir anlamda her niyete yenen bir muz haline getirilmiş tir! Bütün bunlara rağmen ABD’nin etkisi ve baskısı hep Türkiye’nin üzerindedir. Çünkü teminatı kim olursa olsun, rejim ABD’nin istediği rejimdir. Uygulanan program hep aynı programdır. Kazananlar hep aynı, kaybedenler de hep işçi, emekçi, köylü, memur, esnaf, kısacası halktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır?
Peki, Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır? Somut konuşalım, IMF reçetesi ya da Dünya Bankası programlarının uygulanmasını isteyenlerin mi, yoksa o uygulama sonucu işsizlik ve sefalete mahkûm olanların mı? Eğer ikincisinin yanındaysa, bu ülkede emperyalizmin ekonomik programı son 30 yıldır neden aralıksız uygulanmaktadır? TÜPRAŞ özelleştirilirken, TEKEL ve OYAK satılırken tepki gösteren tek bir asker olmamıştır! Tıpkı susarak alkışlayan partilerimiz gibiydi ordu da… Oysa TÜPRAŞ, her şey bir yana, TSK’nin ana ikmal kaynağıdır. Bu durum askeri hiç mi rahatsız etmemiştir? “İncirlik kapatılsın” diyen etkili konumdaki tek bir komutanımız çıkmamıştır bugüne kadar. Üstelik Genelkurmay Başkanı, Türkiye hakkındaki niyetlerini artık sağır sultanın bile duyduğu AB’yi savunmakta, “TSK’nin AB’ye karşı olamayacağını” ilan etmekte, Genelkurmay İkinci Başkanı “BOP takdire şayandır, makul bir girişimi desteklemeye istekliyiz” demektedir! ABD ile stratejik müttefikliği sorgulayan ve karşı çıkan, AB hayali ile gözü bağlanmamış askerleri bekleyen emekliliktir! Ama Türk askerinin kafasına çuval geçiren sözde “stratejik müttefik”, PKK ile masaya oturmamız gerektiğinden bile bahsedebilmekte; PKK, tüm AB ülkelerinde yasal olarak faaliyet gösterebilmektedir artık!
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler”
Dost, acı söyler demişler. İnsan sevdiğini eleştirir. Az ya da çok bir umut, bir beklenti şekillendirir eleştiriyi. Orduyu eleştirmemizin nedeni de budur. Peki, AB ve ABD hayranı olanların bu eleştirilere vermesi gereken yanıt, “hain edebiyatı” ekseninde mi olmalıdır?
Yaşananlara baktığımızda, “günümüz koşullarında ordu ile partilerimizin savundukları politikalar arasında ne fark var?” diye sormamak elde mi? Belki “bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” denebilir. Ne var ki, bu “beyaz” üzerinde de düşünülmelidir artık.
1“Parti” Nasıl Kurulur?
Geçenlerde sanal ortamdaki tartışma gruplarından birinde bir avukat tarafından gönderilen bir çağrıya rastladım. Bu mesajda bir Türkiye değerlendirmesinden sonra, “Büyük Millet Partisi”nin kurulması için çağrı yapılıyordu. Bilmem ki, bu davete icabet edecek birileri olacak mı? Ne var ki, dikkatimi bu çağrı değil de, bu çağrıya verilen yanıtlardan biri çekti. Şöyle yanıtlanıyordu bu parti kurma daveti:
“Benim şu ana kadar edindiğim bilgi ve deneyimlere göre, parti inşası böyle çağrılarla olmaz. Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir.
Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir. Hem kadro, hem de program hemen hemen eşit önemdedir. Programı benimseyen dışarıda kalmış kişiler de kısa sürede kadroya katılır. “
İşte Türkiye’de siyaset tam da bu nedenle ölüdür! Ülkemiz, işte bu nedenle bir “siyasi partiler mezarlığı” haline gelmiştir. İki sayfa yazı yazıp parti kurmaya çağrı yapmak gerçekten de eleştirilmeyi hak ediyor. Evet, ilanla, çağrıyla parti kurulmaz. Ne var ki, bunu eleştiren kişinin yaklaşımının da bu çağrıyı şekillendiren zihniyetten bir farkı var mı?
İşte Türkiye’de siyaset tam da bu nedenle ölüdür! Ülkemiz, işte bu nedenle bir “siyasi partiler mezarlığı” haline gelmiştir. İki sayfa yazı yazıp parti kurmaya çağrı yapmak gerçekten de eleştirilmeyi hak ediyor. Evet, ilanla, çağrıyla parti kurulmaz. Ne var ki, bunu eleştiren kişinin yaklaşımının da bu çağrıyı şekillendiren zihniyetten bir farkı var mı?
Deniliyor ki “Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir.”
Nedir o “irade”? Halk mı, belli bir sınıf mı, belli bir zümre mi?
Meçhul!
Dahası o “kurmay kadro” nasıl tespit ediliyor? Kim onu “kurmay” olarak atıyor? Yetkiyi kimden alıyor?
Açıktır ki, “kurmaylığı” kendinden menkul…
Sonuçta, işte kendini “kurmay” olarak adlandıran ve çoğunlukla topluma tepeden bakan bir avuç muhteris, oturup bir program hazırlıyor ve sözde “parti” kuruyor. Sonra da o programı benimseyip kendisine “askerlik” yapacak, her söyleneni sorgusuz sualsiz uygulayacak parti kadrolarını aramaya başlıyor! Bu maya tutarsa parti kurulmuş oluyor!
Bu durum Türkiye’de çok karşılaşılan bir manzaradır. Böyle bir yapıda ne yaratıcılık olur, ne katılımcılık, ne üretkenlik… Bu kafa yapısı hiçbir zaman halkla bütünleşemez, hatta halka ulaşamaz bile. Türkiye’de türlü iddialarla ortaya çıkan partilerin en temel açmazı da budur.
“Parti” adı verilen bu tarikatlar aslında üye değil, mürit aramaktadır! Programı değil, “kutsal kitabı” vardır. Parti üyesi olan müritler, o programda ne yazdığını bile bilmezler. “Program” olarak oluşturulan metnin ne anlama geldiği, günün birinde birileri tarafından ortaya konulduğunda da apışıp kalırlar, kafaları karmakarışık olur! Çünkü ne o programın oluşturulması sırasında görüşleri sorulmuştur, ne de daha sonra o konuda özgürce konuşup değerlendirme yapma, katkıda bulunma imkânları vardır. Ne yapılacağına, ne tür politikalar uygulanacağına parti lideri-şeyhi ve yakın çevresi karar verir, buna boyun eğmek de partinin “çelik disiplini” gibi fiyakalı laflarla yutturulmaya çalışılır üyelere. Parti adı verilen bu tür “siyasal tarikatlar” kendi içlerinde demokratik olmadıkları için toplumu da demokratikleştiremezler en nihayetinde. Süreç, o sözde “kurmayın” iradesi ile şekillendiği için, o “kurmay” da ölmeden liderlik koltuğunu terk etmez. Seçim yenilgisi, siyasal skandal vs. nafile… İnsan, hiç malını mülkünü bırakıp gider mi?
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı bu tipte yeni partiler kurarak var olan hurdalığa yeni katkılar yapmak değildir. Bu yapıyı değiştirebilmektir. Partileri, “lider mülkü” olmaktan, “tek adam partisi” halinden kurtarmaktır.
Somut birkaç soru soralım. Örneğin bugün CHP’de “ikinci adam” kimdir? Diyelim ki, Baykal Hakk’ın rahmetine kavuştu, parti kimin Genel Başkanlığı altında toplanır, yola hangi liderlikle devam eder, varlığını sürdürebilir? Aynı şeyi, MHP, DSP, İP ve diğerleri için de söylemek mümkündür. Çünkü bu partilerin hiçbirinde “ikinci adam” bırakılmamıştır! Bu tek adam egemenliğinin devam etmesi için, liderden sonra yedekte bekleyen bir “ikinci adam”ın var olmasının gerekliliği değildir kastettiğim. Şu andaki yapıda egemen olan lider (yani şeyh!), kendisinden başkasına, bir alternatife kesinlikle tahammül edemez. Kendi iktidarına olası bir tehdittir çünkü o “ikinci adam”! Onun için her şeyi lider-şeyh ve onun seçtiği yakın çevresi belirler. Programı, tüzüğü, politikaları, stratejiyi, taktiği, her şeyi… Partililerden de uyması, itaat etmesi beklenir. Sorgu, tartışma, öneri, katkı yok! İtaat eden, iyi partilidir; karşı çıkan, “hain”!
Bu kısır ve baskıcı zihniyetin doğal sonucu da parti sayısının sürekli artmasıdır. Çünkü parti içi muhalefet, nefes alacak kanal bulamayınca, dışarıya akar ve yeni bir örgütlenmeye gider. Ne var ki, o da “tek adam” zihniyetinin egemen olduğu siyaset okulunda yetiştiğinden, yeni parti de bu anlayışta şekillenir. Bu süreç, sonuçta siyasal parçalanmışlık ve birbirine benzer yapıların oluşturduğu bir partiler mezarlığı yaratır. Türkiye’deki siyasal partiler mevzuatı da bu sakat yapının yaşamasına ve kendini yeniden üretmesine elverişlidir. Türkiye’nin hali, bugün budur ne yazık ki…
Ülkede kaç siyasal parti olduğunu bilen var mı? Ya da kaç “sol” parti olduğunu? Veya siyasi yelpazede aynı yerde bulunan kaç parti olduğunu? Bir önceki seçimde, diyelim ki CHP’ye oy verenlerden bir kısmının, bir sonraki seçimde MHP’ye kayması işte bu nedenle hiç şaşırtıcı değildir. Seçmenin gözünde seçim, bir tür deneme-yanılma eylemidir! Ya da filanca partinin merkez sağdan ya da soldan transferlerle kendi çıkmazına çözüm aramaya çalışması yahut falanca partinin her seçimde yerinde saymasına rağmen, parti içi yapıda yaprak kımıldamaması… Bunlar, bildik olaylardır Türkiye’nin siyasal partiler hayatında…
Milletin siyasetten uzak durmasının bir nedeni de bu değil mi? Siyaseti, bir tür “esnaflık” haline getiren bu “kifayetsiz muhterislerin” varlığı ve tahakkümü, çürüme ve siyasal yozlaşmanın önemli nedenlerinden biridir.
***