Operasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Operasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2019 Cumartesi

GEÇMİŞİMİZLE BUGÜNÜ MUKAYESE YAZILARI., BÖLÜM 1

GEÇMİŞİMİZLE BUGÜNÜ MUKAYESE YAZILARI., BÖLÜM 1


GİRİŞ;
E-MAİL İLE GELEN YAZILARIMI BU BAŞLIKLA DEĞERLENDİRİP MUKAYESEYE VE POLİTİKACILARIMIZIN... '' POLİTİK& ACILARINI '' GÖZLER ÖNÜNE SERMEK İSTEDİM..SAYGIYLA 
TANER  ÇELİK
BLOGGER ADMİNİ



CHP'li Tanal'dan şok Filistin Çıkışı!



"Yılmaz ARSLAN" 
<y.arslan57@gmail.com>: May 19 03:27AM +0300

CHP'li Tanal'dan şok Filistin Çıkışı!

CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal Türkiye'nin Filistin vatandaşlarından vize istediğini, İsrail vatandaşlarının ise ülkeye vizesiz gelebildiğini belirterek
"Filistinlilere vize var ama İsrail vatandaşları vizeden muaf. İktidar afra tafra yapıyor, 'İsrail terör devletidir, Haydut devlettir' diyor. Peki bu ne
samimiyetsizlik? Filistinlilere de vizeyi kaldırın'' dedi.

ABD'nin Büyükelçiliği'ni Kudüs'e taşıması ve ardından çıkan olaylara tepkiler çığ gibi büyürken Türkiye ile İsrail arasındaki gerilim de arttı. CHP İstanbul
Milletvekili Mahmut Tanal da konuyu Meclis'te gündeme getirerek, Türkiye'nin Filistin'e vize uyguladığını, İsrail'e ise uygulamadığını belirtti. Tanal şunları söyledi:

İSRAİL E YOK, FİLİSTİN E VAR,

"Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının sitesine girince, Filistin vatandaşları Türkiye Cumhuriyeti devletine gelmek istedikleri zaman vize şartı aranıyor
yani Filistinli vatandaşlar Türkiye'ye gelmek istediğinde vizesiz Türkiye'ye giriş yapamıyor. Aynı şekilde İsrail Konsolosluğunun sitesine girdiğinizde,
İsrail devletinin vatandaşları Türkiye'ye gelmek istedikleri zaman vizesiz gelebiliyor yani İsrail devletinin vatandaşları vizeden muaftır, Türkiye'ye
vize şartı olmaksızın, giriş yapabiliyorlar.

Şimdi, siyasi iktidar afra tafra yapıyor 'İsrail devleti terör devletidir, Haydut devlettir' diyor. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Bu ne samimiyetsizlik?
Yani burada çifte standart var. İsrail devletinin vatandaşlarına gösterilen bu pozitif ayrımcılık Filistin devletine gösterilemiyor. Bu uygulamayı şiddetle
kınıyorum, derhâl düzeltilmesini bekliyorum''

17 Mayıs, 16:01 · 
İsrail Suriye'ye saldırdığında sevinen, Filistin'e saldırdığında siyaseten üzülen kişiye " Siyasal İslamcı " denir.

***


IRAK PARLAMENTO SEÇİMİ VE YANSIMALARI 


"Ahmet Kılıçaslan Aytar" 
<ahmetkilicaslanaytar@gmail.com>: May 18 04:33PM +0300

*IRAK PARLAMENTO SEÇİMİ VE YANSIMALARI*

Amerika, 2003'te Irak Özgürlüğü Operasyonu ve körüklediği mezhepsel çatışmalarla Ortadoğu'nun en müreffeh ülkelerinden biri olan Irak'ı yok etti.
Sünni- Şii gerginliğini arttırdı, İŞİD'in ortaya çıkışını teşvik etti.
Irak Şii Arapları Ortadoğu'da benzeri görülmemiş bir biçimde merkezi hükümette görev üstlendiler ve bölge Şiilerini cesaretlendirdiler.
Bir krizde Irak Sünnileri Iraklı Şiilere karşı ayaklandılar, on binlerce insanın ölümüne neden olan bir isyan başlattılar.
Irak Savaşı ölümcül etkilerini komşu ülkelere genişletti, mevcut gerilimleri daha da kötüleştirdi, bölgeyi yönetilemez karışıklığına dönüştürdü.

Irak'ın, Suriye'nin, Yemen'in tahrip edilmesinin ve silahlarla dolu bir bölgenin yıkımı ABD'nin Irak savaşından dolayıdır.
Bölgede insani ve maddi kayıplar hâlâ devam ediyor...

*
Bu tabloda Irak; ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin Saddam Hüseyin'i devirmesi ve İŞİD'e karşı zafer ilan etmesinin ardından, 12 Mayıs'ta dördüncü defa ama yüzde 44 ile en düşük katılımlı parlamento seçimlerini yaptı.

*
Seçimlerin nihai sonuçları sayım sistemindeki sorunlardan dolayı ortaya çıkmasa da, Şii din adamı Mukteda el-Sadr'ın Sairun Koalisyonu Irak'ın ulusal seçimlerinde lider oldu.
Sadr'ın 329 sandalyeli parlamentoda 54 sandalye  kazandığı söyleniyor.

İkinciliği Tahran destekli ve Irak'ın güçlü Şii paramiliter gruplarıyla bağlantılı milis lideri Hadi el Amiri'nin bloğu aldı.
Başbakan Haider el-Abadi, destek üssü olması gereken çoğunluk Şii illerinde kötü bir performans gösterdi ancak üçüncülükle yetindi.

*
Herhangi bir siyasi parti ya da ittifakın bir başbakan seçip hükümet kurabilmesi için parlamentoda 329 sandalyenin çoğunu kazanması gerekiyor.
Irak'taki siyasal iktidar geleneksel olarak başbakan, cumhurbaşkanı ve meclis başkanlığı arasında mezheplere bölünmüştür.
Şii çoğunluk başbakanlık görevini yürütürken, Kürtler cumhurbaşkanlığını sürdürüyor ve Sünniler meclis başkanlığı görevini üstleniyor.
Bu seçimlerde herhangi bir ittifakın 165 sandalyeyi bir araya getirebilmesi için uzun bir müzakere süreci bekleniyor.
Yeni bir başbakan seçilene kadar Haider el-Abadi'nin bütün gücünü koruyarak görevde kalacağı düşünülüyor.

*
Irak anayasasına göre hükümetin kurulması 90 günlük bir sürece yayılıyor.

Bu noktada seçim sonuçları ilk bakışta;

1- Daha büyük bir blok oluşturmaya çalışan Mukteda el-Sadr ve Hadi el Amiri'nin bloklarını oluşturan Şii sivil kuvvetlerinin umutlarını canlandırdığı, Ama ittifaklarına rağmen Sünni İslamcıların Irak'ın ön saflarında kalma şansını azalttığı yönünde bir izlenim veriyor.
2- Yeni başbakanın belirlenmesi için ya iktidarın ve nüfuzun paylaşılmasına yol açacak bir siyasi çoğunluğun sağlanması, Ya da mevcut Başbakan Haider el- Abadi'nin süresinin uzatılması ve Dava Partisi'nin Irak yönetiminden devam etmesi gerekiyor.
3- Irak'ın acı çekmesine son vermek için siyasi çoğunluk sağlanması en iyi proje olarak görülüyor.
4- Bugüne kadar siyasi çoğunluk oluşturma projesini Sünni ve Kürtlerin daha iyi bir şekilde sağladığı, Ama siyasi çoğunluğu savunan Şii Sadr  grubunun, bir sonraki başbakanın mutlaka Dava Partisi'nden olması konusunda ısrar etmediği de görülüyor.

*
Mukteda el-Sadr, 2003  işgalinden sonra ABD' ye karşı yürüttüğü isyanda
radikal bir üne kavuştu.

Daha sonra İran'a karşı çıktı ve Iraklı milliyetçi olarak tanımlandı.

12 Mayıs seçimlerinde  komünistleri, Sünnileri ve siyasi bağımsızları
kapsayan koalisyonuyla yolsuzlukla mücadeleyi hedef aldı.
Seçim performansı, son zamanda İŞİD'le amansız bir çatışmanın yaşandığı
Irak'ta, halkın 2015'ten beri ülkeyi yöneten siyasi çevrelerden bıkmış olduğunu gösteriyor.

Ancak Mukteda el-Sadr'ın, hükümetin bir parçası olmak mı yoksa sürekli olarak herhangi bir hükümete muhalif olmak mı istediği net olmadığı için hangi oyunu oynayacağı da öngörülemiyor.

Yine de Temmuz'da Suudi Arabistanlı Veliaht Prensi M. Salman ile yaptığı görüşme sonrasında Sadr'ın ofisinden yapılan " Suudi-Irak ilişkilerinde
olumlu bir atılım yaptığımızdan çok memnunuz ve umarız bu Sünni- Şii İslam bölgelerinde mezhep çatışmasının geri çekilmesinin başlangıcı olur "
açıklaması bir iyimserlik oluşturuyor.
Ayrıca Mukteda el-Sadr, Kürtlere ve mülklerine saldırmayan ve yağmalamayan aksine onları koruyan tek Şii bloğunun lideridir.
Bu gelecekteki güçlü bir Kürdistan'ı için ayrı bir iyimserlik sayılıyor...

*
  Bilhassa seçimlerde ikinciliği alan Tahran destekli ve Irak'ın güçlü Şii paramiliter gruplarıyla bağlantılı milis lideri Hadi el Amiri'nin bloğu;
Orta Doğu'daki gelişmeler bağlamında çok önemli bir konumda bulunuyor.

Bu bloğun İran'ın diplomatik üstünlük sağla?masına yol açmasının engellenmesi için İsrail Başbakanı B.Netenyahu'nun Rusya Devlet Başkanı V.Putin ile sürdürdüğü koordinasyon neredeyse rutin hale gelmiştir. İki ülkenin Suriye'deki çıkarlarını uyumlu hale getirdiği düşünülüyor.
ABD Başkanı D.Trump'ın da teşviğiyle Rusya'nın gözü; İsrail ve Suudi Arabistan'ın düşmanı olan İran'ın, Irak'ta desteklediği milis lideri Hadi el Amiri'nin bloğunun ve Suriye'deki silahlı yandaşlarının üstünde olması, Böylece İran'ın dini ve ideolojik gerekçelerle bölgesel liderlik iddialarının hizalanması öngörülüyor.

*
Hâlâ ikinci bir dönemi güvence altına alma şansı bulunan mevcut Başbakan Haider el-Abadi'nin ise İran etkisini veya ABD'nin bu konudaki çabalarını
tamamen ortadan kaldırmayacağı öngörülüyor.
Seçimden aylar önce Abadi'nin, Haşdi el Şabi siyasi kanadıyla kısa süreli bir ittifak oluşturması Haşdi Şaabi'ye şiddetle karşı çıkan Sadr'ı kızdırmıştı.

 Ama Abadi seçimlerde ikinci gelen el-Fatih ittifakını da yabancılaştırmıştı.

Bu yüzden Mukteda el-Sadr için? Abadi,? Haşdi Şaabi ile artık ittifak
içinde olmadığı için Hadi al-Amiri, Nuri el-Maliki'den ya da başkasından
daha iyi bir müttefik? sayılıyor.

  Kürtler , yüzde 93  ile bağımsızlığa "Evet " oyu verdikleri referanduma iç ve dıştaki Şii liderler kadar sert tavır göstermeyen Muktada el-Sadr'a güveniyor.
Şimdi Kürt Bölgesel Yönetimi, federal bütçeden ne kadar pay, ne tür teminatlar alacaklarını, Tartışmalı bölgeleri ve Kürt Güvenlik Güçlerinin bu bölgelere dönüşü ile ilgili projeleri dinleyecek ve göreceklerdir.

Irak'ta Erdoğan Türkiye'sinin de önemli bir rolü vardır.

Erdoğan'ın;

1- Irak'ta merkeze aşırı gevşek bağlarla bağlı Musul merkezli bir Sunnistan Özerk Yönetimi'nin oluşması,
2- Bu özerk Irak Sünniistan'ına öncelikle Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin sonra da Suriye'deki Sünni yapıların yaklaştırılması,
3- Bunların arasındaki ilişkilerin Türk ordusunun güvenlik şemsiyesi altında ekonomik-kültürel karşılıklı bağımlılıkla pekiştirilmesi,
4- Türkiye'nin bütün bu yapının bölgesel hamisi olması hedefi doğrultusunda, Irak topraklarında bulundurulan ve saldırgan bir kimliğe bürünen TSK'ya
    bağlı birlikler Irak'tan çıkarılacaktır...

*
Bu noktada, Ebedi Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün;

"Hiç zaman saldırgan olmayı düşünmemiş olan ve fakat daima haksız taarruza uğrayacağını hesap eden bir milletin ordusu olarak, ordumuz uzun bir
seferden sonra hemen diğer bir sefere başlayacakmış gibi maddi ve manevi yönden hazır bulunmalıdır" ifadesi, 
Genelkurmay Başkanı talihsiz Hulusi Sayın'a  kapak olsun!
19. 5. 2018
 Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

***

VİZE UYGULAMASI; TÜRKİ CUMHURİYETLERİNİN HEPSİNDEN KALDIRILMALI, SÜRE AŞIM CEZALARI, PARAYA ÇEVRİLMELİDİR


Mustafa Nevruz SINACI 
<gercek.demokrat@hotmail.com>: 
May 19 09:29AM

ACİL ÇÖZÜM BEKLEYEN "ÇOK CİDDİ BİR SORUN" - Vize uygulaması; 

Gazeteci, Araştırmacı-Yazar: 
AHMET YALVAÇ, 
Makina Yüksek Mühendisi
<http://ahmetyalvac1946.blogspot.com.tr/2018/05/acil-cozum-bekleyen-cok-ciddi-bir-sorun.html>
ahmetyalvac1946.blogspot.com.tr


VİZE UYGULAMASI; TÜRKİ CUMHURİYETLERİNİN HEPSİNDEN KALDIRILMALI, SÜRE AŞIM CEZALARI, PARAYA ÇEVRİLMELİDİR 

Sevgili Okurlar, 


Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan,Kırgızistan gibi Orta Asya Türk Devletlerini Türki Cumhuriyetleri olarak adlandırıyoruz.
Bu Devletlerden sadece Azerbaycan ve Özbekistan’a vize uygulamıyoruz
BU 2 Devlete vize uygulamıyoruz ama Kimse bunun Nüfus Kâğıdı ile Kıbrıs’a kolayca gidip geldiğimiz, Ya da bir Avrupalının gibi pasaportunu göstermek suretiyle Türkiye’ye kolayca girip, çıktığını düşünmesin Bu konuda büyük güçlükler var, sorunlar var.
Bu güçlükler ve sorunlar gevşetilmeli, ya da tamamen ortadan kaldırılmalıdır.
Burada bu güçlükler ve sorunları aşmaya çalışacağız.
Azerbaycan ve Özbekistan’ın dışında kalan diğer Türki Cumhuriyetlerine uygulanan vize de karşılıklı olarak kaldırılmalı, Soydaşlık ilişkisi her alanda, bir işbirliğine dönüşmeli ve Türkiye bu konuda öncülük etmelidir.
Bu konu Türkiye’yi Yönetenlerin, yeni Devlet Politikası olmalı, Cumhurbaşkanı Adayları, bu konu üzerinde durmalı, görüşlerini ortaya koymalı, Siyasi Partiler bu konuyu gündemine almalı ve bir yerden başlamalıdır. Bu konunun önemi şurada:
Bu gün Siyaseten gelinen notada AKP Hükümeti Amerika ve Rusya arasında yalpalarken;

Böylesi bir dış politikanın kısa ve uzun vadede, Türkiye’nin yararına olmayacağı görülmüş ve anlaşılmıştır.
Amerika ve Rusya Güney sınırımıza yerleşmiştir Ve kolay kolay onları Suriye’den kimse çıkaramaz.
Uygulanan yanlış iç ve dış politikalar sonucu, Her alanda geriye gidiş ve çöküş söz konusudur.

ŞUNU DEMEK İSTİYORUM:

Eğer biz Türkiye olarak, Soydaşlarımıza sahip çıkar, onların sorunlarını çözmeye yardımcı olur Ve Türki Cumhuriyetleri ile Türkiye arasında yaşanan sorunları kurumsal olarak ele alır. çözersek, Her alanda imkânları birleştirip bir güç ve işbirliği odağı oluşturur, Sonuçta bir Türk Birliği oluşturursak;

Biz de bir Amerika bir Rusya olma yolunda. İlk adımı atmış oluruz.
Ben şahsen Türki Cumhuriyetleri ile Türkiye arasında, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel alanlarda işbirliğine çok önem veren, Sorunların nasıl aşılacağı konusunda kafa yoran bir Yazarım. Ve kişisel olarak Soydsşlarımızın, sorunlarını, çözme hususunda da, bir şeyler yapmaya çalışıyorum Cumhurbaşkanı adayları ve Siyasi Parti Yöneticileri, siteme bir göz atmalı, Türki Cumhuriyetleri ve Soydaşlarımızla ilgili olarak yazdıklarıma, YÖK ile ilgili, Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri ile ilgili yazdıklarıma bir göz atsınlar, KANAL İSTANBUL yerine KANAL KARHAZ projesini ekranlara taşısınlar Eminim ki vatandaşlarımıza bir güven, bir heyecan gelecektir…
KANAL KARHAZ; Hazar Denizi’nin Karadeniz’e bir kanalla bağlanması projesidir
Bu konu BOP’u çöpe atacak, Türkiye’nin önemini çok artıracak,  bir Dünya Projesidir KANAL İSTANBUL ise Türkiye açısından bir zaruret, bir faydası olmadığı gibi Hem çevre açından, hem toprak kaybı açısından, büyük mahsurları olduğu gibi Uluslar arası ilişkiler açısından da, şimdi ve gelecekte de başımıza büyük belalar açacağı açısından, Türkiye’nin gündeminden çıkarılmalıdır.
Daha da önemlis bu konu; Bir Siyasi Partinin tek başına karar verebileceği bir konu, hiç değildir

SURİYELİ VE DİĞER YABANCILARA GÖSTERDİĞİMİZ HASSASİYETİ KENDİ SOYDAŞLARIMIZA, MAALESEF GÖSTERMİYORUZ, ONLARI SAHİPLENMİYORUZ

2 Yıldan fazla bir zamandır YÖK konusunda, sudan bahanelerle çıkartılan sorunları ve yanlışları ortaya koymaya çalışıyorum.
 Ama çözüm yok….
Soydaşlarımız mağdur.
YÖK makalesini okumayanlar da bir göz atsınlar

SÖZDE VİZE OLMASA DA; UYGULAMADA YAŞANAN ZORLUKLAR…

Örneğin bir Özbekistan, ya  da Azerbaycan vatandaşı, Türkiye’ye gelmek istiyorsa;
Özbekistan’daki Türk Büyükelçiliği, ya da, Konsolosluğu’na müracaat edip, formaliteleri tamamlaması gerekiyor.
Nerede ikamet edeceği, ne kadar kalacağı gibi bilgiler ve tamamlanması gereken başka evrakları noksansız tamamlamak;
Yabancı bir insanın, Bir Danışmanlık şirketinden, yardım ve destek almadan,
Kendi başına bu işleri yapması, maalesef mümkün değil, Bu konuda birde Danışmanlık sektörü oluşmuş, Büyük paralar dönüyor.

ASIL SORUN DA;

Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra,
Eğer ikamet süresi sonunda, çıkış yapmadıysanız,
O zaman başlıyor.
Diyelim ki;
Bir hafta, iki hafta ya da bir ay geç çıkış yaptınız,
Ceza olarak, bunun parasal bir karşılığı var ama
Bu para cezasını alıp, mağduriyeti önlemek yerine
1-2-3-4-5 yıl gibi uzun bir süre, Türkiye’ye giriş yasağı koyuyorlar
Bu konunun canlı örnekleri var

NASIL MI?  
      
Yakın bir tarihte ÖZBEKİSTANLI bir Soydaşımız, İstanbul’da Sabiha Gökçem hava alanına iniyor.
Süre ihlali nedeni ile 530 TL cezasının olduğu anlaşılıyor,
Soydaşımız bu parayı ödemek istiyor ama kabul etmiyorlar
2 Gün bekletildikten ve sorgulandıktan sonra, uçağa bindirilip, geri gönderiliyor

SOYDAŞLARIMIZI SAHİPLENMEMİZ, ONLARA YARDIMCI OLMAMIZ LAZIM.

Bunlar bizlere gre çok yoksul ve fakir insanlar
Örneğin Özbekistan’da bir Doktor, 150 Dolar, Uzman Doktor 200 Dolar maaş alıyor,
Emekli bir Polis 40 Dolar alıyor.
Anlaşılan odur ki, Soydaşlarımız, kazandıkları para ile geçinemiyorlar
Bu yüzden biraz eahat nefes almak adına,
Türkiye ile kendi ülkeleri arasında. Gidip, geliyorlar.
Bizdeki asgari içret bile onlar için cazip bir kazanç kapısı oluyor.
YÖK’te işi yokuşa sürdüğünden?
Örneğin bir Tıp doktoru, yaşlı ve hasta bakımı gibi bizim insanımız için cazip olmayan zor ve kirli işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar.
Bu Soydaşlarımız çalışma ve iş disiplini konusunda, çok ciddi, kabiliyetli ve kültür seviyeleri de yüksek insanlar.
Çalışma anında, telefonlarını bile açmıyorlar.

Çok ciddi insanlar.

Üstün yetenekli ve gayretli bu Soydaşlarımızın sorunlarını çözmek, Bir Türk olarak, boynumuza bir borçtur.

Saygılarımla.
20 Mayıs 2016 Cumartesi.
Makine Yüksek Mühendisi Ahmet YALVAÇ
Enerji Uzmanı – Gazeteci Yazar
www.ahmetyalvac1946.blogspot.com.tr
a_yalvac@hotmail.com.tr

http://ahmetyalvac1946.blogspot.com.tr/2018/05/acil-cozum-bekleyen-cok-ciddi-bir-sorun.html


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***



19 Şubat 2019 Salı

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 2


RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE Söz Uçmaz, Öldürür  BÖLÜM 2




   Sorunun çözülmesini samimi olarak isteyenler dahil, PKK'den söz açılınca neredeyse istisnasız herkes "Devlet PKK ile görüş(e)mez" diyor. Niye görüşemezmiş?

Sözün öldürücü olduğu ikinci nokta da, PKK'ye yaklaşım ve bu noktada dile getirilen beklentilerdir.

Baştan itibaren ve bu sorunun çözülmesini samimi olarak isteyenler dahil, PKK'den söz açılınca neredeyse istisnasız herkes "Devlet PKK ile görüş(e)mez" diyor.

Niye görüşemezmiş?

    Bu devletin dünyadaki diğer devletlerden farkı, fazlalığı ne ki, benzer sorunlarda bütün devletler görüştü, görüşüyor da, bu devlet görüşmesin? Nedir farkı?

Nelson Mandela hapisten çıkmak için şiddet yöntemini terk etme şartını dahi reddetmişti. Buna rağmen hapisten çıkardılar, görüştüler ve şiddeti birlikte ortadan kaldırdılar. Türklerden bu meseleyi bilip de, Mandela'nın haksız olduğunu söyleyen olmuş mudur acaba?

Ama yok, işin ucu kendilerine dokunmadıkça son derece adil olan Türk kesimi, söz konusu Kürtler olunca, pusulayı şaşırıyor.

İşte bu söylem ortamı zehirliyor, hem de silahlardan daha fazla... Çünkü bu söylemin sahibi herkes kendisini devletin yerine koymuş oluyor ve bu sözün tercümesi de şu olmuş oluyor:

Biz Kürtleri o kadar da ciddiye almayız...

    Bu yaklaşım, bu söylem nerede gömüldüklerini bile bilmediğim kardeşlerimden daha fazla canımı yakıyor...

Yıllar önce Kürt ayaklanmalarıyla ilgili adını şimdi hatırlamadığım yabancı bir yazarın kitabını okurken, onca vahşet olaylarını okuduktan sonra, yüreğime saplanmış zehirli hançer gibi duran ne oldu, biliyor musunuz? Bölüm başlarına konan bazı Türk büyüklerinin sözleri oldu. O kitapta anlatılan bütün o vahşet 'Türk kılıcının görüldüğü yerde, Kürt sorunu bitmiştir' lafında somutlaştı ve dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un, Türk olmayanlara vaat ettiği adalet ile zehir olup yüreğime aktı...

Sözün yarattığı tahribat, merminin yarattı tahribattan daha beterdir.

Kozluk ayaklanmasına öncülük eden Teterê Badikî en güvendiği adamı tarafından arkadan vuruldu. Adam, Teter'in kafasını kesip götürdü, devlete (Madanoğlu) teslim etti. Aradan elli yıl geçti. Yara kapandı. Her ikisinin torunları arasında bir yakınlık da oluştu. Ama bir gün aralarında ticari bir mesele yüzünden tartışma çıkınca, ihanet edenin torunu Teter'in torununa, dedesini kast ederek "Çok çok bir ekmek alacağın var, onu alırsın!" dediğinde, Teter'in kesik başı yeniden kanamaya başladı ve bir gün sonra da, torunu Mehmed Yurdakul gidip adamı öldürdü.

Mehmed Yurdakul da cezaevinden çıkınca PKK'ye katıldı, o da oralarda öldürüldü.

Muhataplık meselesi, bu yüzden hayatidir. Ne savaşta ne barışta Kürtler muhatap kabul edilmeyecekse, ne barışından söz edilecek? Adam yerine konmak, biraz saygı görmek Kürtler için, talep ettikleri haklardan bile daha önemli olduğu bilinmelidir...

    Bir de PKK'nin Demokratikliği meselesi var...

Bu hareketin demokratik olmadığı, despot olduğu ve Kürtleri baskıyla sindirdiği, şiddete taptığı, barışçıl çözüme yanaşmadığı söyleniyor, ardından Kürtlerin bu harekete karşı sessiz kalmaması, tepki göstermesi isteniyor.

Bu konuda gazeteci Zekine Türkeri'nin legal alanda siyaset yapan Basklı bir siyasetçiye 'Kendi aranızda konuşurken ETA'yı çok sert eleştiriyorsunuz da, bunu neden alenen hiç yapmıyorsunuz, bu biraz ikiyüzlülük değil mi?' sorusu üzerine aldığı cevap, hayli öğretici ve açıklayıcı bence:

Bunu ahlaki nedenlerle yapamam. Çünkü benim ETA'yı övme özgürlüğüm yok. Bu özgürlüğüm olmayınca da, eleştirme hakkımdan da feragat etmek zorunda hissediyorum. Onları övme özgürlüğüm olduğunda, eleştiri hakkımı da fazlasıyla kullanırım...

Ne diyorsunuz, haksız mı adam?

Bu Cevap Kürtlerin pozisyonunu da çok iyi izah ediyor bence...

PKK silahlı bir örgüt ve silahlı bir örgütün demokrasi sınırları, doğası gereği dardır. Despotik yönleri kaçınılmaz olarak vardır. Fakat kendilerini eleştiren herkese dünyayı dar ettikleri de bir safsatadır. Örnek olsun diye, daha önce PKK'ye ilişkin bianet'te yazdığım bir yazıdan buraya bir alıntı alayım önce:

 "PKK de garip bir biçimde, yapılan eylem çok da sırıtmıyorsa, kimin yaptığına bakmadan, üstleniyor. Bu "yemeği" pişirip önüne koyana hiç bakmıyor, hemen sofraya buyuruyor. Bu "yemek" zehirli mi, değil mi, diye hiç kontrol etmiyor. 1994 yılında İstanbul'da iki İran Kürdü kaçırıldı, işkence yapılarak öldürüldü. Bunlardan biri yakın Kürt tarihinin önemli kişilerinden biri olan Simko Ağa'nın torunuydu. PKK bu eylemi, çeteler tarafından kaçırılıp öldürülen Savaş Buldan ve iki arkadaşı için misilleme olarak yaptığını açıklamakla kalmadı, onları öldürmeden önce sorguladıklarını açıklayarak, bu sorgu kasetlerini de Politika gazetesine gönderdi. O sırada bile bu hiç aklıma yatmamıştı, çünkü onların bu tür profesyonel eylemleri hiç yoktu. Şehir gerillacılığında hiç başarılı olamadılar. Yüksekovalı bir "işadamı" ile yaptığım bir sohbette, bu kuşkumu dile getirdiğim anda, adam bu olayı kendilerinin yaptığını itiraf etmişti. Onun tabiriyle "yurtsever işadamları" bunu ortak bir bütçeyle sağlamıştı. Bu açıklamayı adını vermemem şartıyla kaydetmeme de izin verdi. Bazı polislerin para karşılığı, onları Ataköy'de yol kontrolünü yapma bahanesiyle durdurup, zırhlı mersedesten indirdiklerini ve getirip kendilerine teslim ettiklerini söylemişti. Çok sonra Susurluk patlak verdiğinde, bu olayı da onların yaptığı ortaya çıktı. Yani PKK'ye karşı kurulan özel bir birim, birilerini kaçırıp PKK'ye teslim ediyordu ve iki taraf da "Bu yaptığımızda bir gariplik yok mu?" diye sormuyordu... Onlar sormuyordu da, o sorgu kasetlerini yayınlayan Kürt gazetesi de "Ne oluyor, biz o adamların sorgu kasetlerini başka bir adresten almamış mıydık?" diye sormamış ve genel medyada da "Durun bakalım, bunların kaçırdığı adamların sorgu kasetlerini PKK dağıttı, neler oluyor?" diye soran olmamıştı. Hadi herkesi iyi niyetli kabul edelim: Bu garip durum, gözden kaçtı... "
Bu yazdıklarım eleştiri midir değil midir?

Peki, bu yüzden PKK ya da PKK'lilerden bir tepki aldım mı?

Evet...

Ama acele etmeyin, aldığım tepki olumsuz değildi...

PKK'nin üst düzey bir kadrosu ortak bir arkadaşımız aracılığıyla güzel yazmış olduğuma ilişkin mesajını selamlarıyla birlikte gönderdi.

PKK silahlardan arınmadığı ya da legal alanda siyaset yapma olanaklarına kavuşmadığı sürece, istese de demokratikleşemez ve kendisini ciddi yanlışlardan arındıramaz. Çünkü dünyada ve Ortadoğu'da söz sahibi olan ve olmak isteyen bütün devletlerin bu hareketin içinde uzantıları vardır. Doğal olarak her yabancı güç (Türk devleti dahil) oraya sızdırabildiği gücü oranında, hareketi manipüle etmeye çalışıyordur. Bunu PKK'liler de kabul ediyor. Bunu bilmeyecek kadar saf değiller. Ama engelleyemezler, nasıl engelleyebilirler ki?

Buradan çıkan sonuç, herkesin dilediği gibi kullandığı bir hareket midir PKK?

Değil tabii...

Hangi düzeyde olursa olsun, PKK içindeki dış uzantıların etkisi, zaman zaman can yakıcı olsa da, sınırlı kalır. Yoksa şimdiye kadar kırk defa parçalanırdı bu hareket...

PKK'nin çözüme, barışa dönük girişimleri engellediği, sabote ettiği iddiası ise doğru da değil, dürüstçe de değil...

Devletten gelen en küçük olumlu sinyale PKK fazlasıyla karşılık vermiştir. Her şeyden önce bağımsızlık hedefiyle dağa çıkmış, sonra bu hedefinden vazgeçmiş ya da geçmek zorunda kalmıştır. Bundan daha büyük ödün mü olur. Ama bu bile tersinden okunuyor, hangi amaçla dağa çıktıkları es geçilerek '"İstediğiniz şeyler için silaha ne gerek var" deniyor.

PKK yıllarca eylemsiz kaldı, dahası silahlara veda ettiğini söyledi. Ne oldu?

Psikolojik saldırıların (bittiler, yok oldular filan) dışında, devletten gelen en 'iyi niyetli' karşılık 'Kürt sorunu yok diye düşünürseniz, yok olur' yaklaşımı oldu. İyi niyet nişanesi olarak, barış adına gelenler içeriye atıldı, işkencelerden geçirildi.

Madem silahlara veda ettiğini söyledi, niye tekrar silaha sarıldı, demek ki samimi değildi, diye düşünüyordur bazıları. Silahlara veda söylemi, barışın önünü açmada kullanılabilecek en büyük jestti. Başka türlü düşünmeyi saflıkla açıklamak bile zor...

Şu anda farklı bir durum olduğunu mu söylüyorsunuz?

Bizi ikna edin o halde...

Niye barış adına gelenlerin karşılanmasını bu kadar büyük bir soruna dönüştürdüler. Efendim bir zafer havası yaratılmış... Barış adına mı dersiniz, ne adına derseniz deyin en nihayetinde teslim olmaya gelmediler mi? Üstelik bunu herkes istememiş miydi? Ama yok, başları öne eğik, aman dilemeye gelmişler gibi bir atmosfer yaratılmalıydı. Başka türlüsü Türklerin hassasiyetini zedeler çünkü... İşin en vahim tarafı da, haksızlık üzerine kurulmuş bu 'hassasiyet' sahte değil... Sanki bir asırdır, haksız saldırılar altında yaşayan Kürtler değil de, Türkler... Türk tarafı haklı olduğuna o kadar fazla inandırılmış ki, karşı taraftakilerin en nihayet suçlu olarak, gelip teslim olmasından başka bir beklentisi yok. Bu yüzden sık sık 'kimse bu aşamada bir affı gündeme getiremez!' deniyor.

Yani önce bir teslim olacaklar, nedamet getirecekler, sonra gerekirse biz alicenaplığımızı gösteririz...

Oysa Kürtler açısından af bir aşağılanmadır. Suçlu affedilir ve suçlu olduklarını hiç mi hiç düşünmüyorlar. Haksızlığa karşı meşru savunmaya geçmek zorunda kaldıklarını düşünüyorlar.

(Bu kadar zıt uçlardan bakıp sık sık kardeşlik edebiyatı yapmanın nasıl bir görüntü oluşturduğunu bir an için düşünün hele...)

Sonra belediye başkanları dahil, Kürt siyasetçilerinin içeriye atılması, sınıra yapılan yığınak vs. vs. İran ve Suriye ile Kürtlere karşı yapılan gizli anlaşmaları da ekleyin...

Bu arada MHP ve CHP'nin açılım karşısında takındıkları katı tutumun sadece onlardan kaynaklandığına Kürtlerin inanmadığını söylersem şaşırır mısınız. Onların bu katı tavırlarının altında devletin ahlak dışı pazarlık anlayışının yattığını düşünüyor Kürtler. Bu yaklaşımla hem AKP'nin işini bitirmek hem de korku atmosferini yaratarak, meseleyi Kürtlere haklarını vermeden kapatmak, halletmek. Nitekim beklenmedik bir noktaya doğru varınca tehlike, devlet bu iki partinin ipini daha kısa bağlamak zorunda kaldı...

En kötüsü de ne biliyor musunuz, PKK dahil herkesin, her kesimin 'Şiddetle bir yere varılamaz' demesine rağmen, barışa doğru da yine şiddetle ilerleniyor olması. Çünkü ne zaman şiddet başlansa, Türk tarafından makul sözler duyulmaya başlıyor. Ve böyle devam ederse, korkarım birgün böyle ucuz hesaplamalar yapmaksızın, samimi olarak da barışçıl çözüme yaklaşılsa, geç kalınmış olacak, bir işe yaramamış olacak... Herkes kaybetmiş olacak...

Türkiye başbakanı yerinde olsam (Hey allahım! Bu lafı kullananları hep komik bulmuşum oysa...) bu sorunun çözümünde Hürriyet Yazarı sayın Ege Cansen'i koordinatör olarak tam yetkiyle görevlendirirdim. Her şeyden önce, artık mide bulandıran sahte kardeşlik edebiyatına tenezül etmeyecektir. Pratik çözüme odaklanacaktır. İş dünyasından tecrübesi, buna el veriyor. Üstelik kemalist cepheden gelecek salvoları da ondan daha iyi durduran olamaz. Neyle suçlayacaklar onu?.. (RB/TK)





***

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE., Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 1

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE., Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 1


.

RAHMİ BATUR
17/2/2019



    Genel olarak bu meselenin çözülmesi önünde en büyük engelin, silah ve şiddet olduğu sanılıyor, böyle olduğuna inanılıyor, bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Asıl sorun söylemdedir bence. Türklerin söylemi, Kürtleri umutsuzluğa itiyor...

Bu savaşta iki kardeşini yitirmiş bir Kürt olarak, bir kimseye Türk diye kin duymak, nefret etmek aklımın bir köşesinden geçmedi. Türklerin her kesimiyle anlaşabileceğime de inanıyorum. Şahsi olarak insanın hoşlanmayacağı tipleri bu bahse dahil etmiyorum elbet... Böyleleri ailemde de var... Samimiyet noktasında mahçup olmamak için "ağır Kemalistler hariç" demek zorundayım ama.

Karadenizli müzisyen arkadaşım Ayşenur Kolivar'ın "Ben neredeyse faşistlik derecesinde sağcı da oldum ama, allahıma çok şükür, hiç kemalist olmadım" sözünü bir ayet gibi kabullendim. Çünkü Kemalizmin dünyanın en katı, en bağnaz dini olduğunu düşünüyorum. Din olmayan tek din... Üstelik kıblesi de yok...

Barut kokusunun kana karıştığı şu ortamda "sözün bir anlamı kalmış mıdır" sorusunun yarattığı yerinde bir tedirginlik var. Fakat mesele nereye kadar giderse gitsin, sonunda dönüp sözde düğümlenecek, sözle çözülecek.

Başka bir yolu yok çünkü.

Üstelik sorunun düğümlendiği asıl nokta da, söz ve zihniyettir.

Sistemin yüzyıllık çabasıyla öyle bir hal almış ki, daha sorunu ifade eden kavramı kullanamıyoruz. Sorunu ifade etmede kullanılan en cesaret gerektiren kavram "Kürt sorunu"dur ve bu kavram da sorunludur, meseleyi ifade etmiyor.

Kürt niye sorun olsun ki?

Bu kavramı kullandığınızda, sokaktaki Türk'ün kafasında Kürt bir sorun olarak şekillenir.

Sanırım bu ülkede yaşamanın getirdiği sıkıntılardan biri de, herkesin kendi doğrularını tekrarlamak zorunda kalması... Benimki de tekrar olacak ama, İstanbul'da, Adana'da, İzmir'de Kürt sorunu olsa da, Diyarbakır'da bir Kürt sorunu yoktur. Olsa olsa, orada bir Türk sorunundan bahsedilebilir.

İlginçtir, bu noktada en gerçekçi yaklaşım, iki, üç yıl önce Hürriyet yazarı Ege Cansen'den geldi.

Güneydoğu Kürt Sorunu başlıklı iki yazı yazdı. Orada Kürt sorunu kavramının meseleyi anlamada yetersiz kaldığını yazdı, coğrafyayı ekledi.

Asıl sorun söylemde
Genel olarak bu meselenin çözülmesi önünde en büyük engelin, silah ve şiddet olduğu sanılıyor, böyle olduğuna inanılıyor, bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Asıl sorun söylemdedir bence. Ne yazık ki Türklerde nefs û qiyas (empati, ve Kürtçesini kullanarak milliyetçilik yaptım galiba...) eksikliği had safhada.

Türklerin söylemi, Kürtleri umutsuzluğa itiyor...

Sanıldığı gibi, Kürtleri umutsuzluğa iten, devlet mekanizması içinde yer alan Türklerin söylemi değil, bu mekanizmanın dışındaki Türklerin söylemidir. Şaşırtıcı gelebilir ama, bu meselede kardeşlik kavramını fazla kullanan herkes, sorunun ağırlaşmasına hizmet ediyor. Bu kavram ne yazık ki, artık Kürtlere "Öğ"'dedirtiyor. Bilmiyorum ama, büyük ihtimalle Kürtler kullandığında, Türklerde de aynı duyguyu oluşturuyordur. Artık kimin bu kavramı samimi olarak kullandığını, kimse bilmiyor.

Devlet mekanizması dışındaki Türklerin söylemi, neden Kürtleri umutsuzluğa iter ki, diye sorulabilir.

Cevabı zor değil.

Kürtler devlet mekanizması içinde yer alan bir kimseden, acılarını anlamasını beklemiyor, samimiyet beklemiyor, hakkı hukuku gözetmesini beklemiyor. Mesela 25 yıl öncesinden cumhuriyetin kuruluş dönemine doğru, ticari davalara ilişkin bir araştırma yapılsa, bu güvensizlik çok net olarak ortaya çıkar. Sanırım Türk mahkemelerine taşınmış çok az ticari dava vardır.

Yani Kürtler devletten kötülük bekler ve geldiğinde de, şaşırmaz, hayalkırıklığına uğramaz. Ama bu mekanizmanın dışında kalanlardan hakkaniyet bekler. Samimiyet bekler. Ne yazık ki, bu beklentisinin güçlü bir karşılığı yok... Kürtlerin hakkını teslim eden birkaç cümleden sonra, illa ki Kürtlerden bir şey de istenecek ya da bir ithamda bulunulacak. Üstelik hakkaniyete uygun olmayan bir talep ve yersiz, mesnetsiz bir itham olacak... Ve dolaylı dolaysız, biraz da Kürtler nankörlükle suçlanacak. Nedir bu?

PKK'ye yaklaşım ve karşılıklı milliyetçilik ithamı...

Birincisinde haksız olunacak...

İkincisinde mesnetsiz...

İkincisinden başlayalım.

Son yıllarda sık sık Kürt milliyetçiliğinden yakınılır olmaya başladı.

Bu konuda yakınan Türk aydınlarından, önce yakınılması gereken milliyetçiliğin, hadi daha sadeleştirelim, ırkçılığın bir tarifini yapmalarını, sonra da Kürtlerin hangi davranışının bu tarife uygun düştüğünü açıklamalarını isterdim doğrusu.

Nedir milliyetçilik?

Yani kimliğine sahip çıkmanın ötesine taşan ırkçılığı diyorum.

Anadilde eğitim alma talebi, milliyetçilik mi oluyor?

Hadi en uç noktadan sorayım.

Bir toplumun kendi ülkesinde, kendisini yönetme iradesini ortaya koyması, bu talebi dile getirmesi mi milliyetçilik oluyor?

El insaf, daha Kürtlerin yarısı AKP'ye oy veriyor, hangi Kürt milliyetçiliğinden bahsediliyor?

Kast edilen örgütlü Kürtlerse eğer, Abdullah Öcalan daha Bekaa'daki karargahında "Ben Türkeş'ten daha Türkçüyüm" diyordu.

Hangi milliyetçilik?

Kürtlerde bir akım olarak, dikkate değer bir milliyetçilik yoktur. Kürtlerin yüzde biri bile milliyetçi değildir.

Zaten olana da, Türk tarafından bir itiraz yoktur.

Şu anda TRT 6'de program yapan Arif Zêrevan, Ahmet Türk'ü "Türksever" diye suçluyordu ve bu onun bu noktadaki en hafif suçlamalarından biri... Yine de ne kendisinin Türk devletine para karşılığında hizmet sunmaktan bir rahatsızlığı söz konusu ne de Türk cephesinden ona karşı... Al gülüm ver gülüm yani... Milliyetçilerin ortak samimiyetsizliği...

Yanlış anlaşılmasın, TRT 6'de çalışan Kürtleri suçluyor değilim. Bu benim haddimi aşar.. Ama böyle, milliyetçilik adına başka Kürtlere, Kürt örgütlerine, partilerine küfredenlerin Türk devletinin bir kurumunda çalışmasını da ahlaki bulmuyorum. Aynı şekilde olmayan Kürt milliyetçiliğinden şikayet edenlerin, böyle nadir bulunan bir numuneyi bağrına basmasını da hakeza...

Kürtler adına siyaset yapanların yanlış yaptıklarını, saptamak, eleştirmek hatta yaptıklarını, söylediklerini ahmakça bulmak başka şey, bu siyaset yanlışlarını milliyetçilik diye suçlamak başka şey...

Hele karşılıklı milliyetçilik ithamı, mide bulandırıcı.

Burada durup Türklerin milliyetçiliğinin, ırkçılığının dökümünü yapacak, Ermeni 'dölü'nden girip, Rum 'tohumu'ndan çıkacak değilim. Vicdan ve izan sahibi herkes bu taraftakileri biliyor zaten.

Tek istediğim bu kadar suçlaması yapılıyorsa, Kürt tarafına ilişkin de bir döküm çıkarılsın. İşte şunlar şunlar, şu nedenle milliyetçilik, ırkçılık kapsamına giriyor densin.

Bakın devletin PKK cephesine sürdüğü Yalçın Küçük de, Kürtlerin milliyetçiliği üzerine az kafa yormadı. Yakın tarihten milliyetçilik olarak kullanabileceği bir malzeme bulamamış olmalı ki, Ehmedê Xanî'nin kullandığı bir cümleden medet umdu. Roj TV'de program yapıyordu. Konuğu Abdülmelik Fırat'tı. Yalçın Küçük sözü Mem û Zîn'e getirdi ve neden girişteki önsözün sansürlendiğini sordu. Melik Fırat yasal nedenlerle olabileceğini söylediğinde "yok yok" dedi ve ısrarla bu sansürlenen cümleyi aktarmasını istedi. Fırat da, dönemin şartlarına göre söylenmiş, ama günümüzde milliyetçiliğe davet niteliğine girebilecek bir cümle olduğunu, bu yüzden de sansürlenmiş olabileceğini söyledi ve sansürlenen cümleyi okudu.

Yani bilmem kaç yüz yıl önce söylenmiş ve üstelik günümüzde yine Kürtler tarafından, milliyetçi diye sansürlenmiş bir cümleden, Kürt milliyetçiliğini yaratma gayreti... (Söz buraya gelmişken, Yalçın Küçük'ten ötürü PKK'nin Kürt halkına bir özür borcu var. Hatta bazı Türklerden de... 1996 yılında, Azadiya Welat gazetesi adına Mahir Kaynak'la söyleşi yapmaya gittiğimde ve söyleşi bittikten sonra "Yalçın Küçük'ün kim olduğunu merak ediyorum, bizden görünüp canımıza okuyor ve her nedense onun Emin Çölaşan ve Doğu Perinçek ile aynı kaynaktan beslendiğini düşünüyorum. Sahi, kim bu Yalçın Küçük?" diye sordum, saf bir biçimde tereciye tere satmaya çalışarak... Soruma karşılık ne anlama geldiği belirsiz bir tebessüm elde etmiştim. Ben, hadi büsbütün dışarıdan demeyelim, kenardan bunu görebildiysem, PKK'nin görmemesinin, bilmemesinin imkanı yok...)

Kürtleri milliyetçilikle suçlayanlardan, böyle bir döküm bekliyoruz. Bunu yapan olursa, kendi adıma özür de dileyeceğim...

Sorunlu yaklaşımın birincisini de, bu yazının ikinci bölümüne bırakalım. (RB/TK)




****