Yahudiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yahudiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2021 Pazar

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 4

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 4






                Mooncular "Kitlelerin yoğun ilgisini çeken Futbola da el atmıştı. Seul'de, her girişimin adında yer aldığı gibi, amaç "barış" olarak açıklamıştı. 
10 Temmuz 2003 futbol turnuvasına Fransa'dan Olympique Lyonnais, Güney Afrika'dan Kaizer Chiefs, Almanya'dan TSV 1860 München, ABD'den Los Angeles 
Galaxy, Hollanda'dan PSV Eindhoven, Uruguay'dan Club Nacional de Football ve Güney Ko­re'den de Seongnam Ilhwa takımları katılmıştı. 
Türkiye'den de Beşik­taş Spor Kulübü Futbol Takımı turnuvada yerini almıştı. Birinciye 2 milyon dolar ve ikinciye de 500.000 dolar ödül aktarıldı. 
Bu haber Türkiye'deki bazı gazetelerde kısaca yer aldı. Ama "Moon tarikatı­nın düzenlediği turnuva" sözleri ve Moon örgütlenmesiyle ilgili kısa bilgiler aktarıldı. Bu durumda Din-Kilise-Futbol ilişkisi üzerine akla gelebilecek sorulara yanıt da Zaman gazetesinde çıkmıştı. Fatih Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Ali Murat Yel, kutsallık ile futbol ve din arasındaki ilişkinin teorik temellerini ortaya koyan ilmi(!) bir yazı yayınlamıştı.  
Öğretim üyesinin yazısındaki satırlar yeterince aydınlatıcı ve tarikat-futbol ilişkisini eleştirenlere de ilginç bir yanıttı: İşte Fetullahçı yazarın saptama ve sapıtmaları:
"(..) Futbol da, birçok özelliğinden dolayı “yeni bir dini hareket” olarak görülebilir. "Para-religious-Din gibi" olarak da adlandı­rılan bu hareketlerde dini herhangi bir unsur olmamasına rağ­men pek çok hususta dine benzer özelliklere rastlanılmaktadır.”[16]

İşte Fetullahçıların din anlayışı ve İslam’ı yozlaştırma çabaları!?
1990'lı yıllarda Moon Hazretleri'nin PWPA örgütünün Türkiye etkinlikleri iyice yaygınlaşıyordu. Medeniyetler arası Diyalog, Bediüzzaman Said-i Nursi Konferansları adı altında yapılan toplantılara Amerika'dan gelip konuk olanlar çoğalıyordu. Bu adamlarla ilgili övgülere Aksiyon dergisinde, Zaman gazetesinde bolca rastlanıyordu.
AKP'li ve Fetullah Gülen'ci Belediye Başkanları eliyle, tarihi camiler yıkılarak, kiliseler açılmaya başlanmıştı:
755 yıllık camiyi yıkıp Moon-Presbiteryen müritlerini karşılamaktan utanılmamıştır. Özellikle 2000-2002 yılları arasında dünya mirası, dinlerarası diyalog, 
din inanç turizmi denilerek bizzat hükümet tarafından uygulanan projeyle cemaatsiz kiliseler kurulurken, antik kiliseler de yenilenmiştir. 
Aynı dönem içinde sayısız tarihi cami ise ya yıkıma ter­kedilmiş ya da bilerek ve istenerek yıkılmıştır. Bunun son örneği Türklerin 1211 yılında kurdukları 
Denizli kentinde yaşanmıştır."Denizli'de Türklerin ilk yerleşimde kurdukları ve sayısız deprem­den sonra onarıp açık tuttukları, 755 yıllık Ulu Cami 
ve tarihsel Selçuklu minaresi birbirini izleyen 2 gecede belediye" ekiplerince yıkıldı. Bu yıkımın ardından yedi gün geçmeden yörede devlet eliyle yenilenen 
11 kiliseden biri olan ve yüzlerce yıldır kullanılmayan antik Pamukkale Kilisesi'nin yıkıntıları arasında ayin düzenlenmiştir. Ayini düzenleyen birinci grup 
Amerikan Presbiterian kilisesi mensupla­rıdır. Bu grubun başında Amerikalı papaz Bruce McDovvell ve Pa­paz İlhan Kekinöz bulunmuştur, ikinci 25 kişilik 
grup ise Unification Church bağlılarıdır.[17]

"Ayinciler devlet yöneticilerinden vali yardımcısı Musa Uçar'ı zi­yaret etmişler ve ondan hediyeler almışlardır. "Bizans dönemi kalıntılarıyla Amerikalı papazın ya da Korelilerin ne tür bir dinsel ilişkisi olabilir? Onlar kendi inançlarına uygun ayin yapacak bir yer bulamamışlar mıdır?" gibi ilginç soruların yanıtını verecek bir laik rejime sahip çıkacak bir görevli herhalde vardır.Koreli misyonerler de deprem yıkımından yararlanarak sözde yardım diye yerleştikten sonra, dışı ev, içi kilise inanç merkezleri kurmayı başardılar. Örneğin Yalova yakınlarında, deniz kıyısında ev-kilise kuran misyonerler, üşenmeyip deprem bölgesini gezip topladıkları çocukları kiliselere ziyarete götürerek beyinlerini yıkamaktadır.
Uluslararası örgütlenmeyi gerçekleştiren Moon Mason Tarikatı Amerika'nın desteği ile “dünya egemenliği ardında koşan devletlerin örtülü operasyon ilkelerini çağrıştıran” önemli bir açıklama yayınlamıştı:
"Zamanı geldiğinde, dünyayı yönetmek için otomatik (olarak işleyen) bir teokratik düzene sahip olmalıyız. Siyaseti dinden ayıramayız. Hülyamda, bir evrensel siyasi parti var; bu parti tüm ülkeleri de içine almalıdır. Bir kolumuzla dini dünyayı, öteki kolumuzla da siyasi dünyayı kucaklayabiliriz.” Evet, bu sözler Siyonist sermayenin küresel hâkimiyet hedefini yansıtıyordu.Bunları söyleyen kişinin liderliğini yaptığı cemaat, yüzlerce şirke­te, vakıflara, okullara, üniversiteye, yayın evlerine, gazetelere, Dini-İlmi örgütlere, hoşgörü kuruluşlarına, vb. sahipti ve gençliğe büyük önem veriyordu. Onları örgütlüyor beyinlerindeki tüm inançları silip kendi safsatalarını yerleştiriyor ve yalnız cemaat içinde ve lideri için kapalı devre yaşamayı öğretiyordu. Politikacı­lar, yazarlar, sanatçılar, bilim adamları, cemaatin çevresinde toplanıyordu. Dünyanın birçok ülkesindekuruluşları olan bu cemaatin, kaynağı merak edilen parasının büyüklüğü hesap edilemiyordu. Söz konusu cemaatin lideri Amerika'da bulunuyordu. Cemaatin li­derine "hazret-üstad" deniyor, ama o bir "Hoca Efendi" değildi. O Reverand (Hazret) Sung Myung (Moon) ve cemaatinin adı ise; Dünya Hıristiyanlığını Birleştirmek İçin Kutsal Ruh Cemiyeti, kısaca Unification Church (UC, Birleştirme Kilisesi) oluyordu.Moon'un, Kore istihbarat servisi K-CIA ile başladığı ve Amerika'daki Siyonist Yahudi stratejistlerin desteği ile parlayıp şöhret kazandığı bu şeytan tarikatında, Japonya'nın ilginç iş adamları, ABD politikacıları, ABD başkanları, Yahudiler Güney Amerikalılar, Katolikler, Protestanlar, Müslümanlar bulunuyordu. Moon'a göre dünyadaki kötülüklerin kökeninde "Adem"baba ile "Havva" ananın işledikleri günah yatıyordu. Bu yasak ilişkiden doğan çocuğun kanı da işte bu yüzden kirleniyordu. O nedenle insanlığın kurtuluşu ancak ve ancak, kanının temizlen­mesine bağlı bulunuyordu. Temizleyici kan ise; dönemin gerçek anababası yani Moon ve Moon'un karısının damarlarında akıyordu. Artık asıl olan Adem ile Havva değil, kendilerini "true-parents" yani "gerçek ana-baba" olarak ilan eden Moon ve eşi sayılıyordu.Yeni ve temiz ana-babaların yetiştirilmesi, kurtuluşun en temel koşuluydu. Temiz ana-babalar ise ancak kutsal nikâh törenlerle birleşebiliyordu. "True-Parents days (günlerinde) Sung Myung Moon 'Hazretleri' binlerce yeni çifti kutsuyor ya da evli olanları yeniden nikâhlayarak toplu düğün düzenliyordu. Nikâhları kutsanan çiftler, Moon'un kanını temsilen birer kadeh şarap içiyordu. Böylece Adem ve Havva'nın şeytanla işbirliği yaparak kirlettikleri insan kanı da temizlenmiş oluyordu.
Moon'un gençlik örgütünün eski yöneticisinin gönderdiği mektuptaki şu bilgi bu işlerin, yalnızca kilise çevresini geliş­tirmek üzere, siyasal-bilimsel toplantılar düzenlenmesini aştığını gösteriyordu. Mektuptan okuyalım:
"... Dünkü New York Post (16 Aralık 1999) Moon'un 13 Şubat kitlesel düğün törenlerine (giriş) ücretinin 100 dolar olduğunu yazıyordu ama haberde bir eksilik vardı. Gerçekte evlenen çiftlerin binlerle ifade edilen dolarlar ödeme zorunluluğundan söz edilmiyordu."
Moon'un Mesihliğinin nedeni ise şöyle belirtiliyordu: Moon'a göre Hz. İsa politik becerisi bulunmadığından, Hıristiyanlığı ve insanlığı kurtarmayı başaramıyordu. Bu nedenle Moon kendini Mesih olarak ilan ediyordu. Sorgusuz bağlanılacak her şeyh-dede-şef örgütünde olduğu gibi, eleman devşirilme işi, hem Moonculukta, hem Fetullaçılıkta beyin yıkama esasına dayanıyordu.
İnsanlığı kurtaracak bir 'Mesih' olarak, ortaya çıkan Moon'a kimse sahte peygamber diyemiyordu. Bu örgütle Fetullah Gülen'in yapılanma modeli oldukça benzeşiyordu. Her ne kadar iki örgütün yükselmeye başlamaları Amerika'nın başlattığı, 1950'lerin komünizmle mücade­le örgütlenmesine dayanıyorsa da, Moon Hazretleri, Amerika'ya uzaktan yaslanacağına, kendisini ABD'ye atmış ve kırk yıldan bu yana işin ana müteahhitliğine soyunmuş bulunuyordu. Fetullah Gülen ise: kırk yılın ardından farkına varmış ki; "Güç neredeyse orada olunmalıdır" der gibi, o da Amerika'ya taşınıyordu. ABD federal devlet yönetimiyle içli dışlı olmayı başaran Moon, her geçen yılın ardından kutsallığının en üst noktasına ulaşıyordu. Her yıl 10-15 Şubat arasında "Gerçek Ana-Baba"nın doğum günleri büyük gösterilerle ve ayinlerle kutlanıyordu. Tıpkı Peygamberlerin do­ğum günlerinin kutlandığı gibi. Bu arada, onun otellerinde intihar ölümleri de sıklaşıyordu. İki yıl önce kendi oğlu da aynı otelde intihar ediyordu.
Moon'un, Amerika'da merkezleşmeyi seçmesinin nedenini an­lamak, şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Moon Hazretleri, Yahudi Hahamlarından aldığı talimatları cin gibi anlayıp uyguluyordu, dünya­nın değişik ülkelerine Hristiyanlık Kilisesi olarak gitmenin olanaksız­lığını görmüş ve her dinden, her milliyetten insanlarla ilişki kurmak üzere entel örgütleri oluşturmuştu. Bilim adamları, barış kadınları, dinler arası federasyon, dünya üniversiteleri federasyonları gibi sayısız teşkilat kurmuştu.İşte bunlardan, PWPA (Proffesors World Peace Academy /Profesörler Dünya Barış Akademisi) ile dünyanın dört bucağında toplantılar düzenliyordu. PWPA'nın el atmadığı konu yoktu. "Sovyet­ler yıkıldıktan sonra ne olacak?"tan"Afrika'nın geleceği"ne, "La­tin Amerika'nın borç sorunları"ndan "Ortadoğu'da ticaret ve barış süreci"ne, "İslam’ın sorunlarından" Ermenistan'ın kalkınma yolla­rına dek, akla gelebilecek ne denli konu ya da bölgesel sorun var­sa, hemen hemen tümü için "konferans" ve "sempozyum" adı al­tında, 1973'den bu yana 400'ü aşkın toplantı düzenleniyordu.
Birleştirme Kilisesi Türkiye'ye nasıl sızmıştı?
PWPA'nın Türkiye'deki ilk başkanı ünlü siyasetçi Kasım Gülek oluyordu. 
Onun Koreli Moon'un kilisesince kurulmuş olan bir tarikatı Türkiye'de başkan olarak temsil etmesinin gerekçelerini anlamak zordu, ama onun 
yaşamına kısaca göz atmak bize bazı ipuçları veriyordu.
Kasım Gülek (Adana 1910- Washington 1996) İttihat ve Terakki üyesi Mustafa Rıfat Bey'in ve Tayyibe Gülek'in oğluydu.
 
GS Li­sesi ve Robert Kolej'de, Paris Ecole Science Politiques (1924-28), Columbia University (Dr.l928)'de eğitim görüyordu. ABD'de öğrenciyken 
Chase Manhattan Bank'da çalışıyor. Harvard Üniversitesi’nde iş­letmede "master" yapıyordu. Rockfeller bursuyla Berlin Üniversitesi'nde, 
Cambridge Üniversitesi'nde çalışmalar yürütüyordu. Cambridge rektörünün tavsiyesiyle CHP'ye giriyor, Bilecik Milletvekilliği, Bayındırlık Bakanlığı, 
Ulaştırma Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği görevlerinde bulunuyordu.1958 yılında Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanı (1957-1959) Albay J. J. Fens, 
Menderes hükümetinden Türk heyetinin bildi­rilmesini istiyordu. CHP'den Nüvit Yetkin seçiliyor, ama harekete geçen CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, 
Colonel (Albay) Fens'e mektup yazarak Nüvit Yetkin yerine kendisinin çağrılmasını öneriyordu. Konu Za­fer Gazetesi'nde manşet oluyordu. Kasım Gülek, 
İnönü'ye böyle bir mektup yazmadığını söylüyor, ama bir gün sonra, gazete mektubun kopya­sını yayınlayınca, İsmet İnönü, Kasım Gülek'e 
güvenemeyeceğini bildirerek, görevden ayrılmasını rica ediyordu. İnönü'nün 1950'den 1957'ye, dek görevde tuttuğu Kasım Gülek ile çalışma 
arzusu O'nun yabancılarla kurduğu sıkı dostluklarından ileri geliyordu.
Kasım Gülek, Kore Birleşmiş Milletler Komisyonu Başkanlığı (1950-1953) Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığı (1968-1969), NATO Parlamenterler 
Konferansı Başkan Yardımcılığı ve Kontenjan Senatörlüğü de yapıyordu. Kasım Gülek'in yaşamında en ilginç teklif Gene­ral McArthur'dan geliyor. 
Gülek'ten ABD'de kalarak senatör olmasını istiyordu!? 1980'li yıllarda Sung Myung Moon'un Türkiye ilişkilerini yürüten Kasım Gülek, Unification Church'ü 
güçlendirmek için büyük çaba gösteriyordu. Örgütü, ABD Büyükelçisi Şükrü Elekdağ'a "empoze" et­meye çalışıyordu. Kasım Gülek bu arada 
Fetullah Gülen'le dostluğu ilerletiyor ve onu ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştır­ıyordu. Kasım Gülek, yaşlılık yıllarında yeniden CHP 
ile ilişki kuruyordu.

Kasım Gülek'in baldızı Aylin Radomisli, uzun yıllar ABD'de yaşıyor; Amerikan ordusuna katılıyor. Asya'da elçilik görevine atanacağı söylenirken, 
19 Ocak 1995'de evinin bahçesindeölü bulunuyordu. Ölümün nedeni araba kazası olarak kayıtlara geçiriliyordu. Aylin Radomisli'nin Türkiye'den 
ilginç konukları oluyordu. Yakın arkada­şı Aylin Gönensay (Eski Dışişleri ve Devlet Bakanlarından Emre Gönensay'ın eşi) bunlardan biriyle tanışmıştı. 
Bu adam Zaman gazetesinin ihtiyaçları için Amerika'daydı…Kasım Gülek'in kızı Tayyibe Gülek, Teyzesi Aylin Rodomisli ile ABD'de yaşadı. Harvard'ı bitirdikten sonra, Türkiye iktisadını pek ama pekiyi yönetenlerin yuvası London School of Economics'te yüksek lisans yaptı. Türkiye'ye dönünce engin deneyimlerine güven duyularak Ecevit tarafından Başbakanlık Danışmanlığına atandı. Türkiye'nin Bakû-Ceyhan Boru Hattı Sekreterliğini yürütürken, Ecevit'lerin kontenjanından Adana Milletvekili (1999) olarak TBMM'ye taşındı. Ecevit onu ABD gezilerinde hep yanında bulundurmaktaydı. Tayyibe Gülek Temmuz 2002'de Kıbrıs'tan sorumlu devlet bakan­lığı görevine atanmıştı.

ABD'lilerle 1920'li yıllardan beri içli dışlı olan Kasım Gülek, Moon tarikatı elemanlarının da katıldığı ilk toplantıyı, 1982'de İstanbul'da yapmıştı. Bu toplantılarda Moon'un Ortadoğu Temsilcisi, Thomas Cromwell başta olmak üzere Moon'un örgütle­rinden ve yerlilerden birçok yönetici katılmıştı. Toplantıların ko­nuları da kafa karıştırıcıydı: 21. Yüzyıl Eğitimi ve Türk Yunan İlişkileri! 

Bu toplantılara katılan Türk büyükleri de ilginç insanlardı:  Emre Gönensay, Sabahattin Zaim, Erkek Akurgal, İlahiyat Fakültelerinin dekanları, sanatçılar, ünlü Belediye Başkanlarından Gülay Atığ, Semra Özal… Diğer uluslararası toplantılara katılanlar arasında, De­niz Baykal, Hayri Erdoğan Alkin, Handan Kepir gibi ta­nınmışlar da vardı.

Moon'un PWPA toplantılarında en sık görülen İlahiyatçıların başında Salih Tuğ gibi İlahiyat Fakültesi dekanları geliyordu. İlim Yayma Cemiyeti üyelerinden ve Aydınlar Ocağı eski başkanlarından Salih Tuğ 1997'de Kanal 7 televizyonunda Fehmi Koru ile programa çıkıyor ve Moon'un Church hareketini öve öve bitiremiyordu. Bu toplantılara katılmış olan Yaşar Nuri Öztürk, Moon'un İlahiyatçılara 45 gün süren Amerika gezisi ayarladığını söylüyordu. Anlaşılıyor ki, (Birleştirme Kilisesi), Hıristiyan ya da Müslüman ayırt etmiyor, önüne geleni birleştiriyordu. Fetullah Gülen’den, Dolandırıcı Bayan Belediye Başkanını, Cumhurbaşkanı'nın hanımından Devlet Bakanlarını ve daha nice etkili ve etiketli adamı yan yana getirebiliyordu. Bu ayrı bir kitap dolduracak kadar geniş bir konuydu. Moon'un Türkiyeli Masonlar ve tarikatlarla ilişkileri hep gizli tutuluyordu ve Fetullah Gülen’in Kasım Gülek’in cenazesindeki üzüntüsü şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Şimdilik, Unification Church'ün yayınlarına gö­re toplantıları kısa bir listede toparlamak yararlı olabilirdi:

1982 Roma: Kasım Gülek,
1982 İstanbul Hazırlık Toplantısı: Bu toplantıyı Moon'un sağ kolu Chung Hwan Kwak yönetiyor ve Kasım-Nilüfer Gülek Türkiye düzenlemesini yapıyorlar.
1984 Roma: Hayri Erdoğan Alkin (Konferans Başkanı olarak), Prof. Sabahattin Zaim.
1986 İstanbul Hilton: "21. Yüzyılda Eğitim" Kasım Gülek, Sabahattin Zaim. PWPA' nın ABD başkanı Nicholas Kitrie ve Yu­nanistan'dan Evanghelos Moutsopoulos da katılıyor.
1986 İstanbul Hilton:  "Türk-Yunan İlişkileri" Sabahattin Zaim, Ekrem Akurgal, Emre Gönensay (Sonra başbakan Danışmanı, T.C Dışişleri Bakanı, Nilüfer Gülek'in kardeşi Aylin Radomisli'nin Amerika'dan yakın dostu), Kasım Gülek.
1987 Chicago: Kasım Gülek.
1988 Londra: Prof. Handan Kepir Sinangil (Robert kolej /Bosphorus. Un).
1991 İstanbul: President Oteli.
1994 İstanbul: The Marmara Oteli.
1996 İstanbul: (1-14 Haziran).

Öteki katılımcılar: Deniz Baykal, Işılay Saygın, Mehmet Aydın (9 Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Dekanı, Abant toplantıları yöneticisi, (18 Kasım 2002 AKP) Abdullah Gül ve Recep Erdoğan Hükümeti Devlet Bakanı), Sabri Orman, Ali Şafak E. Ruhi Fığlalı, Gülay Atığ (Aslıtürk), Semra Özal, Nilüfer Narlı, Nevzat Yalçıntaş, Lütfü Doğan, Osman Zümrüt, Şerafettin Gölcük, Salih Tuğ, Fehmi Koru, Barış Manço, Ayseli Gürsoy.

ABD'den İstanbul toplantılarına katılanlar arasında Moon'un has adamları Richard Rubinstein, Nicholas Kittrie'nin yanı sıra Yunanistan'dan, Ürdün'den, Mısır'dan, Kore'den gelenler vardı.Kasım Gülek'in, ölümü üzerine, PWPA'nın Türkiye başkanlığını Dr. Hayri Erdoğan Alkin üstlendi. Hayri Erdoğan Alkin, eski adıyla Robert Kolej devamıyla Bosphorus University'de profesörlüğünün yanı sıra Türk Ekonomi Bankası (TEB) yönetim kurulu üyeliği yapmaktaydı. Alkin, aynı zamanda NED'den büyük parasal des­tek alan ve Türk Dışişleri politikasını yönlendirmeye çalışan TESEV'in de danışmanıydı.Hayri Erdoğan Alkin, Moon'un kurduğu PWPA'nın yayınlarına yansıyan bilgiye göre, PWPA'nın Avrupa toplantılarına katılmıştır. Yine Boğaziçi Üniversitesi'nden Handan Kepir Sinangil de, Avrupa toplantılarına katılmıştır. Anımsanacağı gibi, Hayri Erdoğan Alkin'in oğlu ARI Derneği kurucuları arasında yer almıştır.

Moon'un 1000'i aşkın kuruluşlarından en ilginci olan Global image Association bir zaman­lar Türkiye'nin "lobi" işlerini yapmıştır. Ve milyonlarca dolar karşılığı ülkemizi dünyaya tanıtmıştır.

"Moon"culuk ve "Mason"lukla Atatürkçülük uyuşmazdı!

1919 Haziran'ın da Anadolu’nun doğusunda bir Ermeni devleti kurulmasını sağlayamayan ABD, Gümrü Anlaşmasıyla Türkiye'nin doğu sınırlarının da güvence altına alınması ve Sakarya boyunca Yunan saldırısının da püskürtülmesi üzerine, İstiklal Savaşı'nın Ankara'daki Milli Yönetim'in lehinde sonuçlanacağını hesap etmiş ol­malı ki, İngilizlerin silahlı istilâ planlarına karşılık kaleyi içerden fet­hetmek için sinsice isteklerde bulunmaya başlamıştı. ABD, elbette bu mandacılığın peşini bırakmayacaktı.Nitekim, savaş ortamında yurdumuzun düştüğü zayıflıktan yararlanmak için Öksüzler Yurdu ve örnek çiftlikler kurarak, ABD Anadolu'da yerleşmek istemiş ve bu isteği Ankara'ya iletmişti. Meclis Başkanı Mustafa Kemal, hemen İçişleri Bakanlığı'na bir muhtıra yollayarak uyarıda bulunmuştu. Bu muhtırayı dikkatle okuyalım:

İşte Atatürk’ün uyarıları:

“Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ülkenin bayındırlaşma­sına, öksüzlerin rahatlamasına, genel sağlık ve ekonomimizin düzeltilmesine yönelik girişim ve çalışmaları teşekkürle kabul eder.
Ancak, bu konuda gerek uzak, gerek pek yakın geçmişte, bize oldukça pahalıya patlayan deneyimlere dayanarak bir takım kaygılarımızı açıklama gereği vardır.
Şimdiye kadar ülkemizde ekonomik amaçlarla, politik ve bilim­sel çalışma  (yapan)  kurumlar ve yabancılar özellikle aşağıdaki amaçları izlemişlerdir:

1- Ülkemizdeki çalışmalarından korkunç bir ekonomik ve politik kazanç sağlamak.  Bizim için en zararlı olanı bunlardır.
2- Bir bölgede elde edecekleri ekonomik yetkiye (imtiyaza) da­yanarak o bölgenin sahibi olmaya çalışmak.
Bu gibilerin ülkemizde bir daha çalışmalarına kesinlikle izin ve­rilmemesi kararlaştırılmıştır. Böyle yapmakla yalnız kendimize değil, bütün insanlığa olabildiğince büyük hizmet ettiğimize ina­nıyoruz. Dolayısıyla Genel Savaşı (Birinci Dünya Savaşı)nı çıkaranlar, bu gibi amaçları izleyen paralı gruplar ve onlara alet olan politikacılardır.
3- Ekonomik amaçla,  bilim ve insanlık (yararı) görüntüsü ile yurdumuza gelip, ilerde istila (işgal) hazırlamak için, etnik top­lulukları gerek hükümete, gerek birbirlerine karşı kışkırtmak. Bu gibiler hem 1. Dünya Savaşının hem ülkemizdeki korkunç katliamların düzenleyicileridir.
4- Yurdumuzda, yalnız bilim ve insanlık amaçları ile çalışmakla birlikte, ruhlarında bulunan Hıristiyanlık duygusu nedeniyle, hemen Hıristiyan azınlıklarla ilişki kurmak ve ister kasıtlı, ister kasıtsız olarak, aralarında azınlıkların da yaşamakta olduğu Müslüman topluluklardan ayrılma isteğini propaganda etmek ve kışkırtmak.

Bu gibilerin gerek Müslümanlara, gerek iyiliğine çalıştıkları(nı ileri sürdükleri) Hıristiyan azınlıklara, aralarında yaşamakta ol­dukları İslâm çoğunluğuna (karşı) baskı yapılmasını aşılamakla, ne denli insanlık dışı bir biçimde çalıştıkları ve bu yüzden mey­dana gelen cinayetlerden sorumlu oldukları ortadadır.
Hükümetlerimiz bu gibilerin de özgürce çalışmalarına izin ver­diğinde Müslüman ve Müslüman olmayan bütün uyruklarına karşı pek ağır bir sorumluluk yükü altına girmiş bulunacaktır.
Buna izin vermek, çocukları yaşayacakları çevreye düşman ya da hiç olmazsa yabancı olarak yetiştirmek ve (çocukları) yaşa­yacakları çevre ile çatışmak zorunda bırakmaktır. Bu ise, gerek o çocukların, gerek içerisinde yaşayacakları halkın yıkımını hazırlamaktır.

Bunu yasaklamak hükümetin görevidir.Bundan dolayıdır ki,  Amerikalılarca örnek çiftlik vb kurumlar kurup,  buralarda kendi uyruğumuzdan olan binlerce çocuğun Türk hükümetine ve ulusuna karşı sevgisiz ve uyumsuz duygu­larla yetişmelerine izin veremeyiz.”[18]

Mustafa Kemal,  muhtırasını,  diplomatik bir dille yapmıştır. Amerikalıların kurmak istedikleri sözde örnek çiftliklerin yönetiminin ve çalışan çocukların eğitiminin Türk hükümetinin atayacağı görevlilerce yürütülmesini, bu gibi yerlerde çalışacak, öksüzler arasında ırk ve mezhep ayrımı gözetilemeyeceğini belirterek, bu şeytanlığa fırsat tanımamıştır. Onun duyarlılıkla ve devlet adamı sorumluluğuyla ayrımcılığa ve karıştırıcılığa gösterdiği bu tepkisinde söz ettiği acı deneyler arasında Osmanlı yönetiminin ve İttihatçı mason hükümetlerin vurdumduymazlıkla izin verdiği Anadolu illerindeki Amerikan konsolosluklarının: Hıristiyan azınlıkları ve özellikle Ermenileri eğiten misyoner okulları kurmaları, azınlıklara birer ABD pasaportu vererek onları Amerikanlaştırmaları ve misyoner okullarını, manastırları silah deposu haline getirmeleri ve sonunda terör eylemleri ve devlete isyan girişimleri bulunmaktadır.

Osmanlı'nın son döneminde İttihat Terakki’cilerin de desteği ile yabancıların işlettiği okul sayısı, 98'dir. Bu işi yalnızca savaş öncesi durumun bir özelliği olarak göstermek de yanıltmanın bir parçasıdır. Mustafa Kemal'in Amerikan okullarının yıkıcı etkisini bilmemesi düşünülemez. Amerikalıla­rın Talaş Koleji'nde 1880 yılı ders programında, Ermenice ve Rum­ca Gramer, Osmanlıca İncil, Hıristiyanlara göre tarih derslerinin ya­nı sıra Amerikalıların 3 ayrı yerdeki matbaada, Ermenice, Rumca, Bulgarca, İtalyanca, Ladion (İspanyol Yahudi dili) dillerinde, kitap yayınladıkları bilinmektedir.Mustafa Kemal, kültürel işgalin sonuçlarını iyi değerlendirmektedir. Sözde öksüzler yurdu kurma gibi insancıl girişimin altındaki azınlık örgütleme plânının yattığını elbette biliyordu. 1922 yılı başında, ülke işgal altındayken ve en zor koşullarda yaşanırken yazıl­mış olan bu muhtıradaki değerlendirmeye "komplo teorisi" diyebi­lecek bir kişi olabilir mi?Buna "komplo uydurması" diyenler, Reagan'ın 1982'de koyduğu adla "demokrasi projesi"nin Yugoslavya'da, Çekoslovakya'da, Bal­kanlarda, Asya'da, Afrika'da, Orta ve Güney Amerika'da, Irak'ta, Venezuela'da yol açtığı sonuçlarını unutsa da, bunların Türkiye'deki etnik ve dinsel kışkırtmalarını Lozan'ın yeniden gözden geçirilmesi dayatmalarını yok sayması mümkün değildir.

Mustafa Kemal'in, 27 Aralık 1919'da yabancılarla yatıp kalkan­lara verdiği şu yanıtı okuyunca; Bugün Atatürkçü geçinen ABD uşaklarına ve AB aşıklarına şaşmamak imkansızdır!

Şimdi bir kez daha Mustafa Kemal'i dinleyelim:

“Tekrar ediyorum, aleyhimizde ileri sürülen değerlendirmeler yanlıştır. Bu gerçek, (hem) tarih, (hem de) mantık açısından sa­bittir. Bu hususu, yalnız Batı'ya değil, hatta vatandaşlarımıza da, ehemmiyetli bir surette ihtar etmek gereğini duyuyorum. Çünkü ender de olsa, üzülerek işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya milli duygudan yoksun kalmış olan bazı kişiler, yabancıların, aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikleri gibi, vatanını ve milletini kusurlu göstermekten de çekinmiyorlar. Bugün bile, sultani mektebinin salonlarını aley­himizde konferans verdirmek için yabancılara açanlar var. Bu gibilere lanet olsun!"
Şimdi bize şöyle sorulup sataşılmaktadır:

“O kadar din düşmanı varken, niçin dindar kişilerle uğraşıyorsunuz?”
Çünkü din tahribatı iki türlü yapılmaktadır:
1- Açıkça saldırmak, taarruza kalkışmak ve yasaklamak,
2- İslam’ın özünü boşaltmak, ılımlaştırıp zalim ve kâfir dünya düzenine uyumlaştırmaktır.

Birincisi inkârcıların, zorbaların ve barbar batılıların âdetidir. İşte Çanakkale, Irak ve Filistin bunun örnekleridir.İkincisi dindar ve İslam’a hizmetkâr kılıklı münafıkların, makam ve menfaat karşılığı dış güçlere kiralık marazlıların yöntemidir. Ve maalesef münafıkların tahribatı kâfirlerinkinden daha etkili ve tehlikelidir. Bizim derdimiz, eğer birileri, bilmeden dinimize ve devletimize karşı hazırlanmış tuzaklara takılmışsa veya bilerek şöhret, servet ve etiket karşılığı dış güçlere satılmışsa, bunların tahribatlarına dikkat çekmek, milli birlik ve dirliğimize yönelik hain girişimlere fırsat vermemektir. Yoksa belgesiz ve bilgisizce kimseyi suçlamak değildir.

Kur’an’a göre münafıklar:

“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri (ve İslam düşmanı kitap ehlini) veliler (dost ve müttefikler) edinirler. Bu (ahmak ve kaypaklar) izzeti (şeref ve desteği) onların yanında aramaya yeltenirler.” (Nisa: 139)
Münafıklar “Hz. Muhammet’e (A.S.) ve ondan önce indirilenlere gerçekten inandıklarını öne sürdükleri halde, (İslam’ın adalet hükümlerinin hâkimiyetini değil) TAĞUTİ GÜÇLERİN (zalim ve hain merkezlerin) hükmü altına girmeyi istemektedirler.” (Bak. Nisa: 60-61)

Ve Kur’an’ı Kerim bizlere sadece saldırgan kâfirlerle değil, aynı zamanda sinsi ve tahripçi münafıklarla da mücahade ve mücadele etmemizi emretmektedir:
“Ey Nebiy!  Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran..” (Tevbe: 73)
“Bu nedenle sen (tebliğle) emrolunduğun şeyi (onları çatlatırcasına) açığa vur ve müşriklere aldırış etme.” ( Hicr: 94)
“Ki:
Böylece helak olacak kişi (uyarılmadım, anlamadım gibi bir mazerete sığınmasın diye) apaçık bir bilgi ve delilden sonra helake uğrasın; (manen ve imanen) diri kalacak kişi de apaçık bir delil ve bilgiyle hayatta kalsın (dünyada izzete, ahirette cennete ulaşsın)…” (Enfal: 42)

ABD ve AB Normlarına Göre Ayet ve Hadis Ayıklama Sapkınlığı!

Şu iki şey on dört asırlık İslam tarihinde benzeri görülmemiş bir hıyanet ve bid’attir: Birincisi Kur’an’ı AB standartlarına ve küfür ideolojilerine uydurmak için bile bile yanlış yorumlayıp anlamını saptırmak. İkincisi Resulullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) sahih hadislerini AB normlarına, Feminizm ideolojisine ve Darwinist laikçilik ilkelerine göre ayıklamak.
Kur’an’ı AB normlarına göre yorumlamak, cihat ve şeriat ayetlerini çıkarmak ve sahih hadisleri yine bu normlara göre ayıklamak, küfre kadar varabilecek bir sapkınlıktır.

Her uyanık Müslüman bilir ki:

1- Allah katında hak, geçerli, makbul din İslam’dır. Başka hak ve hanif din yoktur.
2- Kur’an’da “Kısasta sizin için hayat vardır” buyrulmaktadır.
3- Zina haramdır, büyük günahtır ve muhsan olanlar için cezası ağırdır.
4- Faiz ve riba haramdır. Kur’an faizciler için “onlar Allah’a ve Resulü’ne savaş açmışlardır” buyurmaktadır.
5- İslam’da ailenin reisi erkek, sorumluluk makamında “kavvam”dır.
6- İslam’da dini ve dünyevi, maddi ve manevi ayrımı yapmak, Kur’an’ın bazı hükümlerini alıp, bir kısmını gereksiz görüp bırakmak şirk sayılmıştır. Din hükümleri bir bütündür ve dinî olsun, dünyevi olsun bütün konuları ve meseleleri kapsamaktadır.
7- İslam dini hiçbir ideolojiye göre yorumlanamaz, kısıtlanamaz, çarpıtılamaz, tahrife kalkışanlar münafıktır.
8- Feminizm, birtakım hüküm ve prensipleri İslam’a uymayan sapık bir ideolojidir, İslam’la bağdaşması imkânsızdır.

Hiç şüphe ve tereddüt yoktur ki, AB normlarının, M. Kemal'in ölümünden sonra çıkartılmış Kemalizm’in ve Feminizmin İslam’a aykırı olan, İslam’a ters düşen bütün hükümleri ve ilkeleri bâtıldır, yanlıştır.

Resul-i Ekrem Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) hadîslerini AB normlarına, Feminizme, Kemalizm’e, din düşmanlığı şeklinde uygulanan laikliğe ve BOP’a göre ayıklamak ve yorumlamak küfürdür, zındıklıktır.

Tekrar ediyorum: Böyle korkunç bir bid'at on dört yüz yıllık İslam tarihinde yapılmamıştır. Birtakım bozuk ilahiyatçılar Ehl-i Sünnet Müslümanlığına cephe almışlardır. Onlar mezhepleri ve fıkhı inkâr edip reformculuğu savunmaktadır. Elbette hadîs tasnifi yapılabilir ama bu hizmete ancak ehil ve emin muhaddisler, ulema ve fukaha layıktır.

Birtakım derin güçler ülkemizde Ehl-i Sünnet dışı “Ilımlı İslam” yeni bir din türetmeye çalışmaktalar. Kur'an’ı kendi hevalarıyla yorumlayarak, hadîsleri ayıklayarak, fıkhı ve Ehl-i Sünneti horlayarak Siyonistlerin, Haçlı emperyalistlerin, Masonik kesimlerin, Kemalistlerin, AB'nin, Feministlerin, istediği gibi Şeriatsiz laik bir İslam uydurulmaya; Müslümanları müsalli Müslüman olmaktan çıkartıp musallâ Müslümanı haline sokmaya uğraşmaktadır.”

İslam’ın bütün doğal kurumları, sosyal ve orijinal kurallarıyla uygulanmasına: “Siyasal İslamcılık”, “Kökten Dinci aşırılık” gibi uyduruk kavramlarla karşı çıkan Batılıların ve yerli masonların, ILIMLI İSLAM SAFSATASINA ve emperyalizmin hizmetçisi din istismarcılarına açıkça sahip çıkmaları, aslında her şeyi ortaya koymaktaydı ve artık Müslümanların uyanmaları ve bu oyunları bozmaları lazımdı.
Asla unutmayalım ki:
“Onlar ağızlarıyla (üfürük cinsinden lafları ve yazılarıyla) Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. 
Oysa Allah kâfirler kıcık alsa da kendi nurunu tamamlayacaktır. Elçilerini hidayet (rehberi Mehdiyet görevi) ile gönderen odur. Öyle ki, müşrikler kerih görse (ve asla arzu etmese) de Allah dinini bütün (Batıl) dinler üzerine üstün ve hâkim kılacaktır.” (Saff: 8-9)

ŞİİR

İbni Selül biter mi, İbni Sebe yaşıyor
Münafık tanımaya, ilmü hidayet gerek!
“Ilımlı İslam” diye, sinsi virüs taşıyor
Gerçeği konuşmaya, dinü dirayet gerek!
  
Siyonizm’in zulmüne, fetva veren pirini
Yahudi Hıristiyan, desteklerse birini
Fırat yüz sene aksa, temizlemez kirini
Deccalizmi yıkmaya, avnü inayet gerek!
  
Doğruyu arayana, Mevla medet buyurur
Hâşâ mahrum bırakmaz, Hak nidasın duyurur
Derdi dünya olanı, “din satarak” doyurur
Gerçeği gizleyene, ilahi lanet gerek! (Bak. Bakara: 159)

DİPNOTLAR;

  
[1] Graham Fuller / Siyasal İslam'ın geleceği / Sh:220-223 / Timaş Yayınları
[2] Graham Fuller / Siyasal İslam'ın geleceği / Sh:214 / Timaş Yayınları
[3] Prizma.2 / Sh:12-13
[4] Asrın Getirdiği Tereddütler / T.O.V yayınları / Sh. 200 ve 4. Sayfa
[5] Nevval Sevindi / A.g.y - Sh:39
[6] Prof. Alpaslan Işıklı / Sh:85
[7] Fetullah Gülen / F.F / C:2 / Sh:212
[8] Nevval Sevindi / A.g.y. Sh.39
[9] M. Emin Değer / Bir Cumhuriyet Düşmanı / Sh:283
[10] Fetullah gülen / Papa'ya Mektup / 09 Şubat 1998
[11] Akşam / Güler Kömürcü / 24 Eylül 2004
[12] Milliyet / 02 Eylül 1997
[13] Sivil Örümceğin Ağında / Mustafa yıldırım / 3. Baskı / Sh: 520
[14] Sivil Örümceğin Ağında / Mustafa yıldırım / 3. Baskı / Sh: 512-523
[15] Yankı / Ağustos Sh:30
[16] Zaman / 09 07 2003
[17] "Pamukkale'de sabah ayini" / Gündem (Denizli) / 24 Haziran 2002
[18] Mustafa Kemal'in el yazması ile Muhtıra/Belge no: 1125 / ADP: Cilt 1, Sh:384; Mustafa Onar, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları II, T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi, Ankara 1995
- Bak: Sivil Örümceğin Ağında / Mustafa Yıldırım / Sh:564-568 / 3. Basım


***

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 1

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 1



Fetullah Gülen,Tuncay Güney,Cem Karaca,Dedeman Otel,Moon Tarikatı, Kasım Gülek, Siyonist, Yahudiler,Çevik Bir, Hikmet Çetin, İsmail Cem, Mesut Yılmaz,

01 Kasım 2004 
Yazar Milli Çözüm Dergisi 




29 Haziran 1994 Dedeman Otel. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın açılış gecesi.
1. Eski CHP Genel Sekreteri ve Moon Tarikatı temsilcisi Kasım Gülek.
2. Fetullah Gülen
3. Şimdi Kanada’da Haham Yardımcılığı yapan Tuncay Güney
4. Şarkıcı Cem Karaca

Giriş:

Siyonist Yahudilerin etkin kuruluşlarından ADL (Anti-Defamation League) Yahudi aleyhtarlığı ile mücadele birliği anlamı taşıyordu. 1913 yılında New York’ta kurulan, Abraham Foxman’ın başkan olduğu bu dernek, Siyonizm’e hizmet ediyor ve hizmetçi yetiştiriyordu. Derneğin kuruluş gayesi olarak, “Yahudi toplumuna karşı yapılan karalamaları önlemek, Siyonizm aleyhindeki iddialara itiraz etmek ve gerekiyorsa karalama eylemlerini kanun önüne getirmektir” deniyordu. (Not; Yahudiler, haklar, karalamalar derken aklımıza hep 2. Dünya savaşı ve Naziler geliyordu. Hâlbuki tarih 1913 ve böyle bir dernek Yahudilere yapılan karalamaları engellemek için kuruluyordu. Acaba Yahudiler gittikleri her yerde ne haltlar karıştırıyordu ki, devamlı karalamaya muhatap olunuyordu?) ADL Kurumunun özelliklerinden biri de “İnançlar arası diyalog kampı oluşturmak” olduğu belirtiliyordu. ADL, New England Bölgesi Şubesi, Hıristiyan, Musevi ve Müslüman gençleri bir haftalığına birbirlerini tanımaları ve dayanışmaları için “İnançlar Arası Kamp” ismi verilen bir organizasyon düzenliyordu. Bu organizasyon, İbrahim’i inanca mensup genç üyeler arasında iyi ilişkileri geliştirmek fikriyle doğuyordu." Bilindiği gibi Fetullahcılar da aynı şeyleri savunuyordu.
Oysa Cemaatin Gazetesi Zaman, 20 Kasım 1992 günü ADL için şunları yazıyordu:
“İngiliz Farmasonluğu’nun Yahudi kolu olan B’nai B’rith’in etkisi altındaki ADL (Anti-Defamation League) 1913 yılında kurulduğu bilinmektedir. ADL adeta, Amerikan mafyasının halkla ilişkiler bürosu gibidir… Kurdukları “Denizaşırı Yatırımcılar Servisi” adlı şirketle milletlerarası silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, kirli parayı aklama gibi işleri yürütmektedir. İşgal altındaki Filistin topraklarında ve Kudüs’ün Hıristiyan ve Müslüman bölgesinde geniş arazilerin kanunsuz alım satımının ortaya çıkarıldığı emlak skandalı da yine işin içinde ADL’nin varlığını göstermiştir. ADL, Amerika içinde FBI kanallı muhtelif operasyonlarla ilişkisini sürdürmektedir. FBI ise kongre tarafından suçlandığı zaman suçu daima ADL’nin üzerine atıvermektedir…
ADL’nin bilinen cinayetleri şunlardır: 15 Ağustos 1985’te Kafkasyalı Müslüman lider Tscherim Sobzocov, evinin önünde bombalı saldırı sonucu katledilmiştir. Musevi iken Hak din olan İslam’a dönüş yapan Prof. İsmail Raci Faruki ve eşi 1985’in Ramazan’ında sabaha karşı evlerinde bıçaklanarak öldürülmüşlerdir Gandhi ve Palme suikastlarının arkasında da ADL’yi görmekteyiz… ADL, tam mesai ile çalışan gizli istihbarat memurlarının bir kısmını Amerikan Hükümeti Adalet Bakanlığı’na bağlı Özel soruşturmalar Ofisi’nde (OSI), bir kısmını da İsrail otoriteleriyle Tel Aviv’de görevlendirilmiştir… İsrail Devleti kurulduğundan beri ADL, İsrail Gizli Servisi MOSSAD ile hususi ilişkilerini devam ettirmiştir, İsrail mafyasıyla da yakın bağlantılar içindedir ADL Sharon grubu ihtilaflı bölgelerde satın aldıkları evlerde militan Yahudileri yetişmektedir.”
10 Mart 1998’de aynı Zaman Gazetesi Fetullah Gülen’in kitaplarının ADL tarafından bastırılmasını ise şöyle haberleştiriyordu:
“ 3 gündür Türkiye’de bulunan Yahudi Liderler Heyeti, Başbakan Yılmaz, Orgeneral Çevik Bir, TBMM Başkanı Çetin ve Dışişleri Bakanı Cem’den sonra Fetullah Gülen ile görüştü. 55 Yahudi örgütünü temsilen Türkiye’de bulunan 59 kişilik (AYÖBK) Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı Heyeti, Fetullah Gülen’in Türkiye’deki ve yurtdışındaki çabalarını önümüzdeki yüzyılın barış asrı olması açısından önemsediklerini ve söz konusu projeye büyük ilgi duyduklarını belirtmişlerdir. Görüşmede; Gülen’in, ABD’nin en etkili Yahudi Lobisi olan ADL’nin (Anti-Defamation League) teklifiyle hazırladığı hoşgörü ve diyalogla ilgili kitap da gündeme gelmiştir. Gülen, İngilizce olarak hazırlanan kitabı üzerindeki çalışmalarının tamamlanmak üzere olduğunu, bittiğinde insanların hizmetine sunacağını söylemiştir. Kitabın, ADL tarafından basılarak dünyanın dört bir yanında dağıtılacağı belirtilmiştir.”
Şimdi İman, iz’an ve vicdan ehlinin şu sorunun yanıtını vermeleri bekleniyordu:
20 Kasım 1992 tarihli sayısında, ADL’nin çok kirli ve gizli işler çeviren ve cinayetler işleyen bir Siyonist Yahudi örgütü olduğunu yazan ZAMAN GAZETESİ, 10 Mart 1998’de ise aynı ADL örgütünün, Fetullah Gülen’i ziyaret edip sahip çıktıklarını ve kitaplarını İngilizce basıp dağıtacaklarını duyuruyordu!
Acaba, Yahudi ADL örgütü mü, insafa ve İslam’a gelip tövbe ediyordu, yoksa Fetullah Gülen mi karanlık bir mecraya sürükleniyordu?
Bizler, Milli ve Manevi sorumluluk taşıyan basın-yayın mensupları olarak: İslam ve insanlık adına büyük iddialarla ortaya çıkan, kısa zamanda önemli organizasyonlara imza atan; ama Dinimize, devletimize, milletimize, ülkemize ve İslam âlemine yönelik hıyanet projeleriyle malum ve mel’un Siyonist-küresel odaklarla ilişkisi ve işbirliği saptanan bu tür hareket ve şahsiyetlerin gerçek mahiyetini topluma tanıtmak durumundayız. Hiç kimseyi ve hiçbir kesimi peşinen suçlamak, sorgulayıp yargılamak hakkımız değil; ancak kamuoyunun kafasını karıştıran soruları gündeme taşımak, Milli birlik ve dirliğimizi ve manevi değer ve dinamiklerimizi yozlaştırmaya yönelik tahribatlara projektör tutmak ve toplumu aydınlatmak zorundayız. Bu tavrımızın, çeşitli itham ve isnatlar altındaki Cemaatin de hayrına olacağı kanaatini taşımaktayız. Bu amaçla yapılan tespit ve tahlillerin doğru ve doyurucu yanıtlarını, küresel odaklarla-varsa-ilişkilerin hangi hikmet ve mazeretlere dayandığını ve bu girişimlerin İslami ve hukuki kaynaklarını samimiyetle anlatıp toplumu rahatlandırmak yerine; “Niye din düşmanlarını bırakıp hizmet ehliyle uğraşıyorsunuz? Hoca Efendi’nin ve Cemaatin bu çok yararlı ve başarılı gayretlerini kıskanıyorsunuz!..” gibi hamaset, hatta hakaret içerikli yaklaşımlar ve hızını alamayıp her yazımızı ve kitabımızı -hiçbir sonuç alınamadığı halde- devamlı mahkeme kapılarına taşımaları, bunlar yetmiyormuş gibi doğrudan ve dolaylı tehditler yağdırmaları, aslında bütün bunlar bir suçluluk psikolojisini, gizli ve kirli münasebetlerinin deşifre olması endişesini yansıtmaktadır. Kimileri, iktidarlarına, imkânlarına, Amerika’larına ve küresel güç odaklarına güvenip yaslanarak, kendi akıllarınca bizleri ürkütmeye, azmimizi körletmeye ve yolumuzdan döndürmeye uğraşsalar da, sadece Allah’a dayanarak ve O’nun rızasını arayarak, sorumluluklarımızın gereğini yapma ve hakikatleri yazıp toplumu uyarma görevimize kimse engel olamayacaktır.
Fetullah Gülen; Risale-i Nur gibi, ilmi ve imani eserleri okuyup anlamak, çevresine ve cemaatine aktarıp açıklamak üzere giriştiği gayret ve hizmetlerle tanındı ve öne çıktı. İslami ve insani özelliklerle bezenmiş, milli ve manevi değerleri benimsemiş, hayırlı ve yararlı bir gençlik yetiştirme yolunda, yurt ve dershane faaliyetlerini, kurs-burs hizmetlerini giderek yoğunlaştırdı.
1970'lerin ortalarında, Milli Görüş istikametinde hizmet gören Ak-Evler hareketinden koparılarak "AKYAZILI" Vakfı kurdurulan Fetullah Gülen acaba, giderek Bediüzzaman'ın çizgisinden uzaklaşarak masonik merkezlere mi yaklaşmıştı? Dünya'ya hükmeden ve çok gizli ve de kirli işler çeviren Siyonist mahfillerle; Pek karmaşık ve karanlık ilişkiler ağına mı takılmıştı?
Böylece, hiçbir resmi sıfat ve statüsü bulunmayan, yükseköğrenim, hatta orta eğitim bile almayan sade ve samimi bir hoca efendinin değil, bakanların ve başkanların bile erişemediği uluslararası bir protokol pozisyonuyla; Papayla programlara ve politikacılarla pazarlıklara nasıl başlamıştı?
İlk bakışta: Hiçbir ilmi etiketi ve dini temsil yetkisi bulunmadan, şahsi gayret ve marifetiyle (hatta bazılarına göre özel velayet ve kerametiyle) bu denli yaygın bir organizeye ve saygın bir otoriteye eriştiği sanılsa; daha doğrusu malum merkezlerce böyle sunulsa da; yoksa O, "küresel çete"nin ve Siyonist sömürücü sermayenin kullandığı bir maşa mıydı? Fetullah Gülen, kendi inancı, iz’anı ve vicdanî sorumluluklarıyla hareket eden bir hizmet erbabı mıydı, yoksa küresel merkezlere bağımlı bir vitrin elemanı mıydı? Soruları hala yanıtsızdı.
Peki, Amerika'daki Siyonist Yahudi stratejisti ve CIA Ortadoğu şefi ve milyonlarca masum Müslümanın gizli katili Graham E. Fuller, Fetullah Gülen'e niçin sahip çıkmış ve O'nu yere göğe sığdıramamıştı? İşte belgesi:
Graham Fuller kendi kitabında şunları yazıyordu:
“Bu hareket, halen Fetullah Gülen'in liderlik ettiği en geniş ve en etkili kanadın adına izafeten çoğun­lukla Gülen hareketi veya Fetullahçılar (Fetullah takipçileri) olarak bilinmektedir. Nur hareketi yetmiş yıldan fazla bir süredir sahnededir, şu anda Türkiye'deki en geniş organize dini hareket­tir, dünyada da en genişlerinden biridir. Gülen, özellikle hareke­tin enerjisinin büyük bir kısmını, niteliği itibariyle hemen hemen evrenselci ve geniş manevi öğretilere dayalı olarak, “İslam’a modernist bir bakışla yaklaşacak okulların açılması ve çalışma gruplarının kurulması” da dâhil, eğitimle ilgili çabalara yönelt­mektedir. Eğitim üzerindeki bu odaklanma hareketin, bilim ve teknoloji dâhil bütün alanlarda eğitim ve bilginin dinle asla çelişmeyeceği, olsa olsa Allah'ın varlığı inancına ve kâinatın var ediliş amacının anlaşılmasına hizmet edeceği inancını göstermektedir. Hareket toplumda daha yüksek bir manevi bilinç düzeyi oluşturmaya, böylelikle zaman içinde daha aydınlanmış bir yönetime önayak olmaya gayret etmektedir. Klasik Şeriat (İslam’ın muamelat ve adalet esasları), hareketin düşüncesinde merkezi bir rol oynamaz; esasen Şeriat, geniş anlamda, Allah'ın engin muradının yerine getirilebilmesi için yürünecek "yol" (Şeriatın kelime anlamı) olarak anlaşılmaktadır. Nur üyele­ri yerçekimi yasasını bile, örneğin, Şeriatın unsurlarından biri olarak tarif ederler. Hareket İslami metinlerde, onların literal emirleri içinde değil de orijinal uygulamaları çerçevesinde, bugünün yeni çerçeveleri ışığında yorumlanarak anlaşılmasını sağ­lamak üzere, ciddi oranda içtihat (yorum) yoluna başvurur. (Yani İslam’ı çağın şeytani şartlarına uydurur. M.Ç.) Bu anlamda da hareketin görünümü son derece modernisttir. (Yani Fetullahçılar Adil Düzen, İslam Birliği gibi Siyonizm için tehlikeli düşüncelere sahip değildir.)
Fetullahçı Nur hareketi görüşlerinde rasyonalisttir ve çoğulcu bir top­lum içinde Allah'ın yarattıklarının görkemli çok yüzlü düzenini ifade eden bütün öteki dini (hatta dini olmayan) görüşlere karşı hoşgörülü olmaya büyük önem verir. Fetullahçıların Türkiye'de 236 ilk ve ortaokul, özellikle eski Sovyet bloğuna dahil ülkelerde olmak üzere dışarıda 280 okul açmış olduğu, buralarda İngilizce ve Türkçe kaliteli seküler (din dışı) eğitim verildiği bildirilmektedir. 200 dolayında dini vakıf ve 211 ticari şirket bu faaliyetleri finansal olarak desteklemektedir.
Her ne kadar Fetullahçı Nurcuların bir siyasal parti kurma niyetleri yok­sa da, hareketin liderleri anahtar meselelerde nasıl oy kullanmak gerektiği konusunda milyonları bulan takipçilerine bağlayıcı olmayan tavsiyeler iletmektedir. (Yani Siyonistler, milyonları, ağabeyleri vasıtasıyla gütmektedir. M.Ç.) Üyeleri birçok farklı geleneksel Türk siyasi partilerinde, İslamcı partilerde ancak çok hafif olmak üzere temsil edilmişlerdir. Nur hareketinin bütün apolitik niteliğine rağmen, Türkiye'nin radikal laikçileri, özellikle askeri liderler, bu hareketi, sahip olduğunu iddia ettikleri “uzun vadede dini aktivistleri devlete yerleştirmek ve sonunda devleti ele geçirmek” niyeti açısından yıkıcı ve hatta tehlikeli olarak görmek­tedir. Tam da Nurcuların savunduğu şeyden korkuyorlar, in­sanların kalplerini değiştirmek suretiyle toplumun aşağıdan yukarıya tedricen İslamileştirilmesi! (İyi de, TSK mı ABD’nin güdümünden çıkmıştı, yoksa Fetullahçılar mı Yahudi Lobilerine kiralanmıştı? Veya Siyonist zalim Graham Fuller mi Müslümanlaşmıştı da, Türkiye’de İslam’ın gelişmesine böylesine sahip çıkmaktaydı? M.Ç.) Bunun sonucu olarak, Fetullahçı Nurcu­lar düzenli bir şekilde ordudan ve devlet kurumlarından tasfiye edilmekte, hareket ve kurumları taciz edilmekte ve mahkemeler­e gönderilmektedir”[1] diyerek Fetullahçıları açıkça savunuyordu.
Katıksız ve amansız şeriat düşmanı Bülent Ecevit'in bile Fetullah Gülen'e övgüler dizmesinin ve bazı Fetullahçıları partisinden aday gösterip Milletvekili seçtirmesinin arkasında, acaba ne gibi hedefler yatmaktaydı?Milli Görüşten ve Erbakan gerçeğinden uykuları kaçan Bilderberg'ci Ecevit'lerin ve Graham Fuller'lerin Fetullah Gülen'i ve O'nun siyasi temsilcisi AKP'yi böylesine sahiplenmeleri acaba hangi hikmetlere dayanmaktaydı?"Türkiye demokratikleştikçe (Fetullah Gülen'in ve AKP'nin benimsediği ve Amerika'nın desteklediği) ılımlı İslam'ın, Türklerin hayatında daha önemli bir konuma "geri dönmesi" kaçınılmazdı" diyen Graham Fuller böylece ağzındaki baklayı da, kafasındaki şeytanlığı da açığa vurmaktaydı.[2] Yani ılımlı İslam afyonuyla uyuşturulan Türk halkı Amerika’nın gönüllü hizmetkârı yapılacaktı.
CIA Neden Fetullah Gülen’e Destek Sağlamıştı?
ABD’li öğretim üyesi eski FBI danışmanı Paul L. Williams 2010 Nisan’ında Fetullah Gülen hakkında önemli bir makale kaleme aldı. Siyonizm karşıtı olarak tanınan ve yanlış politikalar yüzünden ABD’nin başına bela açtığını savunan Williams’ın makalesinin ardından Fetullah Gülen’in yaşadığı Pennsylvania’da yayın yapan sağcı gazete Pocono Record, Gülen’in kaldığı çiftliğe giderek çiftliğin görüntülerini çekip yayınladı. Görüntüler Türk basınında da yansımıştı.Makaleyi yazan Williams 29 Nisan’da makalesinin ikinci bölümünü yayınladı. Oldukça sert bir dili olan makalede Williams “CIA’nın uzun yıllardır Gülen’i desteklediğini” yazmıştı.
Williams’ın “Evrensel Hilafet Pennsylvania’dan mı Çıktı? CIA Bir İslamcının İhtiyaçlarını mı karşılıyor?” başlıklı yazısına göre: “Dünya üzerindeki en sinsi ve etkili İslamcı’ olarak adlandırılan Fetullah Gülen, CIA eski ajanı Graham Fuller ve Birleşik Devletler Dışişleri mensupları sayesinde daimi oturma izni aldı ve Pennsylvania’daki kalesinde artık ömrünün sonuna kadar rahattı”.
Fetullahçılara CIA’dan finans kaynağı!
Williams yazısının ilginç suçlamalarda bulunduğu için yayınlayamadığımız bölümünde, “CIA’nın bir dönem uyuşturucu kaçakçılığından elde ettiği paralarla Fetullah Gülen’i finansa ettiğini” iddia edecek kadar ağır ifadeler kullanmıştı. Yazar CIA’nın neden Gülen’i desteklediği sorusunu ise; “Gülen bu parayla gelişmekte olan ülkelerin petrol ve doğal gaz rezervlerini kontrol altına alabilmek için Özbekistan, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve yeni kurulan Rus cumhuriyetlerinde radikal medreseler ve cemaatler kurdu” şeklinde yanıtlamıştı.
“Bu hareket Gülen’in Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden kurmak ve evrensel bir hilafet oluşturmak üzere kendisini destekleyen altı milyondan fazla Müslüman yandaş çekecek kadar etkinlik kazandı” diyen yazar, ABD’nin ve Yahudi Lobilerinin cemaati hangi Siyonist amaçlarla desteklediğini de açığa vurmaktaydı.
“CIA, 1999’la birlikte, Gülen’in Orta Asya’da yeni kurulan ülkelerin kontrolünü almak için sağlam bir üs kurmak amacıyla Türkiye’deki laik yönetimi ılımlı İslam’a dönüştürme çabalarını desteklemeye başladı. Türk yetkililer Gülen’in niyetini anlayınca halkı kışkırtma suçlamasıyla tutuklamaya çalıştı. Gülen ülkeden kaçtı ve ‘din görevlisi’ olarak özel bir göçmenlik statüsü edindiği Birleşik Devletler’e taşındı” diyenWilliams, yazısında; “Gülen’in yurt dışından siyasi (AKP) iktidarı yönlendirdiğini söyleyip Fetullah Hocanın müridi olduğunu iddia ettiği üst düzey devlet görevlilerinin ismini açıklamıştı.Williams, Fetullah Gülen Hareketi’ne karşı dünyada artan şüpheyi ve tepkileri ise şuna bağlamıştı: “Bazı ülkeler Gülen tehlikesinin farkına vardılar. Hareketi Rusya ve Özbekistan’da yasaklandı. Hatta çoğulculuğu ve hoşgörüyü benimsemiş bir ülke olan Hollanda bile yakın gelecekte toplumsal düzene tehdit oluşturabileceği gerekçesiyle Gülen medreselerine yardımı kesme kararı aldı.”
ABD’nin Sinsi Hesapları!
Williams yazısında halen CIA’nın neden Gülen’i desteklemeye devam ettiğini ise şöyle yorumlamıştı: “Çünkü Gülen’in İslamcı Yeni Dünya Düzeni rüyası Müslüman dünyanın tamamında destek ve ivme kazanmaya devam ediyor. CIA hâlâ Gülen hareketinin Orta Asya Müslümanlarını birleştirme ve böylelikle bu ülkelerin doğal kaynaklarının kontrolünü Amerika’nın güdümüne verme konusunda başarılı olacağı inancını besliyor. Usama Bin Ladin’in evrensel bir hilafet görüşü artık sadece içi boş bir hayal değil. Bin Ladin’in hayali Fetullahçılık eliyle yumuşatılıp hayata geçiriliyor.”!?
CIA eski ulusal istihbarat konseyi başkan yardımcısı Graham Fuller, Gülen’in daimi oturma izni başvurusu için tavsiye mektubunu işte bu nedenle veriyor. Fuller şu anda düşünce kuruluşu RAND için danışmanlık yapıyor. Kuruluşun diğer danışmanları arasında dışişleri eski bakanları Henry Kissinger ve Condoleeza Rice, savunma eski bakanı Donald Rumsfield, savunma ve enerji eski bakanı James Scheslinger da bulunuyor. Savunma Bakanlığı için analizler yapan sözde “düşünce kuruluşu” RAND, bir CIA hareketi damgasını taşıyor. Fuller geçmişte, diğer radikal İslamcı hareketlere müsaade etmesiyle de tanınıyor. Tebliğ Cemaatini “halka öğütler veren barışçı ve apolitik bir hareket” olarak değerlendiriyor. Şeyh Mübarek Gilani, Tebliğ Cemaati misyoneri olarak 1969 yılında Birleşik Devletler’e getiriliyor. On yıl sonra Cemaat-ül Fukra’yı kurdu ve İslamcı militer yapılanmaları ülkenin her yerine yayılıyor.
Siyonist Yahudi ve CIA şefi Abromowitz’in Katkıları!
Williams yazısında Fetullah Gülen’e referans veren diğer ABD’li isimleri de şöyle eleştiriyor: “Ama Gülen’in başvurusu için sadece Fuller değil Dışişleri eski bakan yardımcısı Marc Grossman ve ABD’nin Türkiye eski büyükelçisi Morton Abramowitz de tavsiye mektubu yazıyor. Onların tavsiye mektuplarının içeriği daha şaşırtıcı ve rahatsızlık uyandırıcı görünüyor” diyenWilliams yazısının sonuna şöyle de bir not düşüyor: “Yazıları takip etmeye devam edin. En kötüsü daha gelmedi.” Ve tabi Cemaatin Williams’ın iddialarını niçin cevapsız bıraktığı da hala anlaşılamamıştı.
Fetullahçılığı şu ayetler ışığında yeniden değerlendirmemiz lazımdı:
“Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek (ve itaat edecek) olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.” (Âl-i İmrân: 100)
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler ve destekçiler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz (artık o da) onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (Mâide: 51)
“Allah'ın kendilerine karşı gazaplandığı bir kavmi veli (dost ve müttefik) edinenleri görmedin mi? Onlar, ne sizdendirler, ne onlardan. Kendileri de (açıkça gerçeği) bildikleri halde, yalan üzere yemin ediyorlar.”
“Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Doğrusu onların yaptıkları ne kötüdür.”
“Onlar, (biz İslam’a hizmet için Yahudi ve Hıristiyanları oyalamaktayız diyerek) yeminlerini bir siper edindiler, böylece (mü’minleri) Allah'ın yolundan alıkoydular. Artık onlar için alçaltıcı bir azap vardır.”
“Ne malları, ne çocukları onlara Allah'a karşı hiçbir şeyle yarar sağlamayacaktır. Onlar, ateşin halkıdır, içinde süresiz kalacaklardır.”
“Onların tümünü Allah'ın dirilteceği gün, sizlere yemin ettikleri gibi O'na da yemin edeceklerdir ve kendilerinin (haklı ve hayırlı) bir şey üzerine olduklarını sanacaklardır. Dikkat edin; gerçekten onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir.” (Mücadele: 14-15-16-17-18)
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsın ki; Allah'a ve elçisine başkaldıran (ve Kur’an’ın adalet nizamına engel olmaya çalışan) kimselerle bir sevgi (dostluk ve dayanışma) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, (zalimleri ve kâfirleri bırakıp sadece Allah’a ve sadık Müslümanlara dayananlar) öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları Kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın (partisi-hizbi) fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.”  (Mücadele: 22)
“Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için, artık o işte kendi isteklerine göre seçme ve tercih hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulü’ne isyan ederse (Ayet ve hadislerin açık hükümlerini çiğner ve kendi keyfince tevil edip tersine çevirirse), artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (Ahzâb: 36)
Not: (Bu ayeti kerimeleri, “siz kafanıza göre çarpıtıp asıl anlamından ve ilahî mesajından saptırmışsınız”, dememeniz için, Zaman yazarı ve Fetullahçı Ali Bulaç’ın mealine de bakılmalıdır.)
Şimdi artık ölçü; kendi mantığımız, saplantımız, ön yargımız, nefsanî rahatımız ve menfaatimiz değil de;
1- Kur’an-ı Kerim’in, yukarıda örneklerini verdiğimiz muhkem (kesin ve net) ayetleri ve Hz. Peygamberimizin Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili sahih hadisleri,
2- Tarihi gerçekler ve günümüzdeki gelişmeler ışığında Avrupa ve Amerika’nın ve bunların oluşturduğu kurumların milletimiz ve İslam ülkeleri aleyhindeki hıyanet ve cinayetleri,
3- Aklı selimin ve vicdani kanaatin terazisinde; AB, ABD ve İsrail’in; imani ve Kur’ani hizmetlere destek verip vermeyecekleri gerçekleri doğrultusunda, iz’an ve insaf ile düşünülüp değerlendirilirse, Fetullah Gülen’e ve AKP’ye Siyonist Yahudilerin ve Hıristiyan emperyalistlerin yardım ve kolaylık sağlamalarının, İslam Dinine hizmet ve hürmet için mi, yoksa laytlaştırıp özünü çürütmek ve Müslümanları kendilerine köleleştirmek üzere hezimet için mi olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Haçlı emperyalistlerle ve Siyonist Yahudilerle sinsi ilişki ve işbirliğini Kur’an nifak alameti saymaktadır.
Bu nedenle; kendimizi, çevremizi, mensubu bulunduğumuz hareket ve şahsiyetleri bu nifak tuzağından korumak için elbette dikkatli olmamız ve birbirimizi uyarmamız şarttır. Hz. Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle; “boynumuzda bir akrep olduğunu hatırlatana, kızmak değil teşekkür etmemiz lazımdır.”
Yok, eğer “Fetullah Gülen ve AKP hükümeti, Haçlı ve Siyonist merkezleri oyalayıp avutarak, İslam’a ve Müslümanlığa hizmet için, onlardan görünüyorlar” diyorsanız, o takdirde, biz mükellef olduğumuz gibi zahire göre hüküm verip, bunların hıyanet girişimlerini tenkit etmemiz, onların da lehine olacaktır. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanları daha rahat kandıracak ve inandırıcı şekilde kullanma imkanları doğacaktır!.. Öyle ise, bunca hırçınlığınızın altında ne yatmaktadır? Kaldı ki, “Amaçlar meşru bile olsa, o amaçlara ulaşmak için gayri meşru araçlara ve yollara başvurulamayacağı” bir (kaide-i külliye) genel İslam kuralıdır. Örneğin hayır işlemek ve Hacca gitmek için haram ve haksız kazanca tevessül edilemeyeceği gibi, dindar ve diplomalı nesil yetiştirmek ve inançlı ekipleri devlet kademesine yerleştirmek bahanesiyle ABD’nin zalim ve emperyalist hedeflerine alet ve hizmetçi olmak da Dinen, aklen, vicdanen ve tarihen yanlıştır, günahtır.
Fetullah Gülen’in talebeleri ve takipçileri arasında ve çok büyük oranda, iyi niyetli, istikametli, ibadet ve hizmet ehli kardeşlerimiz bulunmaktadır. Bizim bir amacımız da propaganda rüzgârlarına kapılmış bu mü’minlerin gerçeği görmelerine yardımcı olmaktır.


***

23 Eylül 2020 Çarşamba

6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir. BÖLÜM 1

6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir. BÖLÜM 1


Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi 

“ 6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir ” 

Gayrimüslim toplumlara yönelik 6-7 Eylül’de yapılanları “ Kolektif bir Şiddet” olarak niteleyen Doç. Dr. Ömer Turan, “‘Biz hep haklıydık’ hatasından  kurtulmalıyız. Çare geçmişte yaşananları açıklıkla konuşmaktır” dedi 

BarışKop@baris_kop 

Cumartesi 7 Eylül 2019 15:34 

Türkiye tarihinin karanlık ve utanç sayfalarından biri: 6-7 Eylül 1955. 

Başta Rumlar ve sonradan Ermeniler olmak üzere gayrimüslim toplumuna yönelik gerçekleştirilen linç ve yağma hareketinin 64’üncü yıldönümünde, o gün yaşananların öncesi ve sonrası ile yaratılan derin tahribatın onarılması yönünde atılması gereken adımları Independent 

Türkçe için İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Doç. Dr. Ömer Turan ile konuştuk. 

Doç. Dr. Ömer Turan / Fotoğraf: Independent Türkçe 

Resmi verilere göre 11 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı, kadınlar tecavüze uğradı. 

Bunun yanında 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 2 manastır, 1 sinagog, 26 okul ile fabrika, otel ve bar gibi yerlerin bulunduğu toplam 5 bin 317 mekân 

da saldırıya uğradı. 6-7 Eylül 1955 tarihi için isim doğru koyulmalı diyor Turan; “Pogrom” “ Etnik bir Gruba yönelik kolektif şiddet: Pogrom ” 

6-7 Eylül Pogromu’nun 64’üncü yılında, yaşananları ve nedenlerini bir kez daha konuşmak istiyorum. Katliam ve yağma girişiminin fitili İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskısıyla beraber ateşleniyor fakat olayların nedeni salt bu değil tabii. 

Siz, 6-7 Eylül’ü, o güne giden süreci ve sonrasında yaşananları nasıl görüyor, değerlendiriyorsunuz? 

Sanırım kelime tercihiyle başlamamız lazım. Siz sorunuzu sorarken 6-7 Eylül Pogromu dediniz. Kesinlikle olan biteni bir pogrom olarak adlandırmak gerekli. 

Genel olarak Türkiye’de “6-7 Eylül Olayları” kalıbı kullanılıyor. 

Olaylar dendiğinde birincisi, yaşananın boyutları azımsanmış oluyor. İkincisi, olay kelimesi sanki kendiliğinden olmuş gibi bir izlenim veriyor. 

Pogrom Rusça kökenli bir kelime. İlk olarak 19. yüzyılda Yahudilere yönelik şiddeti adlandırmak için kullanılmış. Ama artık sadece Yahudilerin başına gelenler için kullanılmıyor bu kelime. 

Pogromu nasıl tanımlayabiliriz? En kısa tanımını etnik bir gruba yönelik kolektif şiddet şeklinde yapabiliriz. Kitlenin şiddet uygulayıcısı olarak seferber 

edilmesi pogromun temel özelliği. Bu kolektif şiddetin içinde, yağma olabilir, linç olabilir, hırsızlık, tecavüz ya da cinayet olabilir. 

6-7 Eylül 1955’te olan kolektif şiddeti kesinlikle İstanbul Rumlarını hedef alan bir pogrom olarak adlandırmak gerek. 

Hemen bir parantez açalım, elbette ana hedef Rumlardı ama Ermeniler ve Yahudiler de bu şiddetin hedefi oldular. 

Diplomatların hazırladıkları raporlar bize şu bilgileri veriyor: 

Rumlara ait takriben 2 bin 500 iş yeri ve 670 ev tahrip edildi. Ayrıca Ermenilere ait takriben bin iş yeri, 150 ev saldırıya uğradı. 

“6-7 Eylül sadece yağmalanmış mağazalar olarak hatırlanmamalı” 

İlk önce tahrip edilen mülklerden söz ettik. Hataya düşmemek için kolektif şiddetin hem nedenlerine, hem de sonuçlarına değinmemiz gerekmekte. 

Yoksa 6-7 Eylül’ü herkesin görmüş olduğu İstiklal Caddesi’nde yağmalanmış lüks mağazalara ait fotoğrafla hatırlama yanılgısına düşeriz. 

Oysa cinayetler söz konusudur. Kaynaklarda öldürülenlerin sayısı 13 ila 17 arasında değişiyor. 

200’den fazla Rum kadına tecavüz ediliyor. Resmi açıklamalara göre 30’dan fazla Rum ağır yaralanıyor. Gayri resmi kaynaklara göreyse bu sayı 300 civarında. 

Linç güruhu kimi Rum Erkekleri zorla sünnet ediyor. Zorla sünnet edilenler arasında papazlar da var. 

Söylediğim gibi, yıllarca 6-7 Eylül belleğimizdeki görüntüler hep dükkânlara yönelik saldırıların görüntüleriydi. 

Ama 2015’te Serdar Korucu’nun editörlüğünde hazırlanan Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 isimli kitapla Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un çektiği fotoğrafları gördük. 

Ve anladık ki aslında dükkânlar kolektif şiddete maruz kalan hedeflerden sadece biri. 

Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

Kiliseler, okullar ve mezarlıklar da hedef alınıyor. 73 kilise, 26 okul bu pogromda zarar görüyor. 

Kalumenos’un çektiği fotoğraflar şiddetin boyutunu çok güçlü şekilde yansıtıyor bize: Mezarların bile nasıl kırıldığını, nasıl açıldığını görüyoruz. 

Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

İşte bu kapsamda bir şiddetten bahsettiğimiz için pogrom kelimesini kullanmamız gerek. Bu ölçekte bir şiddet için olaylar kelimesinin hafifletici etkisi yetersiz kalır. 

-Peki, amaç neydi? 

İki amaçtan söz etmek gerek. Birincisi, 1910’lardaki İttihatçı dönemden beri süregelen toplumu ve ekonomiyi Türkleştirme amacı. 

İkinci amaç ise, 1955 bağlamında daha spesifik bir amaç: Dönemin DP hükümeti Londra’da toplanmış olan Kıbrıs Konferansını dağıtmaya yönelik bir hamle  düzenlemek istiyor. 

Bu hamleyi hazırlayan unsurlar arasında Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde sert bir tutum almasını isteyen Britanya diplomasisinin yol göstericiliğinin de payı olması mümkündür. 

Sonuçta Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve Türk istihbarat birimlerince tahrip gücü düşük dinamitler yerleştiriliyor. Ve bu haber İstanbul basınında oldukça  abartılarak, küçük olay büyütülerek veriliyor. 

Atina’daki AA muhabirinin “Bahçede bir iki dinamit lokumu patladı” şeklinde geçtiği haber “Atamızın Evi Bomba İle Hasara Uğradı” şekline dönüşerek manşete taşınıyor. 

Kâğıt kıtlığı olan bir dönemde gazetelerin ikinci baskıyı yapmaları önceden bir tertibat olmaksızın imkânsız gözükmektedir. 

Sonrası da önceden seferber edilmiş güruhun kamyonlarla saldırıların gerçekleşeceği semtlere taşınması, bir örnek sopalarla kolektif şiddetin başlaması. 

Fuat Köprülü: Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır 

-Türkiye toplumu 6-7 Eylül devlet eliyle organize edildiğini nasıl öğrendi? 

1990’ların başında emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun verdiği bir söyleşi kritik. 

Yirmibeşoğlu “özel harp” kökenli bir subay. Söyleşisinde "6-7 Eylül’ün muhteşem bir özel harp örgütlenmesi" olduğunu söyledi. Ve "amacına ulaştığını" da belirtti. 

Aslında özel harp biriminin rolü dışında bir tertip olduğu çoktan beri biliniyordu. DP hükümetinin panikle ortaya attığı “Komünistler yaptı” tezi kimseyi ikna etmemişti. 

Adnan Menderes (ortada) ve Fuat Köprülü (sağda) / Fotoğraf: Twitter 

DP’nin kurucularından Fuat Köprülü’nün 27 Mayıs’tan hemen sonra verdiği bir söyleşi var. Biliyorsunuz Köprülü, DP kurucularından, ama 1957’de istifa etmişti. 

Fuat Köprülü o söyleşide şöyle diyor: 

Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir. Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır. 

Meselenin tahkik edilmesini, mesullerini bir an evvel meydana çıkartılmasını istedikçe Menderes’in işi kapatmaya çalıştığını gördüm. 

Yani bir grup insanın kendi kendilerine Kıbrıs’ı bahane edip Rumlara saldırmış olmadığı hep biliniyordu. 

Tabii bu açıklamaların yapılmış olması 6-7 Eylül’ün bir kolektif şiddet vakası, bir devlet organizasyonu olarak toplumsal bellekte yer ettiği anlamına gelmiyor. 

“Oktay Engin sonradan Nevşehir Valiliğine kadar yükseliyor” 

-Devlet tarafından organize edildiğine yönelik başka hangi bilgiler var elimizde? 

Her şeyden önce Selanik’teki evin bahçesine dinamit lokumlarını koyan kişi hakkında epeyce bilgi var. 

Adı Oktay Engin. 

O dönemde Yunanistan vatandaşı bir Batı Trakya Türkü ve Türk istihbaratına çalışıyor. 

Yunanistan’da hapis cezasına mahkûm ediliyor. Çıkınca Türkiye’ye gelip hukuk eğitimini tamamlıyor. 

Oktay Engin sonraları Türkiye’de Nevşehir valiliğine kadar yükseliyor. 

Başka bir bilgiye ise hasar görmüş ve hasar görmemiş binalara bakarak ulaşıyoruz. 

Kitle kendiliğinden hareket etse ilk tahribat muhtemelen Fener Patrikhanesi ve İstiklâl caddesindeki Yunan konsolosluğunda olurdu. 

Fakat bir organizasyon söz konusu, bu iki kritik yeri jandarma kuvvetleri korumaya alıyor. 

Diğer yerlerde ise polis tedbir almıyor. 

Sonradan kimilerinin “Bugün polis değiliz, Türküz” dediklerini öğreniyoruz. 


Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre’nin raporu 

İlgi duyanlar, bu hafta Agos’ta yer alan rapora bakabilirler. O dönemde raporu AA Muhabiri 

Selçuk Emre, İstanbul Valisi’nin talebi üzerine hazırlıyor. 

Rapor açıkça güvenlik güçlerinin uzun süre saldırılara müdahale etmediğini, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in “göstericilere” yumuşak davranılması talimatını verdiğini aktarıyor. 

Elbette pogrom dediğimiz gibi göstericiler değil saldırganlar demeliyiz. 

Selçuk Emre’nin raporundaki en önemli detay ise İstanbul’da kitle içinde, kitleyi yönlendiren hava değişimli Topçu Kıdemli Yüzbaşı Hamdi Özkanlı isimli bir subay ile birlikte dört sivil daha olduğu. 


Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre'nin raporunun ilk sayfası / Agos 

Bu beş kişi tespit ediliyorlar ve tutuklanıyorlar; ama tutuklular formalite icabı bir sorgulamadan geçirildikten sonra aynı gece serbest bırakılıyorlar. 

Selçuk Emre’nin raporuna Atatürk Kitaplığı’nda ulaşan Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül bu 

bilgiyi “İstanbul Merkez Kumandanlığı” tarafından tutulan tutanağa dayandırıyorlar. 

“Öncelik Tahribat ve vandalizm” 

Bir de konuya dair en önemli çalışmalardan biri olan Dilek Güven’in "6-7 Eylül Olayları" isimli kitabında karşımıza çıkan bir detay var. Bu da hırsızlık konusu. 


Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

Güven, 6 Eylül akşamının ilk anlarında saldırgan grupların liderlerinin hırsızlığı engellemeye çalıştıklarını aktarıyor. 

Hatta bazı liderler kimi kavşaklarda yoldan geçenlerin üzerlerini arayarak hırsızlığı önlemeye çalışıyorlar. 

Güven, bunu "organize grupların önceliğinin tahribat ve vandalizm olduğu" şeklinde yorumluyor. 

Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi 

Bunu da saldırgan kitlenin kendiliğinden harekete geçmediği, bir merkezi talimatla hareket ettiği şeklinde değerlendirebiliriz. 

Gecenin ilerleyen saatlerinde ise hırsızlık vakaları çoğalıyor. 

-Bu tarz olayların yıl dönümlerinde genelde yapılanlara baktığımızda; kınama, anma metni yayımlama ve bir/iki tweet atmanın ötesine geçmiyor. Bunun ötesine geçmemiz için ne yapılmalı? Özür ve yüzleşmenin önemi nedir? Bu süreç nasıl yürütülmelidir? 

Geçmişe dair bilginin demokratikleşmesi ve çoğulculaşması çok önemlidir. 

Bir ulusun geçmişinde sorunlu, utanılacak hiçbir şey görmemek, önyargılı bir tutumdur. 

“Biz hep haklıydık” hatasından kurtulmak gerekiyor. 

Maalesef Türkiye’de bu hatanın sıklıkla yapıldığını görüyoruz. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***