Rumlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rumlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Eylül 2020 Çarşamba

6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir. BÖLÜM 1

6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir. BÖLÜM 1


Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi 

“ 6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir ” 

Gayrimüslim toplumlara yönelik 6-7 Eylül’de yapılanları “ Kolektif bir Şiddet” olarak niteleyen Doç. Dr. Ömer Turan, “‘Biz hep haklıydık’ hatasından  kurtulmalıyız. Çare geçmişte yaşananları açıklıkla konuşmaktır” dedi 

BarışKop@baris_kop 

Cumartesi 7 Eylül 2019 15:34 

Türkiye tarihinin karanlık ve utanç sayfalarından biri: 6-7 Eylül 1955. 

Başta Rumlar ve sonradan Ermeniler olmak üzere gayrimüslim toplumuna yönelik gerçekleştirilen linç ve yağma hareketinin 64’üncü yıldönümünde, o gün yaşananların öncesi ve sonrası ile yaratılan derin tahribatın onarılması yönünde atılması gereken adımları Independent 

Türkçe için İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Doç. Dr. Ömer Turan ile konuştuk. 

Doç. Dr. Ömer Turan / Fotoğraf: Independent Türkçe 

Resmi verilere göre 11 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı, kadınlar tecavüze uğradı. 

Bunun yanında 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 2 manastır, 1 sinagog, 26 okul ile fabrika, otel ve bar gibi yerlerin bulunduğu toplam 5 bin 317 mekân 

da saldırıya uğradı. 6-7 Eylül 1955 tarihi için isim doğru koyulmalı diyor Turan; “Pogrom” “ Etnik bir Gruba yönelik kolektif şiddet: Pogrom ” 

6-7 Eylül Pogromu’nun 64’üncü yılında, yaşananları ve nedenlerini bir kez daha konuşmak istiyorum. Katliam ve yağma girişiminin fitili İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskısıyla beraber ateşleniyor fakat olayların nedeni salt bu değil tabii. 

Siz, 6-7 Eylül’ü, o güne giden süreci ve sonrasında yaşananları nasıl görüyor, değerlendiriyorsunuz? 

Sanırım kelime tercihiyle başlamamız lazım. Siz sorunuzu sorarken 6-7 Eylül Pogromu dediniz. Kesinlikle olan biteni bir pogrom olarak adlandırmak gerekli. 

Genel olarak Türkiye’de “6-7 Eylül Olayları” kalıbı kullanılıyor. 

Olaylar dendiğinde birincisi, yaşananın boyutları azımsanmış oluyor. İkincisi, olay kelimesi sanki kendiliğinden olmuş gibi bir izlenim veriyor. 

Pogrom Rusça kökenli bir kelime. İlk olarak 19. yüzyılda Yahudilere yönelik şiddeti adlandırmak için kullanılmış. Ama artık sadece Yahudilerin başına gelenler için kullanılmıyor bu kelime. 

Pogromu nasıl tanımlayabiliriz? En kısa tanımını etnik bir gruba yönelik kolektif şiddet şeklinde yapabiliriz. Kitlenin şiddet uygulayıcısı olarak seferber 

edilmesi pogromun temel özelliği. Bu kolektif şiddetin içinde, yağma olabilir, linç olabilir, hırsızlık, tecavüz ya da cinayet olabilir. 

6-7 Eylül 1955’te olan kolektif şiddeti kesinlikle İstanbul Rumlarını hedef alan bir pogrom olarak adlandırmak gerek. 

Hemen bir parantez açalım, elbette ana hedef Rumlardı ama Ermeniler ve Yahudiler de bu şiddetin hedefi oldular. 

Diplomatların hazırladıkları raporlar bize şu bilgileri veriyor: 

Rumlara ait takriben 2 bin 500 iş yeri ve 670 ev tahrip edildi. Ayrıca Ermenilere ait takriben bin iş yeri, 150 ev saldırıya uğradı. 

“6-7 Eylül sadece yağmalanmış mağazalar olarak hatırlanmamalı” 

İlk önce tahrip edilen mülklerden söz ettik. Hataya düşmemek için kolektif şiddetin hem nedenlerine, hem de sonuçlarına değinmemiz gerekmekte. 

Yoksa 6-7 Eylül’ü herkesin görmüş olduğu İstiklal Caddesi’nde yağmalanmış lüks mağazalara ait fotoğrafla hatırlama yanılgısına düşeriz. 

Oysa cinayetler söz konusudur. Kaynaklarda öldürülenlerin sayısı 13 ila 17 arasında değişiyor. 

200’den fazla Rum kadına tecavüz ediliyor. Resmi açıklamalara göre 30’dan fazla Rum ağır yaralanıyor. Gayri resmi kaynaklara göreyse bu sayı 300 civarında. 

Linç güruhu kimi Rum Erkekleri zorla sünnet ediyor. Zorla sünnet edilenler arasında papazlar da var. 

Söylediğim gibi, yıllarca 6-7 Eylül belleğimizdeki görüntüler hep dükkânlara yönelik saldırıların görüntüleriydi. 

Ama 2015’te Serdar Korucu’nun editörlüğünde hazırlanan Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 isimli kitapla Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un çektiği fotoğrafları gördük. 

Ve anladık ki aslında dükkânlar kolektif şiddete maruz kalan hedeflerden sadece biri. 

Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

Kiliseler, okullar ve mezarlıklar da hedef alınıyor. 73 kilise, 26 okul bu pogromda zarar görüyor. 

Kalumenos’un çektiği fotoğraflar şiddetin boyutunu çok güçlü şekilde yansıtıyor bize: Mezarların bile nasıl kırıldığını, nasıl açıldığını görüyoruz. 

Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

İşte bu kapsamda bir şiddetten bahsettiğimiz için pogrom kelimesini kullanmamız gerek. Bu ölçekte bir şiddet için olaylar kelimesinin hafifletici etkisi yetersiz kalır. 

-Peki, amaç neydi? 

İki amaçtan söz etmek gerek. Birincisi, 1910’lardaki İttihatçı dönemden beri süregelen toplumu ve ekonomiyi Türkleştirme amacı. 

İkinci amaç ise, 1955 bağlamında daha spesifik bir amaç: Dönemin DP hükümeti Londra’da toplanmış olan Kıbrıs Konferansını dağıtmaya yönelik bir hamle  düzenlemek istiyor. 

Bu hamleyi hazırlayan unsurlar arasında Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde sert bir tutum almasını isteyen Britanya diplomasisinin yol göstericiliğinin de payı olması mümkündür. 

Sonuçta Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve Türk istihbarat birimlerince tahrip gücü düşük dinamitler yerleştiriliyor. Ve bu haber İstanbul basınında oldukça  abartılarak, küçük olay büyütülerek veriliyor. 

Atina’daki AA muhabirinin “Bahçede bir iki dinamit lokumu patladı” şeklinde geçtiği haber “Atamızın Evi Bomba İle Hasara Uğradı” şekline dönüşerek manşete taşınıyor. 

Kâğıt kıtlığı olan bir dönemde gazetelerin ikinci baskıyı yapmaları önceden bir tertibat olmaksızın imkânsız gözükmektedir. 

Sonrası da önceden seferber edilmiş güruhun kamyonlarla saldırıların gerçekleşeceği semtlere taşınması, bir örnek sopalarla kolektif şiddetin başlaması. 

Fuat Köprülü: Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır 

-Türkiye toplumu 6-7 Eylül devlet eliyle organize edildiğini nasıl öğrendi? 

1990’ların başında emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun verdiği bir söyleşi kritik. 

Yirmibeşoğlu “özel harp” kökenli bir subay. Söyleşisinde "6-7 Eylül’ün muhteşem bir özel harp örgütlenmesi" olduğunu söyledi. Ve "amacına ulaştığını" da belirtti. 

Aslında özel harp biriminin rolü dışında bir tertip olduğu çoktan beri biliniyordu. DP hükümetinin panikle ortaya attığı “Komünistler yaptı” tezi kimseyi ikna etmemişti. 

Adnan Menderes (ortada) ve Fuat Köprülü (sağda) / Fotoğraf: Twitter 

DP’nin kurucularından Fuat Köprülü’nün 27 Mayıs’tan hemen sonra verdiği bir söyleşi var. Biliyorsunuz Köprülü, DP kurucularından, ama 1957’de istifa etmişti. 

Fuat Köprülü o söyleşide şöyle diyor: 

Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir. Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır. 

Meselenin tahkik edilmesini, mesullerini bir an evvel meydana çıkartılmasını istedikçe Menderes’in işi kapatmaya çalıştığını gördüm. 

Yani bir grup insanın kendi kendilerine Kıbrıs’ı bahane edip Rumlara saldırmış olmadığı hep biliniyordu. 

Tabii bu açıklamaların yapılmış olması 6-7 Eylül’ün bir kolektif şiddet vakası, bir devlet organizasyonu olarak toplumsal bellekte yer ettiği anlamına gelmiyor. 

“Oktay Engin sonradan Nevşehir Valiliğine kadar yükseliyor” 

-Devlet tarafından organize edildiğine yönelik başka hangi bilgiler var elimizde? 

Her şeyden önce Selanik’teki evin bahçesine dinamit lokumlarını koyan kişi hakkında epeyce bilgi var. 

Adı Oktay Engin. 

O dönemde Yunanistan vatandaşı bir Batı Trakya Türkü ve Türk istihbaratına çalışıyor. 

Yunanistan’da hapis cezasına mahkûm ediliyor. Çıkınca Türkiye’ye gelip hukuk eğitimini tamamlıyor. 

Oktay Engin sonraları Türkiye’de Nevşehir valiliğine kadar yükseliyor. 

Başka bir bilgiye ise hasar görmüş ve hasar görmemiş binalara bakarak ulaşıyoruz. 

Kitle kendiliğinden hareket etse ilk tahribat muhtemelen Fener Patrikhanesi ve İstiklâl caddesindeki Yunan konsolosluğunda olurdu. 

Fakat bir organizasyon söz konusu, bu iki kritik yeri jandarma kuvvetleri korumaya alıyor. 

Diğer yerlerde ise polis tedbir almıyor. 

Sonradan kimilerinin “Bugün polis değiliz, Türküz” dediklerini öğreniyoruz. 


Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre’nin raporu 

İlgi duyanlar, bu hafta Agos’ta yer alan rapora bakabilirler. O dönemde raporu AA Muhabiri 

Selçuk Emre, İstanbul Valisi’nin talebi üzerine hazırlıyor. 

Rapor açıkça güvenlik güçlerinin uzun süre saldırılara müdahale etmediğini, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in “göstericilere” yumuşak davranılması talimatını verdiğini aktarıyor. 

Elbette pogrom dediğimiz gibi göstericiler değil saldırganlar demeliyiz. 

Selçuk Emre’nin raporundaki en önemli detay ise İstanbul’da kitle içinde, kitleyi yönlendiren hava değişimli Topçu Kıdemli Yüzbaşı Hamdi Özkanlı isimli bir subay ile birlikte dört sivil daha olduğu. 


Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre'nin raporunun ilk sayfası / Agos 

Bu beş kişi tespit ediliyorlar ve tutuklanıyorlar; ama tutuklular formalite icabı bir sorgulamadan geçirildikten sonra aynı gece serbest bırakılıyorlar. 

Selçuk Emre’nin raporuna Atatürk Kitaplığı’nda ulaşan Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül bu 

bilgiyi “İstanbul Merkez Kumandanlığı” tarafından tutulan tutanağa dayandırıyorlar. 

“Öncelik Tahribat ve vandalizm” 

Bir de konuya dair en önemli çalışmalardan biri olan Dilek Güven’in "6-7 Eylül Olayları" isimli kitabında karşımıza çıkan bir detay var. Bu da hırsızlık konusu. 


Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

Güven, 6 Eylül akşamının ilk anlarında saldırgan grupların liderlerinin hırsızlığı engellemeye çalıştıklarını aktarıyor. 

Hatta bazı liderler kimi kavşaklarda yoldan geçenlerin üzerlerini arayarak hırsızlığı önlemeye çalışıyorlar. 

Güven, bunu "organize grupların önceliğinin tahribat ve vandalizm olduğu" şeklinde yorumluyor. 

Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi 

Bunu da saldırgan kitlenin kendiliğinden harekete geçmediği, bir merkezi talimatla hareket ettiği şeklinde değerlendirebiliriz. 

Gecenin ilerleyen saatlerinde ise hırsızlık vakaları çoğalıyor. 

-Bu tarz olayların yıl dönümlerinde genelde yapılanlara baktığımızda; kınama, anma metni yayımlama ve bir/iki tweet atmanın ötesine geçmiyor. Bunun ötesine geçmemiz için ne yapılmalı? Özür ve yüzleşmenin önemi nedir? Bu süreç nasıl yürütülmelidir? 

Geçmişe dair bilginin demokratikleşmesi ve çoğulculaşması çok önemlidir. 

Bir ulusun geçmişinde sorunlu, utanılacak hiçbir şey görmemek, önyargılı bir tutumdur. 

“Biz hep haklıydık” hatasından kurtulmak gerekiyor. 

Maalesef Türkiye’de bu hatanın sıklıkla yapıldığını görüyoruz. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

10 Ocak 2016 Pazar

Avrupa Kıbrıs’ı Türkiye’den Koparmak İstiyor



Avrupa Kıbrıs’ı Türkiye’den Koparmak İstiyor 



Prof. Dr. Erol Manisalı


Avrupa Birliği ve Kıbrıs konusunda uzman olan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı’yla İleri Dergisi adına arkadaşımız Ali Özsoy görüştü.



İleri: Avrupa Birliği (AB) Kıbrıs sorununda "çözüm olmadan, üyelik olmaz" noktasından "Rum Kesimi üye olur, çözüm de böylelikle gelir" noktasına geldi. Türkiye ve KKTC'nin tepkilerine rağmen AB bu yolda yürüyor. 2002 yılının sonuna kadar zaman tanındı ve Türkiye ile KKTC'ye "tren kaçıyor" deniyor. AB'nin bu yeni stratejisinin temel nedeni nedir? 

Manisalı:  Türkiye-Avrupa arasındaki Kıbrıs uyuşmazlığı bir sorun değildir. Sorun AB'nin yarın da Türkiye'yi almayacak olmasından, Kıbrıs'ı kurtarmak istemesinden, Türkiye'nin elinden almak istemesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten AB, sayın Mesut Yılmaz'ın geçtiğimiz günlerde belirttiği 2007-2010 yılları arasında Türkiye'yi tam üye yapacak olsa, beklerdi Kıbrıs meselesi için. O zaman mesele kendiliğinden çözülmüş olurdu. Adadaki iki devlet AB'ye alınır, Türkiye de girmiş olur, dolayısıyla sınır kalmazdı AB üyeleri arasında. Ne Kıbrıs uyuşmazlığı ne Ege uyuşmazlığı diye uyuşmazlıklar kalırdı. 

AB'nin böyle davranmayıp da, 'ben 2002 yılında çözüm olarak Kıbrıs Rum Kesimi'ni içime alacağım' demesi, kesinlikle AB'nin 2007-2010 yılında Türkiye'yi içine almayacağını gösterir. Bu açıklama, 2020 yılında da, 2030 yılında da, 2050 yılında da, yani hiçbir zaman Türkiye'nin üyeliğinin AB'nin gündeminde olmadığını ortaya koymaktadır. Bir başbakan yardımcısı olarak sayın Mesut Yılmaz ya çok bilgi eksikliğinden dolayı bunları bilemiyor ya da bile bile Türk kamuoyunu yanlış bilgilendiriyor. Başka bir olasılık olduğunu düşünmüyorum. 

İleri:  Türkiye'de medya ve bazı çevreler, AB'yi azınlık hakları ve demokrasi açısından tam anlamıyla bir cennet olarak tarif ediyorlar. Dolayısıyla Rumlarla beraber Kıbrıs Türklerinin AB'ye girmesi en kolay ve kazançlı çözüm olarak gösteriliyor. Oysa İngiltere ve İspanya gibi AB ülkelerinin yaşadığı etnik sorunlar da ortada. Yunanistan'ın Batı Trakya'daki Türk azınlığa uyguladığı asimilasyon ve baskı politikaları hâlâ devam ediyor. AB'nin bunu engelleyici hiçbir tavrı yok. Balkanlar'da ABD ve AB'nin emperyalist politikalar doğrultusunda tezgahladığı etnik çatışmalar ve katliamlar da ortada. Eğer Kıbrıs bir bütün olarak Türkiye'den önce AB'ye girerse, Kıbrıs Türkleri demokratik bir ortamda egemen, eşit kimliklerini koruyabilirler mi? 

 Manisalı:  Kesinlikle hayır. Kıbrıslı Türkler bugün Batı Trakya'daki Türklerin, Rodos Adası'nda kalmış birkaç Türk'ün, Girit'te yüzyıla yakın bir süredir kalıp da sonradan Anadolu'ya göçmek zorunda kalan Türklerin durumuna düşerler. Türkiye AB dışında olduğu için, adanın AB'ye tam üye olarak katılması demek AB marifetiyle adanın Yunanistan'a ilhakı demektir. Çünkü Yunanistan ile Kıbrıs arasındaki bütün sınırlar kalkacak, yani Kıbrıs; Yunanistan ve AB açısından bir Midilli, bir Rodos, bir Girit Adası'ndan farklı olmayacaktır. Ve Kıbrıs meselesi de, AB içine alındığı için AB'nin bir ev meselesi, bir iç meselesi haline gelecektir. Türkiye'nin ne bir garantörlük hakkı, ne bir müdahale hakkı, ne Kıbrıs Türkleri hakkında söyleyebileceği siyasi, hukuki, fiili bir yaklaşımı söz konusu olabilecektir. Bu da Batıya yakın ve Türkiye'de Batıyla birlikte iş yapan, Türkiye'nin ulusal çıkarları aleyhinde hareket eden dar bir çevrenin, bunun içinde bazı büyük sermaye çevreleri de vardır; işine gelmektedir. Bunlar 1995 yılında 6 Mart belgesini de tezgahlamışlardır. Bu belge bildiğiniz gibi Türkiye'yi iktisadi ve siyasi olarak AB'ye tek yanlı bağımlı hale getirmiş ve Türkiye'nin adeta örtülü bir sömürge konumuna düşmesine neden olmuştur. Aynı çevreler bugün de Kıbrıs'ı AB'nin talepleri doğrultusunda Yunanistan'a ilhak ettirerek, AB'nin ve Batının taleplerini sağlamak istiyorlar. Batının Türkiye'deki uzantısı bir kesim olarak, Batı ve AB'yle ilişkilerini de, Türkiye için değil ama kendileri için güvence altına almış duruma gelecekler. Bunların başında belirli bir büyük sermaye çevresi ve bunların iktidarda tuttuğu hatta iktidara getirdiği bazı siyasi çevreler bulunmaktadır. 

İleri:  ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz AGSP, insan hakları, Kıbrıs, Güneydoğu gibi konularda AB'yle Türkiye'nin arasını açıyor diyerek, üstü kapalı olarak orduyu suçladı ve tüm AB dayatmalarını çözüm olarak savundu. Son olarak TÜSİAD başkanının Kıbrıs konusunda yaptığı "ver kurtulcu" açıklamalar tartışma yarattı. Medya ise çeşitli haber ve yorumlarla bu tezleri destekliyor. Kıbrıs hep bir "milli dava" olarak görüldü. Şimdi ise bu açıklamalar fazla tepki çekmiyor. Batıya hangi ekonomik ve siyasi bağımlılık tablosu Türk sermayesini ve siyasetini ulusal çıkarlara bu kadar zıt bir konuma sürükleyebildi? 

 Manisalı:  Sorun, temelde Türkiye'de toplumsal demokrasinin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Aslında Türkiye'de dar bir çevre iktidardadır. Yani 65-70 milyonu değil, dar bir çevreyi temsil eden ve genellikle büyük sermaye çevrelerinin güdümündeki iktidar ve iktidarlar zinciri söz konusudur. Böyle olduğu içindir ki hem bu dar çevre, hem de bunlarla beraber iktidarda bulunan çevreler, Batının talepleri karşısında ulusal çıkarları korumayan, aynen 1918-1919'da İngiliz, Amerikan mandası isteyen çevrelerin konumundadır. Onlardan hiçbir farkları yoktur. Olaya Türkiye üzerinde Batının istediği koşullarla yakın işbirliği sağlanabilir, onun için de Batının taleplerinin yerine getirilmesi gerekir şeklinde, kendi çıkarları açısından bakmaktadırlar. Ben bunları Türkiye olarak görmüyorum. Bu dar çevre işin özünde, Batının Türkiye'deki uzantısı konumundadır. Bunlar içinde bazı büyük sermaye çevreleri vardır, bunlar içinde bazı bürokrasi çevreleri vardır, bunlar içinde bazı siyasi çevreler vardır, bunlar içinde Türk entelijensiyasının, aydınlarının bir kısmı bulunmaktadır. Dolayısıyla bu dar çevre Türkiye değildir. Batının Türkiye'deki uzantısı olduğu için de, Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan Batı taleplerinin kabul edilmesi konusunda bir eylem içerisindedirler. Ege konusuna, Kıbrıs konusuna, Güneydoğu, Türkiye-Ermenistan konusuna, AGSP konusuna, bütün bu beş altı temel meseleye baktığımızda çok ilginçtir, bu çevrelerin tutumunun hep aynı olduğu, Batının tek yanlı dayatmalarının ve taleplerinin karşılanması yönünde olduğu ortaya çıkar. 

 Buna karşılık Türkiye'de toplumsal demokrasi işlemediği için bu boşluğu TSK doldurmaya çalışmaktadır. En azından iç dengelerde değil, dış dengelerde, kritik dış politika konularında TSK devreye girmektedir. Türkiye'nin alması gereken tutumu sivil yönetimler, toplumsal demokrasinin eksikliğinden dolayı ulusal çıkarlar doğrultusunda ortaya koyamadığı için, ulusal çıkarları TSK korur konumda bulunmaktadır. Genelkurmay Başkanı, net bir şekilde Amerika'nın Irak'a müdahale edemeyeceğini, bunun Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla hiçbir şekilde bağdaşmadığını, bölgesel barışı bozacağını açıkladı. Bu hükümet tarafından değil, meclis tarafından değil, diğer kurumlar tarafından değil Genelkurmay Başkanı tarafından söylenmiştir. Bu örnek bile Türkiye'nin biraz önce açıklamaya çalıştığım dayatmalara evet diyen çevrelerin niçin evet dediğini açıklamaktadır. 

İleri: Türkiye'nin dış ticareti ve ekonomisi tek yanlı olarak Avrupa'ya aşırı bağımlı. Gümrük Birliği süreci bu bağımlılığı daha da artırdı. Bu ekonomik tablo Türkiye'de "ver kurtulcu" tezlerin güçlenmesi için daha uygun bir zemin mi yarattı? 20, 25 yıl önce Türkiye'de bu tür tezleri savunmanın olanağı yoktu. 

 Manisalı:  Türkiye yavaş yavaş bağımlı hale getirilince Batının Türkiye'de uzantısı olan dar çevre, yönetim olarak, iktidar gücü olarak, iktidarı etkileme gücü olarak, Türkiye'nin dış politikasını belirleme gücü olarak güçlenmeye başladı. Etkinliğini artırdı, sesini yükseltti. Soğuk Savaş sonrasında zaten Avrupa ve ABD'nin Türkiye'ye bakış açısı o yöndedir. Yani Türkiye eşit bir Batılı ülke gibi mütalaa edilmemektedir onların açısından. Türkiye'ye, tek yanlı olarak Avrupa ve Amerika'ya bağımlı hale getirilmiş, onların sözünü dinleyen uslu çocuk gözüyle bakılmaktadır. 

 Batının uzantısı olan dar çevre ise Türkiye'nin Batının istediği uslu çocuk formuna sokulması için elinden geleni yapmaktadır. Bunlar için Türk işçisinin, Türk çiftçisinin, memurunun, ulusal sanayicisinin bir önemi bulunmamaktadır. Onlar için önemli olan Avrupa'nın, ABD'nin ve çokuluslu şirketlerin Türkiye üzerindeki taleplerini yerine getirmektir. 

 Çokuluslu şirketler büyük önem taşımaktadır. Çünkü çokuluslu şirketler Avrupa, Brüksel ve Washington merkezlerinde de egemendirler. Zaten bizim büyük firmalarımızın çok önemli bir kısmı bu çokuluslu şirketlerin içerdeki bağlı bir değişkeni konumuna gelmişlerdir. Bunlarla kader birliği içerisindedirler. Kader birliği içerisinde olurken de çokuluslu şirketlerin kâr maksimizasyonlarının bir parçası konumuna gelmişlerdir. Çokuluslu şirketlerin kâr maksimizasyonları, Türkiye'nin ulusal çıkarları aleyhine her türlü operasyonun yapılmasını gerektiriyorsa, bunun da bir parçası olarak faaliyet göstermektedirler. Bunun tipik örneklerini tütün ürünleri endüstrisinde son on yıl içerisinde gördük. Ve mecliste bugün hangi kanunların bu yönde çıkarılmakta olduklarını da görüyoruz. Patent antlaşmalarını kabul ettirerek ilaç sanayiinde tamamen çokuluslu şirketlerin Türk pazarına yüzde yüz egemen hale gelmelerinin kimler tarafından sağlandığını ve önünün açıldığını gördük. Diğer alanlarda, gıda sanayiinde bile yabancılara Türk şirketlerinin nasıl satıldığını gördük. Ve tek ulusal sanayi olan tekstil sanayiinin de son 5-6 yıl içerisinde Gümrük Birliği yüzünden en büyük darbeyi yiyen sektör olarak nasıl ortada durduğunu gördük. 

İleri:  Her şeye rağmen Türkiye'de Kıbrıs konusunda direnen siyasi bir irade var. 1970'lerde de, daha sonra da Batıya en bağımlı olunan dönemlerde, ekonominin en büyük çöküntü içinde olduğu zamanlarda bile özellikle ordu ve devlet bürokrasisinin bazı kesimleri Kıbrıs konusunda Batıyla cepheleşebildi. Türkiye'nin Batı emperyalizmine karşı en net tavır alabildiği konulardan biri oldu Kıbrıs. Kıbrıs'ı Türkiye için bu denli önemli yapan, onu milli bir dava haline getiren nedir? Türkiye Kıbrıs'ı teslim ederse ne kaybeder? 

 Manisalı:  Kıbrıs uyuşmazlığı, Türkiye Batı ilişkilerini bir turnusol kağıdı gibi ortaya çıkaran bir hadisedir. Bu, Türkiye'den kaynaklanmıyor veya Türkiye'nin yanlış, haksız, tek yanlı taleplerinden kaynaklanmıyor. Bu Batının, Avrupa'nın ve ABD'nin Türkiye'ye bakışındaki bozukluktan kaynaklanıyor. Eğer Batı Yunanistan'ı ve Türkiye'yi eşit birer ortak olarak görüp, Ege'nin silahlandırılması konusunda, Patrikhane konusunda tarafsız baksa yahut Yunanistan Türkiye arasındaki ihtilaflara 'ben karışmıyorum, siz iki komşu ülke olarak aranızda oturun sorunları çözün' dese, bugün ne Kıbrıs, ne Patrikhane ne de Ege uyuşmazlığı olurdu. Batı Yunanistan'ın arkasında olduğu için Yunanistan da "Batı benim arkamdadır. Ben megalo idea politikamı, genişleme politikamı, büyük fikir, büyük Yunanistan politikamı sürdürürüm" şeklinde düşünmektedir. Ege'ye de, Kıbrıs'a da, yarın İstanbul'a da sahip olurum düşüncesiyle hareket etmektedir. Bu politikasını yürütürken de Batı desteğinin tek yanlı olarak arkasında olması, Batının Türkiye'ye karşı bir politika içinde olması ve Batının hiçbir zaman bizi kendi içinde bir ülke olarak görmemesi, Batının dışında yabancı Asyalı olarak görmesi bunda etkili olmuştur. 

 Türkiye açısından bakıldığında, Kıbrıs meselesi Kıbrıs üzerinde iki halkın, Türk ve Rum halklarının çıkarlarının dengelenmesidir. Ada üzerinde Türkiye'nin ve Yunanistan'ın çıkarlarının dengelenmesidir. Bu iki denge üzerine oturtulmuştur. Şimdi ne yapılmaya çalışılıyor? Dengesiz bir durum, adil olmayan bir durum, Rum halkı lehine, Türk halkı aleyhine, Türkleri azınlık konumuna getirecek bir yapılanma yaratılmak istenmektedir. İkinci olarak da, ada üzerinde Türkiye'nin bütün haklarını ortadan kaldıran, bütün bu hakları Yunanistan'a devredecek olan ve AB marifetiyle adayı Yunanistan'a ilhak ettirecek olan bir formülün arayışı içindedirler. Türkiye Kıbrıs konusunda gerilerse, Yunanistan'ın, AB'nin ve ABD'nin önümüze koymuş olduğu Ege, Ermeni meselesi, Avrupa Ordusu, Güneydoğu ve PKK gibi konuları içeren listenin birinci talebi tamamlanmış olacaktır. Arkasından iki, üç, dört numaralı talepler gelmeye başlayacaktır. Bu domino teorisi gibi. Bir domino taşı devrildiği zaman diğerlerini de devirir hale gelecektir. Kıbrıs'ta adanın Yunanistan'a ilhakı konusunda verilecek bir ödün bütün diğer konularda ardarda ödünlerin verilmesini kaçınılmaz olarak doğuracaktır Türkiye açısından. Dolayısıyla bu Türk dış politikasının iflası anlamına gelir. Sadece Kıbrıs'ın değil, Ege'nin de Yunanistan'a gitmesi anlamına gelir. Güneydoğu'nun Türkiye'den kopmasını, Patrikhane'nin yarın Vatikan gibi bağımsız bir devlet haline gelmesini, Avrupa Ordusu konusunda tek yanlı bağımlılığı, Ermeni tasarısı konusunda yeni taleplerin ortaya çıkmasını meydana getirecektir. 

İleri:  AB, Avrupa Ordusu'ndan Türkiye'yi ısrarla dışlıyor. Bu AB'nin Türkiye'yi uzun vadede stratejik bir müttefik olarak görmediğini hatta hedef olarak dahi gördüğünü gösteriyor. Özellikle eğer Kıbrıs AB'ye alınırsa, Türkiye'nin AB toprağını işgal eden bir ülke olarak bile tanımlanabileceği açıklanıyor. En son alınan kararda ise AB Türkiye'nin terör örgütü olarak nitelediği örgütleri bu kapsama almadı. Önümüzdeki yıllarda Kıbrıs, Ege veya Güneydoğu sorunlarından dolayı Türkiye'ye emperyalist bir müdahale, askeri bir müdahale tehlikesi söz konusu olabilir mi? 

 Manisalı:  Bu tamamen bize bağlı. Eğer bugün "ver kurtulcular", dışarının Türkiye'deki uzantısı konumunda bulunan dar bir çevre, Ankara'daki yönetimler üzerinde etkili olursa, bunu da Batı ve AB görürse, anlarsa; o zaman pekala ödün alma ve karşımıza dikilme söz konusu olabilir. Şöyle düşüneceklerdir: 'Bizim Türkiye içinde sağlam Truva atımız var. Kendi uzantımız var. Dolayısıyla biz askerimiz ve kendi taleplerimizle karşı çıkarsak, hayır diyecek bir güç zaten bulunmamaktadır. Türkiye içinde gerçekte iktidarda olan biziz' diye bakabiliyorsa eğer Brüksel ve diğer çevreler, o zaman her türlü faaliyeti yapabilirler. 

 Ama biz şimdi ülkemizdeki "ver kurtulcu" çevrenin medyadaki ve diğer alanlardaki egemenliğini kırarak, gerçekten ulusal bir siyasi irade ortaya koyabilirsek ya da bugün TSK'nın bazı meselelerde ortaya koymakta olduğu tavrın arkasına geniş bir sivil platformu, kesimi, sivil siyasi desteği koyabilirsek o zaman Batı ve Avrupa şunu görecektir: 'Türkiye ulusal çıkarlarını korumak konusunda kararlıdır. Bizim taleplerimiz ve bunları dayatmamız bir sonuç getirmez' deyip duracaktır. Atatürk döneminde yani 1923-1938 döneminde nasıl Türkiye Batıyla ilişkilerinde karşılıklı çıkarları koruyan bir ilişki düzeni içerisinde bulunmuşsa, Ankara'nın, Kemalizmin ve Atatürk'ün o zaman belirlemiş olduğu ulusalcı politika çizgisi uygulanırsa, yine karşılıklı çıkarları gözeten, eşit ilişki kurmak zorunda bulacaktır kendini Batı. Yoksa Batının Türkiye'deki kendi adamları olan, Truva atı gibi içimizde bulunan "ver kurtulcular", bana göre Türkiye'ye ihanet eden bu dar çevreler egemen olduğu sürece Batı taleplerini sürekli olarak artırmaya devam edecektir. 

İleri:  Türkiye "Ben Kıbrıs'la beraber AB'ye girerim, sorun otomatik olarak çözülür" diyor. Kıbrıs davası bugün bu tür diplomatik manevralarla savunulmaya çalışılıyor ancak Batı emperyalizminin bu tür bir çözüme izin vermeyeceği de açık. Türkiye Gümrük Birliği'yle birlikte artarak devam eden siyasi, askeri ve ekonomik Batı bağımlılığı ve emperyalizmin güdümündeki borçlu ekonomisiyle ulusal çıkarlarını daha ne kadar savunabilir? Türkiye'nin Kıbrıs ve diğer konularda kendi ulusal politikalarını savunması için Batı kampından kopması bir zorunluluk değil mi? 

 Manisalı:  Kıbrıs politikamız Türkiye'nin Batıyla olan ilişkilerinde bir turnusol kağıdıdır demiştim. Olay şudur. Türkiye Batıyla olan ilişkilerini dengeleyemediği sürece yani Batıya tek yanlı olan bağımlılığı siyasi ve ekonomik olarak sürdüğü sürece, Kıbrıs, Patrikhane, Ege, Güneydoğu, AGSP gibi konularda hatta Irak meselesinde dahi kendi çıkarlarını koruma inisiyatifine sahip olamaz. Türkiye'nin Asya'da yeni gelişmekte olan Asya platformu ile Batıyı dengelemesi gerekir. Yani Türkiye'nin yumurtaların bir kısmını Batı sepetinden alıp Asya sepetine koyması gerekir. Ulusal, bölgesel işbirliği içine girmesi gerekir. Zaten TSK da bu konuda önemli girişimler içerisindedir. Karadeniz için bir askeri güç, donanma gücü TSK'nın inisiyatifiyle ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Rusya'yla bir nevi stratejik bir anlaşma TSK'nın öncülüğüyle imzalanmıştır birkaç hafta önce. Türkiye'yle Çin arasında bazı askeri işbirliği anlaşmaları, yine Türkiye ile Pakistan arasında bazı anlaşmalar geçtiğimiz dönemlerde yine TSK'nın inisiyatifiyle ortaya çıkmıştır. TSK Türkiye'nin yakın çevreyle ilişkilerinin yumuşatılması, Ortadoğu'nun bir barış bölgesi haline gelmesi konusunda inisiyatifi ele almaktadır. Ben Genelkurmay Başkanı'nın son çıkışını da bu şekilde görüyorum. Yani Amerika'nın Irak'a müdahalesi Ortadoğu'yu yine bir kan gölüne dönüştürür, tüm dengeler bozulur, barış umutları ortadan kalkar ve bütün bölge ülkeleri zarar görür. Bu sadece Türkiye'nin ve Irak'ın aleyhine değildir. Bunu Rusya da istemez, İran da istemez, Arap dünyası da istemez şeklinde net olarak ortaya koydu. Yani Amerika'dan başka bunu kimse istemez diyor. O zaman bunu niye yapıyorsun? Sen Amerika olarak belli çıkarları ortaya koyuyorsun, öbür tarafa da bütün dünyanın çıkarlarını koyuyorsun, 'sana bunu yaptırmayız' demeye getiriyor. Demek ki Batıdan üzerimize ve bölgeye tek yanlı gelindiği zaman Türkiye'nin artık Batıyla olan bu tek yanlı bağımlılığını masanın üzerine yatırması ve dengelemesi gerekir. Bu Batı düşmanlığı değildir. Batının Türkiye'ye düşmanlığını engellemek için Batının karşısına veya yanına Asya platformunu veya bölge platformunu koyarak Türkiye'nin Batıyla ilişkilerinin dengelenmesi gerekir. Aynen Atatürk döneminde olduğu gibi. Atatürk de zaten böyle yapmıştı. Batıyla ilişkilerini karşılıklı çıkarlarla dengeleyebilmesi, Asya'yı ve Sovyetler Birliği'ni arkasına almasıyla olmuştur. Başka türlü olmamıştır. Bugün de Türkiye'nin yapması gereken budur. Atatürk dönemine dönmek zorundadır.  

İleri:  Bazı çevreler AB'nin Türkiye'ye olan dayatmalarından yola çıkarak, ABD'nin Türkiye'nin daha iyi bir müttefiki olduğunu, AB'ye karşı hem Kıbrıs, hem Avrupa Ordusu konusunda bizi koruyacağını savunuyorlar. Sizce böyle bir şey mümkün olabilir mi? AB'yle ABD arasında böyle bir çelişki var mı? 

Manisalı:  Böyle bir şey yok. Şu var. Esasta ikisi de Batı kampındadır. Batı kampının içinde kapitalizm vardır, gelişmiş dünyanın çıkarları vardır ve Hıristiyanlık vardır. Kapitalizm, gelişmiş Batı, Hıristiyanlık, Batı kültürü, bunlar ortak değerlerdir. Ve biz ne kadar kendimizi onun içinde görsek bile Batı Avrupa ve ABD Türkiye'yi kendinden görmemektedir. Zaten görmüş olsaydı bugün Kıbrıs sorunu olmazdı, Ege sorunumuz da olmazdı, Ermeni sorunumuz da olmazdı, AGSP sorunumuz da olmazdı, PKK sorunumuz da olmazdı. PKK sorununu onlar yaratmıştır. Terör örgütleri AB içinde beslenmektedir. Daha önceden Amerika'nın da Türkiye'deki terörü desteklediği bilinmektedir. Ermeni meselesinin bugün beslenme kaynağı Amerika ve Fransa'dır. Rumların Türkiye karşıtı politikalarının beslenme kaynağı yine Amerika ve Avrupa'dır. Dolayısıyla eğer bize böyle bakmamış olsalardı biz bu bölgesel sorunları yaşamazdık. Türkiye ile Yunanistan arasında bu tür sorunlar yaşanmazdı.  

İleri:  AB'de ve Türkiye'de bazı çevreler Denktaş'ı Türkiye'nin kuklası, halkı tarafından sevilmeyen adam olarak lanse ediyor. Denktaş gitse sorunlar çözülür deniliyor. Denktaş'a bu denli karşı olmanın nedeni ne? Denktaş gitse Türkiye'nin adadaki siyasi varlığı gerçekten zayıflar mı?  

Manisalı:  Aslında Denktaş Ankara'dan ve Türkiye'den bağımsız hareket eden biri değildir. Ankara'yı ve TSK'yı karşılarına alıp hakaret edemeyenler, Denktaş'ı karşılarına almaktadırlar. Dolayısıyla Türk ordusuna, Türkiye Cumhuriyeti'ne laf söylemek istemeyenler dolaylı olarak Denktaş'a laf söylemektedirler. Denktaş, KKTC'de Türkiye'ye yakın Türkiyeci olarak tanımlanan bir siyasi liderdir. Türkiye karşıtı, Türkiye'yi dışlayan, hatta Türkiye düşmanı çevreler dahi KKTC içinde bulunmaktadır. Bunlar da Batı tarafından desteklenen, zaten Batı tarafından desteklendikleri için Türkiye'ye karşı hale gelen çevrelerdir. 

 Dolayısıyla burada bir çelişki vardır. Denktaş'ın varlığıyla, yokluğuyla, politikasıyla ilgili bir şey değildir. Denktaş zaten Ankara'yla ayrı düşemez. Türkiyeci olarak tanımlanan bir kişidir. Denktaş'ın gitmesi, yani Türkiyeci politikanın ortadan kalkması, adanın Anadolu'dan Türkiye'den kopması sonucunu doğurur. Bu bir çözüm ise Rum çözümü, Yunan çözümü, AB'nin çözümüdür. Onlar açısından doğrudur. Onlar açısından bir çözümdür. Denktaş'ın da belirttiği gibi Kıbrıs'ı Girit'e çevirmek istiyorlar. Kıbrıs'ı Girit'e çevirmek çözümdür. Kimler açısından? AB, Atina, Rumlar ve Türkiye'deki bazı büyük sermaye çevreleri açısından çözümdür ama Türkiye'nin gerçek halkı, Türkiye Cumhuriyeti açısından çözüm değildir. Hangi açıdan ve kimler için çözüm ona bakmak gerekir. 

İleri:  Hem Türkiye hem Kıbrıs'ta bazı " sol " çevreler " Kıbrıs, Kıbrıslılarındır ", " Türkiye işgale son versin ", " Sorunu Kıbrıslılar kendi aralarında çözsün " gibi AB, Yunan ve Türk büyük sermayesinin tezlerine paralel çözümler savunmakta. Tarihte gerçekten hiç Kıbrıslı diye bir millet var oldu mu? Olmadıysa ve bu şimdi kurgulanıyor sa bu Türklerin asimilasyonuna ve bölgede AB egemenliğine yol açar mı? 

Manisalı:  Tarihsel olarak baktığımız zaman, Kıbrıs, Rodos, Girit, Sicilya, Malta, Cebelitarık gibi bölgeler kozmopolit bölgelerdir. Zaten 1571'de Osmanlı Kıbrıs'ı Rumlardan almamıştır. Korsan adasıydı. Korsanlardan kurtarmıştır. Kıbrıs, Venediklerin, Cenevizlerin egemen olduğu bir korsan adasıydı. Hatta adadaki Ortodoks papazları bile Osmanlı padişahlarına 'aman bizi korsanlardan kurtar. Osmanlı'nın adaleti bizi kurtarır' diye talepte bulunmuşlardır. Dolayısıyla Osmanlı kimsenin topraklarını almamıştır. Osmanlı bir korsan adasını, kendisini de rahatsız eden bir korsan adasını korsanlardan kurtarmış ve ondan sonra burası Türkleşmiştir. Aslında adanın Türkleşmesi Osmanlı'dan çok önceye 11-12. yüzyıla kadar gider. Bunu bilen pek yoktur. Anadolu beyliklerinin aralarındaki savaşlarda kaybeden tarafın kaçan mensupları, taraftarları civardaki adalara ve Kıbrıs adasına göç etmişlerdir. Bunlara Türkopan denmiştir. Bir kısmı paralı asker olmuştur. Bir kısmı yerleşmiştir. Dolayısıyla bizden de o korsan adasına Osmanlı gitmeden önce Anadolu'dan giden Türkler bulunmuştur. O kozmopolit yapı içerisinde Türkler de vardır. Herkes vardır. Afrika'dan, Suriye, Lübnan tarafından gelenler vardır. Venedik, Ceneviz, Ege adaları, Rum tarafından gelenler vardır. Osmanlı döneminde esas nüfusu Türkler ve Rumlar oluşturmuştur. İngiliz döneminde de esas unsuru Türkler ve Rumlar oluşturmuşlardır. Türkler ve Rumlar egemendir yani Kıbrıs ulusu diye bir şey yoktur adada. 

 Türkiye'de Adanalılık, İzmirlilik, Samsunlu luk ne kadar varsa, o kadar Kıbrıslılık vardır orada. Ben orada bir iki düğünde bulundum. Oradaki eğlenceler Anadolu'dakinden daha Türk eğlenceleri dir. Müzik olarak, yapılan espiriler, geleneksel motifler olarak daha Türk'tür. 

 Kıbrıslılık kavramı bir aldatmaca dır. Türkiye'nin ve Anadolu'nun Kıbrıs'tan uzaklaştırılması için bir argüman olarak kullanılmaktadır. Atatürk'e karşı da aynı argümanı İstanbul'daki bazı Osmanlı çevreleri kullanmışlardır. Onlar da İngiliz'e Türk'ten daha yakındılar. O yüzden de Atatürk'e karşı çıkmışlardır. Bugün de İngilizlerle, Rum'a yakın bazı bedbahtlar bulunabilir KKTC'de. Onların belli çıkarları doğrultusunda bu şekilde konuşmalarını aynen bazı büyük sermaye çevrelerinin bazı garip açıklamaları gibi değerlendirmek gerekir. 

İleri:1960 ve 1970'lerde emperyalizmin Kıbrıs konusundaki dayatmaları Türk halkının Batıya karşı uyanışını sağladı. Antiemperyalist ve Batı karşıtı milliyetçi hareketler gelişti. Türkiye'deki devrimciler, ilericiler ve örgütleri de bu uyanışa ön ayak olup, halkın hareketine antiemperyalist bir mecrada önderlik ettiler. Ama şu anda hem sendikaların hem demokratik kitle örgütlerini hem de ilerici solcu olarak bilinen siyasi çevrelerin, Kıbrıs konusunda duyarsız olduğunu hatta AB'nin ve Batı emperyalistlerinin tezlerini desteklediğini görüyoruz. Dolayısıyla halkı aydınlatacak, emperyalizme karşı örgütleyecek çevreler bu görevlerini yerine getirmiyor. Türkiye'de büyük sermayenin Batının uzantısı gibi davranmasını açıklayabiliyoruz ama emperyalizme karşı mücadele etmesi gerekenler niçin emperyalizme teslimiyet çizgisinde ısrar ediyorlar? 

 Manisalı:  Bu şundan dolayı. Özellikle 90 sonrası dönemde, Türkiye'de bazı sol çevrelerin girdiği yönelimdir bu. Bu aslında gerçek anlamda bir sol değildir. Türkiye az gelişmiş bir ülkedir. Türkiye'de sol olmak için az gelişmiş bir toplumun kapitalizm karşısındaki çıkarlarını koruyan argümanlar ortaya koymanız gerekir. Yani Türk işçisinin kapitalizme karşı çıkarları nedir? Türk çiftçisinin, Türk memurunun, hatta Türkiye'deki ulusal sanayicinin kapitalizm karşısındaki argümanları nedir? 

 Bizdeki eski bazı sol çevreler ve bugün onların uzantısı olanlar, Soğuk Savaş sonrası Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla tamamen sudan çıkmış balık gibi ortada kalan bazı sol çevreler, Batı solu dedikleri akıma yani kapitalist sola dahil olmuşlardır. Türkiye'de solun temel argümanının Batı kapitalizmine karşıt olması gerekir. Çünkü Türkiye ezilen, sömürülen bir azgelişmiş ülke olarak algılandığı zaman buradaki bir sol aydının, sol entelijensiyanın, sol oluşumun temel misyonunun anti kapitalist, dolayısıyla anti Batı bir çizgide olması gerekir. Eğer söylediğiniz bazı sol çevreler Türkiye'de ve KKTC'de emperyalist kapitalizmle işbirliği içerisinde bulunuyorlarsa o zaman bunlar naylon soldur. Veya sol adı altında Batı kapitalizminin uzantısı olan unsurlardır. KKTC içerisinde de kendisine sol diyen bazı çevrelerin en yakın oldukları çevrelerin Brüksel ve Washington olduğunu görüyoruz. Ankara karşıtlıkları Brüksel'e ve Washington'a yakınlıklarındandır. Kapitalizme ve emperyalizme yakın olarak ve onlardan menfaat sağlayarak kendilerini sol etiketle lanse eden, pazarlayan konuma gelmişlerdir. Ben bunlara naylon sol demeyi yeğliyorum. 

İleri: AB Kıbrıs Rum kesimi şahsında Kıbrıs'ı içine alır, Türkiye'yi AGSP'den dışlarsa, Türkiye'yi askeri bir hedef haline getirir. Böyle bir durumda Türkiye AB'yle ilişkilerini koparabilir mi? Nasıl bir çözüme başvurur? 

 Manisalı:  Türkiye'de en azından bazı çevreler gerçekleri görüp daha gerçekçi ifadeler kullanmaya başlarlar. Siyasi, bir Mesut Yılmaz kalkıp 'Hiçbir mesele yok. Türkiye gerekeni yapıp ödünleri verirse AB 2010 yılında bizi içine alacaktır' gibi TV'de TRT'de konuşamaz. Yine bazı sermaye çevreleri Kıbrıs'ı, Ege'yi feda edelim AB bizi alacaktır diyemez. Geniş kesimler gerçekleri görmeye başlar. 

 Zaten uyanma şimdiden başladı. Örneğin Türk-İş'in hazırlamış olduğu minik bir broşürde, AB bizden ne istiyor, biz bunları verirsek Türkiye diye bir şey ortada kalmaz, zaten bizi almayacak, bizi oyalayacak gibi ilk defa bir işçi sendikasının çok net çok düzgün bir yaklaşımını ortaya koymuş oldu. Bu tip yaklaşımlar diğer işçi sendikaları tarafından ve diğer kurumlar, meslek kuruluşları, örgütler tarafından sergilenebilirse, Türkiye-AB ilişkilerinde karşılıklı çıkarları dengeleyen ve tek yanlılığı değil, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını da korumaya başlayan yeni bir ilişki düzeni kurulabilir diye düşünüyorum. Ben bu konuda umutsuz değilim. En azından şimdilik TSK kritik konularda Türkiye'nin ulusal çıkarları konusunda kesin tutumunu ortaya koyabilmektedir. 

İleri:  Türkiye ve İngiltere'nin garantörlük haklarından dolayı Kıbrıs'ın kendi başına AB'ye girmesi hukuki değil. İsmail Cem, buna rağmen Kıbrıs konusunda ağır bir bedel ödemekten bahsetti. Gerçekten çok ağır bir bedel söz konusu mu?  

 Manisalı:  İsmail Cem'in Dışişleri Bakanı olarak böyle bir ifadede bulunmasını ben eleştirdim. Dışişleri Bakanı böyle bir konuşma yapamaz. Neden? Çünkü bedel ödenir, ödenmez o ayrı mesele ama bu afişe edildiği zaman iş yanlış noktaya gider. Zaten İsmail Cem'in 'bedel büyüktür' şeklindeki açıklamasının hemen ardından bazı büyük sermaye çevreleri 'Vay demek bu bedel büyük, biz bunu niye ödeyeceğiz, Kıbrıs'ı verip kurtaralım' diyebildi. İsmail Cem'in açıklamaları "ver kurtulculara" meydan açmış oldu. Bunu İsmail Cem'e sormak lazım: Dışişleri Bakanı olarak ne hakla, Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan çevrelerin bazı açıklamalar yapmalarını sağlayacak bir altyapıyı hazırladın? Ben de çok merak ediyorum nasıl bir cevap vereceğini? 

İleri:  Bazı Müslüman ülkeler son dönemde KKTC'yi tanıyabileceklerine dair sinyaller verdiler. Daha öncede Pakistan gibi ülkeler tarafından bu tür girişimler olmuştu ama ABD bunu engellemişti. Türkiye'nin Batıya sırt çevirip, haklı tezlerini daha geniş, uluslararası çapta savunmasıyla, destekçi bulma olasılığı yok mu? 

 Manisalı:  Sırt çevirmekten vazgeçtim, Batıyla ilişkilerinde tek yanlı bağımlılığını ortadan kaldırıp, dengeleyebilirse, sırt çevirmeden zaten meseleler hallolur. Atatürk dönemi politikalarına dönüşle ben onu kastediyorum. Batının üzerimize gelişini engellemek, tek yanlı dayatmalarını dengelemek için Asya platformundan yararlanmak tek çıkış yoludur. Başka çözüm yolu yoktur. Türkiye Batının kendi üzerindeki Kıbrıs, Ege, PKK, AGSP, Patrikhane ve diğer tek yanlı dayatmalarını, tek yanlı bağımlılıkla değil ancak Doğuyu, Asya platformunu ve bölgesini içine alarak daha bölgesel bir güç haline gelerek kendi ulusal çıkarlarını koruyabilir. Yoksa Batı bizi sever, biz evet deriz o da yapar diyerek hangi ülke ayakta durup ilerleyebilir dünyada? 

İleri:  Sizce, uzun vadede Türkiye'nin bağımsızlığı ve ulusal çıkarları doğrultusunda, Kıbrıs'ta gerçekleşebilecek en gerçekçi çözüm nedir? Adanın Yunanistan ve Türkiye arasında taksim edilmesi tarihin dayattığı bir çözüm olarak ortaya çıkmıyor mu?  

 Manisalı:  Aslında Kıbrıs sorunu diye bir sorun yoktur. Kıbrıs sorunu çözülmüştür. Kıbrıs adası, ihtilaflı tek barışçıl bölgedir. Bugün Lübnan'da yıllardır iç savaş var. Makedonya, Kafkasya, Ortadoğu halen sorunlu. Baktığımız zaman ihtilaflı bölgeler içinde kan akmayan tek barışçıl bölge Kıbrıs adasıdır. Niye? Çünkü ortada bir sınır var. İki taraf da kendi bölgesinde. Türk tarafı Türkiye Cumhuriyeti'nin güvencesi altında, Rum tarafı Yunanistan'ın güvencesi altında. Bu ideal bir çözüm.

 Kıbrıs sorunu diye bir sorun yok ortada. Sorun adanın tamamının AB marifetiyle Yunanistan'a mal edilme meselesi ve adada İngiliz üslerinin yanında Fransızların ve Almanların, Avrupa Ordusu'nun büyükleri olarak orada üs elde etme istemeleridir. Yoksa ne Kıbrıs Rum halkı ne de Kıbrıs Türk halkı onların umrunda. Yunanistan AB'nin içerisinde olduğu için onu da hoşnut etmek zorundalar, taleplerini karşılamak zorundalar. Diğer konularda ambargo koymasın, taş koymasın diye. Yani hem Yunanistan'ın hem de Kıta Avrupası'nın yarattığı sorundur bu. Kıbrıs'ta İngilizlerin üssü var. O zaten Amerika'nın stratejik ortağı ama Almanya ve Fransa için Doğu Akdeniz daha stratejik bir hale geldi. Soğuk Savaş sona erdi, ne oldu? Burası Asya'nın Batı kapısı üzerindedir, petrol bölgesine enerji bölgesine bakan bir seyyar üs konumundadır. 'İngilizlerin üssü var, orayı Amerikalılar da kullanıyor ama bizim yok. Fransa ve Almanya'nın yok. Adayı AB'ye alarak orada Avrupa ordusu olarak boy gösterelim' diye düşündükleri için Kıbrıs'ın üzerine o kadar gidiyorlar. Yoksa ne Kıbrıs Türk halkı, ne Kıbrıs Rum halkı, ne de ada halkı onların umurunda. Onlar adaya stratejik olarak bakıyorlar. Yani var olan statüko aslında şimdi en gerçekçi çözüm.

http://www.turksolu.com.tr/ileri/08/manisali8.htm


http://www.turksolu.com.tr/ileri/08/manisali8_2.htm


..