23 Eylül 2020 Çarşamba

6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir. BÖLÜM 2

 6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir. BÖLÜM 2


Kolektif Şiddet,

Çare Nedir peki.? 

Çare geçmişte olanları açıklıkla konuşmak. Yapılan hataları dillendirmek. 

“Geçmişte bazı acı olay yaşanmış” tarzı yaşananların üstünü örtmeyi öneren bakıştan uzak durmak lazım. 

Çünkü bundan uzak durmazsak ne geçmişteki kolektif hataların detaylarını öğrenebiliriz, ne de bunlarla hesaplaşmak mümkün olur. 

“Yüzleşmenin ilk adımı: Kolektif şiddetin adını koymak” 

Hesaplaşma dediğimiz şey de ilgili literatürde yüzleşme diye adlandırılan süreç. 

Farklı unsurları var yüzleşmenin. 

İlk adım olarak geçmişteki bir kolektif şiddetin, utanılacak bir sürecin adını koymak önemli. 

Kötüye kötü demek, suçlamak, utanılması gerektiğini söylemek önemli bir başlangıç noktasını oluşturuyor. 


Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi., 

O nedenle az önce 6-7 Eylülün bir pogrom olduğunu vurgulamanın önemine değindim. 

Yüzleşmenin bir diğer unsuru hesaplaşılan olayın hatırlanma biçimlerini dönüştürmek. 

Bunun içinde anma mekânlarının oluşturulması da olabilir, ders kitaplarındaki bilgileri yüzleşme perspektifiyle yeniden yazmak da olabilir. 

“Yüzleşmenin başarılı olabilmesi için hem devletin, hem de toplumun bunu önemsemesi gerekir” 

Bir diğer unsur resmi bir özür ifadesinin paylaşılmasıdır. Ayrıca yüzleşme sürecini onarıcı adalet mekanizmalarıyla birlikte düşünmek gerekiyor. 

Yani bir yandan mutlak adaletin sağlanamayacağını akılda tutarken, diğer yandan mağdurlara tazminat ödemeyi gündeme almak gerekiyor. 

İlaveten sorumluların yargılanmaları da yüzleşmenin kilit unsurları arasında yer almakta. 

Gördüğünüz gibi, yüzleşmek için ne devletin çabası yeterli, ne de resmi girişimler olmadan toplumun çabası yeterli. 

Sürecin bir ölçüde başarılı olabilmesi için, hem devletin, hem de toplumumun yüzleşmeyi önemsemesi gerekiyor. 

-6-7 Eylül ile yüzleşebildik mi? 

Bu unsurlar çerçevesinde Türkiye toplumu 6-7 Eylül ile yüzleşebildi mi? Maalesef bundan oldukça uzağız. 

50. yılda, yani 2005’te Karşı Sanat’ın, Tarih Vakfı ile ortaklaşa düzenlediği 6-7 Eylül ile ilgili fotoğraf sergisini hatırlayalım. 

Serginin açılışı “ Türkiye Türktür, Türk kalacak ”, “ Hainlere Ölüm ”, “ Ya Sev Ya Terk Et ”, “ Neden Kıbrıs’taki fotoğrafları değil de, bu fotoğrafları asıyorsunuz ”, “ Atatürk’ün evini yakanları savunmayın ” sloganlarını atan bir grup tarafından basılmıştı. 

Fotoğraflara yumurta attılar, fotoğrafları yırttılar. 

Tam da Elhamra Pasajı’nın üçüncü katında oldu bunlar. 

50 yılda geldiğimiz noktanın özeti gibi adeta. 

Maalesef 6-7 Eylül’ün şiddeti ve trajedisi beyaz perdeye taşındığında da geçmişle yüzleşmeye katkı sağlayacak bir filmle karşılaşamadık, çünkü konu hakkında en bilinen film azınlıklar hakkındaki kalıp yargılara fazlasıyla yaslanan bir film. 

“Pogromun faturası ilk olarak komünistlere çıkarılmak isteniyor” 

6-7 Eylül bağlamında tazminat ödemeleri ve yargı süreçlerini de görmekteyiz. 

1955 ve sonrasında yapılan tazminat ödemelerinde toplanan bağışların da rolü olduğunu görüyoruz. 

Yargılama sürecinin ilk aşaması 6-7 Eylül’den hemen sonra ilan edilen sıkıyönetimin mahkemelerinde gerçekleşiyor. 

Fotoğraf: Akis, 17 Ekim 1960 

İlk olarak komünistleri tutuklayan bu mahkemeler sonuçta yüzlerce saldırganı küçük cezalara mahkûm ediyorlar ve pogromun tertiplenişi hakkında hiçbir 
hüküm kurmuyorlar. 

İkinci Aşama, 27 Mayıs sonrası Yassıada’da açılan 6-7 Eylül Olayları Davası. Fuat Köprülü’nün açıklamaları ihbar kabul edilerek açılmıştı bu dava. 

Bir darbe sonucu kurulan özel mahkemeden de adalet beklemek gerçekçi değil zaten. 

“Yassıada’daki mahkeme, askerin rolünü ve eksik müdahalesini görmezden geliyor” 

Bu davadaki iddianame ile dönemin bürokrasisinin pogromun tertiplenmesindeki rolü hakkında yeni bilgiler edinmek mümkün oldu. Ama bu dava da ciddi bir sonuç doğurmadı. 

Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve dönemin İzmir Valisi Kemal Hadımlı hakkında verilecek kararın Anayasayı ihlâl davası ile birleştirilmesine karar verilirken, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay ve Oktay Engin gibi isimler içinse beraat kararı verildi. 

Gerekçeli kararı okuduğumuzda yaşananların sadece yağma ve mallara zarar gibi gösterildiği, cinayet ve ölümlere hiç değinilmediği, dönemin istihbarat örgütü MAH (Milli Emniyet Hizmetleri) ile Oktay Engin’in ilişkisinden ve onun dinamitleri yerleştirmesi fiilinden bahsedilmediği görüyoruz. 

Elbette Yassıada’daki gerekçeli karar kolektif şiddetin seyrinde askerin rolüne ve eksik müdahalesine de hiç değinmez. 

“Geçmişteki utançların konuşulması ‘kaba’ ve ‘yaralayıcı’ olarak niteleniyor” 

6-7 Eylül ile bir türlü yüzleşemediğimizi söylerken geçen yıl HDP milletvekili Garo Paylan’ın Meclise verdiği araştırma önergesini de hatırlamak lazım: 

6-7 Eylül Pogromu; İstanbul ve İzmir başta olmak üzere birçok yerde, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin ve diğer Hristiyanların mallarının 

yağmalanmasını, kadınlara tecavüz edilmesi, din adamlarının darp edilmesi, mezarlıkların talanı ve cinayetlerin işlenmesiyle Türkiye’nin utanç tarihine yazılmıştır. 

... 

Bu Pogrom’un failleri Cumhuriyet tarihindeki pek çok menfi olay gibi ceza almamışlardır. 

... 

6-7 Eylül 1955’te yaşanan Pogrom’un faillerinin ortaya çıkarılması, yaşanan can ve mal kayıplarının tespit edilmesi, mağdur olan kişilerin ve/veya ailelerinin maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişle yüzleşme adına atacağı önemli bir adım olacaktır. 

... 

Bu sebeple bir Meclis Araştırması açılmasını talep ediyoruz 

Paylan’ın önergesinde yer alan bunun gibi cümleler TBMM başkanı Binali Yıldırım tarafından kaba ve yaralayıcı bulundu ve bu mazeret ile önerge işleme konmadı. 

“Ermeni Soykırımı’ndan Roboski’ye kadar yüzleşmemiz gereken uzun bir liste var” 

Lütfen dönün bakın, nesi kaba bu cümlelerin? 

Sabri Yirmibeşoğlu gibi organizatörlere kendi yaptıklarından övgü duyarak bahsetmeleri serbest, ama iş meclis araştırma önergesi gibi makul bir öneriye  gelince geçmişteki utançların konuşulması “kaba” ve “yaralayıcı” olarak niteleniyor. 

Ortak kitabımızda inkârda ortaklaşmak kavramını ortaya attık. Bu kavramı esas olarak 1915’e dair bilginin devlet aklı tarafından nasıl regüle edildiğini ve devlet ile toplumun nasıl inkâr ortak paydasında buluştuklarını anlatmak için kullanıyoruz. Ama elbette inkârda ortaklaşma 6-7 Eylül bahsinde de karşımıza çıkıyor. 

Toplum olarak yüzleşmemiz gereken şeylere dair “ Ermeni Soykırımı ”ndan Roboski’ye uzanan uzun bir liste var elimizde. 

Ve elbette 6-7 Eylül Pogromu da bu listede önemli bir yer tutuyor. 

-İstanbul’daki olayların başlamasında öne çıkan gazete manşetini göz önüne alırsak, geçmişten günümüze çeşitli çevrelerin medyanın kamu algısının  şekillenmesindeki rolünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanması hakkında neler söylemek istersiniz? 

Her şeyden önce 1950’lerin ortamı soğuk savaş ortamı. 


Ana akım gazetelerde istihbarat birimlerine yakın gazetecilerin olduğunu biliyoruz. Hürriyet, 

Yeni Sabah gibi gazeteler kitlede bir Kıbrıs Türkleri duyarlılığı yaratmayı önemsiyorlar. 


Tek parti döneminin son Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak “Kıbrıs sorunu diye bir şey yoktur, çünkü ada Britanya'nın egemenliği ve yönetimi altında” diyordu. 

DP döneminin başında da bu tavrı değişmedi. 

Dolayısıyla resmi tutum böyleyken kitleyi Kıbrıs konusunda ajite etmek basının üstlendiği bir roldü. 

Bir yandan Patrikhane’nin ekümenik konumu reddediliyor, diğer yandan Patrik Athenagoras sessiz kalarak Rum lider Makarios’u desteklemekle suçlanıyordu. 

Gazetelerin kendi çıkarları nerededir bu resimde? 

Muhtemelen Hürriyet milliyetçi rüzgârların tiraja destek sunmasından memnundur. Ama 6 Eylül gününü İstanbul Ekspres’in ilave baskılarını bu tür bir ticari çıkar kaygısı çerçevesinde görmemek gerek. 

Kâğıt kıtlığı döneminde yaklaşık 30 bin tirajlı gazetenin ilave baskılarla 200 binden fazla basılması doğrudan bir istihbarat operasyonu. 

-Sizce medya, içine düşürüldüğü bu karanlık durumdan nasıl kurtulur? 

Eleştirel akademisyenler olarak yıllarca ana akım medyayı eleştirdik. Haklıydık da, çünkü ana akım medyanın sorunları normal gösterme, büyük dertleri 

kitlelere yansıtmama, cinsiyetçi söylemleri yeniden üretme gibi özellikleri söz konusu. 

Ama Türkiye medya özgürlükleri bakımından öyle bir dönemden geçiyor ki… Bu dönemin temel özelliği ortada bir ana akım medyanın kalmamış olmasıdır. 

Evet, alternatif mecralar güçleniyor, bu elbette olumlu bir gelişme, ama ana akımın gücünü yadsımak olmaz. 

Ben derslerimde Türkiye’nin otoriterleşme sürecini özetlerken öğrencilerime, “Düşünün arkadaşlar, merkez-sağ perspektiften bakan köşe yazarları bile 

Hürriyet’te yazmaya devam edemediler” diyorum. 

Durum bu şekilde özetlenebilir sanırım. 

“Linç Atmosferi sürüyor” 

6-7 Eylül 1955’ten konuşurken, 6-7 Eylül 2015’ten söz etmek gerekmekte. 

2015’te, tam da 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece, içlerinde bir iktidar partisi milletvekilinin de bulunduğu bir grup, Hürriyet gazetesine saldırdı. 

İzleyen günlerde HDP’ye yönelik çok geniş çaplı bir linç dalgası oldu. İstanbul’da 21 yaşındaki Sedat Akbaş telefonda Kürtçe konuştuğu için öldürüldü. 

Beypazarı’nda Kürt tarım işçilerinin çadırları yakıldı.

 Bu dehşet görüntüleri 6-7 Eylül’den günümüze ulaşan bir linç atmosferini akla getiriyor. Bu linç atmosferi ile de hesaplaşmadık henüz. 

Bunları da yüzleşme gerektiren kolektif şiddetler listesine eklemek gerek. 

- Medya bu karanlık durumdan nasıl kurtulur? 

Sanırım öncelikle gereken gazeteciliği suç olarak görmeyen bir yaklaşımın tüm kurumlarca benimsenmesi. 

Konvansiyonel mecrada hükümet ile mesafeli olmayı önemseyen basın ve yayın kuruluşları gerek. 

Muhabirliğin güçlenmesi, muhabirlerin kanaat önderi rolünü üstlenmeden gazetecilik yapabilmeleri lazım. 

Televizyonlarda yeniden farklı fikirlerin diyaloğunu görmemiz lazım. 

Ne zaman ki ana akım televizyonlar HDP’lilerin olmadığı HDP tartışmalarından, kadınların olmadığı kadın cinayeti tartışmalarından vazgeçer, içinden geçtiğimiz karanlık hafiflemiş demektir. 

........

Ömer Turan hakkında., 

Doç.Dr. Ömer Turan İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. Güven Gürkan Öztan ile ortak kitapları "Devlet Aklı ve 1915: Türkiye’de 'Ermeni Meselesi' Anlatısının 

İnşası 2018’de İletişim Yayınları tarafından 2018’de yayımlandı. 

Editörlerinden olduğu "The Dubious Case of a Failed Coup: Militarism, Masculinities, and 15 July in Turkey" başlıklı derleme 2019’da Palgrave Macmillan’dan çıktı. 

"1968: İsyan, Devrim, Özgürlük" başlıklı derlemesi geçtiğimiz ay Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından basıldı. 

Dr. Turan 2019-2020 akademik yılında İsveç Enstitüsü araştırmacısı olarak, Lund Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nde çalışmalarına devam ediyor. 

The Independentturkish © 


****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder