İSMET İNÖNÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSMET İNÖNÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2020 Cumartesi

27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri

27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri

     
         27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri


27 Mayıs darbesini yapan grup içinde ideolojik bir birlik söz konusu
olmamış, radikaller ve ılımlılar olarak ikiye ayrılan yönetimde darbeden bir
süre sonra ülkenin geleceği konusundaki fikirler farklılaşmaya başlamış, bu
durum da halk üzerinde ve yönetim içinde huzursuzluğa yol açınca, radikaller
olarak adlandırılan Alparslan Türkeş önderliğindeki grup yönetimden tasfiye
edilmişlerdir. İç politikada yaşanan ayrılıkçı düşünce yapısı dış politikaya da
yansımıştır.  27 Mayıs yönetimi ilke ve uygulama düzeyinde geleneksel Türk
dış politikasına bağlı kalacaklarını belirtirken, bir yandan da Türkiye’nin
yaşadığı tarih gereği Bağlantısızlar Hareketi’ne yakın olması gerektiğini
belirtmiş, Bağlantısızlara duydukları sempatiyi söylemekten geri kalmamışlar dır.97  
Duyulan bu sempatinin yanında geleneksel dış politika bağlılığın vurgulanması 27 Yönetimi açısından oldukça önemliydi, bu önem darbenin halka duyurulduğu radyo konuşmasında;

Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz.Gayemiz,
Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir.
Büyük Atatürk’ün “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh” prensibi bayrağımızdır.Bütün
ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sağdığız.NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. 

'' CENTO’ya bağlıyız.Tekrar ediyoruz; düşüncelerimiz ,yurtta sulh, cihanda
sulhtur.'' Şeklinde belirtilmiştir. Batıyla yakın ilişkiler içinde, profesyonel bir diplomat olan Selim Sarper98 27 Mayıs yönetiminin dış işleri bakanı olarak
atandığında,dış politikada devamlılık sözü vermiş, 1 Haziran 1960’taki ilk
basın toplantısında bu sözünü teyit etmiştir.99Dış işleri Bakanlığı’na öncelikle
Fahri Korutürk’ün getirileceği kamuoyuna duyurulmuş, ancak Selim Sarper’in
Batıyla iyi ilişkiler içinde olması ve askerler tarafından politikaya karışmayan
biri olarak görülmesi nedeniyle getirilmiştir...

Sarper, 27 Mayıs’ın ilk saatlerinde evine gönderilen askeri bir ciple alınıp sıkı yönetim komutanlığına getirildiğinde ABD, NATO ve CENTO’ya bağlı kalınacağının belirtilmesini takdirle karşıladığını belirtmiştir100. Türkiye’nin geleneksel dış politikasını 27 Mayıs yönetiminin ABD’ye ve NATO’ya olan bağlılığını belirtmesinin en büyük nedeni ABD’nin 5 Mart 1959 tarihinde imzalanan Türk Amerikan
Güvenlik İşbirliği Anlaşması101’na dayanarak bir müdahalede bulunması
olasılığıdır. MBK bu durumdan duyduğu korku neticesinde bağlılığını bir çok
defa belirtmiştir.102

MBK yönetimi dış politikada, geleneksel dış politikaya bağlı kalıp, daha bağımsız bir politika izlemek istediği bir çok defa teyit etmiştir ancak, hem mevcut anlaşmalara bağlı kalıp hem de daha bağımsız bir dış politika izleneceği konusunda her hangi bir çözüm yolu önerilmemiştir.

MBK yönetiminin dış politikada sağlamak istediği öncelikli hedef darbeyle kurulan rejimin batı tarafından bir an önce tanınması olmuştur.

Sarper’in çalışmaları sonucunda 30 Mayıs’ta ilk olarak İngiltere ve ABD MBK
yönetiminin darbeyle kurduğu yeni rejimi tanıdıkları belirttiler, bu sayı 3
Haziran ‘a gelindiğinde Sovyetler Birliği de dahil 31 ‘ çıkmıştır. Bu dönemde
yayınlanan bildiriler, uygulanan politikalar ve programlar incelendiğinde
“bağımsız, bağlantısız” dış politika isteklerinin olduğunu ancak bu isteklerinin
gerçekleşmesinin olanak bulmadığı görülmüştür.103

MBK’ nın dış ilişkilerin tabanını genişletme ve bağımsız hale getirme
gereksinimi isteği doğrultusundaki ilk girişimi, 11 Temmuz 1960 hükümet
programının kamuoyuna duyurulmuştur. Bu duyuruda Cemal Gürsel
programın dış politika ilgili bölümlerinde “Türkiye’nin kimseye karşı düşmanlık
beslemediğini, uzatılan her dost elini sıkacağı ve kendisine karşı gösterilen
hakiki ve samimi dostluğa, aynen mukabele edeceğini” açıklamıştır.104Bu
program 4 Aralık 1957’de TBMM’de okunan hükümet programı ile
karşılaştırıldığında, hem iç hem de dış politikada önemli sayılabilecek
değişiklikler olmuştur.

İlk olarak; Menderes hükümeti uluslar arası sistemin tanımlamasını
yaparken barışın sağlanmasını temel dış politika amacı olarak belirlemişti.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen ülkeler
arasında uluslar arası sistem içinde kalıcı barışın tam olarak sağlamadığını
belirtmiş ve “Hür milletlerin adil bir sulh nizamı bulmak ve bunu kabul
ettirebilmek hususunda ki bunca gayretlerin, teessürle ifade edelim ki henüz
neticesi alınmamıştır. Buna mükabil harp giderek şiddetini arttırmakta ve her
gün biraz daha tehlikeli bir hal almaktadır” açıklamasını yaparak dünyanın
bloklaşmış yapısını ve barışı sağlamak için gösterilen çabanın Batılı ülkeler
tarafından geldiğini vurgulamıştır. Sovyetler Birliği’ne karşı Batı desteklenmiş tir. Ayrıca; Menderes hükümeti” bağlantısızlar hareketi” ni savununa ülkelere tepki ile bakmış NATO ve Bağdat Paktı’na bağlılığı belirterek Türkiye’nin daha açık olması gerektiğini belirtmişlerdir.

27 Mayıs hükümetinin dış politika vurgusunda en önemli sorun barışın
sağlanması olarak belirtilmiş, bloklaşma ve Soğuk Savaş üzerine herhangi bir
vurgu yapılmamış, sosyalist blok Sovyetler Birliği barışı bozan taraf olarak
gösterilmemiştir. Soğuk Savaş döneminde bir bloğa kesin taraf olduğunu
belirtilmesi yerine Türk milletinin çıkarları ön planda tutulmuş buna göre
hareket edilmiştir. DP hükümeti dış politika uygulamalarının da bu yönde
olduğu,27 Mayıs hükümetinin dış politika uygulamalarında herhangi bir
farklılık getirmediği açıkça belli olmuştur.

Dış siyasetin temelleri bu şekilde belirtildikten sonra, BM, NATO ve
CENTO barışı sağlamanın bir aracı olarak görülmüştür. Ancak, Menderes
hükümetindeki NATO’ya bakış değişime uğramıştır. Eşitlik ve egemenlik
ilkelerine vurgu yaparak,”dost ve müttefik memleketlerle münasebetlerimizi
her sahada eşitlik ve egemenlik esasları dairesinde yürütmek ve geliştirmek
siyasetimizin başlıca prensiplerindendir” şeklinde belirtilmiştir.105

İkinci olarak; Menderes hükümetinin dış politika programında Sovyetler Birliği’ ne bakış NATO’nun bir üyesi olarak temkinli bir şekilde sürdürülmüştür.106 

Bu durum Menderes programında;

“Sovyetler ile münasebetlerimize gelince; Bu münasebetlerin mensup
bulunduğumuz müdafaa topluluklarından tecrit edilerek mütalaasına imkan
yoktur.NATO ve Bağdat teşekkülleri azası olarak vaziyeti mütalaa edip
hissedeceğimiz emniyet nispetinde ve müttefiklerimizle aynı seviyede olmak
üzere Rusya ile olan münasebetlerimizi devam ettirmek kararındayız”107
şeklide belirtilmiştir. Sovyetler Birliği ile kolektif bir ilişki kurma yolu tercih
edilmiştir.

27 Mayıs hükümeti ise hükümet programında Sovyetler ile kuracağı ilişkilerin esasını ; ”Sovyetler Biriliği ile münasebetlerimizi karşılıklı saygı esasına müstenit iyi komşuluk çerçevesinde ilerletmeyi samimiyetle arzu etmekteyiz” vurgusunu yaparak belirtmiştir. NATO dışında da komşuluk temellerinin oluşturulmak istenmiştir.108Sovyetler Birliği ile genel anlamda bakıldığında dış politika da 
27 Mayıs hükümetinin getirdiği ciddi bir fark olmamıştır. Eğer 27 Darbesi gerçekleşmeyip,DP hükümeti iktidarda olsaydı, Başbakan Menderes Temmuz 1960’da SSCB ile ilişkilerin daha iyi noktaya gelmesini sağlayacak bir gezide bulunmayı planlamıştır.

Üçüncü olarak; Menderes hükümeti Soğuk Savaş döneminde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki coğrafyası nedeniyle stratejik önemini arttırmış, askeri ve siyasi pozisyonu açısından en fazla ihtiyaç duyulan ülke durumuna gelmiştir. 109

Başbakan Menderes, Ortadoğu’da Suriye ile olan sorunlara dikkat çekmiş ve bu bölgede bölge dışındaki bir devletin emniyeti ve istikrarı tehlikeye düşürmesi sadece bu Ortadoğu’daki barışı değil tüm dünya barışını tehlikeye düşüreceğini belirtmiş ve daha dar kapsamlı Ortadoğu politikası izlemeyi tercih etmiştir.110 27 Mayıs yönetimi dış politika programında Arap ülkeleriyle, özellikle de Birleşik Arap Cumhuriyet’i ve Irak ile uluslar arası sistem düzeyinde ilişkilerinin önemi vurgulanmış daha küresel Ortadoğu politikası benimsemiştir.111 Soğuk Savaş konjonktür, başta Ortadoğu bölgesi olmak üzere Balkanlar, Yugoslavya, Afrika ve Latin Amerika ile yakın ilişkiler içinde olunması verilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Son olarak Menderes hükümeti ve 27 Mayıs hükümetlerin dış politikaları arasında ki farklılık Avrupa ile olan ilişkiler noktasında olmuştur. DP hükümeti 1957 yılında kamuoyuna sunduğu dış politika programında Avrupa’nın bütünleşme yolunda bir örgütlenme içinde olduğunu, bu bütünleşme içinde az gelişmiş ülkelere yapılan yardımlardan Türkiye’nin yararlanması, payını alması gerektiğini belirtilmiştir.27 Mayıs hükümeti Avrupa ile olan ilişkiler de Avrupa Konseyi’ne yer vermiş,konseyin
çalışmalarına her bireyin insan hakları ve hürriyetlerinden faydalanmasını
sağlamak amacıyla aktif bir şekilde katılmak gerektiğini belirtmiştir.Ancak 27
Mayıs hükümeti, Avrupa Konseyi demokrasiyi rafa kaldırdığı gerekçesi ile
Türkiye’yi dışlamış,Türkiye için temel sorun kaybettiği bu imajı yeniden
kazanıp,ilişkileri normal seviyeye getirmek için çaba sarf etmiştir.112

27 Mayıs darbesi uluslar arası sistemde büyük yankı uyandırmış, darbe öncesinde ve sonrasında Türkiye’nin iç ve dış politika uygulamaları yabancı ülkeler tarafından dikkatle incelenmiştir. Örneğin; Türk siyasetini ve devletin durumunu iyi bir şekilde çözen, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Burrows, ülkesini Türkiye’de yaşanan tüm olaylar hakkında bilgilendirmiştir.

22 Nisan 1960 tarihli raporunda Menderes’in kendisine karşı oluşan
muhalefete ve basına karşı bir önlem aldığını alınan bu önlemin son derece
hatalı olduğunu belirtmiş, ülke içinde taşrada çıkan olayları, ordu içindeki
kaynamaları ve oluşan genel havayı birebir ülkesine iletmiştir. Büyükelçi
Burrows, darbeden bir ay önce de darbe ortamının var olabileceğini
öngörmüş, ancak yapılabilecek her hangi bir müdahalenin de Türkiye’nin bir
iç meselesi olarak görmüş, onları ilgilendiren konunun Türkiye’de yaşayan
İngiliz vatandaşlarının ve Kıbrıs’ın durumunun olduğunu vurgulamıştır. İngiliz
dış politikasında Kıbrıs meselesinin çözümü Türkiye’nin siyasi ortamından
daha önemli olmuştur. Darbe gerçekleştikten bir hafta sonra İngiliz
makamlarına ulaştırdığı genel durumu belirten raporunda; Menderes
hükümetinin, 1955-1960 yılları arasında özellikle entelektüel kesimin
desteğini geniş ölçüde yitirdiğini, DP iktidarından hoşlanmayan kesimlerin
darbeden önce var olduğunu bildirmiştir.113

Genel olarak bakıldığında;

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da yeni yönetimin dış
politikası eskiye göre kayda değer herhangi bir değişiklik göstermemiştir.
Zaten 27 Mayıs yönetimi, darbenin ertesi günü yayınladığı bildiride de,
Türkiye’nin bütün ittifaklarına ve taahhütlerine sadık kalacağını NATO’ya ve
CENTO’ya bağlı olduğunu bildirmiştir. Yani, dış politikada herhangi bir
değişikliğin olmayacağı darbenin ilk günün de açıklamıştır. Dış politika da
Türkiye’yi ileriye taşıyacak bir değişiklik olmazken, 1960’lı yılların ortasında
Soğuk Savaş dönemindeki yumuşamayla birlikte Türkiye iki blok arasındaki
önemini kaybetmeye ve uluslar arası sistemde yalnızlaşmaya başlamıştır.114

           Uluslar arası Sistemde Diğer Devletlerle Olan İlişkiler

27 Mayıs darbesinin dış işleri bakanı Selim Sarper 11 Temmuz 1960’taki ilk basın toplantısında dış politikada, NATO, CENTO, VE BM’ye bağlı kalacağını birdirmiş, batıya bu yolla devamlılık sözü vererek batı karşısında Türkiye’nin durumunu garantiye almıştır.115

Dış politika konusunda son derece duyarlı olan İsmet İnönü, Selim Sarper’le yaptığı görüşmede Batı Bloğunda kalmanın Türkiye açısından son derece yararlı olacağını, NATO, CENTO ve BM’ye olan devamlılık ve bağlılığın bildirilmesinin çok doğru ve yerinde bir açıklama olduğunu belirtmiş, bu birliklerde olan üye ülkeler arasında istenmeyen bir üye konumunda olmanın Türkiye için çok olumsuz sonuçlar doğuracağını bu yüzden uyumlu bir üyelik sürdürülmesi gerektiğini eklemiştir.

27 Mayıs hükümeti genel olarak dış politikada içe ve dışa dönük davranışlar içinde olmuştur. İç politikada ve dış politikada radikal değişikler yapmaktan kaçınmıştır. Yani dış politikada darbe ile gelen hiçbir değişiklik olmamıştır. 116


                      Amerika Birleşik Devletleri- Türkiye İlişkileri


Yakın tarihe bakıldığında ABD ‘nin askeri rejimlerle daha içli dışlı ilişkiler içinde olduğu, daha iyi ilişkiler kurduğu görülmüştür. DP milletvekillerinden Adnan Selekler, 27 Mayıs müdahalesinin ertesi gününde, harp okulunda tutuklu oldukları sırada Fatin Rüştü Zorlu’ya:
“Beyefendi Amerika askeri müdahaleye ne der?” şeklinde bir soru yöneltmiştir. Zorlu’nun yanıtı ise :
“…Amerika askeri rejimleri tercih eder. Amerikalılar askerlerle daha kolay
anlaşırlar.”Şeklinde olmuştur.

Amerika’nın askeri rejimlerle anlaşmasının en önemli nedeni; askeri
rejimle yönetilen ülkedeki subayların Amerikan eğitimi almaları ve genelde
dünyayı Amerikan perspektifinden bakamaya koşullandırılmış olmaları
olmuştur.117Örnek olarak 2009 yılında Honduras’ta Cumhurbaşkanı Manuel
Zelaya karşı darbe yapan Romeo Vasquez, Amerika’da ABD Okulu’nda
eğitim almıştır.ABD Honduras’daki darbeyi yakından izlemiş, olup biteni
dikkatle takip etmiştir.118

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 17 Nisan 1961 günlü 8453 sayılı ,

”Türk Siyasetinde Silahlı Kuvvetlerin Rolü” adındaki gizli raporunda 27 Mayıs
darbesi şu şekilde değerlendirilmiştir:

27 Mayıs 1960 tarihinde başbakan Adnan Menderes hükümetini deviren
Türkiye Silahlı Kuvvetlerince yapılan darbe Türkiye dışında genellikle ağırlık taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin apolitik olduğu ve ciddi bir siyasi bunalımda müdahale etmeyeceği yolundaki inancı yıkılmıştır…Ordunun Türk Siyasi hayatı üzerindeki etkisi,bu nedenle hiç şüphe yok ki ,devam edecektir ve ordu, yeni bir siyasi bunalım ortaya çıkması halinde ,eskiye oranla müdahale etmeye daha hazır olacaktır.”119

Washington büyükelçisi Melih Esenbel Türkiye’nin bütün uluslar arası
yükümlülüklerine bağlı kalacağını Amerikan hükümetine bildirmiş, darbe
sonrasında Türk- ABD ilişkilerinin geleceğini garantiye almaya çalışmıştır.
Amerikan Büyükelçisi Fletcher Warren darbenin iç politikadan kaynaklandığını, bu durumunda Amerikan karşıtı bir politika olmadığını belirten bir mesaj göndererek 27 Mayıs Darbesi hakkında ABD’nin görüşünü bildirmiştir. Büyükelçi Warren daha sonra darbe hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak istemiş ve darbenin ertesi günü 28 Mayıs 1960’da Cemal Gürsel ile bir görüşme yapmıştır.120 

Bu görüşme sırasında Warren Gürsel’e ;

”Şimdiye kadar şahit olduğum en kesin, etkili ve çabuk darbe. 

Ankara halkının sonuçtan memnun olduğunu gösteriyor” demiştir 121
Görüşmede, Türkiye’nin mali açıdan ABD yardımına ihtiyacı olduğu açık
bir dille Cemal Gürsel tarafından bildirilmiş, ABD hükümeti bu görüşmeden
kısa bir süre sonra 27 Mayıs yönetimine istediği krediyi vermiştir. Ayrıca ABD
hükümeti 30 Mayıs 1960’da 27 Mayıs hükümetini tanığını belirtmiş, bu durum
diğer Avrupa ülkelerinin Türkiye’de darbe sonrasında kurulan yeni hükümeti
tanımaları açısından örnek teşkil etmiş ve etkili olmuştur. 122

ABD, MBK yönetimini tanıdığını ilan etmiş ancaki Menderes hükümeti
döneminde yapılmış olan ve büyük bir kısmı TBMM’ye getirilmeden yürürlüğe
girmiş olan ikili anlaşmaların geçerli olup olmayacağı ABD tarafından merak
edilen bir konu olmuştur.27 Mayıs hükümeti dış işleri bakanı Selim Sarper 
Haziran 1960, Türkiye’nin eski dönemlerde yapılan anlaşmalarının hepsinin
geçerli olduğunu ve yükümlülüklerine bağlı kalınacağını belirtmiştir. 

Bu durum ABD tarafından son derece olumlu bir şekilde karşılanmıştır.123
11 Haziran 1960 tarihinde ABD başkanı Dwight D.Eisenhower MBK
hükümetinin başkanına gönderdiği iyi niyet mektubunda Gürsel hükümetinin
seçimlerin yapılması ve hükümeti iradesinin sivil idareye devredilmesi
hususunda gösterdiği azmi takdir ettiğini ayrıca, Türkiye’nin NATO, CENTO
ve BM olan bağlılığını devam ettireceğinin açıklanmasını memnuniyetle
karşıladığını, bundan sonraki süreçte de iki ülke arasındaki ilişkilerin dostluk
ve işbirliği içinde devam edeceğini belirtmiştir. ABD başkanı tarafından
gönderilen bu iyi niyet mektubuna cevaben Gürsel, ABD ve Türkiye
arasındaki sağlam temellere dayanan ilişkilerin hiçbir şekilde sekteye
uğramadan dostluk ve barış içinde devam edeceğini dile getiren bir mesaj
göndermiştir.124

Bu durum akla 27 Mayıs darbesinden, ABD’nin önceden haberi olup
olmadığı, darbenin ABD desteği ile yapılıp yapılmadığı sorusunu getirmiştir.
Bu sorunun ortaya çıkması ve bir çok çevre tarafından tartışılmasının nedeni;
Büyükelçi Warren’in Washington’a yollamış olduğu raporda Türkiye’ de
ordunun müdahalesinin söz konusu olmadığını, Menderes hükümeti ile iyi
ilişkiler içinde bulunan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’ nun hükümet
ile olan ilişkilerinin dengeli olduğunu, Genelkurmay’ın herhangi bir müdahale
olursa destekte bulunmayacağını bildirmiştir. Ancak bir taraftan da CIA’ nın
ve MİT ile ordu içinde yakın haber alma kaynaklarını kullanarak aslında
darbenin tüm hazırlıklarından haberdar olduğunu ve bu konuda merkezi
uyardığının düşünülmesi olmuştur.125

Menderes hükümetinin on yıllık iktidarı boyunca ABD siyasetini
sorgusuz bir şekilde desteklemiş, ABD’ye karşı eksiksiz sadakat
göstermiştir.126 Ordunun yönetime el koymasıyla birlikte dış politika
devamlılık için söz verirken bir yandan da Arap ülkeleri ve bağlantısızlar
hareketi ile ilişkileri geliştirmek istediğini belirtmiştir.127

27 Mayıs hükümetinin her fırsatta batıya bağlılığını belirtmesinin en büyük nedeni, dışarıdan gelebilecek herhangi bir müdahaleye karşı yanında batıyı destek olarak görmek istemesi olduğu kadar, ekonomik sorunlar içinde olup, ülkenin istikrara kavuşması ve kalkınmasını sağlamak için almak istediği acil ekonomik yardımlarında etkisi önemli olmuştur.128 İhtiyaç duyulan ekonomik yardımlar için ABD ve Batı dünyasının desteğinin alınması gerektiği düşüncesi MBK ‘nın radikal ve ılımlı kanadının da hemfikir olduğu bir düşünce olmuştur.129

Ekonomiyi iyi bir noktaya taşımak isteyen 27 Mayıs hükümeti, Devlet
Planlama Teşkilatı’nın hazırlıklarına başlamış, ordu içindeki gereksiz
fazlalıkları azaltmak için tasfiyeler yapmıştır. Amaç, ordu içindeki muhalif
kesimi çıkarmaktır. ABD’nin verdiği 12 milyon dolarlık yardım ile tasfiye
gerçekleştirilmiş, DP döneminin sonlarında uygulanan ekonomik yardım
kesintilerine son verilmiştir. ABD Büyükelçisi Warren Türkiye’ye yapılan
yardımların devam edeceğini belirtmiştir. 1960 yılı içinde Türkiye dış
yardımının %75’ni ABD’den almıştır. Menderes hükümeti zamanında
bozulmaya başlayan Türk-Amerikan ilişkileri MBK yönetimi döneminde tekrar
canlanmaya başlamıştır.130

1960’lar boyunca Amerikancı, ABD destekli dış politika çizgisinden
vazgeçilmesinin gerektiği kamuoyunda giderek artan bir şekilde dile
getirilmeye ve talep edilmeye başlamıştır. ABD’ye bağımlı dış politika
istemeyen kamuoyu içinde anti-Amerikancı hareketlerin yayılmaya
başlaması, uluslar arası sistemdeki ülkeler arasındaki bloklaşmanın
azalması, Türkiye’nin bağlantısızlar hareketine olan yakınlığının artması gibi
durumlardan dolayı bu dönemde Türk –Amerikan ilişkilerinde sarsıntılar
yaşanmaya başlamıştır.131

DİPNOTLAR:

97 Fırat.a.g.e.,29
98 “ Türk siyaset adamı. İstanbulda doğmuştur. Amerikan Kolejinde lise öğrenimini gördükten
sonra, Almanya’da hukuk öğrenimi yapmıştır. Memuriyet hayatına öğretmenlikle başlamış,
sonradan Dışişleri Bakanlığına girerek, çeşitli memuriyetlerde bulunmuştur. İkinci Dünya
Savaşı yıllarında Matbuat Umum Müdürlüğü yapmış, Moskova büyükelçisi olmuş, Birleşmiş
Milletlerdeki devamlı delegeliğimize getirilmiştir. 27 Mayıs, 1960 hareketinde Dışişleri
Bakanlığına getirilmiş, 15 Ekim 1961 genel seçimlerinde C.H.P. adayı olarak İstanbuldan
milletvekili seçilmiştir ”Bkz.”Selim Sarper”. http://www.bibilgi.com/Selim-Sarper-(1899--?)
99 Ahmad.a.g.e.512
100 Fırat.a.g.e.,s.30-31
101 5 Mart 1959’da imzalanan Türk Amerikan Güvenlik İşbirliği Anlaşmasına göre; Türk-ABD
ilişkileri Eisenhower Doktrini temelinde en üst düzeye çıkarılmıştır. Bu doktrin özetle;
ABD’nin dolaylı ya da dolaysız bir şekilde komünizmin saldırısına hedef olacak Ortadoğu
ülkelerine, gerekirse silahlı kuvvetlerini de kullanarak yardım etmesini öngörülmüştür.ABD
anayasasına uygun olarak Türkiye’ye herhangi bir saldırı olması durumunda Türk
hükümetinin de isteği ile her türlü uygun harekette bulanabilecektir.Bkz.”Atatürk Sonrası
Türkiye”, http://www.ait.hacettepe.edu.tr/egitim/ait203204/II12.pdf
102 Müge Aknur.”27 Mayıs Darbesi ve Dış Politika”.(der.)Haydar Çakmak.Türk Dış Politikası
(1918-2008).s.549-551
103 Fırat.a.g.e.,s.29-33
104 Aknur.a.g.e.,s.550
105 Fırat.a.g.e.s,32-33
106 Aknur.a.g.e.,s.551
107 Fırat.a.g.e.,s.34
108 Fırat.a.g.e.,s.34
109 Sönmezoğlu.a.g.e.s,95
110 Fırat.a.g.e.,s.34.
111 Ahmad.a.g.e.s.512
112 Fırat.a.g.e.,s.34-36
113 İngiliz Kaynaklarına Göre 27 Mayıs Darbesi, 
      http://www.vaziyet.net/ingiliz-kaynaklarinagore-27-mayis-darbesi/.20 Ocak 2010
114 Sadık Can.Atatürk Sonrası Dış Politika. 
      http://www.sadikcan.com/13-konu-ataturksonrasi-dis-politika.html.20 Ocak 2010
115 Ahmad,a.g.e.,s.512
116 Fırat.a.g.e.,s.42-43
117 Yetkin.a.g.e.s.76
118 “Generals Who Led Honduras Military Coup Trained at the School of the”Americas.
       http://www.democracynow.org/2009/7/1/generals_who_led_honduras_military_coup.23 Ocak 2011.
119 Yetkin.a.g.e.s.83
120 Fırat.a.g.e.,s.42-43
121 Kamil Karavelioğlu.Bir Devrim İki Darbe.Gürer Yayınları,İstanbul,2007,s.89
122 Aknur.a.g.e.,s.551
123 Baskın Oran,Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar. İletişim Yayınları, İstanbul ,2009.s.681
124 Aknur.a.g.e.,s.551
125 Fırat.a.ge.,s.43-44
126 Burcu Bostanoğlu.”Türk Dış Politikasında Çok Odaklılık Arayışı”. Türkiye-ABD ilişkilerinin Politikası.İmge Kitapevi,Ankara,2008.
127 Yakup Beriş, Aslı Gürkan.”Türk Amerikan İlişkilerine Bakış Ana Temalar ve Güncellemeler”.Temmuz 2002, 
       http://www.tusiad.us/Content/uploaded/TURKIYEABD_ILISKILERI-UPDATE2.PDF.24 Ocak 2010.
128 Fırat.a.g.e.,45
129 Aknur.a.g.e.s,652
130 Fırat.a.g.e.,s.45-46
131 Bostancıoğlu,a.g.e.,s.373-374

***

11 Kasım 2020 Çarşamba

12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?

 12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?


12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?
Sermet Atacanlı -Emekli Büyükelçi – Aralık 2019
“12 Adalar” Ege Denizi’nin güney doğusunda yer alan bir grup adaya verilen isimdir. Bunlar “12 Adalar” olarak tanımlanmakla birlikte, sayıları aslında 12’den biraz daha fazladır. 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun tartışılmaz bir parçası olan bu adalar 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı ile birlikte elimizden çıkmıştır.
Şunu da kaydedelim; 12 Adalar’ı Ege’nin daha kuzeyinde yer alan Sakız, Sisam, Midilli, İkaria, Limni, Semadirek vs gibi diğer Doğu Ege adaları ile karıştırmamak gerekir. Bunların pek çoğu 1912-1913 Balkan Savaşları sonucu kaybedilmiştir.
Şimdi gelelim 12 Adalar’ın özet hikâyesine:
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi öncesi neredeyse 300 yıldır bir duraklama ve gerileme sürecine girmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren artık Avrupa’nın “hasta adamı” konumuna düşmüş ve dönemin büyük devletleri çökmekte olan bu imparatorluğun mirasını nasıl paylaşacakları konusunda aralarında anlaşamadıkları için, adeta sun’i olarak ayakta durmaktadır. Bu arada fırsatını bulanlar da sürekli olarak Osmanlı’dan toprak kopartmaktadırlar. Mısır ve Kıbrıs’ın hukuken olmasa da fiilen İngilizlerin eline geçmesi, Fransızların Tunus’a, Avusturya’nın Bosna’ya el koyması böyle olmuştur. Osmanlı’nın eski topraklarında yeni devletler kurmuş olan bazı ülkeler de bu furyada yer almışlardır. Türk tarafı için büyük bir yenilgiyle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Balkanlarda bize epey toprak kaybettirmiştir. Girit adasının Yunanistan’a geçme süreci de yine 19. yüzyılın sonlarında hız kazanmıştır.
O sıralarda ulusal birliğini yeni tamamlayan ve İngiltere, Fransa ve Almanya gibi dönemin emperyalist devletlerinin politikalarına özenmekte olan İtalya 1911’de Trablus’u işgal etmeye başladı. Burada düzenli bir Osmanlı ordusu bulunmadığı gibi, devletin bir ordu gönderecek gücü ve imkânı da yoktu. Sadece, tarihimizde çok iyi bilindiği üzere, aralarında Mustafa Kemal Bey ve Enver Bey’lerin de olduğu bir grup subay Libya’daki mahalli güçleri İtalyan işgaline karşı örgütlemek amacıyla bölgeye gitmişlerdi.
Trablus’da savaş sürerken İtalyanlar Meis dışında kalan 12 Adaları da işgal ettiler. Hatta İtalyan donanmasına bağlı savaş gemileri Çanakkale Boğazı’na kadar gelerek Boğaz kıyılarını bombaladı. Ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin Ege’de buna karşı koyabilecek bir deniz gücü mevcut değildi. 12 Adalar’ın kaybedilmesi süreci de böyle başladı.
Türk-İtalyan Savaşı 18 Ekim 1912 tarihinde İsviçre’deki Lozan kentinin Ouchy semtinde imzalanan ve “Ouchy (Uşi) Antlaşması” ya da “Birinci Lozan Antlaşması” olarak bilinen anlaşma ile sona erdi. Buna göre Osmanlı Devleti Libya’daki askerlerini geri çekecek, bölge özel bir statüye konulacak, karşılığında İtalyanlar da işgal ettikleri 12 Adalar’ı geri verecekti.
Bununla birlikte Uşi Antlaşması sonrası gelişmeler farklı biçimde cereyan etti. İtalyanlar Trablus’daki mahalli güçlerin arasında hâlâ bazı Osmanlı subayları bulunduğu bahanesiyle bu adaları bırakmadılar. Bizim bakımımızdan çok hazindir ki, Osmanlı Hükümeti de konunun bu şekilde sürüncemede kalmasına göz yumdu; zira İtalyanlar geri çekilirse Ege’deki deniz hâkimiyetini elinde tutan ve zaten fırsat kollayan Yunanların bu adalara kolayca el koyup yerleşecekleri çok güçlü bir ihtimal idi. Bu bakımdan, Osmanlı Hükümeti Ege’deki deniz gücü dengesinin değişebileceği ümidiyle bir süre beklemeyi tercih etti. Ama bu beklenti de boşa çıktı; hemen arkasından patlak veren Balkan Harbi 12 Adalar’daki İtalya lehine statükonun devamı sonucunu getirdi. Buna ek olarak, Yunan donanması Balkan Harbi’nde orta ve Kuzey Ege’deki diğer adaları da Osmanlı’nın elinden kolayca kopartıp aldı. Osmanlı Hükümeti’nin bu “oldu bitti’lere karşı Avrupalı ülkeler nezdinde diplomatik planda yürüttüğü çabalar bir sonuç vermedi; yine kısa bir süre sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı ise konuya çok farklı bir boyut getirdi. 12 Adalar böylece İtalyan işgalinde kaldı.
Türk İstiklal Savaşı sonrası imzalanan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 15. maddesi ile bu fili durum hukuken de tescil edildi; 12 Adalar İtalya egemenliğinde kaldı. Ekleyelim ki aynı antlaşma ile Türkiye Mısır (ve hatta Sudan) üzerindeki tüm haklarından vazgeçmiş (Madde 17) ve Kıbrıs’taki İngiliz egemenliğini tanımıştır (Madde 20). Yani bu adalar ve topraklardan Lozan’da bahsedilmiş olması sadece “malumun ilamı” olmuştur. Zira tıpkı Mısır ve Kıbrıs gibi 12 Adalar da artık zaten bizim değildi.
12 Adalar’ın statüsü İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar böyle sürmüştür. Savaş sonunda ise 10 Şubat 1947 tarihli Paris Antlaşması ile savaşın mağlubu İtalya adalardan çekilmiş ve adalar savaşta galiplerin safında yer almış olan Yunanistan’a devredilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrası süreci sırasında 12 Adalar Türkiye tarafından geri alınabilir miydi, bu sırada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün politikası neydi… Bu konu epeyce bir süreden beri tartışma konusu yapılır ve İnönü’ye fevkalade haksız eleştiriler yönetilir. Bu eleştirilerin bir kısmı kötü niyetlidir; iflah olmaz İnönü düşmanlarından kaynaklanır. Bu kesime cevap yetiştirmeye çalışmak beyhudedir; bunlar Atatürk’e de düşmandırlar ve doğrudan saldıramadıkları Atatürk’e İnönü üzerinden yüklenmek gibi bir strateji izlerler.
Öte yandan, konunun art niyet olmaksızın, akademik bir bakışla ve daha objektif olarak ele alınıp tartışıldığı da görülmektedir. Bu çerçevede, İkinci Dünya Savaşı sırasında 12 Adalar’ın Türkiye’ye önerildiği, ya da bu konuda Türkiye lehine fırsatlar doğduğu, ancak İsmet Paşa’nın buna karşılık “çekingen” davrandığı iddiaları mevcuttur.
Bu bağlamda şu hususları belirtmek uygun ve yararlı olacaktır:
Savaşın başlamasıyla muharip iki tarafın lideri konumundaki ülkelerden İngiltere ve Almanya Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa çekmek için büyük çaba harcamıştır. Churchill’in bu konudaki girişimleri (Adana ve Kahire görüşmeleri) dönemin çok iyi bilinen kilometre taşları arasındadır. Cumhurbaşkanı İnönü Churchill’in bu girişimlerine tarihi kişiliği ve devlet adamı vasfına uygun bir stratejiyle ustaca mukabele etmiş, savaşların yıkımını en yakından bilen bir kişi olarak Türkiye’yi toplamda 55 milyon insanın öldüğü, ülkelerin ve şehirlerin harap olduğu bu felaketin dışında tutmuştur. Kuşkusuz ki İnönü, o siyasi konjonktürde, birer Türk azınlığının bulunduğu ikisi hariç tutulursa nüfusları tümüyle Yunanlılardan oluşan 12 Adalar’ın Türkiye’ye verilmesinin gerçekçi bir gelişme olamayacağını, bunun maliyeti çok yüksek bir maceradan öteye geçmeyeceğini takdir edebilecek deneyim ve basirete sahipti. Kaldı ki İngilizlerden de bu yönde, yani “savaşa girme karşılığı 12 Adalar” biçiminde bir öneri ya da ima vaki olmamış, Churchill’in zihninde başlangıçta mevcut bu yöndeki bazı düşünceler İngiltere’deki diğer devlet birimlerinin itirazı nedeniyle hiçbir zaman somutlaşmamıştır.
Gelelim Almanya’ya… Geçtiğimiz haftalarda bir televizyon programında bir akademisyen tarafından “Başbakanlık Hususi Kalemi”nde bulunan bir belgeden bahsedildi. Buna göre 1943 yılı Eylül ayında Ankara’daki Almanya Büyükelçiliği’nin bir istihbarat görevlisi, o tarihte Türk İstihbarat Örgütü’nün başında bulunan Naci Perkel’i ziyaret ediyor ve şunları söylüyor:
“Sefirimiz Von Papen bana şunları söyledi: Karargâh-ı Umumi’den (Genel Karargâh’tan) bir telgraf aldım ve bu telgrafta ‘Adaları Türklere teslim etmek istiyoruz. Kendileriyle konuş, bu teklifimizin kabul edilip edilmeyeceğini bize bildir’ deniyor”.
Başbakan Şükrü Saraçoğlu durumu hemen o sırada Kars’da bir yurt gezisinde bulunan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bildiriyor ve talimat istiyor. İnönü’nün cevabı şöyledir:
“… Adaları kayıtsız ve şartsız kullanmak üzere alabiliriz. Yoksa bu yüzden İngilizlerle Yunanlılarla ihtilafa giremeyiz”.
Şimdi bu yazışmayı nasıl yorumlayacağız, nasıl bir sonuca varacağız? Belge yayımlamak yetmez; belgeleri bağlamından koparmadan, içinde bulunduğu tarihi, sosyolojik ve stratejik ortamın şartlarını dikkate alarak değerlendirmek gerekir. Tarih 1943 yılının sonu. Savaşın seyri artık Almanların aleyhine dönmeye başlamış. Almanlar yavaş yavaş son kozlarını oynamaya çalışıyorlar. Son bir gayretle Türkiye’yi savaşta kendi yanlarına çekmek istiyorlar. İşgal ettikleri, ellerinde artık daha fazla tutamayacaklarını anladıkları adaları bu amaçla sözüm ona Türkiye’ye öneriyorlar. Sanki bu önerinin -eski tabirle- bir “kıymet-i harbiyesi” var… Sanki İngilizler ve diğerleri yenilmekte olan Almanya’nın bu çocukça hamlesini kabul edecekler… Sanki İsmet Paşa gibi neler görmüş geçirmiş, Yemen’den Birinci Dünya Harbi’ne, İstiklal Savaşı’ndan Lozan’a her türlü imtihanı yüz akıyla arkasında bırakmış, Atatürk gibi bir strateji dâhisinin “rahle-i tedrisinden” geçmiş bir büyük devlet adamı bu oyuna gelecek… Sanki 12 Adalar’ı geri almak gibi biraz tarih ve uluslararası ilişkiler bilgisi olan, dönemin konjonktürünü okuyabilen herkesin “realizm”le yakından uzaktan ilgisi bulunmadığını tespit edeceği bir macera uğruna Türkiye’yi Almanların yanında savaş cehennemine sürükleyecek…
İnönü’nün Başbakan Saraçoğlu’nun mektubuna verdiği kısacık cevap bütün İkinci Dünya Savaşı boyunca izlediği politikanın da adeta bir özeti gibidir. İki tarafı da doğrudan karşısına almamak, onlarla diyalogu koparmamak, bir satranç oyuncusu gibi birkaç hamle sonrasını önceden görebilmek, maceralara itibar etmemek ve Türkiye’yi kesinlikle bu savaşın batağından uzak tutmak…
Bu politika başarıya ulaşmıştır. Henüz 20 sene önce 10 yıllık yıpratıcı bir savaş sürecinden çıkmış olan ülke, Cumhurbaşkanı İnönü’nün dirayetiyle önüne serilen tuzaklara düşmemiş ve yeni ve çok daha yıkıcı bir savaştan uzak tutulmuştur.
Savaş sonrası Müttefikler ile İtalya arasındaki barış antlaşması görüşmelerinin yapıldığı 1947 Paris toplantısına Türkiye’nin davet edilmemesini, Türkiye’nin de bu yönde bir talepte bulunmamış olmasını da aslında aynı realist bakış açısıyla değerlendirmek gerekir. Daha 23 yıl önce Lozan’da Ege’deki adalar meselesi de dahil olmak üzere Türkiye’nin neredeyse tüm taleplerine karşı çıkan, İsmet Paşa’ya her konuda en büyük muhalefeti yapan İngiltere’nin, Churchill’in bütün çaba ve ısrarlarına karşın savaşa bile girmemiş olan Türkiye’ye Paris’de 12 Adaları “hediye” edeceğini düşünmek ne kadar doğru olurdu?
Tekrar edelim: Fırsattan istifade ile 12 Adaları geri almak düşüncesi dönemin şartları ve konjonktürü içinde gerçekçi değildi ve sadece bir hayal idi. Hayal ile ülke yönetilmez. Özellikle uluslararası ilişkilerde hayallerden kopamayan yöneticiler ülkelerini zor durumlara sürüklerler. İsmet Paşa engin tecrübesiyle doğru olanı yapmıştır. İşin özü budur.

http://www.ismetinonu.org.tr/12-adalar-elimizden-nasil-cikti/


5 Ekim 2019 Cumartesi

DARAĞACINA GİDEN DEMOKRASİ, BÖLÜM 4

DARAĞACINA GİDEN DEMOKRASİ, BÖLÜM 4




C. Bayar ve Menderes Üzerine Birkaç Söz

DP'nin ilk Genel Başkanı Celal Bayar DP'nin gerçek lideridir. Bayar, kendi ifadesiyle, "bir yola çıktığında arkasına bakmaz, kaç kişi benimle geliyor diye düşünmez"di. Doğru bildiği yolda yalnız da olsa yürürdü. Demokrat Parti'nin gerek muhalefet döneminde, gerekse iktidar döneminde itici güç Bayar olmuştur. Bayar, birçok defa milletin değerleri ile ters düşmesine rağmen, politik manevraları ve liderlik vasıflarıyla halkın güvenini yeniden kazanmasını bilmiştir. En büyük başarısı "Menderes'in keşfi"dir. 1950 yılında başbakan olması beklenen Fuad Köprülü'nün de, Refik Koraltan'ın da milletle dokularının uyuşmayacağını sezmiş ve Menderes'i başbakanlığa getirerek, kendisine de 10 yıl süreyle Çankaya Köşkü'nün kapılarını açmıştır. Her ne kadar Demokrat Parti ile Menderes isimleri özdeşleşmiş olsa da DP'nin gerçek patronluğunu Celal Bayar yapmıştır. Bayar, 1950-1960 yılları arasında siyasetin iplerini Çankaya'da elinde tutmuş, perdeye Menderes'i çıkararak, DP'nin 3 seçim üst üste kazanmasına zemin hazırlamıştır. Bayar, 20. yüzyıl Türkiyesi'nin en önemli komitacısıdır. Aynı zamanda en iyi particisidir: Celal Bayar; Jön Türkler, İttihat ve Terakki, Teceddüt Fırkası, Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti, Mustafa Kemal'in isteğiyle Yeşil Ordu, yine Mustafa Kemal'in isteğiyle Komünist Fırkası, Halk Fırkası ve Demokrat Parti'de önemli görevler almış, hepsinde siyaset becerisi ve komitacılık ruhu öne çıkmıştır.69

Adnan Menderes'in hakkında ise çok farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Bununla birlikte Menderes'in, güler yüzlü, sempatik tavırlı, orta boylu, yuvarlak çehreli, zeki, zengin bir toprak ağası olduğu bütün bu değerlendirmelerde karşımıza çıkmaktadır. Mütevazı oluşu ve aşırı nazik tavırları da Menderes hakkında ortak görüştür denilebilir.
Ancak Menderes hakkında birbiriyle bağdaşmayan tahliller de yapılmıştır: 
Genellikle Menderes'ten pek hoşlanmayanlar, "kendi sonunu kendi hazırladı" cümlesini kullanabilmek için sayfalar dolusu izahatlar yapmış, kimi zaman çift kişilikli, kimi zaman çocuk ruhlu, kimi zaman da psikopat Menderes'ten söz etmişlerdir. Bu görüşte olanlardan başta Cihad Baban ve Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'ten çok Celal Bayar'a husumet beslemektedirler ve Menderes'i Bayar'ın kuklası olmakla suçlamaktadırlar.
Adnan Menderes'i bu tür değerlendirenlerin yanında, onu abartan, hatta bir mehdi gibi görenlerin sayısı da az değildir. Ona karşı beslenen sevgi ve sempatiyi, idamdan sonra aşırı hayranlığa hatta tabulaştırmaya kadar götürenler olmuştur.
Adnan Menderes politikaya girmeden önce toprak ağası idi. "Bey" özelliklerini hayatının her aşamasında koruyan Menderes; çekici, söylev verme gücü yüksek ve rahat, seçmenlerin hoşuna gitme konusunda endişeleri olmayan bir kişiliğe sahipti. Halk düzeyine inmeyi biliyordu. Kibirli, aşırı duygulu bir kişiliği vardı.70
1931 yılında milletvekili olduktan sonra DP'nin kurulduğu 1946 yılına kadar geçen 15 yıllık sürede Hukuk Fakültesi'ni bitirmiş, İngilizcesini geliştirmiş ve CHP'nin seçkinci-laikçi söylemleriyle yoğrulmuştur. Gerek muhalefet döneminde, gerekse başbakanlığı döneminde yer yer halka tepeden bakması ve onları fazla kaale almaması 1931-1946 döneminin kendisine kazandırdığı özelliklerdendi. Ancak davranışlarının genelinde göze çarpan içtenlik genlerinden geliyordu.
Konuşmalarının bir kısmı derin bir tarih ve dil bilgisi gerektiriyordu: "Ebucehil gibi kazdıkları kuyuya düştüler", "sinizmin bu derecesi dünyada görülmemiştir" gibi. Öte yandan bazı konuşmaları iptidai kalmıştır: "Odunu koysam seçilir" gibi. Bütün bunlara rağmen Adnan Menderes, cumhuriyet tarihinin halk tarafından en çok sevilen başbakanı olmuştur.71

D. Sonuç

DP'nin sınıfsal niteliği ve kimin çıkarlarına hizmet ettiği konusu, değerlendirme yapanın bakış açısına göre değişen, tartışmalı bir konudur. DP'nin tek parti otokrasisine karşı yükselen bir halk hareketi olduğu ileri sürüldüğü gibi, memleketi kapitalist ve emperyalist bloka teslim eden bir egemen sınıflar koalisyonu olduğu da iddia edilmiştir.72
Siyasette söz sahibi olan, siyaseti belirleyen, siyasetçiyi etkileyen kesimleri Türkiye'de 1960'lara kadar üç ana gruba ayırabiliriz. Bunlardan birincisi sivil ve askeri bürokrasidir. İkinci grup sermaye; üçüncü grup ise millettir.73
Bu sınıflandırmanın ikinci ve üçüncü ayağı 1923-1950 arası yoktur. Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren devlet eliyle özel sektörün kurulması için çalışılmış, bunda belli ölçülerde de başarılı olunmuştur. Ancak Kurtuluş Savaşı sonrasının fakir Türkiyesi, 1929 dünya ekonomik buhranından etkilenmiş, daha sonra da II. Dünya Savaşı yıllarını yaşamıştı. Bu nedenle sivil ve askeri bürokrasi 1950'ye kadar siyasette belirleyici tek güç olmuştur. Demokrat Parti iktidarı ise, siyasetin çevreden merkeze okunmasıdır. O güne kadar siyasette figüran bile olmasına izin verilmeyen milletin aktör olma mücadelesidir.
Şüphesiz ki, Demokrat Parti Cumhuriyet Türkiyesi'ne tepki olarak ortaya çıkmış bir parti değildir. DP daha çok siyasal ve ekonomik liberalizm taraftarlarınca kurulmuştur. Partiyi destekleyenler ilk başta eşraf, tüccar ve toprak ağaları gibi "Anadolu Yerlileri"dir. Bunları, yukarıdaki sınıflandırmaya göre sermaye olarak adlandırmak sağlıklı değildir. Bu kesimler, üçüncü ayak yani millettir. 1950 yılında DP'yi iktidara getiren güç olan milletin içinden küçük bir kesim DP politikaları sayesinde sermayeyi oluşturmaya başlamış, 1954 seçimlerinden itibaren de sermaye ciddi bir güç olarak doğmuş ve 1960'a kadar siyaseti etkileyen unsurlar arasında en önemli yeri almıştır.74
DP İktidarı Döneminde Siyaset, Seçkinler uğraşı olmaktan çıkarak, geniş halk kitlelerine ulaştı. Böylelikle ülkemizdeki siyasi kültüre olumlu etkide bulunulurken, bürokratik-baskıcı devlet geleneğinin yumuşaması ve milli bir ticaret-sanayi burjuvazisinin doğması sağlandı. Tarım reformu, barajlar ve hidroelektrik santraller, eğitim ve ulaşım hizmetlerinin yaygınlaştırılmasının sonucu olarak siyasi yapının katı kalıpları yıkıldı ve Türkiye tarihinin en önemli değişimini yaşadı. Köylü, 'çiftçi' oldu; amele 'işçi'. Teba ise 'vatandaş'.75 Nitekim "Türk burjuvazisinin ekonomik kökenli ve sınıf bilincine sahip olmayan bir nitelikten çıkıp siyasal taleplerde bulunacak hale gelmesinde en önemli nokta 1950 hareketidir. O yıl iktidara gelen DP, yalnız burjuvazinin hem daha yaygın bir sınıfa dönüşmesine yol açmış hem de toplumsal dönüşümün, asker, mülki bürokrasi ve aydınlara dayalı seçkinci merkezden taşraya, yani çevreye kaymasına önayak olmuştur."76

Demokrat Parti Köyün Kente yürüyüşüdür.

DİPNOTLAR;

1 MİNKARİ, Ali Esen; 1950-1960 Yılları Arasında İktisadi Kalkınma ve Gelişme; Demokratlar Kulübü Yayınları: 6; Ankara -1992; Burhanettin Ulutan'ın Önsözü s. V.
2 YÜCEL, M. Serhan; Demokrat Parti; Ülke Kitapları-10; İstanbul-2001; s 37.
3 AHMAD, Feroz; Türkiye'de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi (1945-1947); Bilgi Yayınları; Ankara-1976; s. 15.
4 FERSOY, Orhan Cemal; Bir Devre Adını Veren Başbakan: Adnan Menderes; Maytaş Yayınları; İstanbul-1971; s. 120.
5 FELEK, Burhan; Milliyet Gazetesi, 15 Ocak 1975.
6 YÜCEL, M. Serhan; Demokrat Parti Kongreleri, Emek Matbaası; Ankara-1997; s. 9-12.
7 BURÇAK, Rıfkı Salim; Türkiye'de Demokrasiye Geçiş 1945-1950; Olgaç Matbaası; Ankara-1979; s. 203.
8 YÜCEL, a.g.e., s. 79.
9 KARPAT, Kemal; Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul-1967.
10 Ulus Gazetesi, 5-7 Haziran 1950.
11 Arapça ezan yasağının kalkmasının "irticanın hortlatılması ve Atatürk devrimlerinden sapma" olarak değerlendirilmesine 1960'lı yıllardan sonra sıkça rastlanmaktadır.
12 YÜCEL, a.g.e., s. 85.
13 EROĞUL, a.g.e., s. 59. Eroğul TSYB'nin yabancı çıkarlara -özellikle Amerika'ya-memleketi açmak ve yerli burjuvaziye destek olmak amacıyla kurulduğunu ifade etmektedir.
14 Cumhuriyet Gazetesi, 5 Eylül 1950 (asıl kaynak) Alıntı yaparak kullanan: EROĞUL, Cem; Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İkinci Baskı; Ankara-1990; s. 59.
15 DP iktidarı döneminde para ve pullara yeniden Atatürk'ün resminin basılmasına başlanırken, 10 Kasım 1953'te de Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e nakledildi.
16 NADİ, Nadir; Cumhuriyet Gazetesi; 11 Mart 1951. Nadi bu olayı "pire için yorgan yakmak" olarak değerlendirmiştir.
17 TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 9, Cilt 6, s. 28.
18 Halbuki aynı dönemde toptan eşya fiyatları %163 oranında artmıştır. 1950-1960 dönemi ekonomik göstergeleri için bkz. DEMİRER, Mehmet Arif; Demokrat Parti; DP Yayınları No: 1; İstanbul- 1994, s. 51.
19 YÜCEL; a.g.e., s. 94.
20 Ulus Gazetesi, 15-16 Ekim 1951.
21 BURÇAK, Rıfkı Salim; On Yılın Anıları (1950-1960); Nurol Matbaacılık; Ankara-1998; s. 216.
22 14 Aralık 1942 günü kabul edilen Cumhuriyet tarihinin ilk seçim kanunu, 5 Haziran 1946 tarihinde bazı değişikliklere uğramıştır. İllerde en çok oyu alan partinin, o ilin tüm milletvekillerini kazanması anlamına gelen "çoğunluk sistemi" antidemokratik olmakla birlikte 27 Mayıs 1960
22 darbesine kadar geçerliğini korumuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. YÜCEL, M. Serhan-MUTLU, Abdullah; Siyasi Partiler ve Seçim (baskıda).
23 BURÇAK, On Yılın Anıları, s. 223.
24 YÜCEL; a.g.e., s. 108.
25 MİNKARİ; a.g.e., s. 16.
26 GÜNVER, Semih; Fatin Rüştü Zorlu'nun Öyküsü; Bilgi Yayınevi; Ankara-1985; s. 52.
27 GÜNVER; a.g.e., s. 52; Asıl Kaynak: KUNERALP, Zeki; "Sadece Diplomat".
28 GÜNVER; a.g.e., s. 66; Emekli Büyükelçi Mahmut Dikerdem'den aktarma.
29 GÜNVER; a.g.e., s. 70.
30 27 Mayıs Darbesi'nden sonra Fatin Rüştü Zorlu, Yassıada'da 6-7 Eylül olaylarının tertipçilerinden olmakla suçlanarak yargılandı. Kendisine yapılan haksız ve kasıtlı ithamlar karşısında Mahmut Dikerdem, gerçekleri çarpıtan tanıklıklara karşı savunma tanıklığı yapmak üzere, Zorlu'nun avukatına başvurdu. Yüce Divan bu davada aleyhte 76 tanık dinlemişken savunma tanıklarının dinlenmesine gerek görmediğini bir ara karar ile bildirdi. Bu karar üzerine Zorlu: "Savunma tanıklarının dinlenmesine gerek görülmemesini Yüksek Mahkemece suçsuzluğuma kanaat getirilmiş olmasının delili sayıyorum" dedi. Altı yıl hapse mahkum edildi. Ayrıca bu davanın görülmesi sırasında Fuad Köprülü ve damadı Coşkun Kırca'nın Bayar, Menderes ve Zorlu aleyhine verdiği ifadeler yüzünden Yunanistan Türkiye'ye nota vererek maddi manevi tazminat istemiştir.
31 1957 seçimlerinde Manisa, Burdur ve Ankara'da başarılı bir seçim kampanyası gerçekleştiren Hürriyet Partisi, seçimlerde 350 bin oy ve 4 milletvekili kazanabildi. 24 Kasım 1958 tarihinde topladığı kongre ile 5 muhalife karşı 175 oyla CHP'ye katılarak siyasal hayattan çekildi.
32 YÜCEL; a.g.e., s. 116.
33 Nitekim, 29 Kasım 1955 tarihinden sonra Demokrat Parti'de doğrular söylenmedi, söyleyenler harcandı. 29 Kasım, Adnan Menderes'in "dostlarını, yol arkadaşlarını satan adam" olarak değerlendirilmesine yol açtı ve Menderes'in parti içi diktasına kadar gidecek süreci başlattı.
34 5 Ocak 1957.
35 Aynı gün ABD, Bağdat Paktı Askeri Komitesi'ne gireceğini ilan etti.
36 1957 seçimlerinde DP'nin muhalefete şiddetli baskı uyguladığı iddia edilmiştir. Oysa ki, 1946 seçimlerinde halkın alışık olmadığı "Hasolarla Memoların ayağına gidilen" seçim kampanyası
31 gibi, 1957 Seçimleri de, bu kez "propaganda teknikleri" açısından yepyeni bir dönemin başlangıcıydı. Özellikle 1980 sonrası, her seçimden önce yenilenen seçim kanunları ve günümüzde partilerin rakiplerine karşı yürüttükleri kampanyalar göz önüne alındığında, DP'nin 1957 seçim kampanyasının sadece propaganda teknikleri bakımından farklı olduğu görülecektir.
37 YÜCEL; a.g.e., s. 128.
38 TUNÇAY, Mete; Türkiye Tarihi-4 (Siyasal Tarih 1950-1960 başlıklı makale); CemYayınevi; İstanbul 1989; s. 184-185. 27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra ihbarın doğru olduğu anlaşılacaktı.
39 Cumhuriyet'in 75 Yılı, YKB Yayınları, 1999.
40 Londra ve Zürih Antlaşmaları 4 Mart 1959 tarihinde TBMM'de görüşülerek kabul edildi. 16 Ağustos 1960'a kadar süren hazırlık devresinden sonra Kıbrıs bağımsız bir devlet statüsünü kazandı. İngiltere'ye Londra-Zürih Antlaşmaları çerçevesinde Ada'da 99 mil2 tutarında iki deniz üssü verildi, Ada'daki İngiliz kuvvetleri bu üslere nakledildi. Kıbrıs'ta cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra, Anayasa hükümlerinin uygulanmasına ilişkin sorunlar, taraflar arasında görüş ayrılıklarına ve toplumlar arasında gerilimlere yol açtı. 1962'de iki Türk camiine yapılan bombalama eylemiyle tırmanan olaylar, 1963'te Makarios'un Kıbrıs Anayasası'nda değişiklik yapılmasını önermesiyle çatışmalara dönüştü. Zürih ve Londra Antlaşmalarının ihlal edilmesi anlamına gelen bu gelişmeler sonucunda, 1964'te Üçüncü Londra Konferansı toplandı. Ancak, 1974 Harekatı'na kadar siyasi irade, DP dönemindeki gibi net tavır ortaya koyamadı. Nihayet, 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edildi. 2002 yılına gelindiğinde "Avrupa Birliği'ne girmek için Kıbrıs'tan vazgeçelim" görüşünü dillendiren "ver kurtulcu"lar mevcuttur.
41 EROĞUL; a.g.e., s. 147.
42 ALBAYRAK, Mustafa; Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960); Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü; Yayımlanmamış Doktora Tezi; Ankara-1992; s. 1192.
43 YÜCEL; a.g.e., s. 138.
44 EROĞUL; a.g.e., s. 149.
45 Polisin müdahale ettiği grup, DP'lilere göre taşkınlık yapan Halkçılar; CHP'lilere göre İnönü'ye saldırmaya gelen Demokratlardı!
46 25 Mayıs'ta çalışmalarını tamamladığı Menderes tarafından söylenen Tahkikat Komisyonu, raporunu hazırlama fırsatı bulamadan 27 Mayıs Darbesi yaşanmıştır.
47 1970'li yıllarda sıkça görülecek bu manzara Türkiye'nin o günkü şartlarına çok yabancıydı.
48 Cumhuriyetin 75 Yılı; Yapı Kredi Bankası Yayınları; s. 484-485.
49 Bu sayı 1965'te 26'ya, 1977'de 103'e ve 1980'de 333'e çıkmıştır.
50 SİNANOĞLU, Oktay; Bir Nev-York Rüyası "Bye-bye" Türkçe; Otopsi Yayınevi, II. Baskı; İstanbul-2001; s. 111-112. Sinanoğlu'nun Türk dili ile ilgili değerlendirmeleri, günümüzde yedi yüz civarında seyreden kelime dağarcığımız ve üniversitelere bile konan Türkçe Dersleriyle -ne yazık ki-doğrulanmaktadır.
51 Ege Üniversitesi-1955, Karadeniz Teknik Üniversitesi-1955, Ortadoğu Teknik Üniversitesi-1957, Atatürk Üniversitesi-1958.
52 YÜCEL; a.g.e., s. 178.
53 TUNÇAY; a.g.m., s. 187.
54 Rönesans'ın Floransa'dan yayılması da bu iddiayı doğrulamaktadır. Müzisyenlerin, ressamların, heykeltraşların ve diğer sanatçıların eserleri o tarihlerde Avrupa'nın okuma yazma oranı en yüksek kenti olan Floransa'da ilgi görmüş ve bu kent Rönesans'ın doğduğu kent olarak tarihe geçmiştir.
55 YÜCEL, Mehmet; Okullarımızda Müzik Eğitimi ve Düşündürdükleri; Tercüman Gazetesi; 25 Mart 1984 Pazar; s. 2.
56 Kültür ve sanatı zorla benimsetmek, sevdirmek mümkün değildir. Yaşanmış mıdır bilinmez, Bayburt'ta kaymakamın zorlamasıyla operaya gidenler çıkışta konuşurlar "Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi".
57 TANSUĞ, Sezer; Resim Sanatının Tarihi; Remzi Kitabevi; s 163.
58 Meydan-Larousse; Türkiye Maddesi, Sinema alt başlığı; C. 19, s. 513.
59 KATOĞLU, Murat; Cumhuriyet Türkiyesi'nde Eğitim, Kültür, Sanat; Türkiye Tarihi-4; Cem Yayınevi; İstanbul-1989; s 446.
60 Katkılarından dolayı Mimar Nedim DİKİCİ'ye teşekkürler.
61 Menderes'in, İstanbul'da Vatan ve Millet Caddelerini açmak için kentin dokusunu bozduğu öne sürülmüştür. Bu eleştiride haklılık payı vardır. Plansızlık bir çok kentin bu arada İstanbul'un tarihi ve kültürel dokusunu bozmuş, alınan kararlarda fiili durumlar etkili olmuştur.
62 ÖZKIRIMLI, Atilla; Edebiyat İncelemeleri Yazılar-1; Cem Yayınevi; İstanbul-1983; s. 142.
63 ÖZKIRIMLI; a.g.e., s. 149.
64 Yardımlarından dolayı Aysun Önen'e ve Abdullah Mutlu'ya teşekkürler.
65 KABAKLI, Ahmet; Türk Edebiyatı (4. Cilt); Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları; İstanbul-1991; s. 270.
66 Türk Yurdu dergisi ile Necip Fazıl Kısakürek'in çıkardığı Büyük Doğu dergisine Demokrat Parti iktidarının özellikle son yıllarında Örtülü Ödenekten para aktararak destek olduğu bilinmektedir.
67 KATOĞLU; a.g.m., s. 465.
68 Ortalama transfer ücretleri 5-10 bin lira civarındaydı.
69 YÜCEL; a.g.e., s. 243.
70 HOTHAM, David; Türkler; s. 59-60 (asıl kaynak); alıntı yaparak kullanan: YÜCEL; a.g.e., s. 244.
71 YÜCEL; a.g.e., s. 244.
72 TUNÇAY; a.g.m., s. 178.
73 Bu tasnif 1960'a kadar geçerlidir. 21. yüzyılın başında siyaseti etkileyen güçler sınıflandırılması yapılacak olursa sivil bürokrasi ile askeri bürokrasiyi birbirinden tamamen ayırmak gerekirken, bunlara medya, taşra burjuvazisi ve yargı bürokrasisini de eklemek gerekir: Medya ve sermaye ittifağı sivil bürokrasiyi kullanarak siyasette belirleyici role sahiptir.
74 Bu değerlendirmeye göre 1960 darbesi, sivil ve askeri bürokrasinin kenara itilmeye karşı verdiği tepkidir.
75 YÜCEL, a.g.e., s. 242.
76 KAHRAMAN, M. Bülent, Radikal Gazetesi, 09.01.2002 (Devletçi burjuvazi devlete karşı).

KAYNAKÇALAR;

AHMAD, Feroz; Türkiye'de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi (1945-1947); Bilgi Yayınları; Ankara, 1976.

AKŞİN, Sina (Yayın yönetmeni) Türkiye Tarihi-4 (Çağdaş Türkiye 1908-1980); Cem Yayınevi; İstanbul 1989. 
(Mete TUNÇAY ve Murat KATOĞLU'nun makaleleri).

ALBAYRAK, Mustafa; Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960); Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü; Yayımlanmamış Doktora Tezi; Ankara-1992.

BURÇAK, Rıfkı Salim; Türkiye'de Demokrasiye Geçiş 1945-1950; Olgaç Matbaası; Ankara-

BURÇAK, Rıfkı Salim; On Yılın Anıları (1950-1960); Nurol Matbaacılık; Ankara-1998.

DEMİRER, Mehmet Arif; Demokrat Parti; DP Yayınları No: 1; İstanbul-1994. FELEK, Burhan; Milliyet Gazetesi, 15 Ocak 1975.

FERSOY, Orhan Cemal; Bir Devre Adını Veren Başbakan: Adnan Menderes; Maytaş Yayınları; İstanbul-1971.

GÜNVER, Semih; Fatin Rüştü Zorlu'nun Öyküsü; Bilgi Yayınevi; Ankara-1985. 

KABAKLI, Ahmet; Türk Edebiyatı (4. Cilt); Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları; İstanbul-1991.

KAHRAMAN, M. Bülent, Radikal Gazetesi, 09.01.2002 (Devletçi burjuvazi Devlete Karşı). KARPAT, Kemal; Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul-1967.

MİNKARİ, Ali Esen; 1950-1960 Yılları Arasında İktisadi Kalkınma ve Gelişme; Demokratlar Kulübü Yayınları: 6; Ankara-1992.

NADİ, Nadir; Cumhuriyet Gazetesi; 11 Mart 1951.

ÖZKIRIMLI, Atilla; Edebiyat İncelemeleri Yazılar-1; Cem Yayınevi; İstanbul-1983.

SİNANOĞLU, Oktay; Bir Nev-York Rüyası "Bye-bye" Türkçe; Otopsi Yayınevi, II. Baskı; İstanbul-2001.

TANSUĞ, Sezer; Resim Sanatının Tarihi; Remzi Kitabevi.

YÜCEL, M. Serhan; Demokrat Parti Kongreleri, Emek Matbaası; Ankara-1997.

YÜCEL, M. Serhan; Demokrat Parti; Ülke Kitapları-10; İstanbul-2001.

YÜCEL, M. Serhan-MUTLU, Abdullah; Siyasi Partiler ve Seçim (baskıda).

YÜCEL, Mehmet; Okullarımızda Müzik Eğitimi ve Düşündürdükleri; Tercüman Gazetesi; 25 Mart 1984 Pazar; s. 2.

1900 Yılından 1990'a 20. Yüzyıl Ansiklopedisi (Tercüman Gazetesi). Cumhuriyetin 75 Yılı (Yapı Kredi Bankası).

Cumhuriyetin 75. Yılında Türkiye Ekonomisi (Dünya Gazetesi) Meydan-Larousse.

https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=354646

***

DARAĞACINA GİDEN DEMOKRASİ, BÖLÜM 3

DARAĞACINA GİDEN DEMOKRASİ, BÖLÜM 3



5. 27 Mayıs Darbesi ve Sonrası

27 Mayıs Darbesi Silahlı Kuvvetlere mensup otuzyedi subay tarafından gerçekleştirilmişti. Ancak darbe, emir-komuta zinciri içinde yapılmamıştı. Bu sebeple darbeciler daha ilk günden "cunta" görüntüsü vermeye başlamıştı. Darbeciler, kendilerine meşruiyet temelleri arama zorunluluğu duyuyorlardı. Meşruiyet sorunu, her fırsatta "27 Mayıs Devrimi'ni yapan Türk Milleti" ibaresi kullanılarak çözülmeye çalışılacaktı.

27 Mayısçılar darbeden sonra, üniversitenin desteğini arkalarında güçlü bir şekilde hissedebilmek için "biraz devrim, biraz hukuk" mantığını çalıştırdılar. 27 Mayı'sı gerçekleştiren subaylar (Milli Birlik Komitesi), bu yönde ilk adımı 12 Haziran 1960'da Geçici Anayasa'yı kabul ederek attı. Geçici Anayasa ile Demokrat Parti mensuplarını yargılamak üzere, üyeleri Bakanlar Kurulu'nun teklifi üzerine Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından seçilecek olan Yüksek Adalet Divanı adlı bir olağanüstü mahkeme kurulması öngörülüyordu. Olağanüstü mahkeme kısa sürede oluşturulduktan sonra 1950-1960 dönemi Yassıada'da yargılanmaya başlandı.

Dünya hukuk tarihinin patolojik simgesi Yassıada Duruşmalarında Celal Bayar, hep eski Kuva-yı Milliyeci Bayar'dı. İstiklal Savaşı'nın Galip Hocası, sert, ciddi, metin bir devlet adamı görüntüsünde ve edasında idi. Adnan Menderes ise aşırı nazik ve kibar, ayrıca mahkeme heyetine abartılı şekilde saygılı davrandı. Diğer yargılananlardan tamamına yakını vakurdu. Devlet adamı niteliklerini korudular.

Yassıada'da duruşmalara 14 Ekim 1960'ta başlandı. Kararın açıklandığı 15 Eylül 1961'e kadar geçen 11 ay 1 gün içinde toplam 592 sanık hakkında 19 ayrı dava açıldı. Başsavcı, bu davalarda 228 sanık hakkında idam cezası istedi. Toplam 202 oturum yapıldı, 1000'i aşkın tanık dinlendi. Ancak Mahkeme Heyeti, savunma tanıklarının neredeyse tamamını "gereksiz" gördüğünden dinlemedi. Tanıkların çoğu, kendilerine ezberletilen metinleri mahkeme salonunda tekrar etti.

Yassıada Davalarının adları, açılma ve karar tarihleri ile verilen kararlar şu şekilde özetlenebilir:

1 Köpek Davası (14 Ekim 1960-24 Ekim 1960): Celal Bayar ve Tarım eski Bakanı Nedim Ökmen, Afganistan kralı tarafından Bayar'a hediye edilen bir Afgan tazısını zorla Hayvanat Bahçesi'ne satmaktan yargılandılar ve mahkum oldular.

2 6-7 Eylül Olayları Davası (20 Ekim 1960-5 Ocak 1961): Bu dava 1955'te halkı İstanbul'da yaşayan Rumlara karşı ayaklanmaya azmettirmek ve can ve mala zarar vermek iddiasıyla açıldı. Sanıklardan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve İzmir eski Valisi Kemal Hadımlı mahkum oldu, diğer sanıklar beraat etti.

3 Bebek Davası (31 Ekim 1960-22 Kasım 1960): Adnan Menderes gayri meşru çocuğunu öldürmeye azmettirmek iddiasıyla yargılandı. Beraat etti.

4 Vinileks Şirketi Davası (4 Kasım 1960-26 Kasım 1960): Hasan Polatkan, kişisel çıkar karşılığı Vinileks Şirketi'ne usulsüz kredi vermek iddiasıyla yargılandı ve mahkum oldu.

5 Dolandırıcılık Davası (8 Kasım 1960-3 Aralık 1960): Eski bakanlardan Hayrettin Erkmen ve Zeyyat Mandalinci ABD'ye yaptıkları geziden artan dövizleri geri vermemek iddiasıyla yargılandı. Her ikisi de beraat etti.

6 Arsa Davası (11 Kasım 1960-26 Kasım 1960): Tarım eski Bakanı Nedim Ökmen, hükümeti, eşine ait arsaları fahiş fiyattan satın almaya zorlamaktan yargılandı ve mahkum oldu.

7 Ali İpar Davası (15 Kasım 1960-19 Ocak 1961): Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Medeni Berk ve Hayrettin Erkmen ile İpar Transport Şirketi'nin sahibi armatör Ali İpar döviz yasasını ihlal etmek iddiasıyla yargılandılar ve mahkum oldular.

8 Değirmen Davası (18 Kasım 1960-3 Aralık 1960): Ticaret eski Bakanı Sıtkı Yırcalı yolsuz kredi kullanımı suçuyla yargılandı. Zaman aşımına uğradığından dava düştü.

9 Barbara Davası (21 Kasım 1960-20 Aralık 1960): Hasan Polatkan ve Refik Koraltan, bir Alman hizmetçi getirmek ve kendisine döviz tahsis ederek Döviz Kanunu'nu ihlal etmekten yargılandı. Her ikisi de mahkum oldu.

10 Örtülü Ödenek Davası (25 Kasım 1960-2 Şubat 1961): Adnan Menderes ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur, Başbakanlık örtülü ödeneğini yasalara aykırı biçimde kullanmaktan yargılandılar ve mahkum oldular.

11 Radyo Davası (29 Kasım 1960-26 Aralık 1960): Adnan Menderes ve yedi eski bakan devlet radyosunu, siyasal amaçlarına alet ederek partizanca kullanmak, muhalefete radyoyu kullanma hakkını tanımamak ve bu suretle anayasayı ihlal etmek suçuyla yargılandılar ve mahkum oldular.

12 Topkapı Olayları Davası (2 Aralık 1960-17 Nisan 1961): Celal Bayar, Adnan Menderes, eski bakanlar ve eski milletvekillerinden oluşan toplam 60 sanık, 4 Mayıs 1959'da Topkapı'da İsmet İnönü'ye karşı bir suikast düzenlemek amacıyla halkı kışkırttıkları gerekçesiyle yargılandı. Aralarında Celal Bayar ve Adnan Menderes'in de bulunduğu 17 sanık mahkum oldu, 43 sanık beraat etti.

13 Çanakkale Olayları Davası (27 Aralık 1960-10 Mart 1961): Adnan Menderes ve üç eski bakan, CHP'li iki milletvekilinin seyahat özgürlüğünü engellemek suçuyla yargılandılar ve mahkum oldular.

14 Kayseri Olayı Davası (9 Ocak 1961-20 Nisan 1961): CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün seyahat özgürlüğünü engellemek suçuyla yargılanan 13 sanıktan 8'i beraat etti, içlerinde Celal Bayar ve Adnan Menderes'in de bulunduğu 5 sanık mahkum oldu.

15 Demokrat İzmir Davası (12 Ocak 1961-5 Mayıs 1961): 2 Mayıs 1959 tarihinde halkı "Demokrat İzmir" gazetesinin matbaasını tahrip etmeye teşvik iddiasıyla yargılanan 24 sanıktan 8'i beraat etti, içlerinde Adnan Menderes'in de bulunduğu 16 sanık mahkum oldu.

16 Üniversite Olayları Davası (2 Şubat 1961-27 Temmuz 1961): 28 Nisan 1960'da İstanbul'da ve 29 Nisan 1960'da Ankara'da meydana gelen olaylarla ilgili açılan bu davada 118 sanık yargılandı. Demokrat Partili bakanların yanı sıra bazı Silahlı Kuvvetler mensupları ile Emniyet görevlileri bu davada sanık sandalyesindeydi. Kanunlara aykırı olarak üniversiteyi basmak, halka ateş açmak ve yasalara aykırı olarak sıkıyönetim ilan etmek suçuyla yargılanan 118 sanıktan 84'ü mahkum olurken, 34'ü de beraat etti.

17 İstimlak Davası (17 Nisan 1961-21 Haziran 1961): Adnan Menderes ve 9 eski devlet memuru, İstanbul'da birçok vatandaşın mülkünü bedelini tam olarak ödemeden istimlak etmek iddiasıyla yargılandı. Menderes, mahkum oldu.

18 Vatan Cephesi Davası (27 Nisan 1961-21 Haziran 1961): Demokrat Parti'nin önde gelenlerinden 22 kişi, Vatan Cephesi'ni kurarak, bu örgütü bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde tahakkümü için araç olarak kullanmak suçlamasıyla yargılandı. Aralarında Bayar ve Menderes'in de bulunduğu 19 sanık mahkum olurken, 3 sanık beraat etti.

19- Anayasanın İhlali Davası (11 Mayıs 1961-5 Eylül 1961): Başsavcı bu davanın iddianamesinde, Türk Ceza Kanunu'nun 146. maddesini ihlal eden 8 suç saydı:

a- 1951 ve 1953 yıllarında CHP'nin mallarına el konulması
b- Kırşehir'in CKMP'ye oy verdiği için 1954 yılında ilçe yapılması, böylelikle halkın siyasal inançlarından dolayı cezalandırılması,
c- 1953 yılında, hükümete 25 yıllık hizmet süresini dolduran yargıçları emekliye ayırma hakkı tanıyan kanun
d- 1954 ve 1957 yıllarında Seçim Kanunu'nun demokrasiye aykırı olarak değiştirilmesi, e- 1956'da toplantı ve gösterileri kısıtlayıcı kanunların çıkartılması, f- 1960 yılında art niyetle Tahkikat Komisyonu'nun kurulması, g- Tahkikat Komisyonu'na olağanüstü yetkiler verilmesi,
h- Tahkikat Komisyonu'na verilen olağanüstü yetkilerle anayasanın fesih ve ilgasına yeltenilmesi.

Anayasanın İhlali Davası'nda 400'ü aşkın sanık yargılandı ve hemen hemen hepsi mahkum oldu.

Sonuç olarak, Yüksek Adalet Divanı, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ı oybirliği ile, 11 "sanığı" da oyçokluğu ile idam cezasına çarptırdı. 31 Demokrat Partili sanık ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken, 418 sanık da, 6 ayla 20 yıl arasında değişen çeşitli hapis cezaları aldı. 123 sanık beraat ederken, 5 sanık hakkındaki dava düştü.

Milli Birlik Komitesi, Yüksek Adalet Divanı'nın kararlarının açıklanmasından sonra toplanarak Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan hakkında oybirliğiyle alınan idam kararlarını onayladı. Celal Bayar'ın cezası, yaşı 65 yaşını geçmiş olduğundan, idama mahkum edilen diğer 11 "sanığın" cezaları da, haklarındaki kararlar "oyçokluğu" ile verildiğinden ömür boyu hapse dönüştürüldü. Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan 16 Eylül 1961'de İmralı Adası'nda idam edildi. Adnan Menderes ise 15 Eylül günü intihara teşebbüs etti. İntiharı önlendi, 17 Eylül günü 14.30'da o da idam edildi.

6. Demokrat Parti'nin Aklanması

27 Mayıs'ın "Hürriyet ve Demokrasi Bayramı" olarak kutlatılması, yirmi yıl sürdükten sonra 12 Eylül 1980 İhtilali'yle sona erdi. Yine 27 Mayısçıların kendilerini ölene kadar tabii senatör ilan etmeleri ve ülke yönetiminde ölene kadar söz sahibi olma arzuları 12 Eylül'le birlikte sona erdi.

Demokrat Parti ve mensupları, Yassıada yargılamalarında zimmet ve diğer mali suçlamalardan aklanarak çıkmışlardı. Kamuoyu vicdanında ve tarih karşısında aklanıp aklanmadığı konusunda ise şunlar söylenebilir:

1- 27 Mayıs'tan sonra kurulmuş birçok siyasi parti, kamuoyunun görüş ve eğilimlerine uygun olarak "DP'nin devamı hatta kendisi olduklarını, onun hizmet felsefesini, demokrasi tutkusunu, hedef ve misyonunu sürdürme azim ve kararında olduklarını" açıkça ilan etmekte birbirleriyle yarışmışlardır.

2 27 Mayıs zihniyetinin ağır baskılarına rağmen, gerek Meclis gerekse Cumhuriyet Senatosu, DP ile ilgili af kanunlarını birbirinin peşi sıra çıkarmıştır.

3 27 Mayıs'ın hemen ardından türlü türlü "haksız iktisap"la suçlanan Demokrat Partili milletvekillerinden hiçbiri Yassıada Mahkemesi'nde görülen "hırsızlık ve suiistimal" davalarından mahkumiyet almamışlardır.

4 Caddelere, havaalanlarına, üniversitelere ve önemli tesislere "Adnan Menderes" ve "Celal Bayar" isimleri verilmiştir.

5 "Demokrasi şehitleri" denilerek Anıtkabir'e gömülmüş olan birkaç öğrencinin mezarı 12 Eylül 1980 İhtilalinden sonra Anıtkabir'den taşıtılmıştır.

6 Celal Bayar 1986 yılında vefat ettiğinde cenazesi Harp Okulu Öğrencileri tarafından taşınmış, Silahlı Kuvvetlerin en üst düzeydeki komutanları (birçoğu 27 Mayıs 1960'da Yüzbaşı idi) cenazenin arkasından saygı yürüyüşü yapmışlardır.

7 TBMM, DP mensupları için "iade-i itibar" kanunu çıkarmıştır.

8 Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın mezarları, idamlarının 29. yılında "devlet töreni" ile İmralı'dan İstanbul'daki Anıtmezar'a taşınmış, bu törene tahminen bir milyon kişi katılmıştır.

9 1914 yılında Enver, 1953 yılında Fatih "moda" isimler olmuştu. Bütün baskılara ve idamlara rağmen, 1960 ve 1961 yılının en yaygın isimlerinin "Adnan" ve "Menderes" olması kamuoyunun DP'ye bakışını göstermesi açısından belki de en önemli göstergesidir.

B. 1950-1960 Döneminde Türkiye

1 Nüfus: 1950'de 20 milyon 900 bin olan Türkiye nüfusu, 1960 yılına gelindiğinde 27 milyon 700 bine ulaştı.

2 Temel Ekonomik Veriler: Türkiye'nin Milli Geliri 1950 yılında cari fiyatlarla 10 milyar 384 milyon TL iken, bu sayı 1960'da 48 milyar 963 milyon TL oldu (Sabit fiyatlarla 29 milyardan 50 milyara yükseldi). Para arzı 1 milyar 3 milyon liradan 4 milyar 586 milyona, ihracat 263 milyon dolardan 321 milyona yükselirken ithalat 286 milyon dolardan 468 milyon dolara çıktı. Kamu yatırımları 1950'de 327 milyon lira iken 1960'da 4 milyar 30 milyona yükseldi. Özel yatırımlar ise 673 milyon liradan 3 milyar 749 milyon liraya çıktı.

3 Kanun ve Kararnameler: 1950-54 döneminde, TBMM'den 746 kanun, 147 kararname geçmişken bu sayı 1954-57 döneminde 646 kanun, 243 kararname olmuştur. 1957-60 döneminde ise, 426 kanun ve 164 kararname kabul edilmiştir.

4 Sağlık: Kamu sektörüne ait genel sağlık kurumlarında yatak adedi 1950'de 11.637 iken bu sayı 1960 yılında 42.814'e yükseldi.

5 Milli Eğitim: 1960 bütçesinde Milli Eğitime ayrılan tahsisat, 1950 yılından %470.7 fazladır. Ayrıca ilkokul sayısı 12.511'den 22.011'e, ilkokul öğretmeni sayısı da 33.844'den 53.174'e yükseldi. Ortaokullar 343 iken 688, liseler de 59 iken 138'e çıktı. 1950 yılında 76.931 olan ortaöğretim öğretmenlerinin sayısı 1960 yılında 306.851 idi. Öte yandan Demokrat Parti, iktidara geldiğinde 4 olan İmam Hatip Lisesi sayısını 16'ya çıkarmıştır.49
Kuruluşundan kapatılmasına kadar 20 bin mezun veren Köy Enstitüleri'nin Öğretmen Okullarına dönüştürülmesi 1950-60 döneminin çok eleştirilen icraatlarından biri olmuştur. Kapatılma sebebi olarak farklı gerekçeler ileri sürülmekle birlikte esas sebebi Demokrat Parti'nin var olma nedenine bağlamak yanlış olmaz: Köyün kente yürüyüşü olarak özetlediğimiz Demokrat Parti, köyü köyde tutup kalkınmayı köyden başlatmak gibi bir düşünceye sahip olmamıştır. Köy Enstitüleri ise köyün ve köylünün köyde kalıp orada kalkınması için düşünülmüştü. Demokrat Parti iktidarı ile Köy Enstitüleri zaten misyonunu tamamlamış oluyordu. Demokrat Parti'nin misyonuna uygun okullar ise "çağdaş misyonerlik okulları" idi. 
Sinanoğlu'nun bu okullarla ilgili yaklaşımı şöyledir: "Türk biliminin Türkiye'de gelişmesine önemli bir engel teşkil eden bu okullar, eğitim düzenimizin gitgide ve hızla yabancılaşmasına yol açan işleve sahip olmuşlardır. 1953 yılına kadar sadece Samsun ve Trabzon St. Joseph gibi, Robert Kolej gibi okullarda böyle bir eğitim uygulanmakta ve bu okulların amaçları herkesçe bilinmekteydi. 1930'larda kurulan Türk Eğitim Derneği'nin Yenişehir Lisesi, 1953 yılında İngilizce eğitim yapan Ankara Koleji'ne dönüştürüldü. Bu işi örgütleyen İngiliz Mr. Browning, 20 yıl sonra İngiliz Kraliçesinden madalya aldı. Çünkü başlayan yabancı oyunu tuttu ve İngilizce eğitim yapan Anadolu Liseleri, Kolejler ve daha sonra da üniversiteler hızla yayıldı... Türkiye kendi bütçesinden misyonerlik okulları açmaya başladı."50

6 Yüksek Öğretim: 1950 yılında Ankara, İstanbul ve İstanbul Teknik Üniversiteleri vardı. 1950­60 arasında dört üniversite daha kuruldu.51 1950'de yüksek öğrenimde 24.919 öğrenci varken, öğrenci sayısı 1960 yılında 56.718'e yükseldi.

7 Milli Savunma: 1960 bütçesine konan tahsisat, 1950 yılından %152 fazladır. Ayrıca her yıl "karşılık para fonu"ndan Milli Savunma'ya liberasyon yolu ile tahsisler yapıldı.

8 Tarımsal Ürün: 1950'de 14 milyon 542 bin hektar olan ekim alanları, 1960 yılında 25 milyon hektara yaklaşmıştı. Tarımda modernizasyonla birlikte (traktör sayısı 10 yılda 16.585'ten 42.135'e yükselirken, gübre kullanımı 10 yılda 4 kat arttı) Türk tarımı altın devrini yaşadı. Buğday üretimi 4 milyon tondan 8.5 milyon tona, pancar üretimi 850 bin tondan 4.5 milyon tona, pamuk üretimi de 120 tondan 180 tona yükseldi. Bu gelişme, tahılı muhafaza ve onun ihraç pazarlarına sevkini kolaylaştıracak tesislere olan ihtiyacı da arttırdığından yeni silolar ve hububat depoları inşası  programını ortaya çıkardı. DP döneminde 14 betonarme silo, 70 çelik silo, 390 çelik depo ve kagir ambar inşa edilerek hizmete alındı.

9- İçme Suyu: 1950 yılında 58 bin 101 köy ve mahallenin 8 bin 809'unda içme suyu varken, 1959 yılında bu sayı 33 bin 554'e yükseldi.

10 Sulama: DP döneminde o güne kadar boş akan sular değerlendirildi, kurak toprakları nemalandıracak ve enerji üretecek birer kaynak haline getirildi. DP iktidarı 19 büyük baraj inşasını programa aldı ve bunların büyük bir kısmını gerçekleştirdi: Sarıyar, Seyhan, Ayrancı, Sille, Kemer, Demirköprü, Samsa ve Hirfanlı Barajları DP iktidarı döneminde tamamlanarak faaliyete geçti. Mamasun, May, Apa ve Altınapa Barajlarında 1960 yılında; Kesikköprü, Almus, Sarımsaklı, Selevir, Seyitler ve İbrala Barajlarında da 27 Mayıs Darbesi'nden birkaç yıl sonra üretim başladı. 1950'de barajlardaki toplanan su hacmi 157 milyon m3 iken, 1959'da kapasite 80 kat artarak 13 milyar m3 seviyesine ulaştı. Sulanan arazi de 547 bin dönümden 1 milyon 521 bin dönüme çıktı.

11 Elektrik: Türkiye 1950-60 yılları arasında elektrik enerjisi üretiminde büyük hamle yaptı. 1950 yılında 737 milyon kw saat olan enerji üretimi, 1960 yılında 2 milyar 815 milyon kw saate yükseldi.

12 Kömür: Taşkömürü üretimi 4 milyon tondan 6 milyon 550 bin tona; linyit üretimi de 957 bin tondan 2 milyon 602 bin tona yükseldi.

13 Rafineri: Yıllık kapasitesi 300 bin ton olan Batman Rafinerisi'nin kapasitesi 700 bin tona yükselirken, Mersin'de 3 milyon 250 bin ton kapasiteli, İzmit'te ise 1 milyon ton kapasiteli iki büyük rafinerinin temelleri atıldı.

14 Ağır Sanayi: Endüstri on yılda 9 kat büyüdü. Ayrıca özel sektör teşvik edildi. Yünlü ve pamuklu sanayide iğ sayısı 290 bin iken 1958 sonunda bu sayı 1 milyona yükseldi. Mevcut tezgah sayısı 6.316'dan 18.257'ye çıktı. Tekstil sanayiinde üretim miktarı 250 milyondan 785 milyona ulaştı.

15 Çimento Sanayi: DP döneminde yapılan 16 yeni fabrika ve mevcut 4 fabrikanın kapasitelerinin genişletilmesi sonucu 1950'de 395 bin ton olan çimento üreti mi 1960 yılında 2 milyon tona; 1962 yılında da 2 milyon 700 bin tona ulaştı.

16 Şeker Sanayi: 11 şeker fabrikası tamamlanarak hizmete alındı, 2 fabrika da 1961 yılında tamamlandı. 1950'de 137 bin ton olan şeker üretimi 1959 yılında 500 bin tona yükseldi.

17 Demir-Çelik Sanayi: Kok, pik ve pik boru üretimleri on yıl içinde üçer kat arttı. Öte yandan çelik üretimi de %208 oranında yükseldi.

18 Kağıt Sanayi: 1949 yılının 18 bin ton kağıt üretimi 1960'a gelindiğinde 63 bin tona ulaştı. 1949'da kişi başına kağıt üretimi 1 kg iken, bu sayı 1960'a gelindiğinde 6 kg oldu.

19 Karayolları: Karayolları üzerine 1323 köprü yapıldı. Bu köprülerin uzunluğu 52.647 metredir. 1950-1960 arası asfalt yollar 17 bin 465 km'den 40 bin 800 km'ye yükseldi. Ayrıca DP iktidarı döneminde hedeflenen 150 bin km'lik köy yolları şebekesinin 54.670 km'lik kısmı tamamlandı.

20 Liman ve İskeleler: Mersin, İskenderun, Haydarpaşa, Salıpazarı, Samsun, Giresun ve Trabzon limanları yapılarak hizmete girdi.

21 Dış Politika: DP iktidarı, NATO, CENTO, Ortak Pazar (Avrupa Birliği) ve Kıbrıs konularında etkin ve Türkiye çıkarlarını gözeten adımlar attı. Komşularla özellikle SSCB ile sorunlarda taviz vermeye yanaşmayan politikalar izledi. Ancak 12 Nisan 1960 tarihinde Adnan Menderes, Temmuz ayında SSCB'yi ziyaret edeceğini açıkladı (Türk-Sovyet Ortak Bildirisi). SSCB ziyareti, Menderes'in ve DP iktidarının darbenin eşiğinde ABD politikasını dengeleme bahanesiyle Rusya'nın güdümüne girmekle suçlanmasına yol açacaktı.52 ABD'nin 27 Mayıs müdahalesine ses çıkartmayışının nedeni, büyük bir olasılıkla bununla ilgiliydi.53

22 ABD ile İlişkiler: Diğer taraftan DP iktidarının Türkiye'yi ABD'ye bağımlı hale getirdiği eleştirileri yapılmıştır. Bu, gerçekte DP'nin değil, II. Dünya Savaşı sonrası TC'nin genel politikası olmuş, Türkiye ile ABD arasında 1947 ile 1960 yılları arasında toplam 91 adet ikili antlaşma yapılmıştır. Bunlardan bir bölümü açık, bir bölümü de gizli antlaşmadır. Açık antlaşmaların 16'sını kanunla onaylanan, 12'sini harita antlaşması mahiyetinde olan, 26'sını yardım, 14'ünü NATO ittifakıyla ilgili ve 13'ünü de 1954 tarihli Askeri Kolaylıklar Antlaşması'ndan güç alan antlaşmalar oluşturmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri'ne bu antlaşmalardan elde ettiği haklara dayanarak, Türkiye'de hava üsleri, radar ve haberleşme tesisleri kurması için 32 milyon metrekarelik alan tahsis edilmiştir. ABD ile ilişkilerde CHP diğer hiçbir konuda göstermediği yardımı DP iktidarına göstermiş, birçok antlaşmayı destekleyerek lehte oy kullanmıştır.

23 Kültür-Sanat Politikaları: Cumhuriyet'le birlikte her alanda yurtdışından getirilen uzmanlara İkinci Dünya Savaşı yıllarında Avrupa'dan kaçan bilim adamlarıyla sanatçılar eklenmiş ve DP iktidara geldiğinde sanat altyapısı güçlü bir Türkiye devralmıştı. Ancak DP'nin kültür-sanat politikalarına önem verdiği, hatta böyle bir politikasının olduğu söylenemez. Gerçi, kültür ve sanatta ilerleme tamamen eğitim seviyesi ile ilgilidir.54 Demokrat Parti döneminde kültür ve sanatın ihmal edilmesi sonucu önceki yıllarda olduğu gibi empozeyle değil, kendi başarılarıyla sivrilenler görülmüştür.

24 Müzik: İlk mezunlarını 1941'de veren Devlet Konservatuarı'na, DP döneminde yenileri eklenememiş, burası da 1940'lı yıllardaki altın devrini 1950'lerde yaşayamamıştır. Macaristan'dan 1930'lu yıllarda getirilen ünlü besteci Bela Bartok'un çabalarıyla 1937 yılından itibaren musiki folklorunu içeren geniş araştırmalar yapılmaktaydı. Başta Muzaffer Sarısözen olmak üzere Halil Bedii Yönetken ve Mahmut Ragıp Gazimihal tarafından yürütülen bu derleme çalışmaları sonunda 1952 yılında bir arşiv meydana getirildi. Ancak 1952'den sonra Muzaffer Sarısözen'in kişisel çabalarıyla derlediği türkülerden başka musiki folkloruna ilişkin ciddi bir çalışma yapılmamıştır.55
Köyden kente göçün bir ürünü olan ve 1970'li yıllarda doğan "arabesk" müzik için sosyal alt yapı 1950'lerden itibaren oluşmaya başladı. Öte yandan Klasik Türk Müziği yine zirvedeydi. Ankara'da Dörtyol Aile Çay Bahçesi ile Samanpazarı'ndaki Esenpark; İstanbul'da da Tepebaşı ile Bomonti, halkın rağbet ettiği her akşam fasıllarıyla meşhur mekanlardı. İstanbul'da Selahattin Pınar, Yorgo ve Aleko Bacanos, Şerif İçli ve Şükrü Tunar gibi devrin en meşhur bestekarları program yaparken, Ankara'da kemani Selahattin İnal ve kanuni Nuri Şenneyli gibi, bestecilikleriyle birlikte yorumculuklarıyla da ünlenmiş sanatçıların programları hınca hınç doluyordu. Klasik Türk Müziği'nin en büyük bestecisi olarak kabul edilen Sadettin Kaynak, ömrünün son on yılına rastlayan 1950-60 döneminde hız keserken, Münir Nurettin Selçuk zirvedeydi. 20. yüzyılın en büyük yorumcusu olarak kabul edilen Zeki Müren'in tanınması da 1950-60 dönemine rastlar.
Devletin zorlamasıyla ayakta duran opera, senfoni orkestrası ve bale gibi sanatlara 1950-60 döneminde-toplumsal belirleyicilik açısından-yine ilgi yoktu. 56

25 Resim: 1950-1960 arası, yeni eğilimleri gerçekleştiren resim sanatçılarının dönemidir. Nuri İyem, Neşet Günal gibi toplumun eğiliminde görülen sanatçıların yanı sıra Orhan Peker, Nedim Günsür, Adnan Çoker kişisel üsluplarını başarıyla ortaya koyan sanatçılardır. Bu sanatçılara Eren Eyüpoğlu, Aliye Berger gibi resim ilgilerini özgün biçimlerde geliştiren ressamları da kuşak farkına rağmen katmak gereklidir.57

26 Sinema ve Tiyatro: 1950-1960 yılları arasında Türk sineması, sinemayı doğrudan doğruya meslek olarak benimseyen nesil sayesinde ayrı bir sanat olarak gelişme imkanı bulmuştur. Türk sinemasında sinemacılar dönemi olarak adlandırılan bu dönemin öncüsü Ömer Lütfi Akad olmuştur. 1952 yılında çevrilen Kanun Namına isimli polisiye film ile sinema dili başarılı olarak kullanılmıştır. Ayrıca çekilen filmlerde Anadolu yaşamı başarıyla canlandırılmış, folklor malzemesi büyük bir gerçekçilikle filmlerde kullanılmıştır. Bu dönemin önemli özelliklerinden biri de, filmlerin tiyatro unsurlarından kurtularak, sinema sanatına has nitelikler kazanmış olmasıdır. İlk renkli Türk filmi olan Halıcı Kız'ın çekimleri, Muhsin Ertuğrul tarafından bu dönemde gerçekleştirilmiştir.58

1950-1960 yıllarında tiyatroda da önemli atılımlar görülür. Özellikle Devlet Tiyatroları, 1954­1958 arası Muhsin Ertuğrul yönetimi ile daha sonra da Cüneyt Gökçer ile başarıdan başarıya koşmuştur: 1941-1950 arası oynanan piyes toplamı 32'de kalırken 1950-1960 döneminde bu sayı 147'ye çıkmıştır.59 Tiyatro yazarlığı da 1950-1960 döneminde gelişmiş, "Eleştirel Dönem" olarak tanımlanan bu dönemde Orhan Asena, Turgut Özakman, Necati Cumalı, Çetin Altan ve Refik Erduran ün yapmışlardır.

27 Mimarlık60: 1950-1960 arası mimarlıkta en genel özellik ünlü mimarların ürünlerini kopya etme çabaları olarak değerlendirilebilir. Kitap ve dergi gibi yayınların kolaylıkla temini ve sıkça gidilebilen seyahatler mimari ufku genişletmiştir. Mimari eylemler arasında büyük çapta endüstri

27- yapıları üretilmesi, şehircilik çalışmaları, kampus planlamaları yer almıştır. Büyük kentlerin merkezlerine yakın, halkın mimarisi olarak tanımlanabilecek "gecekondu" yerleşmeleri ilk kez bu dönemde görülmektedir.61 1950-60 dönemine damgasını vuran başlıca eserler, Ankara'da Ulus İşhanı ve Çarşısı, Maltepe Camii, ilk gökdelen denemesi olan Emek İşhanı, DSİ Genel Müdürlüğü; İstanbul'da Hilton, Sheraton ve Çınar Otelleri, Belediye Sarayı, Manifaturacılar Çarşısı olarak sayılabilir.

28 Edebiyat: 1950-1960 dönemi Türk Edebiyatı "köyün keşfi ve edebiyatçıların köye yürüyüşü" olarak özetlenebilir. Bir diğer deyişle Demokrat Parti döneminde köy kente yürürken, Edebiyat da köye doğru yürümüştür. Köy Enstitülü yazarlarla köyü yakından tanıyan yazarların birbiri ardı sıra ürün vermeleri bu döneme rastlamaktadır. "Üç Kemal" olarak adlandırılan Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve Kemal Tahir'in 1954 yılından itibaren yayınlanan köyü konu alan romanları köy edebiyatının ilk örnekleridir.62 Bu akımın diğer yazarları arasında Reşat Deniz, Sami Kocagöz, Necati Cumalı ve Fakir Baykurt sayılabilir. Buna karşın bireyi öne alan ve varoluşçulukla bilinç akımı tekniğinden etkilenen Onat Kutlar, Erdal Öz, Bilge Karasu bu dönemde özgün eserler vermişlerdir.63 Şiirde de 1940'lı yılların "Garip Hareketi"ne taban tabana zıt "İkinci Yeni Akımı" bu yıllarda doğmuştur. Söyleyişteki rahatlık yerini şiir dilini zorlamaya; anlaşılırlık yerini anlamca kapalılığa; somut yerini soyutlaşmaya bırakmıştır. Cemal Süreya ve Edip Cansever Marksist görüşle gerçeküstücülüğü sentezlemeye çalışmış, Sezai Karakoç da yine gerçeküstücü üslupla Türk-İslam mistizmini ifade eden orijinal şiirler yazmıştır. İlhan Berk, Ece Ayhan, Atilla İlhan ve Ülkü Tamer İkinci Yeni Akım'ın diğer başlıca şairleridir. 64
1950-60 döneminin önemli şiir hareketlerinden biri de Ankara'da 1950 yılında çıkmaya başlayan Hisar Dergisi olmuştur. Munis Faik Ozansoy, İlhan Geçer, Mehmet Çınarlı, Gültekin Samanoğlu gibi şairler bu dergide yazdıkları şiirlerle isimlerinden söz ettirmişlerdi.

29 Düşünce ve Felsefe: Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Cahit Okurer, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Osman Turan, Mehmet Kaplan ve 1954 yılında şüpheli bir uçak kazasında vefat eden Remzi Oğuz Arık (aynı zamanda Türkiye Köylü Partisi Genel Başkanlığı da yapmıştı) 1950-60 döneminin düşünce dünyasında ilk akla gelen isimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Nurettin Topçu'nun 1952 yılında kaleme aldığı "Din ile Kinin Mücadelesi" makalesi ve Hareket Dergisi'nde yazdıkları, fikir dünyasının ne kadar ileri bir noktada olduğunun başlıca göstergesidir.
Hareket, Türk Yurdu, Bizim Türkiye, Büyük Doğu ve İstanbul dergilerinin yanı sıra -her ne kadar bir şiir dergisi görünümünde de olsa- Hisar Dergisi, fikir hayatına önemli katkılar sağlayan dergiler arasında sayılabilir. Tarık Buğra ve M. Fahri Oğuz'un hikayeleri ile Cemil Meriç'in şairane denemelerinin bir kısmı Hisar'da çıkmıştır.65 Yeni İslamcılık olarak adlandırılabilecek görüşün Necip Fazıl Kısakürek'ten Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve Rasim Özdenören çizgisine doğru gelişimi de bu yıllardan itibaren başlamıştır.66

30 Müzeler: Cumhuriyet'ten önce sayıları 7 olan müzelere 1923-40 arası 22, 1941-50 arası 7 müze daha eklenmiş ve 1950'ye gelindiğinde toplam müze 36'yı bulmuştur. 1950-60 arası faaliyete geçen yeni müze sayısı 13'tür. Bunlardan en önemlileri TBMM ve Anıtkabir Müzeleridir.67

31 Spor: 1950-60 dönemi sporda birkaç başarının kazanıldığı, Güreş ve Futbol (birazda boks) dışında spor dallarına ilginin olmadığı yıllar olmuştur. Güreşçilerin 1948 Olimpiyatlarındaki başarılarından sonra 1952 Olimpiyatlarında da benzer başarı beklenirken 1952 Helsinki Olimpiyatlarına çok az bir zaman kala Nasuh Akar, Gazanfer Bilge, Celal Atik ve Yaşar Doğu'nun profesyonel ilan edilip olimpiyatlara gidememesi uzun süre eleştiri konusu oldu. Helsinki'de Serbest Güreşte 52 kiloda Hasan Gemici ile 62 kiloda Bayram Şit altın madalya aldılar. 1956 Melbourne Olimpiyatlarında da madalyalar güreşten geldi. Serbestte 57 kilo güreşçisi Mustafa Dağıstanlı ile ağır siklet Hamit Kaplan, Greko-Romen'de 73 kilo güreşçisi Mithat Bayrak altın madalya kazandılar. 27 Mayıs'tan 3 ay sonra yapılan 1960 Roma Olimpiyatlarında Türk Güreşçiler 7 altın 2 gümüş madalya kazandılar.
Futbolda 1952 yılında profesyonellik kabul edildi. İstanbul Profesyonel ligi kuruldu. 1954'te ilk Dünya Kupası'na katılan Türk Milli Takımı bir varlık gösteremedi. Ancak 1956 yılında Avrupa'da fırtına gibi esen Macaristan'ı 3-1 yenerek adından söz ettirdi. Galatasaraylı Kadri Aytaç'ın 57.500 TL karşılığında Karagümrük Kulübü'ne geçmesi 1958 yılının sporda en çok konuşulan konusuydu.68 1958 yılında ulusal lig oluşturuldu. 1958-1959 sezonunda Birinci Futbol Ligi'nin ilk şampiyonluğunu Fenerbahçe kazandı.

4.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***