ECEVİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ECEVİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2021 Perşembe

Biden ve Türkiye BÖLÜM 2

Biden ve Türkiye BÖLÜM 2


Joe  Biden ve Türkiye, 
Prof.Dr.Sait Yılmaz, KIBRIS, ECEVİT, Yunan ve Ermeni lobisi,

ABD, Avrupa ve Türkiye Dengeleri.. 

 Türkiye‟nin Kıbrıs‟ın kuzeyinde enerji rezervi arama çalışmaları önce Yunanistan‟ ın tepkisine yol açtı. Bir süre iki ülke arasında arabulucu olmak isteyen Avrupa Birliği (AB) dönem başkanı Almanya, daha sonra Yunanistan‟ı desteklemeye başladı. Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs‟ın etrafındaki enerji rezervleri için başlayan tartışma, Doğu Akdeniz‟de münhasır ekonomik bölgeler üzerinde yeni bir anlaşmazlığa dönüştü. Ankara‟nın Libya ve Suriye‟deki politikaları AB‟nin konuya müdahil olmasında yeni bir boyut oluşturdu. 
 Türkiye‟nin birliğe katılma hevesi kaybolunca, Avrupa Birliği‟nin Ankara üzerindeki etkisi de azaldı. Avrupa Birliği Türkiye‟ye karşı kendi içinde ikiye bölünmüş durumda. 
Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs, tamamen Türkiye karşıtı cephenin başı iken, Almanya ise çoğunlukla arabuluculuk ve yatıştırma peşinde. Avrupa Birliği için de Yunanistan, Fransa, Avusturya, Hollanda, Belçika, Baltık ülkeleri ve İrlanda; Türkiye‟ye karşı sert tedbirler istiyorlar 6. Almanya arabulucu konumu edinse de Alman diplomatlar da Türkiye konusunda büyük bir olumsuzluk içinde. Türkiye‟ye olumlu bakan ya da bundan ticari olarak zarar göreceklerini düşünen ülkeler ise İspanya, İtalya ve Polonya. 
 Avrupa ülkelerinin çoğu uzun zamandır tatilde yani savaşmayı unuttu. Rusya‟nın Kırım‟ı işgali bazılarını uyandırdı. NATO üyesi olmayan İsveç, savunma bütçesini %40 artırdı. Almanya ve bazı NATO ülkeleri savunma harcamalarını artırmaya söz verdiler. NATO uzun zamandır büyük bir askeri güç görüntüsü verse de, Avrupa‟ nın üç büyük ülkesi Fransa, İngiltere ve Almanya bir haftada bir Zırhlı Tabur, bir ayda Üç Zırhlı Tugay‟dan daha az bir kuvveti savaşa hazır hale getirebiliyorlar 7. Bu durumda, ABD‟ye Asya‟da gönülsüz destek olmaktansa, NATO için Rusya‟ya odaklanarak Çin‟in kontrol edilmesine katkıda bulunması görevi verilmesi öngörülüyor. 
Fransa başkanı Macron‟un “ölmüş beyin” olarak adlandırdığı NATO‟yu hayata döndürmek için Genel Sekreter Jens Stoltenberg kuvvetli bir reçete sunuyor. 

Yeni reformlarla birlikte yeni odak Çin olacak. Hazırlanan raporda8 yer alan 138 tavsiye, detaylı bir uygulama planı oluşturuyor. Planın içinde Çin dezenformasyonu ile mücadeleden Süveyş Kanalı‟nın ötesinde Asyalı ortaklar ile bağları güçlendirme ye kadar pek çok eylem var. Ancak, NATO üyesi ülkeler bu görevlere hazır değil. 
İngiltere‟nin savunma bütçesinde önemli bir delik var, hem konvansiyonel savaş uçağı hem de F-35 alımına öncelik vermiş durumda. Çin‟e karşı deniz kuvvetleri öne çıkıyor. 
Almanya‟nın deniz kuvvetleri çok kötü durumda olsa da diğer pek çok ülke bu alanda iyi. 
Ancak yetenekli personel orada olsa da kapasite yok, gemi sayıları yetersiz. İngiltere toplam 23 yüzey gemisine sahip olmasına rağmen bunları tamamen dolduracak askeri yok. 
NATO‟nun en kritik hassasiyeti toplam altı taarruz deniz altısının olması. 2018 yılında NATO, Kuzey Atlantik‟te devriye gezdirmek için bir deniz altıya kalmıştı. 
İtalya, Çin‟in İpek ve Yol Projesi‟ne katıldı. Balkanlardaki Çin alt yapı yatırımlarından bazı Avrupa ülkeleri de yararlanıyor. Avrupalılar geç de olsa Huawei‟nin 5G şebekesi tehlikesinin farkına vardılar ve Koronavirüs Çin hakkında şüpheleri artırdı. Bununla beraber, Çin ile karşı karşıya gelmek bir hevesleri yok. 2019 yılında Avrupa CFR‟si tarafından yapılan ankette bir ABD-Çin Savaşı esnasında Almanların %10‟u ABD‟nin yanında olacaklarını, %70‟i tarafsız kalacaklarını ifade ettiler9. Diğer 13 Avrupa ülkesinde de benzer sonuçlar alındı. 
 Modern savaşlarda A2/AD10 teknolojisinin önem kazanması ABD‟nin Avrupa‟yı destekleme kabiliyetini de engelliyor. ABD ordusunun yeni savaş konsepti, çoklu savaş ortamında büyük bir savaş için hazırlandı11. Yakın bir kıtadaki savaşa takviye kuvvet göndermek eski konsept idi. Bu durumda; ya ABD, Avrupa‟daki birliklerini önemli sayıda artıracak ya da Rusya‟yı kontrol etme sorumluluğunu Avrupalı NATO üyeleri üslenecek. En akıllı çözüm Rusya ile Çin‟in ittifak yapmasını önlemek ama Rusları yanınıza çekmeniz ya da uyutmanız gerekir. Ancak, yapılan hesaplamalar Çin ile karşı karşıya gelmede Avrupalılardan mutlaka destek alınması gerektiği yönünde. Bu da Avrupalıları uykularından uyandırmayı her zamankinden daha önemli kılıyor. 2018 yılında Amerikalı gözlemciler NATO için şöyle bir rapor verdi; “Büyük bir yalan içinde yaşıyormuşuz 12.” 

Trump Dönemi Türk-ABD ilişkileri.. 

Amerikalılara göre, geçmiş dönemde Türkiye-ABD ilişkileri değil, Erdoğan-Trump iletişimi vardı. Bu iletişim Ankara ile Washington arasındaki tek bağlantı idi13. Trump, Ankara‟yı Rusya‟dan silah aldığında, İran‟a yönelik yaptırımları ihlal ettiğinde yaptırımlardan korudu. Ayrıca, Suriye‟de Türkiye‟nin askeri harekâtına engel olmadı ve uygulanmasa da Türkiye‟nin ikna etmesi ile üç kez askerlerini çekmek istedi. 
Trump, ABD‟nin Suriye‟deki varlığı konusunda rahat değildi. Sonu gelmeyen savaşlardan biri olarak görüyordu. „IŞİD halifesi de ele geçirildiğine göre neden hala oradayız?‟ sorusunu soruyordu. Soruyu cevaplayacak olan Savunma Bakanlığı (Pentagon) idi ve onlar da „teröristler savaşmak‟ için dediler. 
Türkiye, 2018 yılında ABD‟nin Suriye‟nin kuzeyinde yeni bir oluşuma gitmesinden ve güney sınırlarındaki gelişmelerden oldukça endişeli idi. Amerikalı yetkililer, Türkiye‟nin olası harekâtını önlemek için başkan seviyesinde baskı yapmanın yeterli olacağını düşünmüşlerdi. Bu amaçla, Suriye temsilcisi James Jeffrey ve güvenlik danışmanı John Bolton Ocak 2019‟da Ankara‟ya geldiler. Üzerinde çalışılan harita Amerikan askerlerinin YPG/PKK ile çizdiği harita idi14. Bolton, oralarda herhangi bir Türk görmek istemediğini söylüyordu. Sonunda haritayı göstermeme ama Türk unsurlarını haritadaki konsept çerçevesinde yerleştirme kararı alındı. Barış Pınarı Harekâtı, ABD‟nin Suriye görevi için önemli bir dönemeç oldu. Türk devriyeleri M4 yolunun güneyine, 30 km. derinliğe inebilecekti. Ancak, SDF kendi bölgelerinde emniyette olacaktı. Bu ABD için iyi bir anlaşmaydı. 
Trump ve Erdoğan‟ın 2019 yılında yaptığı görüşme dönüm noktası oldu. ABD‟den Türkiye‟nin Rusya‟dan S-400 alımına ilişkin sert yaptırımlar beklenirken tam tersine övgüler çıktı. Trump‟ın ABD Kongresi ve NATO ile S-400 konusunda aynı endişeleri paylaşmadığı düşünüldü. Öncesinde Ankara, aylardır Halkbank soruşturması için Trump‟ı sıkıştırıyordu 15. 
İki pragmatik liderin Washington‟da kapılar arkasında pek çok pazarlık yaptığı aşikardı. 
ABD‟de başta Kongre, Savunma Bakanlığı ve istihbarat teşkilleri olmak üzere “derin devlet” denilen pek çok kurum başkan Erdoğan‟a uzun zamandır olumlu bakmıyor. Biden ise onların istediği başkan ve onlara rağmen Biden başka bir yola girmez. Derin devlete göre; başkan Erdoğan şimdiye kadar boşlukları kullanarak manevra yaptı ama sınırları aştı. 
Öngörülemez biri ve kazan-kazan çözümünü kabul etmiyor. Baskı gördüğünde kararını değiştirebiliyor. Ekim 2019‟daki ateşkes görüşmelerinde olduğu gibi Erdoğan, çok baskı görmedikçe geri adım atmayacaktır. ABD, Türk ekonomisini çökertmeye hazır. 

Son NATO Zirvesi‟nde ABD dışişleri bakanı Pompeo, Türkiye‟yi eleştirmişti. Stephen Cook ve Philipp Gordon gibi önemli isimler de ABD‟nin artık Türkiye‟yi müttefik olarak görmeyeceğini söylüyorlar. Türkiye‟nin 16 Ekim 2020‟de Karadeniz bölgesinde S-400‟lerin ateşleme testlerini yapması ABD yaptırımlarını tetikledi. 

Biden’ın Kişiliği.. 

Biden, 2011-2016 arasında Obama‟nın yardımcısı olarak defalarca Türkiye‟ye geldi. Biden‟ın Türkiye ile ilgili gündeminde; Suriye‟nin kuzeyi, IŞİD ile mücadele ve ABD‟nin YPG‟ye verdiği askeri ve lojistik destek vardı. Biden‟ın işi Türkiye‟yi oyalamaktı, ABD derin devleti gibi o da Kürt projesinin peşinde idi. Washington ve Suriye‟nin kuzeyi arasında bond çantasında sakladığı gizli dosyalarda yazılı önemli işleri yaptığını düşünüyordu. Türkiye ancak Ekim 2019‟da Trump‟tan Suriye‟nin kuzeyine girmek için onay alabildi. 
Ankara‟ya göre, Biden ile ilişkilerin normale girmesi bir geçiş dönemi gerektiriyor. Biden, zik zak yapan biri; 2014 ve 2016‟da hemen öncesinde Erdoğan hakkında söylediği sözler için özür diledi. 
 Biden‟ın Kürt sempatizanı olduğu biliniyor ve bunun Ortadoğu‟daki ABD politikalarında etkisi olacak. 2000‟lerin ortasında Biden, Irak‟ın üç de-facto devlete bölünmesinden ve birinin Kürt devleti olmasından yanaydı. ABD, Suriye‟nin kuzeyinde YPG‟ye silah ve araç göndermeye başladığında da başkan yardımcısı idi. 
Aslında Biden kariyerini Türkiye‟ye geleneksel olarak düşman gruplar ve oluşumlar üzerine yapmıştı. Ekim 2020‟de seçim kampanyasında yayınladığı “Yunanistan İçin Vizyon” başlıklı resmi açıklamaya bakalım; 
“Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı işgali kabul edilemez. 
İki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı bir federasyon dâhilinde adayı birleştirecek bir çözümü destekliyorum.” 
Bunlar, Türk tarafını hala azınlık bir toplum olarak gören Rum tarafının birebir görüşleridir. Adada Rum yönetimi altında Türk nüfusun yutulması hedeflenmektedir. 
Biden, yakın zaman önce Trump yönetimine Türkiye‟nin Yunanistan‟a karşı provokatif davranışlarından dolayı kuvvet tehdidi de dâhil baskı yapma çağrısında 
bulunmuştu. Yetmedi, Biden İstanbul‟daki Ekümeniklik iddiasının ve 2011‟de ziyaret ettiği Patrik‟in kuvvetli destekçisi. Bartholomeos‟un Ankara‟dan isteklerini destekliyor. 
Biden, her zaman Yunan-Amerikan toplumunun bir dostu oldu ve onlardan sürekli destek aldı. 
Doğu Akdeniz‟deki gelişmeler için Yunanistan‟ın sözünü dinleyeceğinden şüphe yok. Trump‟ın tersine Biden, Türkiye‟nin uluslararası hukuka uymadığını, NATO‟ya ilişkin yükümlüklerini yerine getirmediğini, Yunan hava sahasını ihlal ettiğini düşünüyor. 
Diğer bir sıkıntılı konu Ermeni soykırımı iddiaları. Nisan 2020‟de Biden, başkan seçilirse iddiaları resmen tanıyacağını açıkladı. Bu konu, 24 Nisan‟da Biden ile Türkiye ilişkilerinde ilk önemli test günü olabilir. 

ABD‟nin Ankara‟nın liderliğine bakışı şöyle özetlenebilir; Irak, Suriye ve Libya‟dan Doğu Akdeniz‟e eski Osmanlı topraklarına dönmek isteyen, Yunanistan ile askeri gerginlik yaratan, eski Sovyet silah sistemlerini alan ve Kudüs‟ü özgürleştirerek Müslümanların başkenti yapmak isteyen bir Türkiye. 
Aralık 2019‟da ortaya çıkan bir videoda Biden, New York Times ile mülakatında; Türkiye‟deki rejimleri ile ilgili sert eleştiriler bulunuyor ve “darbe ile değil ama seçim süreci” ile iktidar değişikliğinden bahsediyordu 16. 
Başkanlık seçimi döneminde Trump‟tan yana tavrını belli eden Ankara, Biden‟ın başkanlığını en son tebrik eden NATO ülkesi başkenti oldu. 

Biden ve Türkiye.. 

Ocak ayında başkanlık görevini alacak Joe Biden‟ın önceliği ülke içi olacak; salgınla mücadele ve ekonominin düzeltilmesi en acil konular. Dış politikada ise Çin ana hedef tahtasına oturtulurken, Ortadoğu‟da hızlı değişimler bekleniyor17. Bu değişimler Türkiye ile ilişkilerinin geleceğini de etkileyecek. Trump döneminde Türkiye-ABD ilişkileri için başkanlık düzeyinde özel ilişkiler öne çıktı. Biden‟ın bu kişisel ilişkilerden hiç mutlu olmadığını ve Ankara için olumsuz pek çok görüşünü saklamadığını biliyoruz. 

ABD‟nin asker, istihbarat ve diplomasi bürokrasisi içindeki derin devlet, Türkiye konusunda ikiye bölünmüş durumda. Pragmatik olanlar Türkiye ile olan ilişkileri çok fazla bozmak istemezken, ideologlar sert yaptırımlarla kuvvetli bir mesaj vermek istiyor. Ancak iki grup şu konuda birleşiyor; “yaptırımlar Türkiye‟yi istenen yola sokacak kadar büyük olmalı”. 

Amerikalıların diğer bir değerlendirmesi ise şöyle; Rus-Türk Stratejik Ortaklığı bir jeopolitik gerçek olsa da bir yere varamaz ama Amerikan-Türk Stratejik Ortaklığı da tamir edilemeyecek kadar hasar gördü. 

Eğer Biden, seçim öncesi yaptığı konuşmalarına sadık kalırsa Türkiye‟yi değil ama hükümeti sert yaptırımlarla cezalandıracak. Her şeye rağmen, Ankara, Biden ile yeni bir çalışma trendine girebilir. Ama bunun bir bedeli olacaktır. 

Önümüzdeki dönemde Türkiye-ABD ilişkilerinde en önemli iki konu; Washington‟un YPG/PKK‟ya desteği ve S-400 konusu olacak. ABD tarafında öncelikle şu konular masaya konacak; 
- ABD ve NATO‟nun itirazlarına rağmen Rusya‟dan alınan S-400 füze savunma sistemi ile ilgili yaptırımlar, 
- Türkiye‟nin ABD‟nin Suriye‟de kendine müttefik seçtiği YPG/PKK‟ya karşı yürüttüğü operasyonlar, 
- Doğu Akdeniz‟de Türkiye‟nin ABD‟nin müttefikleri İsrail, Mısır, Yunanistan ve İtalya‟yı da içine alan enerji hakları ile ilgili anlaşmazlıklar. 
Bunları gerisinde ise; Halkbank soruşturması, ABD‟nin İran ile ilgili yaptırımlarının Türkiye tarafından sulandırılması, Türkiye‟de hapiste olan Amerikalı çalışanlar ve ABD‟nin Türkiye‟deki rejim ile ilgili (demokrasi, sivil özgürlükler, insan hakları vb.) beklentileri gündeme gelecek. 
 ABD, Türkiye ve Rusya‟ya karşı ikili çevreleme stratejisi izleyecek. Bu durum önümüzdeki 4 sene Türkiye için kuvvetli yaptırımlar demek. ABD‟nin koşulları tabii ki Rusya‟dan uzak durmak ve bağımsız politikalar izlemekten vazgeçmek ile sınırlı olmayacak. ABD ileri aşamada Türkiye‟de bir rejim değişikliği planını da devreye sokabilir 18. Gelecekte ne olacak bilemeyiz ama Türkiye-ABD ilişkileri artık hiçbir zaman eski günlerdeki gibi olmayacak. 

James Jeffrey’in Mirası.. 

 Obama döneminde Ortadoğu‟daki karanlık işlerin arkasında olan ABD büyükelçisi James Jeffrey, 2018 yılında Trump tarafından başta Suriye olmak üzere sözde Obama döneminde yolunda gitmeyen işleri düzeltmek için tekrar görevlendirildi. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile birlikte yaptıkları ilk plan; Beşar Esat rejimi BM tarafından desteklenen seçimleri yapana kadar IŞİD‟i sahnede tutmak ve böylece Suriye‟de kalmaktı. ABD Kongresi tarafından Amerikan güçlerine verilen görev tanımında ise Suriye‟nin petrol sahalarına Esat‟ın girmesini önlemek, bunun için Kürt güçlerini desteklemek ve İran‟ın Doğu Akdeniz‟e askeri olarak nüfuz etmesine mani olmak yazılı idi. Ancak, Trump bu görevi sevmedi. 

Jeffrey‟e göre, Trump sonu olmayan savaşlar ile uğraşmak istemiyordu. 
Trump, Aralık 2018‟de en üst düzeydeki danışmanlarını kovdu ve 2.000‟den fazla Amerikan askerini Suriye‟den çekeceğini söyledi. Bu süreç dört büyük güç arasındaki dengelerin değişmesi ve Kürtlerin bir kez daha yeni bir konuma zorlanması demekti. Aynı zamanda, ABD‟nin lideri olduğu IŞİD ile mücadele koalisyonunun da çökmesi anlamına gelecekti. Jeffrey, Trump‟ın kararı sonrası şöyle diyordu; “Trump’ın Afganistan ile ilgili endişelerine katılıyorum ama Suriye, elimizde tutmamız gereken bir hediyedir.” Avrupalı müttefiklerinin muhalefeti üzerine Trump kararını değiştirmek zorunda kaldı. Ekim 2019‟da Türk birlikleri Suriye sınırına tekrar yığınak yapınca, Amerikalı yetkililer Trump ve Erdoğan 
arasında yeni bir telefon görüşmesi ayarladılar. 
Türkiye‟nin Barış Pınarı Harekâtı‟nın Suriye için çok daha önemli sonuçları olabilirdi. Ama Amerikalı yetkililer en başından beri bu harekâtı nasıl yönlendirecekleri ve YPG‟yi nasıl muhafaza edeceklerini hesaplamaya çalıştılar. Jefrrey, sahada parçaları topluyordu ve bir yandan da Türkiye‟ye karşı Kongre‟yi harekete geçirmek istiyordu. Jeffrey, şimdilerde Suriye‟de Türkiye‟nin Kürtlerle mücadelesinde etkisinin azaldığını düşünüyor ve hala YPG/PKK‟nın siyasi kanadı olan SDF‟nin nasıl korunacağına ilişkin reçeteler hazırlıyor. Ona göre; ABD için Türkiye ve YPG arasındaki ilişkiler, ABD‟nin İran, Esat rejimi ve Rusya‟ya karşı kendi ve İsrail‟in çıkarlarını koruduğu karmaşık bir politika yapısı içinde sadece sorunlu bir köşe. 
2017 yılında Trump iktidarı alınca yönetim içinde özellikle İsrail‟in etkisi ile yeni tartışmalar başladı. İsrail Suriye‟ye kendi başına hava taarruzları yapıyor ve ABD‟ye askeri ve istihbarat desteği yeterli görülmüyordu. İsrail görmezden gelinecekti ama Türkiye olmadan ABD stratejisinin işlemeyeceğini düşündüler. Suriye‟nin kuzeyinde Türkiye ile işleri koymak için bir kez daha James Jeffrey‟e görev verdiler. 
Temmuz 2018‟de ABD, IŞİD ile mücadelede İran ve Türkiye‟ye rağmen ABD stratejisini sahada yoluna koymak üzere özel bir temsilci daha atamıştı. O zamana kadar Suriye stratejisi Obama döneminden kalma idi ve İran‟ı çevreleme üzerine kurgulanmıştı. 
İran gitmedikçe Esat‟a yönelik stratejinin başarılı olamayacağı düşünülüyordu. İran‟ın stratejisi Güney Lübnan üzerinden İsrail‟i uzun menzilli silahlar ile vurmak üzerine kuruluydu. ABD ve İsrail, Suriye‟de İran‟ı bloke ettiklerini düşünüyordu. Suriye‟deki varlığı İran için mali olarak çok pahalıya gelmeye başlamıştı ve bazı unsurlarını çekmeye başladı. 
Ancak, baskı yeterli değildi. İran ile ilişkiler ancak daha büyük bir anlaşmanın parçası olursa bir yola girebilirdi. 
Jeffrey, Suriye‟de kimyasal silah kullanılmaması, ABD ve Türk askeri varlığı, İsrail hava hâkimiyeti arasında bir denge sağlayacaktı. Bunların hepsi İran ve Ruslara karşı gözükse de hedefte Esat vardı. Jeffrey, Türkiye‟yi ikna ederek göreceli bir başarı sağladı. Yapılan anlaşmaya göre; Türkiye, İdlib‟in güneyinde Esat güçlerini püskürtmüştü. Amerikan tarafından Esat‟a karşı izolasyon ve yaptırım kararları geldi. Anlaşmanın gerisinde Suriye‟nin altyapısının yeniden inşası ve ekonomisinin düzeltilmesinde pasta paylaşımı vardı. 
ABD ve SDF arasında yapılan anlaşmaya göre silah ve teröristler Suriye sınırından Türkiye‟ye gönderilmeyecekti. Jefrrey‟e göre, SDF içindeki Kürtler iyi çocuklar, çok disiplinliler ve özel olarak PKK gündemini takip etmiyorlar 19. YPG sanki Amerikan askerlerini koruyacakmış görüntüsü vermiş ve Amerikalılara Türk sınırlarına dış postalar yerleştirilmesi için baskı yapmış. Jeffrey, bunlar Türkiye‟yi provoke eder diye reddetmiş. Amerikalılara Türk askerlerine ateş etme yetkisi verilmemiş ancak etrafında hareket edebilirlermiş. Özetle, Amerikalıların Türklere karşı bir planı yoktu, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. 
Esat‟a yönelik yaptırımların nedeni onu devirmek değil, davranış değişikliğine zorlamaktı. Ama Esat‟ı istenen barışa zorlama stratejisi yürümedi. Ekonomik yaptırımların ülke içindeki etkilerine yönelik bir istihbaratta yok. 
Suriye‟de Ruslar da dâhil taraflar artık askeri bir zafer olmayacağını biliyor ve mevcut durumu en iyi siyasi zafere dönüştürmenin yollarını arıyor. Ruslar, BM liderliğindeki süreçte etkili olarak, BM gözetiminde 2021‟de yapılacak seçimler ile gelecek bir çözüm peşinde iken, diğer yandan göçmenler ve diğer konuları Esat ile birlikte kendi kontrollerinde tutmak istiyorlar. ABD ise uluslararası toplumu bunlara karşı olmak için kullanıyor ve yaptırımların gevşetilmesi karşılığı Esat‟a siyasi çözüm dayatmak istiyor. ABD istekleri 2019 yılında Soçi‟de Pompeo tarafından Putin‟e iletildi ama Ruslar herhangi bir şey yapmadı. Jeffrey, Ruslara yapılan teklif hakkında konuşmama talimatı almıştı. 

Biden, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz.. 

 Biden, Ortadoğu‟da beş ülke ilişkileri yeniden kurgulayacak; Suudi Arabistan, Libya, Suriye, Katar ve İran. Suudi Arabistan‟da Salman yönetimine iyi bakmaması Türkiye için olumlu fırsatlar doğurabilir ya da bu konuda Biden yönetimi ile işbirliği yapabilir. Kaşıkçı cinayeti ve Yemen‟deki Suudi askeri harekâtı bu kapsamda gündeme gelebilir. Biden‟ın Türkiye‟nin Arap rakipleri olan Suudi Arabistan, BAE ve Mısır‟a Katar‟a uyguladıkları ablukayı sona erdirmelerini söyleyebilir. 
Suriye‟deki iç savaş ise Biden ile birlikte yeni bir aşamaya girecek. Zaten ABD ve Türkiye, İdlib üzerinden bir yakınlaşma sağlamışlardı. Altı ay önce Biden‟ın dış politika danışmanı Antony Blinken, Biden‟ın Suriye‟nin kuzeyini isyancıların elinde tutmak istediğini söylemişti. Ayrıca ABD‟nin istediği gelişmeler olmadan Beşar Esat ile görüşme yapılmayacağını da açıkladı. 
Biden, Suriye‟deki Amerikan askerlerinin sayısını Irak sınırına da yayılacak şekilde artırabilir. Ekonomik yaptırımların devam ederken, askerlerin görev tanımına; (ortada olmayan) IŞİD ile mücadele, petrol alanlarının korunması, Kürt bölgeleri nin ve diğer oluşturulan bölgelerin korunması, Rus etkisinin sınırlanması, Şam yönetimine baskının artırılması eklenebilir 20. 
ABD‟nin Suriye‟deki politikası büyük ölçüde Türkiye ve İsrail ile ilişkilerine bağlı olacak. ABD‟nin İran ile yapacağı görüşmelerin de etkisi olacak. ABD‟nin Türkiye ile yakınlaşması İsrail ve Suudi Arabistan ile uzaklaşması anlamına gelecek ya da tersi olacak. 
Şu anda Suriye‟ye en büyük tehdit ne askeri ne de ekonomik; salgın hastalık. Suriye‟de ulusal bir barış anlaşmasının içeriği ile ilgili görüşmelerden sonuç alınması zor gözüküyor. Anayasal reform konusu da yıllar alabilir. Suriye‟nin geleceğinde şu üç konu iyi anlaşılmalıdır 21; 
- Rusya olmadan siyasi çözüm mümkün değil. 
- Türkiye olmadan düşmanlıklar bitmez. 
- ABD olmadan ekonomik yeniden yapılanma sağlanamaz. 

Türkiye ile ilgili iki ana konu önemli; öncelikle Türkiye Suriye, Libya ve Dağlık Karabağ‟da Rus etkisine karşı denge sağlıyor. İkinci olarak Türkiye, Rusya ile ilişkilerde Batı için yapıcı bir rol oynayabilir. Bu varsayımlarla Ankara, Biden yönetimine Rusya‟yı da yanlarına çekme önerisi getirecek. 

 Türkiye ve Rusya, her ne kadar yakın işbirliği içinde pek çok askeri ve ticari ilişki kurmuş olsalar da; Güney Kafkasya, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz‟de kendi etki bölgelerini kurmak ve çıkarları için rakipler. 
Amerikalıların Suriye‟de Ruslar, Esat ve İranlıların sevmeyeceği bir A Planı var. Bir de içinde SDF‟nin olduğu B Planı. Yani SDF, B planı için elde bulunduruluyor 22. 

A Planı nihai bir barışa esas olursa SDF‟nin Esat ile kaynaşmasında bir sorun görmeyecekler. YPG ise Kandil, Türkiye, Rusya ve ABD‟nin çıkarları içinde bir denge bulmaya, kendi nüfusunu korumaya, kontrolü altındaki bölgeleri elde tutmaya ve bölgesindeki Arapları idare etmeye çalışıyor. 
Libya‟da da ABD‟nin BM‟nin tanıdığı ve Türkiye‟nin desteklediği Ulusal Sözleşme Hükümeti‟nin yanında olacağı ve Biden‟ın Rusya‟ya karşı daha baskıcı olmasının Türkiye‟nin de işine geleceği öngörülebilir. Biden‟ın diğer NATO ülkelerini Libya‟ya silah ambargosuna zorlaması ve BAE‟yi ambargoyu ihlal etmekle suçlaması Ankara‟nın en çok mutlu olacağı politikadır. 
Biden, Doğu Akdeniz‟de Avrupa Birliği ile birlikte Türkiye‟ye karşı koordineli bir eylem planı uygulamaya hazırlanıyor. 

Sonuç; Türkiye’yi neler bekliyor? 

Uluslararası toplumun krizi, ABD‟nin kendi içinde yaşadığı kutuplaşma ve bunun yol açtığı uzman kişiler krizi ile paralel bir gelişme olarak görülmelidir. ABD kendi içinde karışmış durumda, ülke birliği büyük yara aldı. ABD‟nin temel sorunu, Çin‟in artan güç potansiyeline rağmen devam eden stratejik körlüğü ve entelektüel tembelliğidir. Diğer yandan hala dünyaya askeri müdahaleler ve bombalarla demokrasiyi yayarak, kendi düzenini kuracağını sanıyor. 
Çin, öldürdüğün insanların yeni düşmanlar yarattığı Ortadoğu değil. 

 Avrupa‟nın Türkiye‟ye karşı yaptırımları ABD‟nin yeni başkanını bekliyor çünkü bu konuda Transatlantiğin koordineli bir plan üzerinde anlaşmasını istiyorlar. 
Bu yaptırımlar bugünkü sembolik yaptırımların ötesinde kesin kırmızı çizgiler çizilerek, Türkiye‟nin uymaması halinde uygulanacak zorlayıcı tedbirleri içerecek. Yaptırımlar öncelikle Türk ekonomisini çökertmeye, turizm gelirlerinin azaltılması na ve finansal pazarlar ile ilişkilerini engellemeye yönelecek. 
Türkiye, çok önemli bir NATO ülkesi. Türkiye‟deki NATO radarları İran‟a karşı balistik savunma sisteminin merkezindedir. ABD‟nin Türkiye‟de çok önemli askeri vasıtaları var. ABD, Türkiyesiz Ortadoğu, Kafkasya ve Karadeniz‟de oynayamaz. Üstelik Türkiye, Rusya ve İran‟ın doğal düşmanıdır. Biden‟ın güç rekabeti dünyası için Türkiye oldukça önemli hale geliyor. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler iyimser bir bakışla yavaş giden iki trenin çarpışmasına benzetiliyor. Ancak sorun bu kadar basit değil, ilginç günler bizi bekliyor. 

 DİPNOTLAR:

1 Jacob Jeilbrunn, What Is the Purpose of American Foreign Policy? (December 20, 2020). 
2 Dimitri K. Simes, Why American Needs a Foreign Policy Reset, National Interest, (December 20, 2020). 
3 Paul Taylor, Turkey’s Year of Belligerence, Politico, (December 10, 2020). 
4 Michael Singh, Sinan Ülgen, Biden Can’t Avoid Erdogan, but He Can Keep the U.S.-Turkish Relationship on Track, Foreign Policy, (November 17, 2020). 
5 Janusz Bugajski, Alienating Turkey is a Strategic Mistake, Jamestown Foundation, (December 12, 2020). 
6 Gunter Seufert, Turkey is aware of how dependent it is on the EU, Qantara.de, (Dec 11, 2020). 
7 Michael Shurkin, The Abilities of the British, French and German Armise to Gnerate and Sustain Aermored Brigades in the Baltics, RAND Corp., (2017), 
   https://www.rand.org/pubs/research_reports/RR1629.html 
8 Group‟s Report, “NATO 2030: United for a New Era” (November 25, 2020). 
   https://www.nato.int/nato_static_fl2014/assets/pdf/2020/12/pdf/201201-Reflection-Group-Final-Report-Uni.pdf 
9 Susi Dennison, Give the People What They Want: Popular Demand for a Strong European Foreign Policy, ECFR, (September 10, 2019). 
   https://ecfr.eu/publication/popular_demand _for_strong_european_foreign_policy_what_people_want/ 
10 A2/AD: Anti Access/Area Denial (Giriş ve Etki Yasak Bölgesi); Bir bölgeyi kara, deniz ve hava saldırılarına karşı korumak için geliştirilmiş silah sistemi. 
11 Bakınız; Sait Yılmaz, Savaş Senaryosu Yazmak, academia.edu.tr (10 Mart 2020). 
12 Gil Barndollar, NATO's New Purpose: An Alliance Reborn to Take on China? Defense Priorities, (December 15, 2020). 
13 Giorgio Cafiero, What Biden’s Presidency Could Mean for US-Turkey Relations, Inside Arabia, ( Nov 13, 2020). 
14 James Jeffrey, Jared Szuba, Outgoing Syria Envoy James Jeffrey Reflects on “What Everyone Got Wrong”, Al-Monitor, (December 9, 2020). 
15 Burak Bekdil, What Biden’s Victory Means for Turkey, BESA Center, (November 11, 2020). 
     https://besacenter.org/perspectives-papers/biden-turkey/ 
16 Bekdil, ibid, (November 11, 2020). 
17 Washington Post, Why Biden Must Tread Lightly With Turkey, (December 12, 2020). 
18 Andrew Korybko, Russia & Turkey Stand to Lose the Most From a Biden Presidency, Astutenews, (November 13, 2020). 
    https://astutenews.com/2020/11/russia-turkey-stand-to-lose-the-most-from-a-biden-presidency/ 
19 James Jeffrey, Jared Szuba, Outgoing Syria Envoy James Jeffrey Reflects on “What Everyone Got Wrong”, Al-Monitor, (December 9, 2020). 
20 Carnegie Moscow Center, What Will Biden Offer Russia in Syria and Libya? (December 2, 2020). 
21 Carnegie Moscow Center, ibid, (December 2, 2020). 
22 Jeffrey, Szuba, ibid, (December 9, 2020). 

https://www.academia.edu/44783045/Biden_ve_T%C3%BCrkiye_

***

Biden ve Türkiye BÖLÜM 1

Biden ve Türkiye BÖLÜM 1 



Joe  Biden ve Türkiye, Prof.Dr.Sait Yılmaz, KIBRIS, ECEVİT, Yunan ve Ermeni lobisi,


Prof.Dr.Sait Yılmaz 
27 Aralık 2020 


Giriş.. 

Joe Biden, 20 Ocak‟ta ABD başkanlık görevini devralmayı beklerken, ABD dış politikası tıpkı Türkiye ile ilişkilerinde olduğu gibi gerçek bir yol ayırımında. Biden, 
Türkiye‟ye karşı hangi politikayı izlerse izlesin hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. ABD, büyük güç mücadelesi dönemine giriyor ama askeri bir çatışma dönemine henüz girmek istemiyor. 

Temel amacı, Rusya ve Çin etkisi ile mücadele ederken, kendi gündemini uygulamak ve eski güçlü konumuna dönmek. Trump, başkanlığı döneminde Amerikan Savunma Bakanlığı, Dışişleri ve istihbaratını dikkate almadı, ABD‟nin ittifaklarını zayıflattı, düşmanlarının önünü açtı ve Amerikan değerlerini hiçe saydı. Şimdi bu hataları gidermek Biden‟ın ana görevi oldu. 
Joe Biden, ülke içinde pandemi, ekonomik çöküş, ırkçı kutuplaşma yanında Amerikan demokrasisi ve birliğinin sorgulandığı bir dönemde başkan oluyor. ABD için dış politikada şu anda en önemli zorluklar; Çin, Rusya, Kuzey Kore, İran yaptırımları ve iklim konusu. Bu beşliden sonra altıncı olarak Türkiye geliyor. Çünkü Türkiye bu beşlinden ikisine doğrudan etki ediyor; Rusya ve İran. Diğer bir etkisi ise sekiz ya da dokuzuncu sırada olan terörizmle mücadele alanında. Kariyerini Türkiye düşmanlıkları üzerine yapmış, Yunan ve Ermeni lobisine yakın ve Kürt sempatizanı Biden‟ın Türkiye ile ilgili pek dostane olmayan niyetleri var. Bu makalede, önce Biden‟ın jeopolitik oyun planını sonra ABD-Türkiye ilişkilerinin yakın geleceğini inceleyeceğiz. 

Biden ve Küresel Jeopolitik.. 

2014 yılında Rusya‟nın Ukrayna müdahalesi ile Soğuk Savaş Sonrası dönemin de sona erdiğini ve büyük güç çekişmelerine yani jeopolitiğe geri döndüğümüzü söylemiştik. Nitekim o dönemde NATO, Rusya‟yı tekrar düşman listesine koydu ve ittifakın uzun zamandır atıl kalan çarkları Rusya için dönmeye başladı. Bunun sonuçlarını Doğu Avrupa‟da halen devam eden NATO alt yapı çalışmaları ve tatbikatları ile izliyoruz. Geçen dönemde NATO, siber güvenlik ve uzay gibi konuları da eylem planına dâhil etse de jeopolitik alanda ikinci düşman ülke olarak Çin‟i belirlendi. Hatta Çin, Rusya‟nın önüne geçiyor ve NATO, temel olarak Çin karşıtı bir örgüt olmaya dönüşüyor. Özetle, NATO‟da çalışanlar mutlu, aradıkları düşmanı buldular ve bu uzun vadeli bir iş. Ama ittifakta çarklar iyi çalışmıyor, önemli kabiliyet ve motivasyon eksikliği var. Bu konuya daha sonra döneceğiz. 

ABD‟nin etrafındaki aktörlerin durumu şu şekilde kategorize edilebilir; 

- Cüretkâr ve diğer ülkelerden nefret eden Çin ve Rusya gibi rakip büyük güçler, 
- NATO gibi kafası karışmış, belirsizlikler ve zorluklar içinde ittifaklar, 
- Sürekli artan bir şekilde kırılganlık eğilimindeki uluslararası toplum, 
- Etkili bir barış ve güvenlik mekanizması olmaktan çok uzak ve sadece uluslararası tartışmalara platform olan Birleşmiş Milletler. 

Çin tehlikesi, çok ciddi olduğu kadar çok da karmaşık. Çin, halen satın alma gücünde ABD‟yi geçti, askeri harcamaları ABD‟den daha hızlı artıyor, yeni ileri teknolojiye liderlik ediyor ve dünya genelinde siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştiriyor. Amerikalılar bu gelişmeler karşısında iki sorunun cevabını arıyor; 

(1) ABD, Soğuk Savaş‟ın başından beri elinde tuttuğu küresel hegemonya konumunu yeni dönemde hangi ölçüde sürdürebilir? 
(2) Çin‟in gerçek emeli nedir; dünya lideri olmak ve Amerika‟nın yerini almak mı? 
ABD, Asya-Pasifik‟te askeri kabiliyetlerini geliştirmeyi ve ülkesinin üretim kapasitesi ve know-how‟unu koruma ihtiyacı duyuyor. Çin ile rekabet şimdilik yeni bir soğuk savaş olsa da sıcak çatışmaya dönüşme potansiyeli de var. 

ABD, Çin‟e karşı şimdilerde şu kozları kullanıyor; Çin Komünist Partisi‟nin (ÇKP) otoriter bir rejim kurduğu, Doğu Türkistan‟da Uygurlara karşı soykırım yaptığı ve Çin‟den gelen virüs. Bunlar doğru olsa da hikâyenin sadece bir kısmı. ÇKP aynı zamanda entelektüel ve bireysel özgürlüklere müsaade eden bir pazar ekonomisi kurmuş durumda. Çin, İran gibi ideolojik militan bir devlet değil, diğer ülkelere ideoloji ihraç etmiyor. Hong-Kong‟daki protestolar Çin‟in otoriter baskısı kadar İngiltere‟nin kontrolündeki dönemden kalma bazı tarihsel konulardan kaynaklanı yor. Güney Çin Denizi‟ndeki Çin askeri faaliyetlerini endişe ile karşılayan ABD, Deniz Hukuk Sözleşmesi‟ni kendisi de onaylamadığı için gerçekçi değil. 

Rusya farklı kategoride bir rakip, ABD ile aynı ligde değil. Putin, ABD‟ye meydanı bırakmakta isteksiz. Az ya da çok dünyayı veya en azından kendi yakın çevresini yönetmek istiyor. Her ne kadar ABD baskısına boyun eğmeyeceği görüntüsü verse de ABD ve NATO ile sürekli karşı karşıya gelmek istemiyor. Bu yüzden, ABD yaptırımları altında iken bile silahların kontrolü ve iklim değişikliği gibi başka alanlarda işbirliği için kapıları açık tutuyor. 

ABD için Rusya‟yı düşman listesinden çıkararak, Çin‟e öncelik vermek ciddi bir seçenek gibi dursa da, ekonomik olarak zayıf ama nükleer gücü olan, askeri müdahaleleri seven bir ülke olarak Ruslar, her zaman tetikte olunması gereken bir ülke. Hâlihazırda Ruslardan gelen üç tehlike var; 

(1) ABD ve Rus askerlerinin karşı karşıya olduğu Suriye ve etrafındaki denizlerde sıcak çatışma olasılığının daha büyük bir çatışmayı tetikleme riski. 
(2) Rus elitinin Batı‟ya karşı sert güç kullanma eğilimi. 
(3) Çin ve Rusya ittifakı; bu yakınlaşma şimdilik taktik olarak görülüyor. İki ülke de aslında ABD ile işbirliğini ona karşı bir ittifaka tercih eder. Ancak, ABD‟ye olan 
güvensizlikleri bu iki ülkeyi ittifaka zorluyor. 

Bütün bunlar, ABD‟yi yeni tür bir ittifak ve müttefik anlayışına zorluyor. Uluslararası olaylar ve aktörleri siyah ve beyaz olarak görmek, NATO gibi küresel ittifak şebekelerine bel bağlamak yerine; ABD bundan sonra kendine konjonktürel vasıtaları tercih edecektir. 

Biden’ın Muhtemel oyun kitabı.. 

Biden, realist bir oyuncu olmak istiyor; güç artırmak ve güç dengelerine oynamak1. Bu anlayışla Çin‟in de kendisi gibi düşündüğünü varsayıyor. ABD yeni dönemde, Asya‟ya hükmettiği yolla Batı yarımküreye de hükmetmek; Çin‟den İran Körfezi‟ne büyük bir deniz yolu inşa etmek ve büyük bir güç projeksiyonu geliştirmek peşinde olacak. 

Biden, ABD‟nin Avrupa ve Asya‟daki müttefiklerine Trump sonrasında onları destekleyeceği sözünü verdi. Ancak, Çin ve Rusya‟nın artan bir şekilde saldırgan bir rakip olduğu dünyada bunu yapabilir mi ya da bu ABD‟nin mutlak çıkarlarına uygun olur mu? Sorulması gereken diğer önemli bir soru; Amerika‟nın çıkarları nelerdir ve ABD dış politikasının amacı nedir? 

Biden yönetimi, Trump sonrasında Amerika‟nın hegemonik liderliğini yenilemek ve “uluslararası liberal düzen” adını verdikleri kendi kurgularını dayatmayı hedefliyor lar. Bunu da savaşa gerek olmadan yani barış ortamı içinde uygulayacakları yöntemlerle sağlamak istiyorlar. Korktukları konular; nükleer silah kullanma riskinin artması, ABD politikalarına karşı artan direnç ve yapılacak müdahalelerin eskisi gibi cezasız kalmama ya da pahalıya mal olma olasılığının yüksek olması. 
Amerikan politika yapıcıları hala eski analitik kavramlarla düşünüyorlar; demokrasi, liberal uluslararası düzen, ittifaklar, saldırgan, dezenformasyon. Ancak, bunlar artık yaşanan uluslararası gelişmeleri açıklamakta ya da NATO ile diyaloga yön vermekte yetmiyor. NATO hala ABD dış politikasının vazgeçilmez bir vasıtası olarak görülüyor. Şu sorunun cevabı aranıyor 2; 

- Ortak çıkarların gerçek olmadığı yerde ittifaklar sanal mıdır? 
- NATO‟nun genişlemesi ABD-Rusya ilişkilerini zehirlemeye devam edecek mi? 
- Rusya‟nın komşularına güvenlik sağlamanın mutlak faydası nedir? 
- Rusya‟yı sürekli provoke etmenin bedeli bir nükleer çatışma olabilir mi? 
- Çin ve Rusya‟yı kendi yolundan gitmekten alıkoyacak bir kurgu var mı? 

Yeni başkan Joe Biden, ABD‟nin dünya liderliği için yeterli kabiliyete tamamen sahip olduğunu düşünüyor. Onu destekleyenler ABD liderliğine dünyanın büyük bir bölümünde ihtiyaç olduğu ve buyur edileceği varsayımında bulunuyor. Gerçekçi olanlar ise ABD gücünün sınırlı olduğunu, bunu zorlamanın çok büyük risklere girmek olacağını itiraf ediyor. 
 Çözüm olarak Çin ile dişe diş bir rekabete girmemek ve Rus sınırlarından uzak durmak ciddi bir alternatif olarak düşünülüyor. Bu aynı zamanda, ABD‟nin kurucusu George Washington‟un da politikası idi; daimi ittifaklardan uzak durmak, Avrupa‟nın işlerine müdahil olmamak. 
 ABD, küresel bir hegemon olmak yerine Rusya gibi bölgesel bir hegemon olmayı da tercih edebilir. 20. Yüzyılda Nazi Almanyası, emperyal Japonya ve Sovyetler Birliği buna örnek verilebilir. Bölgesel bir hegemon olarak ABD, başka bir ülkenin küresel bir hegemon olmasına karşı koyma stratejisi izleyerek, daha akıllı ama daha az masraflı bir seçeneği tercih edebilir. 

Amerika dünya polisliği yerine başka bir liderlik modeli de seçebilir. Bu yönde, hala ABD‟nin demokrasi yayma misyonu ilk akla gelen oyun; yani kasabanın tek oyunu olmaya devam ediyor. Bu amaçla, NED, USAID ve dış yardımlar yeni projeler içinde devreye girecek. Radio Free Europe ve Voice of America için yeni düzenlemeler yapılacak. 
John Mearsheimer gibi bunun karşısında olanlar ise ABD‟nin artık tek kutuplu değil, çok kutuplu bir dünyada yaşadığını ve Çin gibi bir aktör ile baş ederken demokrasi yayma yerine, büyük güç politikalarına odaklanılması gerektiğini savunuyor. Zaten demokrasi yayma projelerinden ortaya çıkan resim de hiç iyi değil. „Demokrasi‟ iddiası olmayacağına göre başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmek için ABD‟nin yeni bir hikâye bulması lazım. 
2021 yılına İran ile yapılacak nükleer pazarlıklar damga vuracak. İran, yapılan anlaşma gereği olan ABD‟nin yükümlülüklerini yerine getirmediğini düşünüyor. İran ile ilgili görüşmelere İsrail de müdahil olmak isteyecek. Ancak, ABD‟nin uzun vadeli önceliği Çin olacak. 
 Amerikalı planlamacıların bir kısmı Rusya ile geçici bir anlaşma yaparak, tüm kaynakların Çin ile mücadeleye ayrılması hesabını yapıyorlar. Böylece kazanılan zamanda ABD‟nin içini düzenleme imkânı da olacak. Ancak, Rusya‟nın Doğu Avrupa‟da yarattığı huzursuzluk ve işgaller nasıl çözülecek? Rusya ile Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz‟de yaşanan gerilimler nasıl aşılacak? Bu bölümde işin içinde Fransa ve İtalya da var. 

Biden, NATO ve Avrupa..
 
 Türkiye‟nin Ortadoğu‟da Suriye ve Irak‟da devam eden askeri aktivizmi daha sonra Libya ve Doğu Akdeniz‟e yayıldı. Son birkaç aydır ise Dağlık Karabağ savaşına Türkiye‟nin askeri katkısı konuşuluyor. NATO son dönemde Doğu Akdeniz‟de Türkiye ve Yunanistan için çatışmayı önleme mekanizması kurmuş gözükse de askeri gerilim yüksek. Batılılara göre Ankara‟nın 2020 yılı karnesinde şunlar yazılı 3; 
 - Libya‟daki sivil savaşa silah, drone ve Suriyeli paralı asker göndererek müdahale etmek ve güç dengesini Tripoli hükümeti lehine çevirmeye çalışmak, 
 - BM tarafından Libya‟ya silah ambargosunu denetleme görev tanımı yapılmış Avrupa Birliği misyonuna ait Fransız ve Alman gemilerinin Doğu Akdeniz‟de Türk kargo gemilerini denetlemesine mani olmak, 
 - Dağlık Karabağ‟ın ele geçirilmesinde Azerbaycan‟a yardım ve teşvik etmek, 
 - Suriye‟nin kuzeyinde Suriye Silahlı Kuvvetleri ile mücadele eden Kürt (YPG) güçleri ile çatışmak, 
 - Göçmenleri Yunan sınırına taşıyarak onlara Avrupa‟ya gitmeleri için baskı yapmak, 
 - Yunanistan ve Kıbrıs‟a ait münhasır ekonomik bölgelere silahlı gemilerle desteklenen araştırma gemisi göndermek, 
 - ABD ve NATO‟nun ikazlarına rağmen Rus hava savunma sistemlerini almak ve test etmek, 
 - Suriye‟deki YPG/PKK “terör örgütü” olarak kabul edilmediği için NATO‟nun 
Polonya ve Baltık ülkelerine yönelik savunma planlarını bloke etmek, 
 - Paris‟teki Hz. Muhammed‟e yönelik karikatür krizi sonrası Müslüman dünyasını Fransız mallarını boykota çağırmak. 
 
Biden dönemi üçüncü bir Obama dönemi olmayacak. Çünkü iki Obama döneminde Amerika‟nın lider olduğu tek kutuplu bir dünya vardı ve ortam her türlü Amerikan 
aptallığını kaldırıyordu. Biden, keskin bir şekilde Çin‟e odaklanacak ve bundan Rusya ile ilişkiler de etkilenecek. Rusya, Çin‟den bir tehlike hissetmedikçe ABD ile bu ülkeye karşı işbirliği yapmayacaktır. Ancak, NATO; Rusya‟ya doğru yaklaştıkça Çin‟i tercih edecektir. ABD politikaları Çin ve Rusya‟yı normal olmayan bir ittifaka itiyor. Çin, diplomasi mahareti ile Rusya‟yı en iyi arkadaş yaparken, ABD‟siz de ekonomide başarılı olamaz. 

 ABD muhtemelen Ortadoğu‟da yeni bir strateji uygulayacak ve bu küresel stratejinin yani Çin ve Rusya gibi büyük güçlere yönelik stratejinin bölgesel seviyede uygulamasını içerecek. Sadece Ortadoğu‟da terörle mücadele değil, bölge ülkelerinin Çin ve Rusya‟ya yakınlığı da sınanacak. Çin, Rusya, İran, Irak ve Suriye‟yi hedef tahtasına koyan ABD için Türkiye, anahtar bir konumda olacak. 
Türkiye, Çin‟in İpek ve Yol Projesi ile Rusya‟nın güneye inme stratejisinin önünde önemli bir engel olabilir. Ancak, ekonomik zorluklar içindeki Ankara, bu aralar Çin‟den yatırım ve finansal yardım almak peşinde. Türkiye‟deki dış doğrudan yatırımların %1‟i Çin‟e ait ve 61.499 yabancı şirketin sadece 960‟ı Çin şirketidir 4. Üstelik Türkiye de Çin‟in İpek ve Yol Projesi‟nin kendi çıkarına olduğunu düşünüyor. Huawei‟nin 5G teknolojisi konusunda Washington‟a kulak asmıyor. Çin‟in Uygur Türklerine yaptığı baskılar karşısında genellikle sessiz kalıyor. 

 NATO, Çin‟e karşı bir ittifak olarak yeniden doğarken durumu hiç de iyi değil. NATO, Afganistan‟dan beri “alan dışı” harekât yapmıyor, yapamıyor. Sebep ülkelerin eksikleri ve gönülsüzlükleri. İtalyanlar, 2009‟da Afganistan‟dan Taliban ile anlaşarak çekilmişlerdi. 2011 yılındaki Libya operasyonuna ise 28 NATO ülkesinden 8‟i katılmıştı. 

Şimdi bu NATO, oyun alanına bir fil yani Çin‟i alır mı? Stoltenberg‟in gerekçesi diplomatik; “Çin bizimle aynı değerleri paylaşmıyor.” Ama Avrupa ülkelerinin Çin ile mücadele etmek için motivasyonları yok. Askeri vasıtalar da önemli eksikler var, ülkelerin desteği az ve kamuoyları ekonomi ve pandemi ile meşgul. 
 Türkiye, ABD‟den sonra NATO içinde en büyük orduya sahip; İngiltere ve Fransa‟dan daha fazla asker, tank, topçu ve savaş uçağı var. Sayıca daha büyük deniz kuvvetlerine sahip. 

Türk ordusu, 100‟den fazla askeri amaçlı havaalanı ile dünyada en büyük dokuzuncu ordu 5. 
 Türkiye‟nin kaybedilmesi öncelikle NATO çerçevesinde Türkiye‟nin etrafında devam eden askeri ve istihbarat işbirliğini sekteye uğratacak, başta İncirlik olmak üzere Türkiye‟deki bazı Amerikan askeri varlığı Yunanistan‟a taşınacak. 


***

24 Ekim 2017 Salı

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 40


TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI  BÖLÜM 40


Derin güçlerin taşeronu DHKP/C

ARAŞTIRMA / 2014-03-19 12:55:25


TSK kendi içerisinde temizliğe başlamış ancak aylardır darbeye uygun ortam hazırlamak için beslenen sol ve sosyalist örgütler ortada ve sahipsiz kalmıştı. İşte bu günlerde ilginç bir gelişme yaşandı…Sola karşı başlatılan amansız operasyonlar devam ederken, İsrail'in İstanbul Başkonsolos'u Efraim Elrom kimliği belirsiz bir grup tarafından kaçırıldı..

İNSANLAR ölümlere ağlarken, Başbakan ölümleri bile oya dönüştürmek uğruna muhteris söylemlerine hız verdi. Hatta o kadar ileri gitti ve o kadar haddini aştı ki, MHP VE DHKP/C arasında ilişki olduğunu iddia etti. Başbakan'ın bu çıkışına MHP'den yanıt gecikmedi.
MHP Lideri "Şerefsizlik yarışında hep kaybettin Sayın Başbakan. Şimdi yeni bir şerefsizlik yarışına giriyorsun. DHKP-C ile MHP arasındaki ilişkiyi kurup ispatlayamazsan şerefsizin ta kendisisin" diyerek Başbakan'a sert bir yanıt verdi.
MHP ile DHKP/C arasındaki ilişkisini irdelemeden önce, DHKP/C'nin köklerine ve ilişkiler ağına kısaca göz atmakta yarar var…
Yıl 1971…
Türkiye siyasal çalkantılar arasında buhranlı günler geçiriyordu… Öğrenci olayları kontrol edilemez boyutlara doğru sürüklenirken, sol örgütler günden güne marjinal bir çizgiye kayıyor ve şiddeti bir metod olarak benimsiyorlardı. Banka soygunları, bombalı saldırılar, sabotajlar ve cinayetler birbiri ardına gelmeye başlamıştı.. 12 Mart muhtırasına giden süreçte, solun ünlü teorisyeni Doğan Avcıoğlu devrim için izlenecek yol haritasını değiştiriyor, işçi sınıfının omuzlarında yükselmesi tasarlanan devrim için yeni bir taşıyıcı dinamik arıyordu. Bu dinamik ORDU ve ASKER olarak belirlenmişti.Gerçekten Doğan Avcıoğlu "Yüz işçi kandıracağıma, bir albay kandırırım" diyerek devrime giden yolun askerden ve elbette sol tandanslı bir darbeden geçeceğine işaret ediyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde irili ufaklı sol cuntalar oluşturulmaya başlanmıştı. Doğan Avcıoğlu'nun başını çektiği grup Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde yuvalanmış sol görüşlü cuntalarla temasa geçiyor, bu cuntaları ideolojik olarak besliyor ve elbette sol bir darbenin gerçekleşmesi için bu cuntaları teşvik ediyordu.

ASKERİ DARBE İÇİN SON AŞAMA

Uzatmayalım… Darbe için bütün şartların oluştuğunun düşünüldüğü bir dönemde, irili ufaklı sol cuntalar hareketleniyor ve komuta kademesine müdahale için baskı oluşturuyordu. Askeri darbe için son aşamaya gelinmişken Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler'in saf değiştirmesi ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un da tek başına bu işe cesaret edememesi nedeniyle sol ve sosyalist darbe girişimi akamete uğradı. 12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri, biraz da müdahaleye odaklanmış genç subayların tazyikinden kurtulabilmek adına hükümete muhtıra vermekle yetindi ama hükümeti de düşürdü.
12 Mart askeri müdahalesi ilk günlerde sol gruplar arasında büyük bir sevinçle karşılandı. Zira bu müdahalenin aylardır hazırlığını yaptıkları sol ve sosyalist darbe olduğunu sanmışlardı. Gerçeği anlamaları fazla zaman almadı. 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinin hemen sonrasında başlatılan "Balyoz Harekatı" ile sol gruplara ağır darbeler indirilmeye başlandı. Öyle ki TSK bünyesinde yüzlerce subay sol örgütlerle ilişki içerisinde olduğu iddiasıyla ihraç ediliyordu.
TSK kendi içerisinde temizliğe başlamış ancak aylardır darbeye uygun ortam hazırlamak için beslenen sol ve sosyalist örgütler ortada ve sahipsiz kalmıştı. İşte bu günlerde ilginç bir gelişme yaşandı…Sola karşı başlatılan amansız operasyonlar devam ederken, İsrail'in İstanbul Başkonsolos'u Efraim Elrom kimliği belirsiz bir grup tarafından kaçırıldı..

THKP/C VE KAÇIRILARAK ÖLDÜRÜLEN İSRAİL BAŞKONSOLOSU

İsrail Başkonsolosu Elrom, kaçırılmadan önce Emniyet Genel Müdürlüğü durumu haber almış ve de İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne bildirmişti. Ancak dönemin Siyasi Şube Müdürü Adnan Kınay'ın anılarında anlatıldığına göre, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde görevli nöbetçi polis memuru, gece gelen bu ihbarı sabah amirlerine hatırlatmak üzere sümen altına koymuş, sonra da unutmuştu!!! Tüm aramalara rağmen kaçırılan Başkonsolos'a ulaşılamamış, ancak 22 Mayıs 1971 günü sabaha karşı Nişantaşı'nda bir evde saat 01:42 sularında şakak bölgesinden vurularak öldürülmüş ve yapılan aramalarda ancak cesedine ulaşılabilmişti.

YÜRÜTÜLEN SORUŞTURMALARDA EYLEMİN KAMUOYUNDA HENÜZ TANINMAYAN BİR SİLAHLI ÖRGÜT TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLDİĞİ ANLAŞILDI. BU ÖRGÜTÜN ADI O ZAMAN Kİ ADIYLA THKP/C'YDİ. ÖRGÜTÜN BAŞINDA İSE MAHİR ÇAYAN VARDI… 

Soruşturmanın derinleştirilmesiyle birlikte, deşifre edilen örgütün Başkonsolos'u kaçırdığı evin Hv. İst. Yzb. İlyas Aydın adına kiralandığı, ayrıca Hv. Tğm. Saffet Alp, Hv. Ütğm. Mehmet Balaban ve Hv. Tğm. Cengiz Aker isimleri üzerine THKP-C adına örgüt evleri kiralandığı tespit edildi. Ayrıca Elrom'un kaçırılmasında Eyüp Jandarma Komutanlığı'na ait Reo aracın kullanıldığı, Elrom'un bir astsubaya ait askeri hurcun içerisinde kaçırıldığı anlaşıldı. Efraim Elrom'un neden öldürüldüğü ve neden hedef haline getirildiği hiçbir zaman aydınlatılamadı. Hiç kuşku yok ki THKP/C darbeye zemin hazırlamak için kurulmuş taşeron bir örgüttü. Bu cinayeti de kim bilir hangi güç merkezlerinin taşeronu olarak üstlenmişti?
İşte THKP/C ve devamı olan DHKP/C bu cinayetten itibaren hep derin güç merkezlerinin taşeronu olarak kaldı.

Soruşturma sırasında yasa dışı sol örgütlerin 9 Mart öncesinde Silahlı Kuvvetler içerisinde örgütlenmelere gittikleri ve oldukça örgütlü bir yapıya ulaştıkları da ayrıca anlaşılmıştı. Nitekim Hava Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde, içerisinde Hv.Yzb. Orhan Savaşçı, Hv.Yzb. Güner Durlanık, Hv.Yzb. Güven Aktan, Hv.Üstğ. Yılmaz Salih Veyisoğlu, Hv.Üstğ. Uğur Taylan, Hv.Üstğ. Tayfur Orçun, Hv.Üstğ. Tevfik Işık Çeviker, Hv.Tğm. Mehmet Alkaya, Hv.Tğm. Nevzat Yücel, Hv.Tğm. Mazhar Ataç, Hv.Tğm. Mustafa Şahin, Hv.Tğm. Cengiz Solak, Hv.Tğm. Kemal Berişler, Hv.Tğm. Saffet Alp gibi isimlerin bulunduğu cunta oluşumlarının varlığı tespit edildi.

SOL GRUPLARIN UZANTILARI

Anarşi'nin ana besin kaynaklarından bir tanesinin de, iri ufaklı bu cunta oluşumları olduğu da açığa çıkmış ve deşifre edilmişti.
12 Mart Askeri Müdahalesi sonrasında yürütülen soruşturmalarda çok sayıda yasa dışı örgüt üyesi gözaltında alınmış ve tutuklanmış, yasa dışı örgütlerin benimsediği anarşi ve terör metotları kanun duvarına çarparak parçalanmıştı. Nitekim sol grupların TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ/ CEPHESİ adında kurdukları yasa dışı örgüt, bunun TSK bünyesindeki uzantıları, politikleşmiş askeri savaş stratejisi adı altında genişlettikleri terör ağı 1971-1973 DÖNEMİNE AİT İSTANBUL SIKIYÖNETİM ASKERİ SAVCILIĞI'NIN 28.02.1973 TARİH VE 1973/1-1 SAYILI İDDİANAMESİNDE TAFSİLATLI BİR ŞEKİLDE AÇIKLANMAKTADIR.

THKP/C'NİN ÇÖKERTİLMESİ

12 Mart sonrasında THKP/C ağır bir darbe aldı. Efraim Elrom suikasti sonrasında örgütün lider kadrosunun peşine düşüldü.
Nitekim İstanbul Maltepe'de bir evde sıkıştırıldılar. Meşhur "Sibel Erkan" olayı da böyle başladı. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir tarafından sığındıkları evin küçük kızı Sibel Erkan rehin alınmıştı. Üç gün süren pazarlıklardan netice alınamamış ve de Deniz Binbaşı Cihangir Erdeniz'in açtığı ateşle Hüseyin Cevahir öldürülmüş ve Mahir Çayan yaralı olarak ele geçirilmişti.
Art arda gelen operasyonlar sonrasında THKP/C ağır bir darbe aldı. Ancak Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna 29 Kasım 1971 tarihinde Maltepe Cezaevinden firar ettiler.
26 Mart 1972'de Ünye'de NATO'ya ait radar istasyonunda çalışan iki İngiliz ve bir Kanadalı teknisyeni kaçırarak, karşılığında THKO (Türkiye Halkın Kurtuluş Ordusu) militanları Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın serbest bırakılmasını istediler.
28 Mart'ta rehinelerle birlikte Niksar'ın Kızıldere Köyü muhtarının evinde kalmakta olan arkadaşlarının yanına geçtiler. 30 Mart günü muhtarın evinde ablukaya alındılar. Başlayan silahlı çatışma sonunda Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz ölü geçirildi.
Bir kişi sağ kurtulmayı başarmıştı.
Kim mi?
AKP'nin bugün çözüm ortağı olan milletvekili Ertuğrul Kürkçü!
Bu olaydan sonra THKP/C ağır darbe aldı ve sessizliğe büründü.


HKP/C'NİN DEVAMI  DEV-SOL YENİDEN KURULUŞ

1974 yılında gelen Genel Af, sol örgütleri tekrar hareketlendirdi. Militan kadrolar dışarı çıkar çıkmaz tekrar örgütlenme arayışlarına girdiler.
Bugün DHKP/C olarak isimlendirilen örgüt aslında 1978 yılında Dev-Yol'dan ayrılan Dursun Karataş'ın kurduğu Dev-Sol'un devamı olan bir örgüttür. Kendisini THKP/C'NİN devamı olarak ilan etmiştir.
1980 Askeri müdahalesine giden süreçte sokaklara bir kez daha anarşi hâkim olmaya başlamıştı. Gerçekten hemen her gün bir banka soygunu ve hemen her gün bir sabotaj ya da suikast düzenleniyor, anarşi günden güne ve sistemli bir şekilde tırmandırılıyordu.
Bugün daha net anlaşılıyor ki, bu anarşi güdümlü bir anarşiydi. Birileri derin bir iktidar kavgası sürdürüyor ve sokakları kaosa sürüklüyordu.
Amaç belliydi. Yükselen anarşi karşısında umut haline gelmek ve askeri müdahaleye ortam hazırlamak….
İşte bugünlerde DHKP/C (Dev-Sol) bir kez daha toparlanma sürecine girdi. Yeniden yapılandırılan örgüt yapısı, ardı ardına silahlı saldırılar düzenlemeye başladı.
Parlamenter demokrasiyi tavizsiz savunan MHP, bir anda tırmandırılan anarşinin değişmez hedefi haline getirildi.
Nitekim 30 Haziran 1979 tarihinde Sıkıyönetim İdaresi altındaki Ankara'da bulunan MHP Genel Merkezi'ne saldırı düzenlendi. 11 kar maskeli şahıs Bahçelievler Polis Karakolu'na yalnızca 50 metre uzaklıktaki MHP Genel Merkezi binasına önce 6 adet el bombası atmış ve akabinde de otomatik silahlarla rastgele ateş açmaya başlamışlardı. MHP Genel Merkezine düzenlenen ilk ve tek saldırı buydu..
Sıkıyönetim, bir siyasi partinin Genel Merkez binasını dahi korumaktan aciz! kalarak suçsuz ve masum insanların ölümüne seyirci olmuştu. Nitekim birçok mensubu, il ve ilçe başkanları, parti binaları, yan kuruluşları hedef olan Milliyetçi Hareket Partisi'nin nihai olarak Genel Merkezine de saldırı düzenlenmişti. Bu saldırı sırasında Ali Alper Demir ve Ömer Yüce isimli iki kişi hayatını kaybetti.
Bahçelievler Polis Karakolu'na yalnızca elli metre uzaklıkta bulunan ve polis tarafından korunan bir siyasi partinin genel merkezine saldırmak cesaretini gösterenler, bu kudreti nereden bulmuşlardı?
Milliyetçi Hareket Partisi'ne yönelik baskının hemen öncesinde MHP'nin güvenliğinden sorumlu bulunan polis memurlarının ellerinde bulunan ve her hangi bir saldırıyı etkili bir şekilde defetmeye oldukça elverişli bulunan otomatik silahlar geri alınmış ve bu polis memurlarına "çakaralmaz" diye tabir edilen basit silahlar dağıtılmıştı. Polisin elinden otomatik silahların alınması sonrasında bu saldırının yapılması oldukça anlamlıydı! Nitekim saldırı sonrasında bir basın toplantısı düzenleyen MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş bu konuya değinerek MHP'Yİ koruyan polislerin otomatik silahlarının saldırıdan hemen önce geri alınmasının tesadüf olamayacağını ifade etmişti.
Bu menfur saldırının açık bir provokasyon olduğu çok geçmeden anlaşılmış, saldırıyla ilgili olarak DHKP-C (Acilciler) militanlığına soyunmuş 2 Komiser muavini, 15 polis ve 1 polis okulu öğrencisi saldırının sorumlusu olarak gözaltına alınmıştı. MHP'yi korumakla görevli polislerin silahlarının toplanması sonrasında, garip bir şekilde kar maskeli ve DHKP-C militanı polisler MHP Genel Merkezine saldırı düzenlenmişlerdi. Bu karanlık saldırının arkasındaki güç odakları hiçbir zaman hesap vermemiş ve gerçek cinayet şebekeleri yargı önüne çıkarılamamıştır.

Bu kadar mı? Elbette değil…

12 Eylül Askeri Müdahalesi öncesinde yaşanan en önemli provokasyonlardan bir tanesi hiç şüphesiz Gümrük ve Tekel Eski Bakanı ve Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak'ın şehit edilmesiydi.
27 Mayıs 1980 tarihinde, yani askeri müdahaleden yaklaşık 4 ay önce, memleketi Eskişehir'den eşi ve çocukları ile birlikte Ankara'daki evine dönen Gün Sazak evinin önüne park etmiş olduğu aracının bagajını açarken otomatik silahlarla açılan ateş sonrasında hayatını kaybetti. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı olan merhum Gün Sazak, ailesinin gözleri önünde hunharca katledilmiş ve böylece ihtilale giden yolda kanlı bir saldırının hedefi olmuştu.
Merhum Gün Sazak'ın şehit edilmesi askeri müdahale için "şartları olgunlaştıran" en önemli mihenk taşlarından birisi olması nedeniyle, bugün bile tüm yönleriyle aydınlatılamamış, karanlık bir provokasyondur.
Bakanlık yaptığı dönem boyunca hemen her siyasi görüşten yurttaşların ve politikacıların takdirlerini toplayan, dürüstlüğü, çalışkanlığı ve memlekete sevgisi herkes tarafından bilinen merhum Gün Sazak'ın hayatını kaybetmesi, memleketin huzur ve barışını hedef almıştır.
Gün Sazak'ın şehit edilmesi, devlet içerisinde yuvalanmış bazı karanlık odakların desteği ile gerçekleştirilmiştir. Bu konudaki somut veriler bugüne kadar tahlil edilememiş ve yargı organlarınca yeterince değerlendirilememiştir. Gün Sazak'ın, darbeye zemin oluşturmak amacıyla, bu amaca hizmet eden bir yapının yasa dışı sol örgütleri taşeron olarak kullanarak hazırladığı bir tertip sonucu şehit edildiğinden şüphe duyulmamalıdır.
12 Eylül 1980 tarihli askeri müdahaleye kadar olağanüstü yetkilerle donatılmış bulunan Sıkıyönetim Komutanları bir çok vilayette tüm yetkileri ellerine almış olmasına rağmen, her ne hikmetse anarşiyi önlemek kudretini ortaya koyamamışlar, hatta bir çok provokasyon Sıkıyönetim ilan edilen vilayetlerde artarak yaşanmaya devam etmiştir.

Sıkıyönetim İlan edilmesi ile birlikte Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'na Korgeneral Nihat Özer atanmıştır. Usulsüz uygulamaları, ideolojik tavırları ile tesis etmekle görevli olduğu düzeni alt üst etmiş ve anarşinin bütünüyle artmasının vesile olmuştur.

Merhum Gün Sazak 1977 tarihinde kurulan Milliyetçi Cephe hükümetinde Gümrük ve Tekel Bakanı olarak görev yapmış ve görev süresi boyunca ortaya koymuş olduğu yüksek vazife şuuru ile gümrük kapılarındaki kaçakçılığın kökünü kazımıştır. CHP'nin sol kanadından İzmir Milletvekili Süleyman Genç bile "Ben inceledim, cumhuriyet kurulduktan bu yana gümrüklerdeki soygunu fikri ve felsefesi benimle yüzde yüz ters olan Gün Sazak önlemiştir" diyerek Gün Sazak'ın hakkını teslim etmiştir.
Bakanlık vazifesi sırasında kaçakçılıkla mücadele konusundaki net ve kararlı tavrı sayesinde birçok yasa dışı oluşumun da hedefi haline gelen Gün Sazak, Bakanlık vazifesinden ayrılmasından sonra da M.H.P'de yöneticilik görevlerinde bulunmuş ve siyasi hayatına devam etmiştir. Yapmış olduğu kritik görevler ve bu görevleri ifa ederken ortaya koymuş olduğu tutum nedeniyle hedef haline geldiği bilinen Gün Sazak, Devlet'in güvenlik birimleri tarafından da korunmaya devam edilmiştir.

Ancak garip bir şekilde Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı görevini yürütmekte olan Korgeneral Nihat Özer tarafından, şehit bakan Gün Sazak'ın korumaları geri çekilmiş ve suikasta sayılı günler kala merhum Gün Sazak savunmasız bir şekilde bırakılmıştır. Nitekim Tekel Eski Genel Müdürü Esat Güçhan, şahit olduğu bu şüpheli durumu değişik vesilelerle kamuoyu ile paylaşmıştır. Tekel Eski Genel Müdürü Esat Güçhan ""Gün Bey'in koruması vardı fakat alınmıştı. Ben kendisini ziyarete gittiğimde hiçbir güvenlik görevlisi görmeyince rahatsız oldum. Bunu kendisine de ifade ettim. Gün Bey bekçinin geri çekildiğini ancak müdahale etmememi istedi. Ben buna rağmen Ankara Valisi Vecdi Gönül'e gidip Gün Bey'in korumasının alındığını ve yerine kimsenin görevlendirilmediğini söyledim ve kendilerinden şahsi ilgilerini istirham ettim. Fakat o zaman sıkıyönetim var ve Ankara Sıkıyönetim Komutanı, Korgeneral Nihat Özer, Vecdi Bey korumayı sıkıyönetim komutanının kaldırdığını, vali olarak re'sen koruma veremeyeceğini ancak partinin sıkıyönetim komutanına resmi yazı yazarak koruma isteyebileceğini söyledi. Bu durumu Gün Bey'e aktardım, `Allah'ın takdiri ne ise o olur, insanı bekçiler değil Allah korur" dedi." şeklinde beyanda bulunarak yaşadıklarını kamuoyuna aktarmıştır.


Yapılan soruşturmalar neticesinde anlaşılmıştır ki, Gün Sazak Dev-Sol (DHKP/C) Merkez Komitesi tarafından verilen karar sonucunda şehit edilmiştir. Ancak suikastin arkasındaki karanlık güçler hiçbir zaman tespit edilememiştir.
Gün Sazak'ın cenaze töreninde toplanan mahşeri bir kalabalığa hitap eden Merhum Türkeş "İşte Türkiye'de mücadele budur. Bir yanda Türk Devleti yaşasın, güçlü olsun, Türk Milleti mutlu ve müreffeh olsun, DEMOKRATİK PARLAMENTER REJİMİMİZ YIKILMASIN, Milli ve manevi mukaddeslerimiz korunsun diyenlerle diğer yanda devleti kundaklayanların, milletimizin boynuna esaret zincirini vurmak isteyenlerin, demokrasi ve parlamenter rejim düşmanlarının ve bütün kutsal şeylerimiz yıkmak isteyenlerin mücadelesidir. Yıkılmak istenen Türk Devleti'dir, kurşunlanan Türk Milleti'dir, Öldürülen Türk Demokrasisi'dir" şeklinde değerlendirmelerde bulunmuştur.
Herhalde Başbakan'ın MHP ve DHKP/C ilişkisi dedikleri bunlar olsa gerek…
Geride bırakılan ülkücü şehitler, MHP Genel Merkezi'ne bombalı saldırılar….
12 Eylül 1980 Darbesi'nin ardından bu kanlı örgüt hakkında dava açılmıştır. 1283 sanıklı dava, 15 Mart 1982'de başlamış; sanıklar binlerce eylem ve ölümden sorumlu tutulmuş ve haklarında iddianame düzenlenmiştir.

Sonuç?

Dava zaman aşımından düşmüştür. Onlarca insanın katilleri ellerini kollarını sallayarak toplum içerisine karışmışlar ve DHKP-C'lilerin (Dev-Sol) tamamı serbest bırakılmıştır. Ülkücülerin senelerce içeride yattıktan sonra serbest bırakılmasından rahatsız olup feryat koparanlar, Dev-Sol (DHKP/C) davasının zamanaşımından düşmesi karşısında sus pus olmayı tercih etmişlerdir.

PEKİ, AKP İLE DHKP/C ARASINDAKİ İLİŞKİYİ DE İRDELEMEK GEREKMEZ Mİ?

Bugün artık bütün çıplaklığı ile görülüyor ki, adına çözüm süreci denilen bir ihanet planı sinsice ve arsızca sürdürülüyor. Sürecin bir ayağını Milli İstihbarat Teşkilatı oluştururken, diğer ayağını Kandil/İmralı (PKK) hattı oluşturuyor.
Daha düne kadar "örgütle görüşecek kadar şerefsiz" olmadıklarını iddia edenler, bugün yasa dışı terör örgütüyle ve Apo'yla görüşmelerini topluma bir barış süreci olarak pazarlamaktan utanmıyorlar…
Apo bir siyasi önder gibi toplumsal reçeteler yazarken, bölücübaşının görüş ve düşünceleri gazetelerde çarşaf çarşaf yer buluyor.
İşte adına çözüm süreci denilen bu ihanet maskaralığı ortaya yeni bir siyasi parti çıkardı.
Bu siyasi parti bölücübaşı Apo'nun talimatıyla kuruldu. İsmi "HDP"
HDP isimli bu partinin kurulması sırasında bölücübaşı bir açıklama yaptı ve dedi ki:
"Mahir Çayan'dan aldığım emaneti HDP'ye teslim ediyorum"
Yani bölücübaşı DHKP/C'nin kurucusu kabul edilen Mahir Çayan'ın mirasçısı olarak yıllarca taşıdığını düşündüğü emaneti HDP'ye iade ettiğini ilan etti.
Apo'nun bu çağrısı birileri tarafından derhal karşılık buldu. Nitekim BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü derhal partisinden istifa ederek Apo'nun işaretine uygun olarak HDP'ye katıldı.
Kim miydi Ertuğrul Kürkçü?
Yukarıda yazdık. THKP/C'nin 1971 yılındaki kuruluş aşamasındaki Merkez Komite Üyesiydi.
Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıltepe'de öldürüldüğünde evden sağ kurtulmayı başaran tek isim Ertuğrul Kürkçü'ydü…
THKP/C isimli örgütü milletin başına bela ettikten yıllar sonra, örgütün kurucusu Mahir Çayan'ın mirasını taşıdığına inandığı Apo'nun partisinden milletvekili oldu…
Ve yine Apo'nun ifadesiyle "Mahir Çayan'ın emaneti HDP'ye devredilince" o da gitti HDP'YE katıldı. Hatta HDP'nin Eşbaşkanı oldu…
MHP ile DHKP/C'yi aynı safta olmakla itham eden Başbakan, bu çirkin ifadeyi kullanmadan önce yan yana durduğu Apo'nun kimin mirasçısı olduğunu ve kendisinin kimlerle yan yana durmakta olduğunu sorgulamalı ve bu konudaki eksiklerini daha çok okuyarak gidermelidir.  

http://ortadogugazetesi.net/haber.php?id=34143&haber=derin-guclerin-taseronu-dhkp-c



*******************


HALİÇTE YOLCU VAPURLARININ YAKILMASI..,


05 Mart 1972 Hürriyet



MARMARA YOLCU GEMİSİ HALİÇTE BATTI





05 Mart 1972 Hürriyet
"Marmara" Haliçte yanarak battı

(1972) 125 milyon lira değerindeki turistik Marmara yolcu gemisi, yıllık onarım için alındığı Haliç Tersanesinde dün sabaha karşı yanmaya başlamış, bütün kurtarma çalışmalarına rağmen batmıştır ..,

http://www.gecmisgazete.com/haber/-marmara-halicte-yanarak-batti

*********************


ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİNİN YAKILMASI..,


“Derin Devlet” Nedir-Kimdir Sahi ?




"Derin Devlet" Nedir-Kimdir Sahi?

suleymanakkoyun@hotmail.com
Kendimi bildim bileli bu; devletinçıkarlarını gözetip kolladığı öne sürülen, göz önünde olmayan örtülü güç, "Derin Devlet' tanımına iki nedenden dolayı hep kuşku ile baktım. Birincisi, İstisnasız tüm Türk ve Kürd yazarçizerlerinin bu kavramı kullanmadaki tek sesliliği, İkinci neden ise, bu kavramın neyi veya kimi işaret etmek istediğine dair muğlâklığıdır. 1970'li yıllarda elit bir kesim tarafından kullanılmaya başlanan bu kavram; günümüzde iseçok geniş ve farklıçevrelerce de hiç bir rahatsızlık duyulmadan kullanıldığına tanıklık ediyoruz. Sözde Türk devrimci, demokrat ve aydınçevrelerinin söz konusu kavramı kullanmadaki amaçlarının, bazı 'hassasiyet'lerden kaynaklandığı kesindir. Asıl olguyu perdelemeçabası ile beraber, kitlelere hedef şaşırtan/muğlâklaştıran bu içi boş kavramı kullanmalarından kuşkuya düşmemek mümkün mü?

Türkiye'de tabuları kutsayançevrelerce sinsice piyasaya sürülen bu kavram, Kürd aydınları tarafından da sorgulanmadan tereddütsüz kabul görmesi bir talihsizliktir.

Bu yanıltıcı "Derin Devlet' kavramının gerçek adresini, bizim de yaşadığımız; 35 yıllık Türkiye ve Kürdistan'daki olayları sorgulayarak, sonuçları ile birlikte objektif olarak ortaya koymanın bir zorunluluk olduğu ortadadır.

Bütün NATO ülkelerinde Gladio benzeri CIA'ya bağlı, resmi komplo örgütleri bulunduğu artık bir sır değildir. Sadece İtalya'da değil; Belçika ve Yunanistan'da da cesur aydınlar, savcılar ve politikacılar sayesinde Gladio tipi asker merkezli devlet gücünü kullanan gizli örgüt veçeteler ortayaçıkarıldı. Türkiye'de ise yönetim karargâhı Genelkurmay olan "Kontrgerilla' adı siyasi hayatımıza 12 Mart 1971 askeri darbesiyle yoğun bir şekilde girdi. Daha dün Susurluk'ta bir trafik kazasıyla yakayı bir kez daha ele verençete, bugün de Şemdinli halkı tarafından suçüstü yakalanarak -eğer varsa- Türk adaletine teslim edildiler. Halkımızın sağduyulu davranması sonucu, ülkemizin bu hassas üçgen'inde, PKK itirafcı-tetitikçilerinin de kullanılarak sahnelenen provokasyonun da mimarının bir daha askerler olduğunu ortayaçıkardı.

Avrupa ülkelerinde Gladio'nun açığaçıkarılması üzerine Türkiye kamuoyunun dikkati, "özel Harp Dairesi' üzerinde yoğunlaşmıştı. Tepkileri hafifletmek ve buna başka bir kılıf bulmak amacı ile özel Harp Dairesi Başkanı Tuğgeneral Kemal Yılmaz, 3 Aralık 1990 tarihinde "özel Harp Dairesi, 27 Eylül 1952 tarihinde, şimdiki Milli Güvenlik Kurulu'nun işlevini gören Milli Savunma Yüksek Kurulu'nun 17/c sayılı kararıyla kuruldu."demek zorunda kalıyordu. Bu daire, o güne kadar "Kontrgerilla" diye biliniyordu. Atatürk Kültür Merkezi'nin yakılması, Eminönü vapurunun batırılması, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı, K.Maraş katliamı ve daha niceleri ile Başbakan'lara suikast girişimleri dâhil, birçok komplo ve provokasyonlarin arkasında da bu gücün olduğu bilinmesine rağmen, sivil yöneticiler bunun özerine gidemiyordu ve halen de gidemiyorlar.
ABD'ın, 1952'den itibaren NATO'ya bağlı tüm Avrupa ülkelerinde Gladio, Kontrgerilla ve özel Harp Dairesi adı altında ve ordu bünyelerinde kontra örgütler kurduğunu artık bilmeyen yoktur. Bu gerçeği, Türkiye'de sivil iktidarların tüm yöneticileri biliyor. Demirel'in her askeri darbeden sonra şapkasını alıp gitmesi ile ünlendiği de bilinen bir gerçektir. Bu, zat bile "Mit bize Küba, Vietnam ve değişik ülkelerde olup biten ile ilgili rapor verir. Ama Ankara'da neler olup bittiği ile ilgili bilgi vermezler.' Hal böyle olunca biz askeri darbe planlayanları nasıl önleriz diye Mehmetçik gazetecilere dert yanıyordu.

1970/71 yıllarında da İstanbul'daki Atatürk Kültür Merkezi'nin yakılması, Eminönü vapurunun batırılması gibi ünlü provakasyonlar yapılmıştı. Her dönem de olduğu gibi suç yine devrimcilere yüklendi. Daha sonraları bu provakatif eylemlerin bizzat, 12 Mart 1971 Askeri darbesini gerçekleştirenler tarafından, eylemlerine zemin hazırlamak için planlanıp uygulandığı açığaçıktı. Türkiye gençlik hareketinin önder kadroları,12 Mart 1971 faşist askeri darbesiyle adeta biçildiler! Kıyımdan geçirilen kadroların büyük bir kesiminin de Kürd gençleri olması elbette bir rastlantı değildi. Bizzat kendileri tarafından yapılan bu provakatif eylemleri behane ederek, darbe yapan bu askerlerden hiç bir sivil hükümet hesap sorma cesaretini gösteremedi.

1 Mayıs 1977'de taksim meydan'ında 35 insanın yaşamına mal olan, asker kaynaklı provakasyon ile adeta 1980 darbesinin koşullarını yaratmak için, daha o zamandan düğmeye basıldığı anlaşıldı. 1979 tarihinde tam hızla yaşama geçirilen terör ortamı ile 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin zemininin de, aynı zamanda darbeyi yapan güç tarafından yaratıldığına tanıklık ettik. Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü ve anarşi ortamına son vermek amacını ileri sürerek iktidarı gasp eden Kenan Evren ve askeri şurası, ülkeyi kan gölüneçevirerek,çeteleşen bir devlet yapısının da mimarlığını yapmış oldular. Bu kader mi nedir bilinmez fakatçağdaş ülkelerde bekçi bile olamayacak insanların, Türkiye'de her şey olabildiklerine de üzülerek tanıklık ediyoruz!

12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi öncesi, Türkiye ve Kürdistan'ın birçok ilinde sıkıyönetim olmasına rağmen, tırmandırılan terör eylemlerine ve aynı zamanda, 13 Eylül sabahı da terör eylemlerinin bıçak gibi kesildiğine, Türk ve Kürd kamuoyu yaşayarak gördü. Kenan Evren gibi bir devşirme, halkımızın ulusal demokratik dinamiklerini tahrip ederek, Kürd halkına Hitlervari katliamlar yaptı. Dünya; Diyarbakır zindanında Kürd gençlerine yapılan vahşetin benzerine tanıklık etmemiştir.

Türkiye'yi yönetmekte iddia sahibi olanların, ülkeyi mafya,çete, faili devlet olan cinayetler ile uyuşturu madde trafiği cennetineçeviren Kenan Evren gibi darbecileri yargılayabilmelidir! Başka bir değişle, Türkiye Cuntacılarını yargılayabileceği oranda demokratik değişim ve dönüşümünü sağlam kanallara yönlendirebilme şansını yakalar ve askerlerin ülke yönetimindeki hegemonyasına son verebilirler.

Avrupa Birliğinin desteğini arkasına alan AKP hükümeti cesaretle olayların takipçisi olma şansına sahiptir. Türk militarizmini toplumsal süreçlere müdahalelerde teşvik eden ve kollayan ABD açısından, askeri darbeler dönemi kapanmıştır. AKP hükümeti Türkiye'nin değişim ve dönüşümünde samimi ise cesaretli adımlar atmak zorundadır.

Susurluk ve Şemdinli olaylarının, ferdi yanlışlıklardan kaynaklandığını ileri sürme mantığı; olayların merkezine Abdullahçatlı, Mahmut Yıldırım ( Yeşil ), PKK tetikçileri ve Ali Kaya gibi taşeron tiplerle sınırlı tutmak istiyorlar. Burada amaç, Provokasyonların hacmini daraltmak ve bu tür suçüstü rezaletleri lokalize etmeyeçalışmaktır kuşkusuz. En vahim olanı da kendilerini, devrimci demokrat olarak niteleyençevrelerin tabuları koruma refleksi ile genelkurmay merkezli provokasyonların sürekliliğini Türk ve Kürd kamuoyundan gizlemeye yönelikçabalar içerisinde olmalarıdır.

Aslında; Cumhuriyet'in kuruluşu ile iktidarı ele geçiren militarist güçlerin, 1950'lilerden başlayarak toplumsal gelişmelere müdahalenin bir aracı olarak, provakatif eylemlerin sürekliliğini koruyarak günümüze dek devam ettikleri bir gerçektir. Globallaşan dünyada bunu gizlemenin olanağının da olmadığı bilinmesine rağmen, hala gerçek failleri gizlemeyeçalışmanın bir kiymet'i harbiyesinin de olmadığı ortadadır. Dönemin TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk'un Yeşil'ın günlük yaşantımıza girdiği dönemlerde "devlet yemyeşil' demesi, militaristlerin ülke yönetimine olan müdahalesine olan bir tepkisi olarak algılandı. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise olaya ilişkin tepkisini kendisine has üslubu ile "Ufak bir zorlukla karşılaşınca sivil devlet devredençıkıyor, derin devlet devreye giriyor' diyerek, askerlerin vahşette sınır tanımadıklarından rahatsızlığını dile getiriyordu.

Susurluk kazası ile gündeme gelen ve Şemdinli de suçüstü yakalanan asker kaynaklı provokasyonların faili gün gibi ortadadır. Hakkâri Savcılığı, Şemdinli'deki genelkurmay tetikçilerinin üzerine gitme cesaretini gösterme yerine, kendisinin hazırladığı soruşturma dosyasını, Van Savcılığı'na havale etti. 'Saldırıda kullanılan JİTEM mensuplarına ait 30 AK 933 sivil ve 730198 askeri plakalı beyaz renkli Renault 19 marka araçta polis ve asker yeleği, üç kalaşnikof tüfek, 10 şarjör ve patlayıcı madde bulundu. Araçta ayrıca Umut Kitapevi'nin ve içinde bulunduğu Özipek Pasajı'nın bir krokisi de bulundu. Krokide jandarmaya giden yol bir okla gösteriliyordu. Araçta bulunan belgeler arasında Umut Kitapevi'nin sahibi Seferi Yılmaz'ın evinin bir krokisi, Jandarma İstihbarat Teşkilatı tarafından Ali Kaya adına düzenlenmiş bir kimlik, Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğünde görev yapan uzman başçavuş ümit Sevinç ve kıdemliçavuş Halitçağlar'a ait biri 10 gün, diğeri 20 günlük olmak üzere iki adet personel izin belgesi de bulundu. Aracın Jandarma'ya ait olduğu ortayaçıktı. Hakkâri İl Jandarma Komutanı Albay Erhan Kubat imzalı, 7 Kasım ve 9 Kasım 2005 tarihli iki görevlendirme yazısı da araçta halk tarafından ele geçirilen belgeler arasında yer alıyordu.'

Olay yerinde keşif yapıtığı esnada, halk tarafından Tanjuçavuş olarak tanınan birinin ateş açtığına ve bir kişinin daha öldüğüne tanıklık eden savcı, askerlerden gelen tehditlerden olacak ki, davaya bile bakmaya cesaret edemedi. Kolay mı Türkiye'de askere dava açmak?

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt daha ilk andan bombacı astsubay Ali Kaya'ya "tanırım iyiçocuk, iyi bir askerdir!' diyerek sahipçıktı. Susurluk olayını anımsayın! Susurluk kazasında da DYP Milletvekili Sedat bucak, emniyet müdürü Hüseyin Kocadağ ile o sıralarda aranmakta olan faşist katil Abdullahçatlı ve dostu olduğu iddia edilen Gonca Us ile birlikte aynı arabada bulunduklarının anlaşılması üzerine, Kürd katili özel Harekatçi Mehmet Ağar, "Herhalde Hüseyin Kocadağ, Abdullahçatlı'yı yakaladı, onu getiriyordu,' diyerek adeta, Türk ve Kürd halklarıyla dalga geçiyordu. Abdullahçatlı'ya düzenlenen tüm sahte belgelerin altında bu katilin imzası olmasına rağmen, politikadaki yükselişi, askerlerin ona sunduğu destekten başka bir nedene bağlamak mümkün değildir.

Statükocu egemenlerin kendisine verdiği destek ile DYP'ın başına geçen Ağar; şoven, ırkçı ve militarist cephenin sivil temsilcisi görevini üstlenmiştir. Eğer askeri hegemonya geriletilemez ise, Kürd katili Ağar'ın başbakan veya cumhurbaşkanı olarak karşımızaçıkması sürpriz olmamalıdır!

Provokasyonun faili gün gibi orta yerde dururken, bunun da Susurluk Olayı gibi bir kaç günah keçisine faturayı keserek, esas fail olan genelkurmay temizeçıkarılamaz!

Askerleri kollayan tüm yasaların değiştirilmesi ile işe başlamanın zorunluluğu ortadadır. Sivil hükümetler bunu başardıkları oranda, Türkiye'nin değişim ve dönüşümüne katkı sunabileceği gibi, açık bir rejime geçişin de yolunu açabilirler.

Bugün Türkiye'deki toplumsal istikrarsızlığın altındaki temel neden, AB'ınçekim alanına girmiş bir Türkiye'yi kimlerin yöneteceği temelinde, bir rejim mücadelesi olduğu görülmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze dek askerlerin korumasındaki Kemalistler rejimin hep egemen gücü oldular. Dünya ve Türkiye koşullarından kaynaklanan ekonomik ve siyasi krizlerde de, askerler hemen devreye girer ve sistemin geçici bir restorasyonundan sonra da yönetimi kendi kuklaları olan Kemalistlere teslim etmeyi bir gelenek haline getirmişlerdir.

Ancak, dünya'daki güç dengelerinin değişmesi ile askerlerinin hesabı tam tutmadı. 1990'lardan sonra dini motifler taşıyan güçler, iktidarı paylaşmak temelinde Kemalistleri sıkıştırdılar. Özal'ın ekonomik başarısından dolayı askerler bu süreci sessiz geçiştirdiler. Erbakan'ın Kemalizm'in kalelerini sarsmasını içlerine sindieremeyen askerler, 28 Şubat'ta sivil bir darbe yaparak, Erbekan'ı siyaset dışı bıraktılar. Türkiye'de kendilerini aydın ve demokrat olarak niteleyenler bile, bu anti demokratik müdahaleyi alkışladılar. Türkiye'de aydın geçinenlerin-bir kaç istisna hariç – bozuk sicilleri elbette bu olay ile sınırlı değildir. Bu sözde aydınların Kürd ve Kürdistan sorunu ile ilgili tutumlarından dolayı, tarihe MEHMETÇİK AYDINLAR olarak geçeceklerinden kuşku duyulmamalıdır.

Militaristler; AKP'nin beklenmeyençıkışına karşı, ikinci bir 28 Şubat müdahalesini göze almadılar. AB'nin desteğini arkasına alan Erdoğan Hükümeti, askerlere karşıçok güçlü bir konum elde etmiş olmasına rağmen, Erdoğan'ın askerler ile tüm uzlaşmaçabalarına karşın, İktidarı paylaşmak istemeyen militarist Kemalistler, her alanda ayak bağı olmayı değişik biçimlerde sürdürdükleri gibi, uzlaşmaya yanaşmadıkları da görülüyor. Türkiye'nin temel sorunlarınıçözememedeki en önemli engel, Kemalist militarizmin siyasette etkin olduğu gerçeğidir. Asker tümçağdaş ülkelerde olduğu gibi, siyasetten tümüyleçekilip kışlasına gönderilmeden, Türkiye'de sosyal bir barışın sağlanması mümkün görünmüyor.

Statükocu güçlerin mantığı, 1930 yılında devlet zirvelerinde dile getirilmiş olan aşağıdaki açıklamalarında ifadesini bulur kanısındayım.

"Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.' (Başbakan İsmet İnönü, Milliyet, 31 Ağustos 1930)

"Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır: Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.' (Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Milliyet, 19 Eylül 1930)

İşte! Militarist devlet mantığının 1930'lardan günümüze dek süren Kürdlere bakış açısı. Bu hakaretleri içlerine sindirmelerini Kürdlerden kim isteyebilir?
İnsani değerlerden nasibini alamamış bu görüşlerin savunucuları, Türkiye'de iktidar olduğu sürece sosyal bir barıştan söz edilebilinir mi? Bunların teşhir ve tecritlerinin zamanı gelmedi mi?

Çağdışı Militarist Kemalist ideolojisini tarihi bir vaka olarak algılanıp terk edilmesi gerekmiyor mu?

Özetlersem; Osmanlı imparatorluğunu dağılma süreci ile devşirmelerden oluşturulan Türklük fikri ile gene aynı tiplerin kurduğu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş süreci ve sonrası da, devşirme militaristlerin egemenliğinde ve parlamenter sistemin de bir makyaj olmaktan öteye gidemediği, sömürgeci, militarist ve oligarşik bir rejim olmaktan ileriye gidememiştir.

Günümüze dek askerlere bir kukla olmaktan öteye gidememiş parlamenter sistem, Türkiye ve Kürdistan'daki devrimci, ulusal demokratik mücadelenin gelişimi karşısında tıkandığı veya zora girdiği her aşamada, statüko da direten ordunun hemen devreye girdiği ve geçici restorasyondan sonra da, geriçekilerek, ülke yönetimini kuklalarına bıraktıklarına bizim nesil iki kez tanıklık etmiştir.

Toplumsal olaylara müdahalenin zeminini yaratmanın bir aracı olarak gerçekleştirilen provokasyonların tek bir adresi vardır. O da, Genelkurmay Karargâhı'ndan başka bir yer değildir.

Tümçıplaklığı ile ortada olan bu olgu, tabuları koruma adına Kemalistler ile türevleri tarafından "Derin Devlet' olarak adlandırılmasının hassasiyeti anlaşılır. Ancak Kürdlerin de bu muğlâk, Türkiye'ye has tabuları kutsayan, Türk ve Kürd kamuoyunda hedef şaşırtan bu ne idüğü belli olmayan kavramı kullanmalarına bir anlam veremediğimi de belirtmekte yarar görüyorum.

Olgulara isimleri ile hitap edebilme dileğiyle... 8 Aralık 2005

http://www.nasname.com/a/derin-devlet-nedir-kimdir-sahi-

***


“Söyle bakalım Atatürk Kültür Merkezi’ni kim yaktı?”




Türkiye 12 Mart 1971 günü saat 13:00’de Türkiye radyolarından okunan muhtıra ile sarsılmıştı. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral 
Memduh Tağmaç ve Kuvvet Komutanlarının imzalarını taşıyan bu muhtıra sonrasında sivil hükümet (Demirel Hükümeti) istifa etmişti.
Önceleri Tağmaç cuntasına karşı tavır koyan CHP Başkanı İsmet İnönü, MİT Müsteşarı Fuat Doğu’nun “Parlamento kapatılmayacak. 
Yaşanan olaylar askerler arası bir anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır” demesi üzerine sessiz kalmayı tercih ettiği görülür.
İsmet Paşanın oluru ile CHP’li Nihat Erim Başbakan olarak atanır. Erim, partiler üstü isimlendirilen hükümetini kurar. Bütün bu gelişmeler ne yazık 
ki sol çevrelerden de destek görür. Cumhuriyet Gazetesi’nden Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Akşam Gazetesi’nden İlhami Soysal, Milliyet’ten de 
Çetin Altan darbeyi desteklerlerken Doğan Avcıoğlu’nun Devrim Gazetesi ise neredeyse bayram yapıyordu.
12 Mart’a giden yolda birçok karanlık olaylar yaşanmıştır. Kanlı Pazar, Atatürk Kültür Merkezi’nin yakılması, Ülkücülerin askeri eğitim kamplarında 
eğitilip, sokaklara salınmaları ve faili meçhul cinayetlerin önlenmeyip neredeyse teşvik edilmesi orduya müdahale için zemin hazırlamıştı. 
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının banka soygunu, Amerikan Büyükelçiliği korumalarına ateş açmaları ve Balgat’ta, Tuslog’da çalışan 
Amerikalı personeli kaçırmaları, 12 Marta giden yolda yaşanan diğer olaylardandır.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanmaları, Mahir Çayan ve arkadaşlarını harekete geçirmiş ve o grup ta İstanbul İsrail Konsolosu 
Efraim Elrom’u kaçırıp infaz etmeleri bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu olaylar sonucu Erim Hükümeti’nin “BALYOZ” Harekatına girişmesini 
tetiklemiş ve İstanbul’da Balyoz Harekatı’nı, Fırtına Harekatı takip etmişti. Fırtına Harekatı’nda İstanbul’da bir Pazar günü sokağa çıkma yasağı 
konmuş ve bütün İstanbul didik didik aranmıştı. 85.000 polis ve askerin bu harekatta görev aldığı görülmektedir. Bu harekatla bütün İstanbul 
halkı terörize edilmişti.

İşte o günlerde İstanbul Birinci Ordu ve Sıkı Yönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün, Korgeneral Turgut Sunalp ve Tümgeneral Memduh Ünlütürk 
Erenköy’de Zihni Paşa Köşkü olarak bilinen fakat Ziver Bey Köşkü olarak ünlenen işkencehanesini devreye sokmuşlardı. Bu işkencehanede birçok 
yazar, çizer, sanatçı, asker ve aydın sorgulanarak işkence görmüşlerdi.
İşkence gören aydınlar arasında Psikiyatri Uzmanı Dr. Memduh Eren de vardı. Eren İstanbul’da, tanınmış ve bilgisine müracaat edilen bir doktordu.
 Dr Eren ayni zamanda eski bir Fenerbahçe futbolcusu olup,  27 Mayıs 1960 Darbesinin de azılı savunucularındandı. Bu yönü ile de tanınmıştı.
Dr. Eren’in hastalarını muayenesi sırasında konuşmalarını ses kaydına alıp sonradan bu konuşmalar üzerine çalışıp, hastalarının tedavilerini 
düzenlemek gibi bir çalışma yöntemi varmış. Dr. Memduh Eren,  Ziver Bey İşkencehanesi’nden serbest bırakıldıktan sonra işkence altında 
olduğu sırada kendisini sorgulayan sesin “tanıdık” bir ses olduğunu fark etmiş. Elindeki hastalarına ait bütün kasetleri eşi ile birlikte bir bir 
dinlemiş. En sonunda kendini sorgulayan ses ile örtüşen üç kaseti ayırmış. Bu kasetleri kendisi gibi Ziver Bey tezgahından geçen 
Yarbay Talat Turhan ile birlikte tekrar tekrar dinleyerek sesin MİT Mensubu Hiram Abas’a ait olduğunu tespit etmişler. Yarbay Talat Turhan bu 
tespitten sonra Hiram Abas’ın Ziver Bey Köşkü işkencecilerinden biri olduğunu deşifre etmiştir.
Hiram Abas,  Ziver Bey sorgulamalarında hemen hemen herkese “Atatürk Kültür Merkezini kim yaktı?” sorusunu devamlı olarak sorduğu 
görülmektedir.

Atatürk Kültür Merkezi 28 Kasım 1970’de gece yakılmıştı. 12 Mart’tan önce gerçekleştirilen bu olayda “Komünist  parmağı” aranıyordu. 
Hiram Abas ısrarla bu komünistin parmağını arıyordu.
Yıllardan sonra 1970 yılında (Kültür Merkezinin yakıldığı yıl) İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde Mali Şube Müdürlüğü görevini yürüten Recep Ordulu, 
yazar Ecevit Kılıc’a “Bu binayı yakanlar MİT kökenliydiler. Hatırladığım kadarı ile Hiram Abas vardı. Zaten görev için gittiği Lübnan’dan bir süre 
önce gelmişti” demiştir.

12 Mart 1971’de Hiram Abas’ın Ziver Bey’deki sorgularda Atatürk Kültür Merkezi’nin kimin tarafından yakıldığını araştırması, sorgulaması 
Türkiye’nin o günlerdeki halini yansıtmaktadır.
Ziver Bey Köşkünün bir işkence evi olduğu daha sonra tam olarak açığa çıkacaktı. Ziver Bey Köşkünde sorgulanan İlhan Selçuk verdiği yazılı 
ifadesinde Akrostiş-İlkleme metodunu kullanmıştır. Bu metoda göre bir şiirde dizelerin ilk harflerinin yukarıdan aşağıya doğru sıralandığında 
anlamlı bir sözcük meydana gelmektedir. İşte İlhan Selçuk bu yöntem ile ifadesini yazmış, yazdığı her cümlenin sondan ikinci kelimesinin 
baş harfleri yukarıdan aşağıya okunduğunda “İşkence altındayım” cümlesi oluşuyordu. Bu ünlü köşkte işkence altında alınan ifadeler nedense 
savcılığa gönderilmemiştir. Yapılan seçimlerde Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel tarafından seçim malzemesi olarak kullanılmıştır. 

Bu ifadeler daha sonra ise sola karşı kullanılmıştır. Günlük Tercüman Gazetesi Ziver Bey Köşkü ifadelerini yayınlamış bu arada İlhan Selçuk’un 
ifadesi de bu şekilde deşifre edilmiştir.

İlhan Selçuk’un ifadesinde;

“12 Marta doğru Türkiye (İ)flasa gidiyordu. Demirel iktidarı giderek yoğunlaşan (Ş)aibe altındaydı. Üniversiteli gençler sokaklarda, meydanlarda 
hatta üniversite binalarının çatıları altında (K)atlediliyorlardı. Devletin Güçleri, aydınları, askerleri, yargıçları, sorumluları, sağduyu sahipleri 
(E)ndişe içindeydiler. Gidiş (N)ormal değildi. Anayasa çerçevesi ve yönelişlerine göre davranmak isteyen devlet memurları ve sorumlularına, 
siyasi iktidar adeta (C)eza tertipliyordu. Siyasi İktidar aydın yazarları (E)zmek amacındaydı. Toplum yaşamında (A)nayasa uygulanmıyordu. 

Bazı çevrelerde bir ordu müdahalesi (L)üzümlu görülüyordu. Politikacı (T)opluluğu şuursuzdu. Memleket severler (I)zdırap çekiyordu. 

Bu durumda (N)e yapılmalıydı?. Önce bir fikir (D)ağınıklığı vardı. Tek çıkar yolu (A)tatürkçülükte görüyorduk. Ancak Atatürkçülüğü günün 
koşullarına göre derinliğine ve genişliğine bütün boyutları ile (Y)orumlamak gerekiyordu. İşte Devrim Dergisi bu (İ)htiyaçtan doğdu. 

Ancak dergi çıkarmaya para bulmak (M)esele idi.” demekteydi.

İşte Orgeneral Faik Türün, Korgeneral Turgut Sunalp ve Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün buyrukları ile kurulan işkencehanenin deşifresi 
Selçuk’un yukarıdaki ifadesinin Tercüman’da bu inceliğin bilinmeden yayınlanması ile sağlanmıştı.
Ömrünün son günlerini büyük ölüm korkusu ile geçiren Faik Türün bir ara Adalet Partisi’nden Milletvekili olmuş ve Demirel tarafından 
Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterilmişti. Ziver Bey Köşkü’nün diğer ünlü Paşası Ünlütürk’ün ise subay elbisesi giymiş iki kişi tarafından esrarengiz 
bir şekilde öldürüldüğü görülmüştür. Diğer ünlü “Bay Pipo” Hiram Abas’ta araba kullanırken pusuya düşürülmüş çapraz ateşle suikaste uğramıştır. 

Turgut Sunalp ise politikaya girmiş cuntacı Evren’in bütün desteğine rağmen başarılı olamamış ve sandığa gömülmüştür.
12 Mart’ın diğer isim yapmış elemanı Ali Elverdi’dir. Elverdi, Deniz ve arkadaşlarını idama mahkum eden mahkemenin Başkan “Bekçi Hakimi” idi. 

O yıllarda askeri mahkemelerde hukukçu hakimlerin yanında bir de hukukçu olmayan bekçi Başkan Hakimler olurdu. İşte Elverdi bunlardan biridir. 

İnsanlar çoğu zaman idam edilen kişileri hatırlar. Ama kararı veren hakimleri pek hatırlamazlar. Ama nedense Denizlerin davasının 
“Bekçi Hakimi” Ali Elverdi hiç unutulmamıştır.  Bu bekçi hakim kurmay olmadığı halde cunta tarafından ödüllendirilmiş ve General yapılmıştı. 
Adalet Partisinden Milletvekili seçildiği görülür. Çünkü ayni Adalet Partisi Denizlerin idamının oylanmasında üç bizden üç onlardan diyen partidir. 
Avukat Halit Çelenk infazları anlatırken “Denizlerin idamı sırasında gözümün önünden gitmeyen sahne ise, idam cezasını veren mahkeme başkanı 
Ali Elverdi’nin bir ağaca dayanıp sigara içmesidir. Deniz, Yusuf ve Hüseyin dar ağacına doğru yürürlerken, Elverdi sigarasını tüttürüp havaya 
üflüyordu.” demektedir. Bir gazetecinin yıllardan sonra bu idamlar hakkında Ali Elverdi’ye sorduğu soruya karşılık Ali Elverdi’nin 
“Denizleri idam ettik. O sayede terör durdu. Şimdi olsa yine asarım.” demesi görüşünü özetlemektedir.
Ali Elverdi ile ilgili olarak benimde bir anım var. Ankara Numune Hastanesi’nde asistanlığım sırasında yakın dost olduğum CHP Urfa Milletvekili 
Celal Paydaş beni bir gün meclise davet etmişti. O gün Ecevit Hükümeti’nin Bütçe Müzakereleri vardı. Paydaş beni Meclisin yan locasına çıkarıp 
orada misafir etmişti. Biraz sonra yanıma emekli Orgeneral Cemal Turhal da gelip oturmuştu. Görüşmeler devam ederken Adalet Partisi adına söz 
alan Ali Elverdi konuşması sırasında Ecevit’e yüklenmesi tansiyonu yükseltmişti. CHP sıralarından Celal Paydaş’ın elinde büyükçe bir James Bond 
çanta ile kürsünün altına geldiğini gördüm. Celal Bey konuşmacıya bir şey söylemiş ki konuşmacı başını öne eğerek cevap vermeye çalışıyordu. 

Tam bu sırada Paydaş’ın çantayı Ali Elverdi’nin kafasına indirdiğini gördüm. Kürsüden sırtüstü yere yıkılan Elverdi’ye, Paydaş merdivenlerden 
çıkarak tekme tokat ile vurmaya devam etmişti. Meclis karışmış oturuma ara verilmişti. Meclis salonuna gelen bir ekip tarafından Ali Elverdi 
sedyeye konup dışarıya çıkarılmıştı. Celal Paydaş’la bu konuyu sonradan bir dost sohbetinde konuşmuştuk. Paydaş bana “Denizlerin intikamını 
aldım” demişti. Celal Paydaş 12 Eylül Evren Darbesi sırasında tutuklanmış, ağır işkencelerden geçmişti. En son bir kalp rahatsızlığından öldüğünü 
gazetelerden okumuştum.

Denizler kimseyi öldürmemişlerdi. Kan dökmemişlerdi. Silah kullanarak banka soymuşlar, ABD Elçilik korumalarına ateş açmışlar, Balgat Tuslog 
çalışanı Amerikalıları kaçırmışlardı. Ama Amerikalıları serbest bırakmışlardı. Bu suçların karşılığı ceza yasasında idam değildi. Ama cunta 
mahkemesi üç bizden üç onlardan yasasını uygulamışlar ve bu genç insanları dar ağacına yollamışlardır.
Ali Elverdi’nin sonu ise çok hazin olmuştur. Deniz, Yusuf ve Hüseyin darağacında iple boğularak can vermişlerdir. Bu üç gencin idam kararını 
veren bekçi başkan hakim Ali Elverdi ne garip bir tecellidir ki yemek yerken yediği lokma nefes borusuna kaçmış ve bu nedenle Asfiksi’den 
ölmüştür. Adli Tıp bakımından değerlendirildiğinde Deniz, Yusuf, Hüseyin ve Ali Elverdi’nin ölüm nedeni Asfiksi’dir. İnananların daima söylediği 
ilahi adalet herhalde budur. Başka ne denir ki?

http://www.havadiskibris.com/Ekler/poli/127/soyle-bakalim-ataturk-kultur-merkezi-ni-kim-yakti/388



****

12 Mart Muhtırasına & 12 eylüle giden yolda AKM = atatürk kültür merkezi yangınları.., 

HABERİ  DİREKT VER..

http://www.dunyabulteni.net/haber/281413/12-mart-muhtirasina-giden-yolda-akm-yangini



***

_ 1974 SONRASI EKENOMİK  KRİZ  DÜNYANIN  EKENOMİK ANBARGOSU..;


Türkiye’ de Ekonomik Krizler – 1969-1974-1978 ve 1980 Krizleri
20 ŞUBAT 2009

1969 Krizi, 1974 Krizi, 1978 Krizi, 1980 Krizi, Ambargo, ap, arap ülkeleri, borsa, Chp, cris, döviz, demirel, dolar, dış ticaret açığı, ecevit, 
Ekonomik kriz, enflasyon, IMF, kıbrıs, mark, Merkez Bankası, msp, opec, petrol krizi, TL, tolga akpınar, Turgut Özal

  
ÖNEMLİ UYARI: LÜTFEN AŞAĞIDAKİ YAZIYI KAYNAK VE YAZAR BELİRTMEDEN BAŞKA BİR PLATFORMDA YAYINLAMAYINIZ! HER HAKKI SAKLIDIR!

Kriz

Bu makalede anlatılan ekonomik krizlerin sebep ve sonuçlarını okudukça, günü kurtarmaya yönelik önlemlerin ekonomiyi daha da içinden çıkılmaz bir hale soktuğunu, Opec’ in dünya ve ülkemiz ekonomisinde ne gibi etkileri olduğunu, siyasi ve gereksiz tartışmaların ekonomiye nasıl zarar verdiğini göreceksiniz…

1969 Krizi

1967 yılında ülkenin başında AP vardı.Turgut Özal ise DPT müsteşarıydı.Demirel’de DP gibi çoğunluğun oyu ile gelmişti.Bu yüzden popülist tavırlar içerisindeydi.

Gerektiğinde laiklik ve rejim karşıtı laflar ediyordu.Aslında bu tavır hükümetin tüm birimlerine yayılmış durumdaydı.

Demirel iktidarının bir özelliği,uzun vadeli yatırımlardan çok kısa vadeli ve oy getirebilecek popülist yatırımlar yapmasıydı.

Ekonomide de aynı şey geçerliydi.Uzun vadeli politikalardan çok kısa vadeli politikalar uygulanıyordu.Ülkede anarşi ve eylemler giderek artıyordu.

12 Ekim 1969 yılında bir seçim oldu.Yine AP çoğunluğun oyuyla iktidar oldu.AP iktidarının 1967 yılında hazırladığı 5 yıllık Ekonomik Plana göre, dışa bağımlılık azaltılacak,yatırım harcamaları %19,9’dan,%24,3’e yükseltilecek ve yatırım harcamaları artırılacaktı.

Yine bu dönemde dış ticaret açığının 226 milyon dolar olması bekleniyordu.Bu dönemde ortalama büyüme oranı %7 olarak tahmin ediliyordu.

AP’nin günü kurtarmaya yönelik popülist politikalarına parti içinden muhalefet geldi.Bazı senatörler ülkedeki siyasi ve ekonomik karışıklığın bir an önce sona ermesini istiyordu.

Demirel,senatörleri partiden ihraç etti.Bunun üzerine AP’den istifalar oldu.

Ülkede bu siyasi gelişmelerin yanı sıra ekonomide de sıkıntılar vardı.İhracat ve İşçi dövizleri girişi TL’nin aşırı değerli olmasından dolayı gerçekleşemiyordu.

Ülkede kısa süreli bir hafif ekonomik kriz oluştu.

Bunun üzerine hükümet TL’i %66 oranında devalüe etti.1 Dolar=15 Lira oldu.Hükümet IMF ile ilişkiye geçti ve IMF politikalarını uyguladı.

5 Yıllık Kalkınma Programı sonunda gerçekleşen tek hedef %7’lik büyüme oldu.

Ardından 12 Mart 1971’de darbe oldu.Ekonomi Yönetimi,Dünya Bankası’ndan gelen Dr.Atilla Karaosmanoğlu ve Turgut Özal’ın eline geçti.1969-1981 yılları arasında,siyasi nedenlerinde etkisiyle günü kurtarmaya yönelik politikalar uygulandı.

1974 Krizi-Birinci Petrol Krizi–

14 Ekim 1973’te seçimler oldu.En yüksek oyu CHP,MSP ve AP almıştı.CHP’de İsmet İnönü’yü devirerek Genel Başkan olan ve iktidara gelen Bülent Ecevit,MSP ile hükümet kurdu ve 26 Ocak 1974’te Başbakan oldu.

Bülent Ecevit,başbakan olduğunda dünyada Arap-İsrail savaşları başlamıştı.Kıbrıs’ta Faşist bir iktidar vardı ve Türklere zulüm ediyor,soykırım yapıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti,Ecevit döneminde ada’ya iki kere Barış Harekatı düzenledi.Birincisi (20 Temmuz 1974)-İkincisi (16 Ağustos 1974).Adada KKTC kuruldu.

Başta Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkeler Türkiye’ye Kıbrıs nedeniyle ekonomik ambargo uyguladılar.

Öte taraftan Arap ülkeleri anlaşarak petrolün fiyatını 73 yılında 2,5 dolardan 11,6 dolara çıkarmışlardı.Bununla beraber Türkiye’nin içerisinde Anarşi devam ediyordu.Demirel ile Ecevit devamlı ağız kavgası yapıyorlardı.

1974’te petrol fiyatlarının patlayarak 4 katına çıkması Türkiye ekonomisini olumsuz etkiledi.Aynı yıl Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte batılı ülkelerin üstü örtülü ekonomik ambargosu başladı.

Bütün dünya petrol tasarrufuna yöne lirken Türkiye petrole sübvansiyon vererek tüketimi patlattı. Dış ticaret açığı 769 milyon dolardan 2.3 milyar dolara fırladı. Bütçe 303 milyon dolar açık verdi.

Dış Ticaret Açığı 769 milyon dolardan 2,3 milyar dolara fırlamıştı.Bu olumsuz faktörler nedeniyle turizm gelirleri de azaldı.Türkiye’nin bütçe açığı rekor büyümeyle 303 milyon dolar oldu.Türkiye Ekonomik Krize girmişti.

Hükümet bir döviz darboğazına girdi.Bu darboğazı aşmak için dışarıdan yüksek faizli borçlar alındı.Bu borçların alınması teşvik edildi.

Irakla anlaşma yapıldı ve Türkiye-Irak Yumurtalık Petrol Boru Hattı inşa edildi.

(1977)Hükümet önlemleri hep günü kurtarmaya yönelik idi.

1978 Krizi

1978 yılına kadar gelen hükümetler,özellikle AP iktidarları daima günü kurtarmaya yönelik ekonomik kararlar alıyorlardı.İçerdeki refahı artırmak,ithalat yapmak ve borçları ödemek için borçlar alınmıştı.

Bu borçlar abartılı alındığı gibi gereken yerlerde de kullanılmıyordu.Halk tüketime teşvik ediliyordu.İthalat artmıştı.Düşük gelirli vatandaş lüks mallar talep ediyordu.

Otomobil fabrikalarının önünde kuyruklar oluşmuştu.İçeride montaj fabrikaları(yedek parça)
olmayan makinalar ve farklı markalarda traktörler ithal ediliyordu.

Dönemin hükümetleri düşük faizli kredileri hiç ödenmeyecekmiş gibi alıp kullandılar. Önemli miktarlarını da har vurup harman savurdular.

Yurtdışına indirimli kürk satışlarına geziler, otomobil fabrikaları önünde uzayan kuyruklar, onlarca değişik marka traktör ithalatı, gelişigüzel devlet sübvansiyonları bu borçlarla karşılandı.

1970 yılında 1.8 milyar dolar olan borcumuz, 1977 yılında 10 milyar dolara çıktı. 1978 yılında kısa vadeli borçların toplam borç içindeki payı yüzde 52’ye ulaştı. 1978’de kriz patladı.

1970 yılında 1.8 milyar dolar olan dış borç 1977 yılında 10 milyar dolarlara dayandı.Bu borçların çoğu da kısa vadeli borçlardı.Sonunda kriz patlak verdi.

Ardından iktidara gelen Ecevit hükümeti,4.planı hazırlama çabasına girdi.Ancak daha önce 1 yıllık geçiş planı hazırladı.

Fakat planı uygulayamadan 14 Ekim 1979 seçimlerinde başarısız olduğu için istifa etti.

Yerine gelen Demirel hükümeti’de ülkedeki karışıklıklar nedeniyle önemli kararlar alamadı.

1980 Krizi

Yukarıdaki faktörlerin devamı olarak OPEC ülkelerinin petrol fiyatlarını %150 artırması ekonomiyi tümden yıktı.

OPEC üyeleri petrol fiyatını 1979 ve 1980’de ikinci kez yüzde 150 oranında artırdı. Bu şok Türkiye’de işsizliği yüzde 20’lere fırlattı.

Enflasyon yüzde 63.9’a yükseldi. Pek çok temel tüketim maddesi karaborsaya düştü. Benzin, tüp, ampul bulunamıyordu.

Hükümet ekonomiyi yeniden işler hale getirmek için ünlü “24 Ocak kararları”nı yürürlüğe koydu ve TL yüzde 48,6 oranında devalüe edildi.

Issizlik %20 oraninda artti.Enflasyon %63’lere geldi.

Tüketim malları karaborsaya düştü,ülkede siyasi sorunlara kıtlıkta eklendi.

Hükümet bu durumdan kurtulmak için,Demirel ve Özal’ın hazırladığı 24 Ocak kararlarını uygulamaya koydu.

Enflasyonu kontrol altina almak, dış kaynak açığını kapatmak, kıtlıkları önlemek ve ekonomiyi yeniden işler hale getirmek için 24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Tedbirleri uygulamaya konulmuştur.

Istikrar programiyla, Türk lirasi yüzde 32,7 oraninda devalüe edilmis, dogrudan ve dolayli ihracati tesvik edici uygulamalar baslatilmis, fiyatlarin idari kararlarla tespiti ilkesi terkedilmistir.

Daraltılan temel mal ve hizmet kapsamı dışında kalan mal ve hizmet fiyatlarının serbestçe tespiti olanağı getirilmiş,açık finansman yoluyla kamuya kaynak sağlanması yolu önemli ölçüde daraltilmıştır.

Sabit kurdan kontrollü dalgalı kur politikasına geçilmiş ve yabancı sermaye girişi özendirilmiştir.

Toplam talebin kontrolü yanında arz koşullarını geliştirmeye yönelik yapısal uyum kararlarının uygulanması, idari organizasyona ilişkin düzenlemelerle de desteklenmiştir.

Bu kapsamda Ekonomik İşler Yüksek Koordinasyon ve Para Kredi Kurulları, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı,Sermaye Piyasası Kurulu, Teşvik Uygulama ve Yabancı Sermaye Daire Başkanlıkları oluşturulmuştur.

1980 sonrası uygulamaya konulan Beşinci, Altıncı ve Yedinci Planların da değişik ölçülerde esasını teşkil eden 24 Ocak Kararları ihracata dayalı dışa dönük sanayileşme stratejisini benimsemişti.

Devletin ekonomiye müdahalesinin asgariye indirilmesini,rekabeti engelleyici müdahalelerin önlenmesini ve ekonominin uluslararası piyasalarla bütünleşmesini amaçlamıştır.

Buna göre Enflasyon aşağıya indirilecek,dış ticaret açığı ihracat artırılarak kapatılacak,
büyüme hızı yükseltilecek ve piyasa ekonomisine önem verilecekti.

Bu kararlarla birlikte TL %48,6 oranında devalüe edildi.

12 Eylül darbesiyle hükümetin düşürülmesiyle bu kararları Turgut Özal yürüttü.Ardından 1983 ‘te Başbakan olan Özal IMF ile Stand-By anlaşması imzaladı.

Anlaşmaya göre,ihracata teşvik verilecek,kamu harcamaları kısılacak,TL yüksek oranda devalüe edilecekti.

Bütçe açığı kısılacak,yabancı sermaye girişi sağlanacak,KİT’lere ürünlerine zam yetkisi verilecekti.

Bu uygulamalar sonucunda ihracatın GSMH’deki payı %11’e çıkartılmıştır.Enflasyon aşağı çekilmiş,siyasetteki rahatlamayla beraber ülkede bir rahatlık meydana gelmiştir.

Ancak işsizlik,dış açık ve bazı sektörlerde tekelleşmenin önüne geçilememiştir.

1977 yılında 10 milyar dolar olan dış borç 17 milyar dolara yükselmiştir.

A.Tolga AKPINAR

Türkiye’ de Ekonomik Krizler – 1929 Krizi

Türkiye’ de Ekonomik Krizler – 1946-1954 ve 1958 Krizi

——————————————————————————————–

http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=480
http://ekutup.dpt.gov.tr/planlama/42nciyil/temela.pdf
ELDEM Edhem , Osmanlı Bankası Tarihi,199,İstanbul
ELDEM Vedat , Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi,Türk Tarih Kurumu, 1994
ERGİN Feridun,Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi,Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, 1977
GOLOĞLU Mahmut,Milli Şef Dönemi 1939-1960,Cem Yayınevi,1976
http://www.atonet.org.tr/turkce/bulten/bulten.php3?sira=316
KARLUK,Rıdvan,Türkiye Ekonomisi,Beta,İstanbul,1996.
KURUÇ Bilsay, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi,Bilgi Yay.1987
NERE Jacques,1929 Krizi,Çeviren Namık Toprak,Ank.1980.
http://www.sabah.com.tr/2005/11/29/fin148.html
TEKELİ İlhan-İLKİN Selim, 1929 Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, ODTÜ,Ank. 1977.
TEZEL S.Yahya, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi,Yurt Yay., Ank. 1986.
TOKGÖZ Prof.Dr. Erdinç,Sanayileşmede Bölgesel Dengesizlikler, H.Ü. Yayını No.6-14,Ank.1976.
TOKGÖZ Prof.Dr. Erdinç , Türkiyenin İktisadi Gelişme Tarihi (1914-2001) İmaj Yayınları-Sayfa 43-47
TUSİAD Raporları…
Türkiye Ekonomi Kurumu,Türkiye Ekonomisi Sektörel Analiz,Ankara 1998.

https://sinestezi.wordpress.com/2009/02/20/turkiye-de-ekonomik-krizler-1969-1974-1978-ve-1980-krizleri/


**



12 EYLÜL ÖNCESİ EKENOMİK KRİZLER VE ÜLKEYE YANSIMALARI

TÜRKİYE’DE EKONOMİK KRİZLER KARŞISINDA SENDİKALAR VE BİR SINIF TEPKİSİ OLARAK TOPLU PAZARLIĞIN ROLÜ


Kapitalizmin krizleri, domino taşları gibi birçok ülkeyi birden vuruyor. Sermayenin dünya üzerinde kazandığı olağanüstü hareketliliğin toplu pazarlık sürecinde kapitalistlere getirdiği olağanüstü avantaj karşısında sendikal hareket  küresel bir tepki veremiyor. Küresel toplu pazarlık henüz nüve halinde, 
şartları değiştirebilecek bir faktör olmaktan çok uzak. CAN ŞAFAK 

Can Şafak - Academia.edu  




Ekonomik krizlerin sendika hareketi üzerindeki etkilerini ve sendikaların siyasi ve ekonomik mücadele içinde toplu pazarlık yoluyla verdikleri ya da vermeleri bek 
lenen tepkileri tartışmaya, tarih perspekti içinde bir başka “tarihsel” krizi işaret ederek başlamak, meseleyi daha anlaşılır kılabilmek bakımından yol gösterici olacaktır. Sözünü ettiğim kriz, sendikaların içinde bulunduğu 
“tarihsel” ve “evrensel” krizdir.20. yüzyılda altın çağını yaşayan sendikalar, sosyal refah devletinin entegre örgütleri olarak bu başarılarını 21. yüzyıla taşıyamadılar. 1970’lerdeki iki petrol kriziyle birlikte kapita
list dünyada, devlet müdahalesiyle iş döngü sünün stabilize edilmesini, ekonominin can landırılmasını öngören, yüksek toplam talep ve istihdama dayalı Keynesyen politikaların  yerini, devletin ekonomiden çekilmesini ve küçülmesini öngören politika ve yaptırım
lar almaya başladı. Böylece 70’ler ve 80’ler sosyal refah devleti ?krinin; sosyal politika ve sosyal refahla ilgili temel varsayımların gerilediği yıllar oldu. Bu yeni yönelim, kısa zamanda kamunun sosyal refah harcamaları, emek piyasası ve sendika hareketi üzerinde de etkisini gösterecekti. İşsizlik artacak ve  yapısal bir nitelik kazanacak; atipik/esnek çalışma biçimleri yaygınlaşmaya başlayacak, emek piyasası parçalanacaktı. Emek karşıtı  yasa ve yaptırımlar işçi/sendika özgürlükle
rini hedef almaktaydı. Artık dünya yeni kavramlarla tanımlanıyordu: Küreselleşme, küresel pazar, rekabet, yalın üretim… Liberalizm, kimi nüanslarla ve yeni bir isim altında dünyayı kıskacına almaya başlamıştı.

EVRENSEL BİR KIRILMA ANI: 9 AĞUSTOS 1989

989 yılının 9 Ağustos gecesi Berlin Duvarı’na vurulan ilk çekiç darbeleri, reel sosyalizmin çözülüşünü, tarih sahnesinden çekilişini haber veriyordu. Sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte, duvarın gerisindeki milyonlarca insan da uluslararası kapitalizmle tanışacaklardı. Artık yeni ve tek kutuplu bir dünya kurulmuştu. Kapitalizm, zaferini ilan etmişti. 
“Tarihin bittiği” açıklanıyordu! Bu büyük altüst oluş, dünya işçi sınıfı ve sendika hareketini, solu/sosyalist solu ideolojik olarak da derinden sarsacaktı.Türkiye’de sendikaların emek piyasasındaki gücü ve etkinliği 60’ların ikinci yarısından sonra artmaya başlamıştı. Sendika hareketi için bir bölünmeyi olduğu kadar güçlü bir sıçramayı da ifade eden DİSK aynı 
dönemde kurulmuştu. 70’ler, sendika hareketinin en hareketli ve etkili olduğu yıllardı. 12 Eylül 1980 darbesinin, hâkim sınıarın 24 Ocak kararlarıyla şekillenen ekonomi 
politikalarının ve yeni sosyal politika tercihlerinin uygulama alanı bulduğu bir baskı dönemi olarak işçi sınıfı, sendika hareketi ve sol siyaset üzerinde olağanüstü ölçüde yıkıcı etkileri oldu. Sendikalar, 80’lerin sonlarında 
yakaladıkları yeni ve çok kısa sürecek bir yükselişin ardından, 90’ların ilk yıllarından başlayarak bugün de içinde olduğu çözülme ve gerileme 
sürecine girdiler. Reel sosyalizmin çöküşü dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, bu gerilemeyi hızlandırdı. Siyasi etkisini ve ağırlığını  yitiren sosyalist 
sol da giderek işçi/sendika hareketinden uzaklaştı. 
Bunun sendikaların geleceği açısından çok esaslı sonuçları oldu. Bu tarih perspekti içinde sendika hareketinin ekonomik krizlere karşı tepkisi, 
90’lardan ve özellikle 1994 krizinden sonra giderek edilgen bir hal aldı. Krizlere karşı sendika hareketinin re ekslerini seçebildiğimiz 

Küresel kapitalizmin tıkandığı devreleri izlediğimizde, her defasında işsizliğin tırmandığını, reel ücretlerin düştüğünü, kısaca krizlerin yükünü her 
defasında emekçi sınıfların taşıdığını görüyoruz.başlıca alanlardan biri olan toplu pazarlığın kriz dönemlerindeki çatışmacı rolü, boyun eğen 
“düzenleyici” politikalarla giderek silikleşti. 

1969 KRİZİ VE SENDİKALAR 

Türkiye’de işçi hareketleri, grevler, işçi örgütlenmeleri 19. yüzyılın ortalarına kadar izlenebilse de sendikaların kitleselleşmesi 1946 ve 1947 
sendikacılığı yıllarından, toplu pazarlığın emek piyasala
rı üzerinde etkisini hissettirmeye başlaması ise 1963 sendika yasalarının yürürlüğe girmesinden sonra oldu. 1963 yılından sonraki dönemde ilk 
ekonomik kriz, 1969’da  yaşandı. 1969 krizi IMF programının  yürürlüğe konmasına neden oldu ve 10 Ağustos 1970’de Türk Lirası  yüzde 66,6 
oranında devalüe edildi (değer kaybına uğratıldı).

Kriz sendika hareketinin ve solun  yükselişini durduramadı. Sosyalist solun 68 baharı ile üniversitelerden başlayan yükselişini, 1969 ve 1970 
yıllarında fabrikalardaki işgal eylemleri, direnişler izledi. İşçiler fabrika işgallerini, öğrenci gençlik eylemlerinden esinlenerek zaman zaman “boykot” 
olarak nitelediler. 1969, bir mücadele  yılıydı, işçilerin “tek tek fabrikaların işçileri olmaktan çıkıp, yekpare bir işçi sınıfı olmaya”  yöneldikleri bir  
yıldı. Onlar “menfaatlerini, hayatla-rının, kendilerini ezenlerin bir oldu-ğunu” görmüşlerdi.

 DİSK’in kurucu ve lokomotif sendikası Maden-İş, 

“Meşruluğunu kaybetmiş her kuruluş işgal edilebilir” diyordu.

 1970  yılında örgütlenen ve siyasi genel grev özellikleri taşıyan 15-16 Haziran direnişi Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük kitle eylemi oldu. 
DİSK’in örgütlediği ancak DİSK’i de aşan direnişe 70 bine yakın işçi katıldı.Sayısal veriler de 1969-1971 devresinde ekonomik/siyasi krizin, grevlerin ve grev  eğiliminin seyrinde sapmalara neden olmadığını göstermektedir. 

Önceki yıllarla karşılaştırıldığında grevde kaybolan işgünü sayısındaki düzenli yükselişin 1968’de dikkate değer bir gerileme kaydettiği, ekonomik 
kriz devresinde ise  yeniden yükselişe geçtiği görülmektedir. 1968’de grevde kaybolan işgünü sayısı 174 bin 905 iken 1969’da 235 bin 134’e 
yükselmişti. Bu sayı 1970’te 220 bin 189’a, 1971’de ise 476 bin 116’ya çıkmıştı.

Bu devrede toplu pazarlık sürecinin de etkili olduğu gerçek ücret endeksi serilerinde de, ekonomik krizin izlerini bulabilmek mümkün değildir. 
1963  yılı 100 kabul edildiğinde gerçek ücret endeksi, 1969’da 124’e, 1970’te 127’ye yükselmiştir ki, 1963’ten başlayan düzenli yükseliş trendi 
ancak 1971’de 12 Mart darbesinin de etkisiyle geri çevrilecektir.

70’LER VE PETROL KRİZLERİ

Mart’tan çıkış yılları, solun ve sendika hareketinin tarihinin en güçlü yükselişini yaşadığı yıllardır. Bu yükseliş, 1974 ve 1978 yıllarında  yaşanan iki 
petrol kriziyle eşzamanlı  yaşanmıştır.

<  1969, bir mücadele yılıydı, işçilerin “tek tek fabrikaların işçileri olmaktan çıkıp, yekpare bir işçi sınıfı olmaya” yöneldikleri bir yıldı. 
Onlar “menfaatlerini, hayatlarının, kendilerini ezenlerin bir olduğunu” görmüşlerdi.(2) DİSK’in kurucu ve lokomotif sendikası Maden-İş, 
“Meşruluğunu kaybetmiş her kuruluş işgal edilebilir” diyordu.>

  
1994 KRİZİ SONRASI VE TESLİMİYETÇİ  DÜZENLEYİCİ ROLÜYLE TOPLU PAZARLIK 


12 EYLÜL ÖNCESİ EKENOMİK KRİZLER VE ÜLKEYE YANSIMALARI,


1994, 2001 ve 2008 krizleri ve öncelerinde yaşanan ekonomik güçlükler dış borç stokunun tırmanmasına, cari açığın büyük boyutlara varmasına, enflasyonun zaman zaman üç haneli rakamlara fırlamasına, reel faizlerin yükselmesine  yol açtı. Aralık 1999’da hükümet IMF ile stand-by anlaşması imzalamak zorunda kaldı. 22 Kasım 2000 günü, Kara Çarşamba olarak bilinen para krizi 13 bankanın ve çok sayıda aracı kurumun batmasına neden oldu.
    
< Kamuda ve özel sektörde binlerce işçi “Ölmeye geldik!” sloganıyla meydanlara çıktı. 1989 İlkbahar Eylemleri sendika hareketinin yeni ve güçlü bir çıkışının fitilini yaktı. Birbiri ardına etkili eylemler, gösteriler örgütlendi. 1989 ve 1991 yıllarında toplu pazarlık masalarına işçinin gölgesi vurdu. Toplu sözleşmeler çok önemli ücret artışları ve kazanımlarla sonuçlandı. >

    19 Şubat 2001 günü Çankaya Köşkü’nde yaşanan tartışma büyük bir ekonomik krize dönüştü. IMF programı çöktü. Türkiye ekonomisi 
2. Dünya Savaşı yıllarından bu yana görülmemiş oranda küçülme gösterdi. 

2008 yılının son aylarında patlak veren küresel kriz ise 1929 Dünya Ekonomik Bunalımıyla kıyaslanacak kadar etkili ve yıkıcı olmuştu. 
1994-2008/2009 döneminde yaşanan üç krizi karşılaştırmalı olarak ele alan Korkut Boratav “dış kaynak hare-ketlerindeki gerilemelere göre” 
ilk krizin 13 ay, ikinci krizin 12 ay, son krizin de 13 ay sürdüğünü yazmaktadır. 

“1994 ve 2001 krizleri büyük ölçüde aynı takvim yılları üzerinde yoğunlaşmıştır. Eski verilere göre, milli gelir 1994’te yüzde 6,1, 2001’de yüzde 9,4 oranlarında küçülmüştü. İki yıla yayılan son krizi içeren on iki ayı (Ekim 2008-Eylül 2009’u), bir önceki on iki ayla karşılaştırınca yüzde 7,8’lik bir küçülme oranı gözlüyoruz. Böylece, TÜİK’in ‘resmîleşmiş’ milli gelir verilerine göre, 2008-2009 krizi diğerlerine göre daha ağır boyutta 
seyretmiştir.”(12)

Krizler çalışma hayatını derinden sarstı. Pek çok fabrika kapandı ya da faaliyetine ara verdi. Yoğun işten çıkartmalar yaşandı. İşsizlik büyüdü. TÜİK 2008 krizinin ardından 2009 yılında gerçekleşen tarım dışı işsizlik oranını yüzde 16 olarak açıkladı ki, gerçek oranın bunun çok daha üzerinde olduğu bilinmektedir. (13)

 Bu krizde nominal ücretler bile geriledi. 2009 son çeyreğinde birim nominal ücretler, 2008 son çeyreğine göre  yüzde 13 gerilemişti. Reel ücretlerdeki gerileme ise yüzde 17 olmuştu.(14)

 DİSK Araştırma Enstitüsü, 2008  yılında reel birim ücretlerde yaşanan gerilemeye 2009 yılında kısmi ve sınırlı bir toparlanmanın eşlik ettiğini, ancak gerilemenin 2010 yılında da sürdüğünü hesaplamaktadır.(15)

Öte yandan AKP, iktidara geldiği 2002  yılından bu yana sistemli bir şekilde özelleştirme, taşeronlaşma uygulamalarıyla, kayıt dışı, güvencesiz ve esnek istihdam biçimleri yoluyla, gizli ajandasındaki emek piyasasının parçalanması ve sendikasızlaştırma hede?ne ulaştı. 1994-2014 döneminde sendika hare
keti, her krizden biraz daha yara alarak çıktı, her yıl gücünü/etkisini biraz daha kaybetti. Sendikalaşma oranları yıldan yıla geriledi. Toplu pazarlığın 

Kamuda ve özel sektörde binlerce işçi “Ölmeye geldik!” sloganıyla meydanlara çıktı. 1989 İlkbahar Eylemleri sendika hareketinin yeni ve güçlü bir çıkışının fitilini yaktı. Birbiri ardına etkili eylemler, gösteriler örgütlendi. 
1989 ve 1991 yıllarında toplu pazarlık masalarına işçinin gölgesi vurdu. Toplu sözleşmeler çok önemli ücret artışları ve kazanımlarla sonuçlandı. kapsamı daraldı. 90’larda kamuda hala bir ücretler politikası aracı olarak az çok varlığını sürdürmeye çalışan birleştirilmiş toplu pazarlık, 21.  yüzyılın başlarında çözüldü, etkisini tamamen kaybetti. 2000 yılından bu yana, grev ve grevde kaybolan işgünü sayıları geriledi. Greve katılan işçi sayısı 2000 yılında 18 bin 705 iken 2012 yılında 768’e düştü. Günlük hayatta hissedilmeyen ya da başladığı gün kırılan “büyük ölçek-li” birkaç grev kâğıt üzerinde zaman zaman bu sayıları yukarı çekse de grev, toplu pazarlık süreci içinde bir mücadele aracı olmaktan uzaklaştı. 

Kriz dönemlerinde sendikalar, toplu pazarlık ve genel olarak da sosyal diyalog süreçleri yoluyla, zaman zaman işgücü maliyetlerini işverenden alıp kamunun sırtına yüklemenin bir aracı olarak fonksiyon gören “kısa çalışma protokolleri” ve benzeri politikalarla “çözüm” arayışı içinde oldular. Krizler karşısında etkili olamadılar. 

BİR DEĞERLENDİRME

Küresel kapitalizmin tıkandığı devreleri uzun bir zaman aralığı içinde, emek piyasasına ve genel olarak da çalışma hayatına etkileri açısından izlediğimizde, her defasında işsizliğin tırmandığını, reel ücretlerin düştüğünü, kısaca krizlerin yükünü her defasında emekçi sınıfların taşıdığını görüyoruz. Hayatın içinden gelen bu bilgi, sayısal verilerle de gösterilmiştir. Bu  yüzden krizler, daha ekonomi üzerinde yarattıkları ilk sonuçlarından başlayarak, sendikaların gündeminin ilk sırasında yerlerini alırlar. Buna karşılık sendikaların ekonomik krizlere verdiği tepkinin, her zaman aynı olmadığı, krizlere karşı geliştirip önerdikleri politikaların, eylemlerin –dahası kriz algılarının bile– konjonktüre göre şekillendiği, uzun bir zaman aralığı içinde izlendiğinde tespit edilmekte
dir. Türkiye’de sendika hareketinin kabardığı dönemlerde krizlere karşı grevlerle, direnişlerle, işyeri işgalleriyle verilen sert karşılık, 90’lardan başlayarak yeni arayışlara evrilmiştir. Toplu pazarlık hede?eri seçilirken, artık genellikle 
“kazanılmış hakların korunması” ilkesi öne çıkmaktadır. Taşeronlaşma ve esnek istihdam modellerinin yaygınlaşması, kitle üretiminin yerini esnek üretim biçimlerinin alması, işçi sınıfının profilindeki değişim ve büyük üye kaybına uğrayan sendikaların esas olarak, küçülen kamuda ve özel sektörde ise büyük sanayi kuruluşlarında çalışan çekirdek işgücünün örgütleri durumuna gelmiş olmaları… Bütün bunlar neoliberal politikaların sonuçları olarak sendikaları yıldan yıla daha da zayıflattı, zayıflatmakta. Bu değişimin gerisindeki en önemli faktörlerden biri, sosyalist sistemin çöküşü oldu. 

Alain Badiou sosyalist devletlerin çöküşünün, kesinlikle “saf ve basit bir çöküş” olduğunu  yazar:
 “… Siyasi yönelim diyebileceğimiz herhangi bir şey bunda en ufak bir rol oynamadı. Ve o zamandan beridir bu siyasi boşluk canavarlar doğurmayı sürdürüyor.” (16)

Bu “siyasi boşluk” en ağır biçimde emek hareketini, sendikaları vurdu. Bu boşluk, Ellen Wood’un, “sınıf- tan kaçış” olarak adlandırdığı bir hareketin sol siyasette etkili olmasına yol açtı. 

“Bu akımın en belirgin özelliği, ideolojiyi ve politikayı her türlü toplumsal temelden, özellik le de her türlü sınıfsal dayanaktan kopartarak” özerkleştirmesiydi.  Demokratikleşmenin yolu, sınıfsal değil ama “eşitsizliğin ve baskının birçok biçimine karşı çeşitli direnişleri bir araya getiren ‘demokratik’ mücadelelerin oluşturduğu bir çoğulluk” olarak kavranıyordu.

 Sol içinden liberal ve yeni sağ siyasetlere doğru bir kopuş da yaşandı. Sendikalar tedrici olarak solun ilgi ve etki alanının dışına çıktılar. 
Ve 70’lerde – bir ölçüde de 80’lerde – hedef tahtasına kapitalizmi koyan ve büyük ölçekli toplu pazarlık süreci içinde etkili kitle grevleriyle işçi 
sınıfına siyasi hedefler gösteren sendika hareketi, 90’lardan sonra kendisine  yeni bir rota çizemedi. Burada vurgulanması gereken esaslı nokta 
ekonomik ve siyasi dönüşümün ve krizlerin küresel niteliğidir. Kapitalizmin krizleri, domino taşları gibi birçok ülkeyi birden vuruyor. 

Sermayenin dünya üzerinde kazandığı olağanüstü hareketliliğin toplu pazarlık sürecinde kapitalistlere getirdiği olağanüstü avantaj karşısında 
sendika hareketi, küresel krizlere küresel bir tepki veremiyor. 
Küresel toplu pazarlık henüz nüve halinde, işkolları düzeyinde uluslararası toplu pazarlık, bölgeler düzeyinde toplu pazarlık süreçleri henüz şartları 
değiştirebilecek bir faktör olmaktan çok uzak. Küresel krizler karşısındaki yerel/ulusal tepkiler, krizlerin dünya işçilerinin hayatı ve toplu pazarlık 
süreçlerinin sonuçları üzerindeki yıkıcı etkilerini kontrol edebilmelerine yetmiyor. 

Bugün, “Dünya işçilerinin birliği ” şiarı, küresel kapitalizm ve küresel krizler karşısında tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar belirleyici/değiştirici 
bir büyük stratejik önermedir. 

(1) Milliyet, 11 Ağustos 1970; Cumhuriyet, 11 Ağustos 1970.

(2) Maden-İş, Sayı 21, 1 Ocak 1970.

(3) Maden-İş, Sayı 15, 10 Eylül 1969.

(4) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Çalışma Hayatı İstatistikleri, No: 23, Ankara, 1998, s. 65.

(5) Petrol-İş, Petrol-İş 86 Yıllığı, Petrol-İş Yayınları, No: 18, İstanbul, 1987, s. 91.

(6) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 1998, s. 65.

(7) Petrol-İş, 1987, s. 91.

(8) Mustafa Özer, Türkiye Ekonomisi, Anadolu Üniversitesi AÖF, 2008, s. 170.

(9) Milliyet, 22 Eylül 1977; 2 Mart 1978; 11 Haziran 1979 ve 25 Ocak 1980.

(10) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 1998, s. 65.

(11) Petrol-İş, 1987, s. 91.

(12) Korkut Boratav, “Türkiye’nin Üç Krizi: Kısa Bir Karşılaştırma”, Sol Portal, 18 Temmuz 2010.

(13) http://www.tuik.gov.tr 

(14) Mustafa Sönmez, “Sanayide Reel Ücretler Yüzde 17 Geriletildi”, http://mustafasonmez.net/?p=156

(15) DİSK Araştırma Enstitüsü, “Sanayi’de İstihdam ve Reel Ücretler Raporu (2010 Yılı)” 

(16) Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 43.

(17) Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış, Akış Yayıncılık, Akış Yayınları 9, Politika Dizisi 2, İstanbul, 1992, s. 7-8 ve 10.

https://www.academia.edu/9541784/T%C3%BCrkiyede_Ekonomik_Krizler_Kar%C5%9F%C4%B1s%C4%B1nda_Sendikalar_ve_Bir_S%C4%B1n%C4%B1f_Tepkisi_Olarak_Toplu_Pazarl%C4%B1%C4%9F%C4%B1n_Rol%C3%BC


*****************


_ BENZİN KITLIGI..





TÜRKİYEDE 12 EYLÜL ÖNCESİ BENZİN KITLIGI TÜP SİĞARA KUYRUKLARI,
VİDEOSU..

https://www.youtube.com/watch?v=zIktbV4Tz2s


HABERİ  DİREKT VER YIL 1977





http://onkonu.com/bilgi/her-yonuyle-12-eylul-1980-darbesi-1628


***



http://www.sabah.com.tr/galeri/turkiye/1977nin_kuyruk_cilesi






















_ 3 SENTE MUHTAÇ OLDUK  ELÇİLİKLERİN GİDERLERİNİ DAHİ KARŞILAYAMAZ OLDUK,


TBMM Genel Kurulu, TBMM Başkanı Cemil Çiçek başkanlığında toplandı. Genel Kurul'da, 2013 Yılı Merkezi Yönetim Kesinhesap Kanunu Tasarısı, 141 ret oyuna karşı 293 oyla kabul edildi. 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ise 145 ret oyuna karşı 297 oyla kabul edildi.

TBMM Genel Kurulu, TBMM Başkanı Cemil Çiçek başkanlığında toplandı. Genel Kurul'da, 2013 Yılı Merkezi Yönetim Kesinhesap Kanunu Tasarısı, 141 ret oyuna karşı 293 oyla kabul edildi. 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ise 145 ret oyuna karşı 297 oyla kabul edildi. 

2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2013 Yılı Merkezi Yönetim Kesinhesap Kanunu Tasarısı'nın görüşmelerinin son gününde gruplar ve Hükümet adına son konuşmalar yapılacak. 

Çiçek, görüşmelere başlamadan önce yaptığı kısa konuşmada, 2014 yılının son birleşiminin yapıldığını hatırlatarak, 2015 yılı bütçesinin Meclis'in yasalaştıracağı son düzenleme olacağını kaydetti. 

"Tüm özverili çalışmalardan dolayı, milletvekillerine, grup başkanvekillerine, komisyon başkanlarına, Meclis Başkanvekillerine, Başkanlık Divanı üyelerine, genel başkanlara ve Meclis çalışanlarına teşekkür ve şükranlarımı sunuyorum. 2015 yılının şimdiden sağlıklı, huzur dolu bir yıl olmasını diliyorum" diyen Çiçek, ilk sözü Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanı, AK Parti Manisa Milletvekili Recai Berber'e verdi. 

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanı ve AK Parti Manisa Milletvekili Recai Berber, "Yapısal dönüşüm ve eylem planları ile ülkemiz yeni bir kalkınma seferberliğine başlatmış olacak. Herkes görecek ki AK Parti hükümetleri devrim niteliğindeki reformları sayesinde yine kendi rekorlarını kırmaya devam edecek" dedi. 

TBMM Genel Kurulu'nda 2015 yılı bütçesi üzerinde AK Parti Grubu adına konuşan Berber, ekonomik verilere ilişkin bilgileri yanında getirdiği grafiklerle gösterdi. Son 12 yılda büyük başarılara imza attıklarını, AK Parti hükümetleri döneminde yılda ortalama yüzde 4,8 büyüme sağlandığını, milli gelirin arttığını söyleyen Berber'e, CHP ve MHP'li bazı milletvekilleri laf attı. 

Birleşimi yöneten TBMM Başkanı Cemil Çiçek, "Daha 5 dakika bile olmadan başladınız. Sizler de konuşacaksınız. Neden hatibin sözünü kesiyorsunuz? Yapmayın ya... Bu iyi bir görüntü değil. Daha yeni başladık. 6 saat buradayız" dedi. 

İşsizlik oranlarının arzu edilen seviyelere inmemesinde işgücüne katılım oranlarındaki artış gibi 2008 yılında ABD'de başlayan ve 2009 yılında bütün dünyayı etkileyen global ekonomik krizin etkilerini gözardı etmemek gerektiğini anlatan Berber, şöyle konuştu: 

"Ancak alınan önlemler sayesinde ekonomimiz 2010 yılından itibaren yeniden yüksek büyüme performansı göstermiş ve 2009 yılından bu yana 5,7 milyon kişi daha istihdama katılmış, iş sahibi olmuştur. İstihdam yaratma potansiyelimiz 90'lar seviyesinde olsaydı bugün işsisizlik yüzde 14 seviyesine çıkar ve işsiz sayımız 3,5 milyon kişi daha fazla olurdu. Dünyanını hala atlatamadığı krize rağmen bu sonuçların herkesin takdir ettiği büyük başarı olduğu gerçektir. Uygulanan ekonomi politikaları ve mali disiplinle sağlanan güven ve istikrar ortamı sayesinde büyümemizde önemli etkisi olan doğrudan yabancı sermaye girişi, 2002 yılına göre yaklaşık 12 kat artmıştır. Bütçe performansında da önemli sonuçlar elde edilmiştir. 2002 yılında yüzde 11,5 olan merkezi yönetim bütçe açığını, 2013 yılında yüzde 1,2'ye kadar indirdik. 2014'te bu oranın yüzde 1,4 olarak gerçekleşmesini öngörüyoruz, 2015 yılı bütçesinde ise açığın yüzde 1,1 düşürülmesi hedefleniyor. 2016 yılından itibaren ise yüzde 1'in altına indirilmesi hedeflenmektedir. 1992- 2002 döneminde faiz giderlerinin bütçe içindeki payı yüzde 34,7 iken, bu oran 2003-2013 döneminde ortalama yüzde 24,2'ye düştü. Eğer faiz giderlerinin bütçe içindeki payı 1990'lardaki gibi olsaydı, faiz giderleri 2013 yılında 48 milyar yerine 142 milyar lira olacaktı. Benzer şekilde 90'lardaki performans devam etseydi bizim 2003-2013 döneminde faize ödediğimiz toplam para 392 milyar lira daha fazla olacaktı ki biz bu tutarı milletimize hizmet olarak harcadık, eski hükümetler gibi rantiyeye vermedik. " 

Berber, AK Parti döneminde iç borç stokunun önemli ölçüde azaldığını belirterek, 1992-2002 döneminde iç borç stokunun 418 kat artarken, 2003-2013 döneminde sadece bir kat arttığını işaret etti. 1992-2002 döneminde merkezi yönetim borç stokunun milli gelire oranının 40 puan daha artış gösterdiğini kaydeden Berber, "Borçlanma eğilimimiz bu şekilde devam etseydi 2013 yılı itibarıyla borç stokumuzun milli gelire oranı yüzde 109'e çıkacaktı, bunun da parasal karşılığı 1 trilyon 700 milyar lira..Biz de Yunanistan gibi borç batağında iflas etmiş durumda olacaktık. Kayıp 90'lı yılların aksine ak yıllarda faiz giderlerinin hem bütçe hem de milli gelir içindeki hızlı şekilde azalttık. Bu sayede daha fazla kamu kaynağını vatandaşın hizmetine sunduk. Eğitime, sağlığa, altyapı yatırımlarına daha fazla kaynak aktardık" dedi. 

Kamu kesimi borçlanma gereğinde durumun daha da çarpıcı olduğunu ifade eden Berber, 1992-2002 döneminde ortalama yüzde 7,8 olan kamu kesimi borçlanma gerenin milli gelire oranının 2003-2013 döneminde yüzde 1,8 olduğunu, bu oranının 2014'te yüzde 1, 2015 yılından itibaren de yüzde 1'in altına ineceğini öngördüklerini söyledi. 

Muhalefet milletvekillerinin Komisyon ve Genel Kurul görüşmelerinde 2015 yılı bütçesini "seçim bütçesi" olarak iddia ettiklerine dikkati çeken Berber, "Keşke biraz dediğiniz gibi olsaydı demek geliyor içimden. 6 ay sonra genel seçim, ondan sonra 4 yıl boyunca seçimsiz dönem ülkemizi beklerken bütçemizde yine sıkı duruştan taviz verilmediğini görüyoruz" dedi. 

Berber, pek çok milletvekillerinin büyük yatırımların kamu-özel işbirliği yöntemi yerine Hazine borçlanmasıyla yapılmasını savunduklarını belirterek, bunun bir tercih meselesi olduğunu vurguladı. "Eğer hükümetlerimiz özelleştirmelerde ekonomik faaliyetlerden büyük ölçüde çıkmasaydı, bir çok projeyi kamu-özel ortaklığıyla değil de borçlanarak yapsaydı, işte o zaman bugün dünyanın takdir ettiği ekonomik performansı asla gerçekleştiremezdik" diyen Berber, şunları kaydetti: 

"Herkes şunu bilsin ki AK Parti hükümetleri ülkemizin potansiyelini harekete geçirmeye, özel sektör eliyle büyümeye devam edecektir. Devlet olarak altyapı yatırımlarına devam edeceğiz. Enerji dahil tüm üretim alanlarının özel sektörümüz, girişimcilerimiz milletimiz eliyle yapılmasını sağlayacağız. Global kriz sonrasında bazı sektörlerde, bankacılık gibi, regülasyon ve finansal istikrar amacıyla bir kısmının devletin elinde kalması gerektiği savunulmuştu. Bu tez doğru olsa bile genel ilkemiz olan devletin düzenleyici ve denetleyici rolünün dışına çıkmasını gerektirmez. Sadece çok küçük ve konjonktürel istisna olarak değerlendirilebilir. Uyguladığımız sıkı mali politikaları, sadece bütçe açıklarının azaltılması, faizlerin nominale düşmesi ve bütçe içinde faiz ödemelerine ayrılan payın azalmasını sağlamamıştır. Aynı zamanda piyasa faiz oranlarını da düşürmüş, Hazine'nin borçlanma faizini 2013 yılında ortalama yüzde 7,6 ile son 40 yılın en düşük oranına indirmiştir. Bu sayede özel sektörün kullandığı kredilerin faiz oranları da düşmüştür. Bugün esnafımız yüzde 4-5, çiftçilerimiz 0-5, sanayici ve tüketicilerimiz yüzde 10'lar seviyesinde faizle kredi kullanabiliyorsa bu sayede olmuştur. Faizlerin düşmesiyle sadece devlet bütçesinden değil, milletin cebinden çıkan faizin rantiyecilere gitmesini önlemiş olduk. Milli gelir pastasından daha fazla faize pay ayrılırken, bu üretime ve üretimde çalışanlara aktarılmış oldu. Bunu yeterli bulmuyoruz. Bunu da aşabilmek için önümüzdeki dönemde iç tasarrufları destekleyerek artırmamız gerektiğini biliyoruz. " 

Berber, geçen 12 yılda dünyanın yaşadığı en büyük krize rağmen Türkiye'nin ortalama yüzde 4,8 büyüme gerçekleştirdiğini belirterek, yine en az yüzde 5'ler seviyesinde büyümeyi gerçekleştirme zorunluluğu olduğunu söyledi. 2009 yılından beri alınan önlemler sayesinde dünya ortalamasının üstünde büyümeye devam ettiğini anlatan Berber, "Yapısal dönüşüm ve eylem planları ile ülkemiz, yeni bir kalkınma seferberliğine başlatmış olacak. Herkes görecek ki AK Parti hükümetleri devrim niteliğindeki reformları sayesinde yine kendi rekorlarını kırmaya devam edecek" dedi. 

2015 yılı bütçesinin gerçekçi ve milletten aldığını millete sunan, rantiyecilere değil memuruna, emeklisine, işçisine ve köylüsüne daha çok imkanlar sağlayan, eğitim ve sağlığa aslan payını ayıran, sosyal devlet anlayışının ürünü olduğunu belirterek, AK Parti hükümetleri döneminde sadece iki yıl hariç bütçe hedeflerini tutturduklarını, çoğu zaman hedefleri aştıklarını, bunun büyük başarı olduğunu, bu başarıda hükümetlerin kararlı, tutarlı ve şeffaf maliye politikalarının etkisi olduğunu kaydetti. 

Bütçenin sağlam kaynaklardan finanse edildiğini belirten Berber, AK Parti iktidarları döneminde dolaysız vergilerin yeterli düzeyde artırılmadığı veya dolaylı vergilerin fazla artırıldığı algısının gerçek olmadığını savundu. Berber, yapısal reformları Türkiye'deki dönüşümün temel motoru haline getirdiklerini belirterek, sözlerini şöyle tamamladı: 

"Bundan sonra tüm alanlarda ekonomimizde değişim, dönüşüm ve yenileşmeyi sürdüreceğiz. Yeni Türkiye'yi inşa etmeye devam edeceğiz. Bu yaklaşımı sayesinde 2023 hedeflerimize hızla ilerliyoruz. Geldiğimiz nokta, bu hedeflere ulaşacağımızın en güzel göstergesidir. Mali disiplin sayesinde elde ettiğimiz kazanımlar, ülkemize hem sağlam duruş hem de mali esneklik kazandırmıştır. Dünyada büyümenin yavaşladığı ve belirsizliklerin devam ettiği ortamda, sağlam ekonomik göstergelerimiz en büyük dayanağımızdır. 2015 yılı bütçesi de bu politikalarımızın devam ettirileceği bütçedir. 2015'te büyümeyi destekleyecek, kamu altyapı yatırımlarında, teşviklerde ve AR-GE desteklerinde kullanılacak mali alan yaratılmasına devam edilecek. Bunun için temel politika araçları yine faiz dışı harcamaların kontrol edilmesi, kamu kesimi borçlanmasının makul seviyede tutulması, cari harcamalarında daha verimli kullanımların sağlanması, bütçe gelirlerinin sağlıklı ve sürekli kaynaklardan temini, kayıtdışı ekonomiyle mücadele edilmesi olacak. Mali disiplin önümüzdeki dönemde de devam edecek. Bu bizim en önemli gücümüz olacak." 

AK Parti Grup Başkanvekili Ahmet Aydın, faiz giderlerinin 2002 yılı toplam bütçe giderleri içindeki payının yüzde 44,7 olduğunu belirterek, "Yani bütçemizin yarıya yakını faize gidiyordu. Bu oran 2015 bütçesiyle yüzde 11,4’e çekilmiştir. AK Parti 2002 yılından sonra faiz oranlarıyla mücadeleye girişip, faizin bütçe içindeki payını indirerek 942 milyar liralık tasarruf yapmıştır" dedi. 

Aydın, TBMM Genel Kurulu'nda görüşülen 2015 yılı bütçesi üzerinde AK Parti Grubu adına yaptığı konuşmada, bu bütçede de eğitime, sağlığa, adalet ve emniyete, sosyal harcamalara önemli paylar ayrıldığını söyledi. 

"AK Parti Hükümetleri bütçe hazırlarken, aç kabadayıların boş kese mantığı ile hareket etmiyor. Sorumsuz ve tedbirsiz planlamalarla günü kurtarıp gelecek nesillerin sırtına semer vurmuyor" diyen Aydın, AK Parti'nin kendisi eyyamcı olmadığı gibi bütçelerinin de eyyamcı olmadığını söyledi. 

Aydın, muhalefetin ekonomik meselelere değinirken kurnazlık yaptığını ifade ederek, şöyle konuştu: 

"Oransal değerlendirmeyi yapmak yerine, mutlak rakamlar itibariyle azalış ya da artışlardan bahsediyorlar. Bu sadece işgüzarlık değil, bilimsel bir eksikliktir. Çünkü bir ekonominin ölçümlenmesi ya da performansa değerlendirmesi, milli gelir gibi esas parametrelerde yapılır. Eğer bir kişinin servetinde 10 liradan 100 liraya artış varken, borcunda 20 liradan 30 liraya yükselme sözkonusu ise ortada bir sorun yoktur. Tam tersi bu şahsın çok ciddi bir ekonomik başarısı sözkonusudur. Çünkü borcu yüzde 50 artarken, serveti yüzde 900 artmıştır ve borcunu ödeyebilme kapasitesi yükselmiştir. 

Büyüme oranlarında bir düşme olduğunda, muhalefetin felaket tellallığı yaparak hükümeti suçlaması bunun en büyük delilidir. Düşen hasıla rakamlarının ceremesini Hükümete yüklerken, yükselen hasıla rakamlarını Hükümetin başarı hanesinden çıkarmak iyi niyetten yoksun bir yaklaşımdır. Muhalefetin, bilhassa ana muhalefetin işgüzarlığı bununla da sınırlı değil. Eline aldığı bilgilerle cımbızla cambazlık yapmak suretiyle farklı verilerden farklı sonuçlar çıkarmaya çalışıyor. Geçmişi bugüne taşırken istediği sonuca ulaşabilmek adına rakamlarla adete oynadı. Kemal Kılıçdaroğlu'nun, 1946 ile 2002 yılları arasındaki büyüme ortalaması hakkında tutanaklara geçen cümlesi şu: '1946-2002, 43 yılda ortalama büyüme yüzde 5,1. Darbeler oldu, beş sente muhtaç olunan dönemler oldu, ekonomik krizler oldu, Kıbrıs çıkarmaları oldu, Türkiye’ye yönelik ambargolar oldu; ama 5,1 ortalama büyüme vardı. Peki, 2003-2014 ortalama büyüme yüzde 4,7; yüzde 4,7.' 'Kurnazlık bunun neresinde' diyeceksiniz? Başlangıç yılına dikkat etmemiz gerekiyor. Sayın Kılıçdaroğlu hikayeyi neden 1946’dan başlatıyor? Çünkü 1945 savaşın bittiği ama savaşla birlikte ekonomilerin de bittiği yıldır. Ekonomi literatüründeki 'baz etkisi' denen şey işte tam da budur. Bitmiş bir ekonomiden sonra meydana gelecek bir sıçrama oransal olarak elbette ki çok yüksek olacaktır. Samimi bir mukayese yapılacaksa, daha gerilerden bir yerden almak gerekir. Mesela 1939 yılı. Neden? Çünkü, Atatürk’ün vefatını takip eden bu yıl, CHP’nin tam anlamıyla sorumluluk mevkiine geldiği yıldır. 1939-2002 yılları arasındaki kümüle büyüme oranı yüzde 263,1’dir. Bu 64 yılın ortalama büyüme oranı ise 4,1’dir. AK Parti Hükümetlerinin 11 yıllık kümüle büyüme oranı yüzde 54,6’dır, ortalaması ise 4,9’dur." 

Aydın, borcun artabileceğini, ancak borcun toplam servet içindeki oranının önemli olduğunu vurgulayarak, 2002 yılında yüzde 74 olan Avrupa Birliği tanımlı borç stokunun gayrisafi yurt içi hasılaya oranının 2014 yılında yüzde 33,1’e düşmesinin beklendiğini kaydetti. 

2002 yılında vergi gelirlerinin yüzde 85,7’si faiz ödemelerine giderken, bugün bu oranın yüzde 14,3’e kadar gerilediğini belirten Aydın, 2002 yılında yüzde 62,7 düzeyinde olan iç borçlanma faiz oranının ise 2014 Aralık itibarıyla yüzde 8,1’e indiğini kaydetti. Aydın, şunları kaydetti: 

"Faiz giderlerinin 2002 yılı toplam bütçe giderleri içindeki payı yüzde 44,7’dir. Yani toplam bütçemizin yarıya yakını faize gidiyordu. Bu oran - sıkı durun arkadaşlar - 2015 bütçesi itibariyle yüzde 11,4’e çekilmiştir ve böylece muazzam bir faiz tasarrufu söz konusu olmuştur. 119 milyar liralık bütçenin neredeyse yarıya yakını faize giderken, şimdi 473 milyar liralık bütçenin sadece 11,4'ü faize gidecek. AK Parti Hükümetleri, bu faiz oranlarıyla ilgili hiçbir şey yapmasa ve 2002 yılındaki oran korunsaydı, ne olurdu? AK Parti 2002 yılından sonra faiz oranlarıyla mücadeleye girişip faizin bütçe içindeki payını indirerek millet namına ne kadar tasarruf yapmış ve millete ne kadar kazandırmıştır? Bu sorunun cevabı her hür vicdanı ayağa kaldıracak ve AK Parti’yi alkışlatacak çaptadır. Çünkü, bu rakam tamı tamına 942 milyar liradır. Cari açık 2013 yılındaki 65 milyar dolardan 2014 yılı Eylül ayı itibariyle 46,7 milyar dolara gerilemiştir. Altın ve enerji hariç, denge ise 4,1 milyar dolar açıktan 7 milyar dolar fazlaya dönmüştür. 

Bu başarılardaki temel faktör, siyasi ve ekonomik istikrar adına çok önemli adımlar atmış olan ve küresel krizi, mali disiplin ile psikolojik direnç açısından başarıyla yöneten AK Parti Hükümetlerinin performansıdır. 1923 yılındaki toplam ihracatımız 51 milyon dolardır. 2014 yılında 11 aylık ihracat ise 144 milyar dolardır. 12 aylık tahminse yaklaşık 160 milyar dolardır. 1923’te 1 yıl içinde yapılan ihracatı, bugün 5 saatte yaptığımızı duymayan kalmadı. 1992 ile 2002 yılları arasındaki ihracat artış oranı yüzde 145’tir. 2002 ile 2014 yılları arasındaki ihracat artış oranı ise yüzde 344’tür. Son 11 yıllık dönemde yılda ortalama yüzde 4,9 büyüyerek milli gelirimiz 230,5 milyar dolardan 821 milyar dolara yükseldi. 1980-2002 arasında sadece 14,8 milyar dolar doğrudan yatırım çekebilen Türkiye, son 11 yılda 137,5 milyar dolar doğrudan yatırım girişi sağlamıştır." 

AK Parti Grup Başkanvekili Aydın, en düşük memur maaşı, net asgari ücret, en düşük memur emekli aylığı, en düşük SSK emekli aylığı, en düşük Bağ-Kur esnaf emekli aylığı, en düşük Bağ-Kur çiftçi emekli aylığı, 65 yaş aylığı ve muhtar aylığının, 2002 ile bugünkü rakamları hakkında bilgi verdi. 

2002'den önceki eski Türkiye'de milli iradenin vesayet altında olduğunu, insanların dışlandığını, 16 ayda bir hükümetlerin değiştiğini kaydeden Aydın, yeni Türkiye'de artık istikrar, büyüme, güven ve kalkınma olduğunu vurguladı. Aydın, eski Türkiye'de ülke gündemini iktidarların belirlemediğini, eli çantalı IMF memurunun belirlediğini ifade ederek, "Bu memurdan, IMF'den 5 kuruş almak adına 40 takla atan iktidar görüntüsü vardı, acziyet içerisinde olan bir iktidar vardı. Eskiden hastanelerin yoğun bakım ünitesinde can çekişen bir Türkiye vardı. Ama artık küresel krizlerden, yazarkasadan, kitapçık fırlatmadan, dünyanın en büyük ekonomik krizinden dahi etkilenmeyen güçlü bir Türkiye var. Dünyanın gündemini belirleyen bir Türkiye var" dedi. 

Ahmet Aydın, ülke kaynaklarının artık bir grubun elinde talan edilmediğini belirterek, OECD rakamlarına göre dünyada gelir dağılımının en doğru düzeldiği ülkelerin başında Türkiye'nin geldiğini, artık 1-2-3 doların altında Türkiye olmadığını kaydetti. 

HABERİN DEVAMINA İLGİLİ DOKÜMANLAR KISMINDAN ULAŞABİLİRSİNİZ

http://www.meclishaber.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=131372


***


_ 4 AYDA BİR  DEĞİŞEN KOALİSYON HÜKÜMETLER DÖNEMİ.. VE KAOS


Koalisyon denince akla kaos mu geliyor? Türkiye'de koalisyon denince akla kaos, kriz ve istikrarsızlık geliyor.

1960'lar, 70'ler, 90'lar ve 2000'li yılların başında, koalisyonların neden olduğu krizler yaşandı. Ülke onlarca yıl siyasi istikrarsızlığın pençesinde kıvrandı.

1970’LERİN SİYASİ AKTÖRLERİ…

Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan! 1970'lerin siyaset tarihi, bu 4 ismin üzerine kuruluydu.

Demirel, dönemin önemli siyasi figürlerindendi. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ise 1970'leri popüler eden diğer siyasi liderdi. 1970'lerde Türkiye'yi koalisyonlar yönetti.

Erbakan'ın Milli Selamet Partisi (MSP) ise koalisyonların vazgeçilmeziydi. Erbakan kimin yanındaysa, o başbakan oldu. 1971 muhtırasından sonra ara yönetim hükümetleri kuruldu. 1973 seçimlerine de işte bu şartlarla gidiliyordu. CHP, 1973'te Bülent Ecevit'in genel başkanlığında gittiği seçimde yüzde 33,29 oy oranıyla birinci oldu. 1977'ye kadar azınlık ve koalisyon hükümetleriyle ülke yönetildi.

1970'LER TÜRKİYE'NİN 73 SENT'E MUHTAÇ OLDUĞU YILLARDI

1977 genel seçimlerinde CHP yüzde 41.4, AP yüzde 36,9, MSP yüzde 8,6, MHP ise yüzde 6,4 oy aldı. AP-MSP-MHP koalisyonu kuruldu. Ardından Ecevit, Güneş Motel diye bilinen azınlık hükümeti ile iş başına geldi. 1970'lerin son hükümetini, 12 Eylül darbesine giden süreçte Demirel kurdu.

1970'ler Türkiye'nin 73 Sent'e bile muhtaç olduğu yıllardı. İhracat yapamadığı için en basit ihtiyaçlar bile karşılanamıyordu. 70'li yıllar tarihe bitmek tükenmek bilmeyen kuyruklarla damga vurdu. Vatandaşın ömrü benzin, tüp gaz kuyrukları, yağ kuyruklarında geçti.

1990'LAR YILLAR KOALİSYON KÂBUSUNUN EN BARİZ YILLARIYDI

90'lı yıllar da koalisyon kâbusunun en bariz şekilde yaşandığı yıllar oldu... 1991 seçiminde herkese "iki anahtar" vaat eden Demirel'in DYP'si, ANAP'ı geçti ve Türkiye'de koalisyon dönemi yeniden başladı.

Sırasıyla, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan,  tekrar Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit'in başbakanlıklarında koalisyon hükümetleri kuruldu.

90'LI YILLAR HEM KOALİSYON HEM KRİZ YILLARIYDI

90'lar hem koalisyon hem kriz yıllarıydı. 1993'te ekonomi çıkmaza girdi ve 5 Nisan kararları geldi. Türkiye, tarihinin en büyük kemer sıkma politikası ile karşı karşıya kaldı. Ama olmadı Türkiye düze çıkamadı.. Faizler yükseldi, işsizlik arttı, devalüasyon ve üç basamaklı enflasyon dönemi başladı.

1990'lar Türkiye'nin patinaja düştüğü hatta gerilediği bir dönem olarak tarihe geçti. Türkiye değişen dünyanın gerisinde kaldı. 1997 yılının 28 Şubat'ında ordu silahı yeniden masaya sürdü. Erbakan başbakanlığındaki Refah-Yol hükümeti istifa etmek zorunda kaldı.

SON KOALİSYONLA ÜLKE TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK EKONOMİK KRİZ YAŞANDI

İki yıl sonra yapılan 1999'daki seçimlerinde Ecevit'in DSP'si, MHP ve ANAP ile koalisyon hükümeti kurdu. Türkiye tarihindeki son koalisyon olan bu hükümet döneminde ülke en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşadı. 2001 krizinde Türkiye tam anlamıyla dibe vurdu.

Koalisyonların neden olduğu krizden Türkiye'yi 3 Kasım 2002'deki seçimlerde tek başına iktidara gelen AK Parti çıkardı. Halk o seçimde koalisyon ruhunu da sandığa gömdü.


İYİSİ DE KÖTÜSÜ DE GELDİ GEÇTİ

Türkiye'de koalisyon geleneği çok partili yaşama geçiş yıllarına dek uzanıyor. 92 yıllık tarihinde boyunca Türkiye “tek parti iktidarı” ile de yönetildi ve bir o kadar da “koalisyon iktidarı” gördü. 1950’de çok partili hayata geçildiği günden bu yana koalisyon hükümetleri ise neredeyse zorunluluk haline geldi.

30 Ekim 1923 tarihinden bu yana Türkiye'de 62 hükümet görev yaptı. İyisi de kötüsü de geldi geçti.
5 Hükümet askeri darbe sonrası iş başına geldi. 36 hükümette tek bir partinin milletvekilleri yer aldı. 21 hükümet de iki ya da daha çok partinin oluşturduğu koalisyonlar olarak kuruldu. İşte Türkiye’nin inişli çıkışlı siyasi tarihinin unutulmayan koalisyonları…

İLK KOALİSYON

20 Kasım 1961'de kurulan İsmet İnönü Hükümeti'nde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Adalet Partisi (AP) Milletvekilleri yer aldı. Bu ilk koalisyon hükümetiydi.

* Türkiye'de ilk hükümeti 30 Ekim 1923'de İsmet İnönü kurdu. 6 Mart 1924'de görevi bırakan hükümette, Vekili olarak Başvekil ve Hariciye Malatya Milletvekili Mustafa İsmet İnönü'nün ismi vardı.

* 6 Mart 1924'de II. İnönü Hükümeti görev başına geldi.



* 7 Ağustos 1946'da göreve gelen ve Başbakanlığı İstanbul Milletvekili Mehmet Recep Peker'in yaptığı hükümet ilk çok partili seçim sonrası göreve gelen hükümet olarak kayıtlara geçti.

* Peker Hükümeti, 10 Eylül 1947'de yerini Trabzon Milletvekili Hasan Saka Başbakanlığındaki hükümete bıraktı.

* 22 Mayıs 1950 yılında işbaşına geçen I. Menderes hükümeti Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) dışında kurulan ilk hükümetti.

DEMOKRAT PARTİ SEÇİM KAZANDI

* İstanbul Milletvekili Adnan Menderes Başbakan olurken, Eskişehir Milletvekili Hasan Polatkan Çalışma Bakanı olarak görev yaptı. I. Menderes Hükümeti 9 Mart 1953'de görevi bıraktı.

* 26. Hükümet olarak kayıtlara geçen İsmet İnönü hükümetinde, CHP ve AP milletvekilleri görev yaptı. Hükümet, 20 Kasım 1961 25 Haziran 1962 tarihleri arasında işbaşındaydı.

* 25 Aralık 1963'e kadar görev yapan İsmet İnönü Başbakanlığındaki hükümette ise, Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKPM) milletvekilleri yer aldı.

* 29. Hükümet olarak işbaşına geçen Suat Hayri Ürgüplü Hükümeti'nde Başbakanlığı meclis dışından Süleyman Demirel yaparken, Millet Partisi'nden (MP) Devlet Bakanı Hüseyin Ataman, İç İşleri Bakanı İsmail Hakkı Akdoğan yer aldı. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nden ise, Devlet Bakanı Mehmet Altınsoy, Adalet Bakanı İrfan Baran ve Köy İşleri Bakanı Seyfi Öztürk görev aldı.

* 20 Şubat 1965- 7 Ekim 1965 tarihleri arasında görev yapan Ürgüplü Hükümeti Cumhuriyet Senatosu üyeleri, bağımsız milletvekilleriyle kuruldu.

* 22 Mayıs 1972'de göreve gelen Ferit Melen Hükümeti'nde ,Cumhuriyetçi Güven Partisi, (CGP) Adalet Partisi (AP) ve CHP'li milletvekilleri yer aldı. Melen Hükümeti 15 Nisan 1973 tarihine kadar görev yaptı.

* 1974 seçimleri öncesi kurulan Cumhuriyet Senatosu Üyesi Mehmet Naim Talu başkanlığındaki hükümeti ise, CGP; AP ve Bağımsız Milletvekillerinden oluştu.

* I. Ecevit hükümeti CHP ve Milliyetçi Selamet Partisi (MSP) Milletvekillerinden oluştu. Başbakanlığı Bülent Ecevit yaparken, Necmettin Erbakan Devlet Bakanı ve Başbakanlık Yardımcılığı görevini üstlendi.



Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit

* I. Ecevit Hükümeti, 26 Ocak 1974 17 Kasım 1974 tarihleri arasında görev yaptı.

* 17 Kasım 1974'de Sadi Irmak Başkanlığı'nda bir geçiş hükümeti kurulurken, hükümet yerini 31 Mart 1975'de Süleyman Demirel Başbakanlığındaki hükümete bıraktı.

* Süleyman Demirel'in Başbakan, Necmettin Erbakan'ın Başbakan Yardımcısı olduğu hükümet 21 Haziran 1977 tarihine kadar görev yaptı.

* 21 Temmuz 1977'de AP, MSP ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) milletvekillerinden oluşan koalisyon hükümeti II. MC olarak adlandırıldı. 5 Ocak 1978'de görevi bıraktılar.

* 21 Kasım 1991'de işbaşına geçen ve Başbakanlığı Süleyman Demirel'in Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı görevini Erdal İnönü'nün üstlendiği hükümet SHP-DYP koalisyonuydu.

SÜLEYMAN DEMİREL VE ERDAL İNÖNÜ

* DYP- SHP koalisyonu 5 Ekim 1995'de Tansu Çiller'in başbakanlığında kurulan 'DYP azınlık hükümetiyle sona erdi.

* DYP- CHP koalisyonu ise, 30 Ekim 1995 6 Mart 1996 tarihleri arasında görev yaptı.

* 6 Mart 1996'da Anavatan Partisi (ANAP), Demokratik Sol Parti (DSP) koalisyon hükümeti kuruldu. Başbakan Mesut Yılmaz, Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit'ti.

* 28 Nisan 1996'da işbaşına geçen Refah Partisi (RP), DYP koalisyon hükümetinde başbakanlığı Necmettin Erbakan yaptı.

* 30 Haziran 1997'den 1999 seçimlerine kadar ANAP-DSP koalisyon hükümeti görev yaptı.

* 28 Mayıs 1999'da göreve başlayan 57. Hükümette ise, Başbakan Bülent Ecevit (DSP), Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli (MHP) ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz (ANAP)

TÜRKİYE’DE AK PARTİ DÖNEMİ 

18 Kasım 2002’de Abdullah Gül başkanlığında AK Parti, kurulduğu yıl seçimlerden başarıyla çıkarak iktidar oldu ve 58. Hükümeti kurdu.  Ardından, genel başkanlığı siyasi yasağı kalkan Recep Tayyip Erdoğan’a bıraktı.

ABDULLAH GÜL

Erdoğan’ın genel başkanlığındaki Ak Parti, 14 Mart 2003’de, 29 Ağustos 2007, 6 Temmuz 2011 seçimlerinden de yine sandıktan ezici çoğunlukla 
birinci parti olarak çıktı ve art arda, 59,60 ve 61’inci hükümetleri kurdu.

RECEP TAYYİP ERDOĞAN

Erdoğan, 10 Ağustos 2014’de ilk kez halk oylamasıyla yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerindene başarıyla çıktı. Köşke çıkan Erdoğan, 3 dönem 
üst üste iktidarı bırakmayan AK Parti’nin genel başkanlığını ise Ahmet Davutoğlu’na bıraktı. 62. Hükümet, AK Parti hükümetleri döneminde 
Dışişleri Bakanlığı görevini başarıyla yürüten Ahmet Davutoğlu tarafından kuruldu.

           
AHMET DAVUTOĞLU


YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haberlerin tüm hakları AjansHaber’e aittir. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. AjansHaber tarafından 
üretilen haberlerin kaynak gösterilmeden kullanılması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 36 ve 37. maddesine aykırıdır ve suç teşkil 
etmektedir. Ayrıca internet ortamında yapılan yayınların düzenlenmesi ile ilgili olarak 4 Mayıs 2007 tarihinde kabul edilen 5651 sayılı internet 
yasasına göre de bu durum cezai işlem gerektirmektedir.

http://www.ajanshaber.com/koalisyon-denince-akla-kaos-mu-geliyor-haberi/197545

***

Türkiye'de Koalisyon Krizleri  ve KAOS..

7 Haziran'daki seçimlere giderken, muhalefet koalisyon hedeflediğini açıkladı. AK Parti'nin 2002 yılında sandığa gömdüğü koalisyon ruhu, 
Türkiye'ye krizden ve istikrarsızlıktan başka bir şey getirmedi. Faturayı ödemek ise hep halka düştü. Şimdi geçmişe kısa bir yolculuk yapalım ve 
koalisyonlu yılları hatırlayalım

GÜNDEM 

23 Nisan 2015, Perşembe

TÜRKİYE'DE KOALİSYON KRİZLERİ

A HABER- 

Türkiye'de koalisyon denince akla kaos, kriz ve istikrarsızlık geliyor. 1960'lar, 70'ler, 90'lar ve 2000'li yılların başında, koalisyonların neden olduğu 
krizler yaşandı. Ülke onlarca yıl siyasi istikrarsızlığın pençesinde kıvrandı.

Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan! 1970'lerin siyaset tarihi, bu 4 ismin üzerine kuruluydu. 

Demirel, dönemin önemli siyasi figürlerindendi. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ise 1970'leri domine eden diğer siyasi liderdi. 1970'lerde 
Türkiye'yi koalisyonlar yönetti.

Erbakan'ın Milli Selamet Partisi (MSP) ise koalisyonların vazgeçilmeziydi. Erbakan kimin yanındaysa, o başbakan oldu. 1971 muhtırasından sonra 
ara yönetim hükümetleri kuruldu. 1973 seçimlerine de işte bu şartlarla gidiliyordu... CHP, 1973'te Bülent Ecevit'in genel başkanlığında gittiği 
seçimde yüzde 33,29 oy oranıyla birinci oldu. 1977'ye kadar azınlık ve koalisyon hükümetleriyle ülke yönetildi.


1977 genel seçimlerinde CHP yüzde 41.4, AP yüzde 36,9, MSP yüzde 8,6, MHP ise yüzde 6,4 oy aldı. AP-MSP-MHP koalisyonu kuruldu. 
Ardından Ecevit, Güneş Motel diye bilinen azınlık hükümeti ile iş başına geldi. 1970'lerin son hükümetini, 12 Eylül darbesine giden süreçte 
Demirel kurdu.

1970'ler Türkiye'nin 73 Sent'e bile muhtaç olduğu yıllardı. İhracat yapamadığı için en basit ihtiyaçlar bile karşılanamıyordu. 70'li yıllar tarihe bitmek tükenmek bilmeyen kuyruklarla damga vurdu. Vatandaşın ömrü benzin, tüp gaz kuyrukları, yağ kuyruklarında geçti. 

90'lı yıllar da koalisyon kabusunun en bariz şekilde yaşandığı yıllar oldu... 1991 seçiminde herkese "iki anahtar" vaat eden Demirel'in DYP'si, ANAP'ı geçti ve Türkiye'de koalisyon dönemi tekrar başladı. 

Sırasıyla, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan, tekrar Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit'in başbakanlıklarında koalisyon hükümetleri kuruldu. 

90'lar hem koalisyon hem kriz yıllarıydı. 1993'te ekonomi çıkmaza girdi ve 5 Nisan kararları geldi. Türkiye, tarihinin en büyük kemer sıkma politikası ile karşı karşıya kaldı. Ama olmadı Türkiye düze çıkamadı.. Faizler yükseldi, işsizlik arttı, devalüasyon ve üç basamaklı enflasyon dönemi başladı. 

1990'lar Türkiye'nin patinaja düştüğü hatta gerilediği bir dönem olarak tarihe geçti. Türkiye değişen dünyanın gerisinde kaldı. 1997 yılının 28 Şubat'ında ordu silahı yeniden masaya sürdü. Erbakan başbakanlığındaki Refah-Yol hükümeti istifa etmek zorunda kaldı.

İki yıl sonra yapılan 1999'daki seçimlerinde Ecevit'in DSP'si, MHP ve ANAP ile koalisyon hükümeti kurdu. Türkiye tarihindeki son koalisyon olan bu hükümet döneminde ülke en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşadı. 2001 krizinde Türkiye tam anlamıyla dibe vurdu.

Koalisyonların neden olduğu krizden Türkiye'yi 3 Kasım 2002'deki seçimlerde tek başına iktidara gelen AK Parti çıkardı. Halk o seçimde koalisyon ruhunu da sandığa gömdü.

http://www.ahaber.com.tr/gundem/2015/04/23/turkiyede-koalisyon-krizleri

41 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR ***